Öldürmede Şahadet Ve Öldürme Hâline  İ'tibâr Babı

Ölüm hâlinde kısas, öldürülen kimsenin vârisleri için ibtldâen sa­bit olur, yoksa verâ&et yoluyla sabit olmaz, Ma'lûm olsun ki, burada iki yol vardır. Birincisi, hüâfet yoludur. Bu yol, muris hakkında mün'akid olan sebeble, ibtidâen, vâris için mülk sabit olmasıdır. Nitekim köle hîbe kabul ettiğinde, o hîbe edilen mülk ibtidâen köleden hilâfet yolu ile efendi için sabit olduğu gibi. Çünikü köle, mülke ehil değildir.

İkinci yol, veraset yoludur. Bu yol, .mülk, murise sabit olduktan sonra muristen vârise nakl ile vâris için sabit olmasıdır.

İmâmeyn (Rh. Aleyhİmâ), veraset yolunu kabul edip demişlerdir ki: Kısas, ölüden mîrâs olarak alınır. Hattâ onda, vârislerin hisseleri icr& olunur ve ölmezden önce afvı sahîh olur. Kısas, mala dönüştükde; ölenin borçları ondan ödenir ve yine ondıan vasiyyetleri yerine getiri­lir. Diyette olduğu gibi.

İmâm Azam (Rh.A.) birinci yolu kabul «dip demiştir ki: Kısas, mîrâs olarak alınmaz. Çünkü, o Ölümden sonra intikam ve öc almak için sabit olur. Ölü ise» bunun ehlinden değildir. Kısas, ancak ölen için mün'akid olan sebeble hilâfet yolu ile vârislere sabit olur. Yâni vâ­risler, ölen kimsenin yerine geçip, Ölü için sabit olmadan, ibtidâen müs-tehık olurlar. Çünkü kısas, yaralanan kimsenin ölümünden sonra ma­hallinde fiilin mülküdür. Ölüden ise, fiil tasavvur edilmez. Bundan dolayı yaralanan kimsenin ölümünden Önce, vârislerin afvı sahîh olur. Yaralanan kimseyi afvın sahîh olmasına sebeb, yaralanan kimse İçin mün'akid olduğundandır. Allah Teâlâ' (C.C.) mu:
«Haksızyere öldürülenin velîsine bir yetki tammışızdır.» [116] âyet-i kerîmesi, kısasın ibtidâen mirasçılar için bir hak olarak sübût buldu­ğuna nassdır. Borç ile diyet bunun aksinedir. Çünkü ölen kimse, malın mülkü için ehildir. Bundan dolayı bir kimse ağ kurup, 6 öldükden son­ra, ağa av tutulsa, ölen kimse ona mâlik olur. İhtilâfın aslı şuraya râ-cîdir: İmâm A'zam1 (Rh.A.) a göre, kısas hakkım almak, vârislerin hak­kıdır. İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre ise; ölünün hakkıdır. İmdi kı­sas, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre; ibtidâen vârisler için sabit hak olun­ca, onlardan birisi diğerlerinden vekâletsiz, onların haklarım isbâtta hasım olamaz. Hâzır olanın delîl (beyyine) getirmesiyle, gâib hakkında kısas sabit olmaz.

Şayet onlardan biri kardeşinin bulunmaması hâlinde babasının öl­dürülmesi üzerine delîl (beyyine) getirse, bulunmayan kardeşi hâzır oldukda, kısas hakkını almaya kudret hâsıl olması için; o delili (beyyi-neyi) tekrar getirir. Hâzır olan, delîl getirdikde kaatil, bi'Mcmâ habs olunur. Çünkü kaatil, öldürmekle itham edilmiştir. İtham edilen ise, habs edilir.

Yanlışlık (hatâ) ile öldürmek ve borç bunun aksinedir. Eğer öldür­me yanlışlıkla olursa delili tekrar getirmeye hacet yoktur. Çünkü mu'-cebi maldır ve sübûtunun yolu mîrâsdır. Borç-da böyledir. Şayet vâris­lerden biri, babasının fülân kimsede şu kadar alacağı vardır, diye delîl getirse, kardeşi hâzır oldukda delili tekrar getirmez. Kaatil, gaibin afv ettiğine delîl getirse, hâzır olan hasımdır ve kısas düşer. Yâni, vârisle­rin ba'zısı gâib ve ba'zısı hâzır olsa, kaatil, hâzır olana; gâib olanın afv ettiğine dâir delîl gösterse, bu durumda hâzır olan hasmdır.- Çünkü kaatil, kısâsda hâzırın hakkının düşmesini ve mala intikâlini iddia ediyor. Hakkın düştüğüne -hükmedilince, hâzıra tâbi olarak gaibin üzerine hüküm verilmiş olur.

Keza iki adamın (ortak) kölesi kasden öldürülse, o iki adamın biri gâib olsa, kaatil, hâzır olan ortağa; gâib olanın kısâsdan afv ettiğini iddia etse, hâzır olan hasındır. Eğer isbât ederse, zikredilen sebebden dolayı kısas düşer.

İki velî- ortaklarının afv ettiğini haber verseler, bu onlar tarafın­dan kısası aiv sayılır. Yâni, bir adam kasden öldürülse ve O'nun üç velî­si olsa, o üç velînin ikisi, ortaklan olan üçüncü velî afv etti, diye şaha­det etse, o İkisinin ihbarı kendileri nâmına kısası afvdır.

Bu mes'ele dört vech üzeredir. Musannif birinci yechi: «Eğer katil ile ortak o iki muhbiri tasdik ederlerse, o ortak için bir şey yoktur.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü, tasdiki ile nasibini ibtâl etmiştir. İki muh­bir için, diyetin üçteikisi vardır,. Çünkü onların paylan, mal olmuştur.

Musannif ikinci vechi: «Ortak ile kaatil o iki muhbiri yalanlarlar ise, muhbirler için bir şey yoktur.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü ikisi de, ihbarları ile kısâsda olan haklarını düşürüp, kısas mala dönüşmüş­tür.* Kaatil ile ortağın yalanlaması sebebiyle, muhbirler için mal da yoktur. İki muhbirin ortağı için, diyetin üçtebiri vardır. Çünkü muh­birlerin hakkı, kısâsda düşünce; ortaklarının hakkı da sakıt olur. Zira parçalanmayı kabul etmez ve kısas hakkı, mala intikâl eder. Maldaki hakları dahî düşer. İmdi, o ikisinin ortağının hakkı kaldı. O da, diye­tin üçtebiridir.

Musannif üçüncü vechi: «Eğer, yalnız kaatil tasdik edip, bir or­tak o iki velîyi yalanlarsa, üç velîden her biri için diyetin üçtebiri var­dır.» sözü ile zikretmiştir. Çünkü kaatil o iki muhbiri tasdik edince, onlar için diyetin üçteikisini ikrar etmiştir. Böyle olunca, diyet lâzım gelir, ortağın hakkının bâtıl olduğunu iddia etmiş, fakat tasdik olun-mayıp mala dönüşmüş ve kaatil diyetin üçtebirine borçlanmıştır.

Musannif dördüncü vechi şu sözü ile zikretmiştir: «Eğer o iki muh­biri yalnız ortak tasdik edip, kaatil yalanlarsa, ortak için diyetin üç­tebiri vardır.» Yâni kaatil, diyetin üçtebirine borçlu olur. O da, ortağın hissesidir.

O üçtebir, iki muhbire sarf olunur. Çünkü ortağın zannına göre: Kendisini afv etmiştir. Çünkü o iki muhbiri tasdik etmiştir. Binâen­aleyh kaatilde, onun bir hakkı yoktur. İki muhbirin, kaatilden diyetin üçteikisini almaya hakları vardır. Kaatilin elinde kalan diyetin üçte­biri, kaatilin malı olup, o mal iki muhbirin hakkı cinsindendir. Şu hâl­de, onlara sarf olunur. Kıyâs, kaatile bir şey lâzım gelmemek idi. Çün­kü o iki muhbir, kaatil üzere mal iddia etmişlerdi. Kaatil ise, inkâr et­mektedir. Bu durumda, sabit olmaz-. Kaatilin ortak için ikrar ettiği şey, yalanlaması île bâtıl olmuştur. (Yâni, O'nun bende hakkı vardır, deme­siyle afv etmiştir.)

İstihsânın vechi şudur: Kaatil, iki muhbiri yalanlamakla meşhu­dun aleyh için diyetin üçtebirini ikrar etmiş olur. Çünkü onun zanmn-ca kısas, onların afvı haber vermeleri ile sakıt olmuştur. Bu tıpkı ibti-dâen afv etmelerine benzer. Mukarrun leh, (kendisi için ikrar edilen kimse) 'kaatili gerçekten yalanlamamıştır. Belki vücûbu, başkasına mu-zâf kılmıştır. Bunun benzerinde, ikrar geri dönmez. Meselâ; bir kim­se; «Fülân kimsenin'bende yüz dirhemi vardır.» dedikde, o fülân; «Benim değildir. Lakin o yüz dirhem fülâmndır.» dese; bu durumda mal, ikinci fülân için olur. Burada da böyledir.

-Öldürme olayının iki şahidi; Öldürmenin zamanında veya mekâ­nında veya âletinde ihtilâf etseler, ikisinden biri sopa ile ve diğeri kı­lıç üe öldürdü, dese veya bir şâhid sopa ile öldürdü, deyip diğer şâhid Öldürme âletini bilmiyorum, dese, o şâhidlik geçersiz olur. Çünkü öl­dürmek; zamanın, mekânın ve âletin değişmesi ile değişir. Hükümleri de değişir. Mutlak, mukayyede aykırıdır. İmdi her katle, tek kişi şaha­det etmiş olur. Böyle olunca, red edilir.

İki kişi, bir kimsenin öldürülmesi hakkında şâhidlik edip: «Öldür­me âletini bilmiyoruz.» deseler, bu takdirde kaatile diyet vâcib olur. Kı­yâs, bir şey vâcib olmamak idi. Çünkü öldürmek, âlete göre değişir. Böyle olunca şâhidlik edilen şey bilinmemiş olur. İstihsâlim veehi şu­dur: Onlar mutlak ölüme şahadet etmişlerdir. Mutlak, mücmel değil­dir, iki beyândan önce onunla amel imkânsız olsun. Şu hâlde öldürme­nin iki mu'cebinden az olanı vâcib olur. O da, diyettir ve kaatilin ma­lından vâcib olur. Çünkü öldürmede asi olan, kasddır. Öyleyse, âkıleye bir şey lâzım gelmez. Nitekim, sebebi daha önce defalarca geçti.

İki adamdan her biri Zeyd'i öldürdüklerini ikrar etseler ve Zeyd'in velîsi; «O'nu, ikiniz öldürdünüz.» dese, o velînin, onları Öldürmesi caiz

olur. Çünkü o iki adamdan her biri, tek başına Öldürmenin tümünü ve üzerine vâcib olan kısası ikrar etmiştir. Mukarrun leh (kendisi için ikrar edilen), üzerine öldürmenin vücûbu hakkında da onu tasdik, et­miştir. Lâkin velî, mukim (ikrar edeni), tek başına öldürmede yalan­lamıştır. Mukarrun lehin, mukim ikrar eylediği şeyin ba'zısıruia yalanlaması geri kalanında ikrarını ibtâl eylemez. Çünkü bu yalanlama, mu-kırrın tefsîkını. (fâsık sayılmasını) gerektirir, Mukırrm fışkı, ikrarının doğruluğunu menetmez.

İkrar yerine, şahadet olursa geçersizdir. Yâni, iki adam; «Zeyd, Amr'ı öldürdü.?) diye şahadet etse ve diğer iki kişi de; «Amr'ı, Bekr öl­dürdü.» diye şahadet etse; bu iki şahadet geçersizdir. Çünkü meşhudun leh olan velînin, şahidi şahitlik ettiği şeyin ba'zısmda yalanlaması şâ-hidliğini ibtâl eder. Çünkü yalanlamak, fâsık saymaktır. Şahidin fıs-ki ise, şahadetinin reddini gerektirir.

Ikİ kişi bir kimsenin yanlışlıkla öldürüldüğüne şahitlik edip, diyet ödenmesine hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet olunan kim­se diri olduğu halde çıkagelse, âkile diyeti velîye ödetir. Çünkü, velî di­yeti haksız yere almıştır. Ya da şahitlere ödetir.' Çünkü mal, onların şa­hadeti Üe telef olmuştur.

Şâhidler de, velîden alırlar. Çünkü şâhidler, ödenene mâlikdirler. O da, velî'nin elinde olan şeydir. Gâsıbm; gâsıbını, gâsıbına Ödetmesi gi­bi olur.

Kasd, hatâ gibidir, ancak rücûda değildir. Yâni, eğer şahadet kas-den öldürdü de, bu sebeble kendisi de öldürüldü, diye yapılır da; bun­dan sonra öldürüldü denilen kimse, diri olarak gelirse, öldürülen kim­senin vârisleri diyeti velîye ödetmek ile şâhidlere ödetmek arasında mu­hayyer kılınır. Eğer şâhidlere ödetirlerse, şâhidler velîden alamazlar. Bu, tmâm A'zam' (Rh.A.) a göredir. Çünkü onlar, burada velî için mal olmayan şeyi vâcib kılmışlardır. O da, kısâsdır. İmdi, mal almalarına vech yoktur. Çünkü, ikisi arasında benzerlik yoktur. İmânıeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, velîden alırlar. Hatâda olduğu gibi.

Şâhidler, kaatilin yanlışlıkla yâhûd kasden öldürdüğünü ikrar et­tiğine şâhidlik etseler, o kimse diri olarak gelse, bir şey ödemezler. Çün­kü, şahadetlerinde yalanları ortaya çıkmamıştır.

Başkalarının hatâ hakkındaki şahadetleri üzerine şâhidlik etseler de; âkile üzerine diyetle hükmedildikden sonra, Öldürüldüğüne şahadet edilen kimse, diri olarak gelse, yine bir şey ödemezler. Çünkü, şahadet­lerinde yalan söyledikleri ortaya' çıkmamıştır. Zira meşhudun bih, usû­lün (asıl şâhidlerin) öldürmek üzere şahadetidir. Yoksa, öldürmenin kendisine şahadet değildir.

İki surette de velî, diyeti âkıleye öder. Çünkü, velînin âkıleden di­yeti haksız yere aldığı ortaya çıkmıştır.
£undan sonra musannif, öldürmek hakkında şahadet mes'elelerini açıklamayı bitirince, öldürme hâlinin i'tibâra alındığı mes'eleleri açık­lamaya 'başlayıp şöyle dedi: İ'tibâr, atma hâlinedir, ulaşmaya değildir. Ma'lûm ola ki, asi olan; daman. [117] (ödetme) ve helâl olma hakkında i'tibâr, atma vaktinedir. Çünkü ödetme, ancak cinayetle vâcib olur ve kişi ancak kendi ihtiyarı altına giren bir fiil ile suçlu olur. O fiil de atmaktır, ulaşmak değildir. Binâenaleyh, bir kimse bir Mü si umana ok atsa ve kendisine ok atılan Müslüman — Allah korusun — mürted olsa yâni dinden çıksa ve ok O'na ulaşıp ölse, İmâm A'zanı' (Rh.A.) a göre; oku atan kimse, o mürtedin ğelınez, demişlerdir. Çünkü telef, ma'sûm olmayan mahalde hâsıl ol­muştur, Ma'sûm olmayanın itlafı hederdir, yâni boşa gider.

İmâm A'zanV (Rh.A.) m delili şudur: Ok atılan kimse, atma vak­tinde ma'sûmdur. t'tibâr cia, atma vaktinedir.

Kendisine ok atılan köleye ok, efendisi Onu âzâd eUikden sonra ulaşıp Ölse, kölenin kıymetini efendisine ödemek gerekir. Çünkü köle, oku atma vaktinde memlûktur. İmâm Muhammed {Rh.A.); «Vuruldu­ğu hâldeki kıymeti ile vurulmazdan önceki kıymeti arasındaki fazlalığı Ödemek gerekir.» demiştir.

Ava ok atıp da ihramdan çıkan Hacıya, akabinde ok ava isabet etti­ği takdirde, ceza vâcib olur. Çünkü muhrim, oku atma vaktinde ihrâm-lı idi.

İhramlı olmayan kimse ava ok atıp, muhrim olduktan sonra ok ava ulaşsa, ceza gerekmez. Çünkü, oku atma vaktinde ihrâmlı değildir.
Bir kimse; recm hükmünü giyen birine ok atar da ok, şahidi vaz­geçtikten sonra vâsıl olursa, bir şey ödemez. Çünkü recmedilme&ine hükmedilen .kimsenin, atma vaktinde kam mubâhdır.vârislerine diyeti öder; İmâmeyn (Rh. Aley­himâ) ; atan kimsenin bir şey ödemesi gerekmez ve O'na bir şey lâzım[118]
[1] Sultân; lügat bakımından kahr ve tegaİİüb anlamına gelen bir mastardır. Sultân keli­mesinin; hüccet, delil, aydınlık ve ışık gibi daha başka sözlük anlamları da vardır.

Bütün bu ma'nâlar ile ilgili olarak, adalet, zabt ve ihtimâmiyle memleketleri ay­dınlatmış olan, kudret ve kuvvet sahibi Müslüman pâdişâh ve valilere SULTÂN adı verilmiştir.
[2] Kısas;  bazı suçlarda,  suçlunun  islediği suçun benzeri  cezayı  görmesidir. Meselâ,   öldü­renin öldürülmesi, bir uzvu kesen veya yaralıyanın aynı cezayı görmesidir.
[3] Müştehât: Fukahâ'ya göre müştehât; erkeklerin rağbet ettikleri, şehveti uyandıran, do­kuz yaşındaki kadın veya kızdır. Fetva da buna göredir. Şeyhayn;  «Benzeri (misli) iş­tah uyandınrsa, beş yaşındaki kız müştehâttır.» demişlerdir. İmâm Muhammed (Rh.A.)'e göre; eğer iri olursa sekiz veya dokuz yaşındaki kız müştehâttır,

(Keşşâf-u Istılahat'Ü-Fünûn, C.I)
[4] Nikâh mülkü; bir erkeğin nikahlanmak suretiyle sâhib olduğu kadındır. Sağ elinin mâ­lik olduju ise, efendinin mâlik olduğu köle ve cariyeleridir.
[5] İştibâh şübhesi: Bazı hukuk ve ahkâmın cereyanından ileri gelen bir şübhe demektir.
[6] İmâm:  Bu  kelimenin  çok çeşitli  anlamlan  vardır.

İlm-i Kelâm ve Fıkh terimi olarak İmâm; en büyük Din ve Devlet Başkanı olup, Dînî hükümleri uygulayan, Resûlüllah (S.A.V.)'ın Halîfesine denir, ilk Halifeler; Pîn ve Devlet Başkanlığı, Camide imâm-hatiblik, orduya komutanlık ve mahkemede hâ­kimlik gibi görevler yaparlardı. Sonradan bu görevlerin bir kısmı ayrı ayrı şahıslara verilmiştir.

İmâm'ın daha başka anlamlan da vardır. Meselâ; bir Mezhebde, kendisine uyulan kimseye de tmâm denir. İmâm A'zam (Rh.A.) ve İmâm Muhammed (Rh.A.) gibi.

Bir ilim veya fende sözü senet tutulacak kimseye de imâm denir. İmâm Gazali (Rh.A.) ve İmâm Buhârî (Rh.A.) gibi.

Bu terim, kurrâ' ve müfessirler için de kullanılır. Hattâ Sahabe (R. Anhüm)'nin, Hz. Osman (R.A.)'m emri ile istinsah edip, çoğalttıkları ilk yedi Mushaf'ın her birine de İmâm pdi verilmiştir.
[7] Müslim'de; Büreyde' (R.A.) den rivayet edildiğine göre; «Mâiz (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'e ge'niiş; fakat Resûiüllah (S.A.V.), O'nu geri çevirmiş. Sonra ertesi gün, O'na tekrar gelmiş, Resûiüllah (S.A.V.), kendisini yine geri çevirmiş. Bilâhare kavmine ha­ber göndererek:                                                                                                  -

—  Bunun aklında bir bozukluk biliyor musunuz? diye sormuş.

—  O'nu, ancak aklı başında iyilerimizden biri olarak tanırız, demişler.

Mâiz (R.A.), Peygamber (S.A.V.)'e üçüncü defa gelmiş. Resûiüllah (S.A.V.), yine kavmine haber göndererek, kendilerine sormuş. Onlar da, Mâiz' (R.A.) de ve aklında bir kusur olmadığını haber vermişler. Dördüncü defa gelince, artık Resûiüllah (S.A.V.), O'na bir kuyu  kazarak, kendisini  recmetmiştir.»

Aynı ma'nâda bir hadîsi; Jmâm Atımca b. Hanbel (Rh.A.) ile ishak b. Rahaveyh (Rh.A.) «Müsned» lerinde, lbn-j Ebî Şeybe (Rh.A.) «Musaunef» inde tahrîc etmişlerdir.
(Selâmet Yolları; Ahmed Davudoğlu, c. 4, s.   14)
[8] Muhsan : Evli veya dul olan erkektir. Evli kadına muhsâne derler. Bekârlara ise; gayr-İ muhsan denilir.

Zina yapan muhsan ve muhsânelerin hükmü, recm olunmak, yâni taşlayarak öl­dürmektir.

Zina yapan gayr-i muhsanlara ise, yüz değnek vurulur.
[9] İhsan: Şer'i cezaların yerine getirilebilmesi için hukuk yönünden bulunması lâzım ge­len   bazı   vasıfların   bir   şahısla   toplanmasıdir.
[10] Bk.  Nisa sûresi; âvet: 25
[11] Kilâb ve Sünnetten sonra, İslâm Hukukunun üçüncü kaynağını teşkil eden Jcmâ'ın Mizlük ma'nâsı; bir şey üzerinde azm ve ittifak etmektir. Terim olarak, bunun çeşİıü ta'rineri yapılmıştır. İbu Hacîb; «tema', bu Ümmetin müctehidlerinJn, herhangi bir asırda bir mes'ele üzerinde uyuşmalarıdır.» diye ta'rîf eder. M. Ebû Zehra ise; «İcmâ', Uz. Peygamber'dcn sonraya âid bir çağda, amelî bir mes'elcuin seri hükmü üzerinde mücfehidlerİn birleşmesİdir.»  diye ta'rîf etmiştir.
[12] Bk. Nur sûresi; âyet: 2
[13] Bk. Nisa sûresi; âyet:  25
[14] Bu   kadın   hakkında  Müslim'den   şöyle  bir rivayet vardır:

jnırâıı b. Hıısayn' (ft.A) dan rivayet olunduğuna göre; Ciiheyne'den bir katlın (Gâmidiyye), zinadan  gebe olarak, Peygambei   (S.A.V.)'e  gelmiş ve:

—  Yâ Nebîyyallah, başıma hadd fîcâb eden bir hâl) geldi. Binâenalejh, banu hadd vur, demiş. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.), O'nun velisini çağırmış e;

—  Buna iyi muamele et: doğurduğu  zaman kendisini bana geiir, demiş.  Velimi, de öyfe yapmış.

Akıbet; Peygamber (S.A.V.l, kadını (n getirilmesini) emretmiş ve üzerine elbise­sini bağlamışlar. Sonra kadını (n recmini) emrefmis ve recmolunmuş. BtniıJan sonra Resûlüllah (S.A.V.), O'nun   Cenaze Namazını   kılmış.   Ömer (R.A.)

—  Bu kadın  zina  etliği hâlde,  bir rfe O'nun  Cenaze  Namazını  mı  kılıyorsun,  yâ Nebîyyallah?  demiş.   Resûl-İ  Ekrem   (S.A.V.):

—  Vaİİâhî,  bu  kadın  Öyle  bir  tevbe   etti  ki,  tevbesi   Med İn el İl erden  yetmiş  kişi arasında  taksim edilse, onlara yeter artardı..  Sen, tanını  Allah Teâlâ için  feda  eden­den daha cfdal bir kimseye hiç rastladın mı? buyurmuşlardır.
(Selâmet Yolları, Ahnied Davudoğlu, c. 4, s. 24, 25)
[15] Recm: Lûgatta; öldürmek, kovmak, terk etmek, lâ'net etmek demektir.

Atılan taşa da, recm denilir.

istilânda; muhsan olup, zina eden erkek iie nuıhsâııe olup, zina eden kadını, ken­dine  ;ıid bir tarzda taşlayarak öldürmektir.
[16] Peygamber1 Efen d i m izin ism-i şeriflt anıldığı zaman; «Allah (C.C.) O'na salât etsin, gânını yüceltsin. Selâm ve .selâmet versin (her türlü kusurdan uzak kılsın).» mealinde söylenen   duadır.

Salât: Meşhur olan kavJc göre saîâl, lûgatta dua ma'nâsına gelir. Şeriat örfün­de; bildiğimiz ve husûsî erkân  ve  ezkâr ile kıldığını!?,   namaz   demektir.
Dazı bilginlere göre salât, Allah1 (C.C.) dan olursa, rahmet; Meleklerden olıırs3, istiğfar; mü'minlerdetı olursa, ha/ısının bazısı için duâ etmesi ma'nâsına gelii. (Bk. Keşşaf)
Peygamber (S.A.V.) Efemi İm izin adı anıldığı zaman salât-ü selâm okumanın hük­müne gelince : Bunun farz veya vâcib olduğunu söyleyenler vardır. Ahzâb sûresinin 56.   âyetinde Allah   Teâlâ (C.C.)  bu  konuda  meâlejı  şöyle  buyurur:

«Bir gerçektir kî, Allah ve O'nun Melekleri, Peygambere hep salât ederler. Ey mü'miuler, siz de hep O'na salât (ve duâ) ediniz. Ve hulûs ile selâm veriniz!»
Ru âyette salâtın ma'nâsı; Peygamber (S.A.V.) Efendimize ta'zîm, tebrik ve dua­dan  ibarettir.      (Bk. Buhârî,  Tere.  C,   2)

Bu âyet imlikden sonra Ashâb (R. Anhünı) tarafından; «Yâ Resülallâh! Sana se­lâm vermeyi biliyoruz. Fakat, nasıl salât edeceğiz?» diye sorulmuş. Resûliülah (S.A.V.) de namazlarımızın tahiyyâtlarında okuduğumuz salavât-ı şeril'elerle salavât okunma­sını   talîm   buyurmuşlardır.

Bazı İslâm bilginlerine göre; yukarıdaki âyet-i kerime gereğince Peygamber (S.A.V.) Efendimize &alât-u  selâmlarımızla,  saygılarımızı   arz  etmek  farz-ı   ayn kılınmıştır.

Hanefî İmamlarından Gerhı (Rh.A.); Her Müslümana en kısa cümle ile olsun, (AHâhümme sallı ala Muhammedi yâni, «Allah'ım, Muhammed'i rahmetinle tebrik et ve O'nu esen kıl!» diye duâ edip, selâmlaması farz olduğunu bildirmiştir. Peygamberimize; (Sallallâhu aleyhi ve sellem) diye de salât-ü selâm okunur. Bİz bu­nu; tercümesini sunduğumuz kitabın içinde (S.A.V.) şeklinde kısaltarak yazdık. Böy­lece okuyucularımıza, Peygamberimize salât-ü selâm getirmelerini hatırlatmış oluyoruz.

Bir  kısım  müetehidler,  «Peygamberimizin   adı;  her anıldıkça   salavût getirilip,  ta'­zîm  edilmesi  vâcibdir,»   demiştir.   Bazıları  da,  «Bir mecliste,   Peygamberimizin adı  ne kadar andırsa anılsın, bir defa salavât edilmesi vâcibdir.» demişlerdir.
[17] Bk. Nûr sûresi; âvet: 2
[18] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 3-12.
[19] Hadd: Lûgatta, men anlammadır. İnsanların girip çıkmaktan menettiğİ için. kapıcıya, gardiyana (zindancıya), haddâd denilmiştir. Bir şeyin mâhiyetini ta'rif ve ta'yin eden     geye de, hadd denilmiştir: Çoğulu, hudûd gelir.

GayrimenkuHerin sınırlarına da hudûd denir. Çünkü bunlar gayrimenkullerin sı­nırlarını ta'yin, başkalaijına karışmalarını menederler. işte bundan dolayı bir kısım cezalara da hudûd adı verilmiştir. Çünkü bu cezalar, mazarratları bütün beşeriyete do­kunan bir takım kötü davranışlardan insanları alıkorlar ve menederler. Bunlar suç işleyenler hakkında birer ukubet olduğu gibi, müşâhidler hakkında da birer ibret ve uyarma vesilesi olur.
[20] Bk.  Duhâ sûresi; âyet:  8
[21] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 13-18.
[22] Kıyâs'ın sözlük ma'nâsı, bîr şeyi takdir etmek, ölçmek, karşılaştırmak ve iki gey ara­sındaki benzerlikleri  tesbit  etmektir.   Bu   kelime Arapça   olup,   İslâm Hukuku  terimi olarak «talil» (deduetion) adı da verilir.

Kıyâsın çeşitli ta'rifleri yapılmıştır. Bunların en açık ve geneli şu ta'rîftir: «Kıyâs, her ikisinde de hükme  esâs teşkil eden ÜJet aynı olduğu için, hakkında

nass bulunmayan   bir olayın   hükmünü,   hakkında   nass bulunan  bir  olaj in   hükmüne

eşit kılmaktır.»
[23] İstihsân: Arapça'da istîhsân sözü, güzel olmak ma'nâsına gelen   «husn»   kökünden gelmekte olup, sözlükte bir şeyi iyi ve güzel görmek, tercih etmek demektir.
İslâm Hukukçularının kabul ettiği istilâhi ma'nâsı ise, kıyâs gibi benzerlik esâ­sından hareket ederek değil, kamu yararına ve adalet esâsına göre, şahsî takdire da­yanarak hüküm vermektir. Bir hukuk terimi olarak istihsânı şöyle ta'rif edebiliriz: «İstihsân, bir olayın şer1! bir delil icâbı olan hükmünden, yine şer'î bir delil icâbı olan başka bir hükme udûl etmektir.» Kısacası istibsân, şer'an mu'teber olan tercihi nıu'-cib bir sebebe dayanarak bir delili, buna aykırı düşen başka bir delilden üstün tut­maktır.
[24] Nİsâb: Hırsızlık ve zina haddi gibi, bazı cezaların vâcib olmasına alâmet olmak üze­re, Şâri'i Hakîm tarafından oasb edilen belirli bir miktardır.
[25] Akile: Hatâ ile adam öldüren kimsenin diyetini (kan bahâsını) ödeyen kimselerdir. Hatâ ile öldürdüğü için diyetin ödenmesine yârdım ederler. Bu terimin geniş bir şe­kilde açıklaması (Ma'kuleler Bolümü) nde gelecektir.
[26] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 19-24.
[27] İçkilerin haram oluşu; Kitap, Sünnet ve tcrnâ ile sabittir.

Kitap'lan  delili; Meâlcn :
«Ey mü'minler! Şarâb (İçki içmek), kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları hep Şcytân'ın işinden pis (haram) birer şeydir. Onun için bunlardan sakının ki, ktırtıllasınız.» (El-Mâİde sûresi; âyet:   90)

Simnet'ten delili: KlüsIİm'in İbn-i Ömer'den tahrîc ettiği şu hadİs-i şerifdir. Pey­gamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

«Her sarhoş eden şey şarâbdır, her şarâb da haramdır.»

Ayrıca, Peygamber (S.A.V.) Efendimizden tevatür yolu ile haram olduğu zama­nımıza  kadar gelmiş ve İCMÂ île  de sabit  olmuştur.
[28] inâye  sahibi   şöyle   demiştir:   «Sarhoş   olan   kimsenin   sözlerinin  çoğu   saçmadır.   Eğer scuünün  yansı  doğru  olursa, sarhoş değildir.  Âlimlerin  çoğu,  bu  kavli kabul etmiş­lerdir.»
[29] İbn-i   Velîd  (Rh.A.),   bir  gün   Ebû  Yûsuf (Rh.A.)'a   haddi   gerektiren   sarhoşluğu  sor­muş,   Ebû  Yûsuf (Rh.A.)  da;

—  Sarhoş  olan   kimseye,  El-Kâfirûn   sûresi   okutulur.   Eğer   yamhrsa,   sarhoştur,   diye cevâb vermiş. Bunun üzerine İbn-i Velîd (Rh.A.);

—  Bu sûrede, sarhoş olmayan da yanılır. Bu takdirde, bu sûre okutulmakla sar-- hoşluk nasıl ta'yîn edilir? diye sormuş. Bunun üzerine Ebû Yûsuf (Rh.A.) şu cevâbı

vermiş:

—  Bir kimse şarâb  içip  Namaza başladı ve namazda bu  sûreyi okuyamadı. Bu­nun  üzerine, şarâbı   haranı  kılan   âyet-t   kerîme, bu  kimse hakkında   nazil  oldu.
[30] Banotu (Bangotu): Patlıcangillerden, hekimlikte kullanılan uyuşturucu ve zehirli bir yaban bitkisidir. Bataklık ormanlarda ve harabelerde yetişir. Esrar, konca, ğııbâr, haşhaş, hayâl yaprağı, tılây-i kalenderiyye ve müdâmo-i hayderîyye gibi isimleri vardır.
[31] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 25-27.
[32] Kâzif: Zina isnadında bulunan.
[33] Makzûf: Kendisine zina isnadı yapılan kimsedir.
[34] Muhtass: Bir kimseye veya şeye mahsûs olan.
[35] Asabe; baba tarafından,  erkek tarafından akraba olanlardır.
[36] Mülâane:  Birbirine beddua  etme,  ilenme;  birbirinden  nefret  etme;
[37] Arabca'da; Zina eden erkeğe, Zâni denir.
[38] Arabca'da, Zina eden kadına, Zâniye denir.
[39] Haram liaynihî:  Aslı ve  maddesi  i'tibâriyle haram  olan şeylerdir. Domuz eti, akan kan, §arâb gibi.
[40] Müste'men: Ecnebi tebaasından olan kimse.
[41] Tafsil:  Uzun  uzadıya  anlatma,  açıklama.
[42] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat:28-34.
[43] Ta'zîr:   Ta'zîr, (azr) kökünden olup, lûgatta; azarlamak, menetmek ve red anlam­larına gelir. Şer'an, hadd denen cezadan daha aşağı derecede bir te'dîb şeklidir.

Ta'zîr ile hadd arasındaki fark şudur: Hadd, mukadderdir, ta'zîr İse, İmâmın re­yine bırakılmıştır. Hadd, şübhelerle savulur. Ta'zîr ise, şübhelerle bile uygulanır.
Küçük çocuğa, hadd gerekmez. O'nu ta'zîr etmek ise, meşrudur. Eğer mukadder ise, Zimmiyc uygulanan cezaya hadd denir. Ta'zîr ise, Zimmî hakkında kullanılmaz. Zimmîye uygulanana, ukubet denir. Çünkü ta'zîr, temizlemek İçin meşru olmuştur. Kâfir ise, temizleme (tathîr) ehlinden değildir. Eğer mukadder değil ise, ehl-i zimmet hakkındaki azarlama ve menetme cezasına ukubet adı verilir. (Bk. Keşşâf-u Istılâhâtil-Fünûn,  C.  2)
[44] Nass; sözİük  anlamı  bakımından! açıklık ve kesinlik  demektir.

İlmî   terim   olarak   anlamı,   Kur'iîıı-i   Kerîm'de   vejâ   Hadîs-i   Şorİf'de  bir   îj   veya mes'ele hakkında olan açıktama ve bu açık sözdür.
[45] Bk. Nûr sûresi; âyet: 4
[46] Fâsık: Allah' (C.C.) m emirlerini  tanımayan, günâh  işle>eıı,   fesada..
[47] Kâfir: Allah' (C.C.) in varlığına ve birliğine inanmayan.

*    Habis: Soysuz,   kötü,   alçak.                                                   

*    Fâcir: Günahkâr, fena huylu; kadına düşkün erkek.

*    Muhannes: Kadın   tabiatlı,   alçak.

*    Hâin:  Nankörlük eden.

*    Lûtî,:   Lût   kavminm 'çirkin   hâllerini   tekrarlayan   kimse,   homoseksüellik,   Ku-

lampara.  Lûtîlik, büyük   gtinâhdır.

*    Zındık (zindîk): Münafık,   Âhirete   inanmayan,   dıştan   Müslüman,   içten   kâfir

olan  kimse.

*    Hırsız: Başkasının   malini   çalan   kimse.
[48] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 35-40.
[49] Ceyyid, iyi şey demektir. Burada karışık ve sahte olmayan akça anlamına gelir.
[50] Allah Teâlâ (C.C.) malı, can ve ırzı muhafaza için yaratmıştır.
Hırsularin ellerinin kesilmesi, ilâhî bir hükümdür. Allah Teâlâ ıC.C.i Et - Mâide sûresinin   38.   âyet-i   kelimesinde şöyle buyurmuştur:

«Erkek hırsızla kadın hırsızın, yaptıklarına karşılık ve Allah'dan bir azâb olmak üzere, (sağ) ellerini kesin. Allah, mutlak gâlibdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»
[51] Mücmel: söyleyenin açıklamasından başka maksadı anlamaya bir yol buhımmnan soz-riür.   Mücmelin hükmü, hakikatini  i'tikâd  ederek açıklama gelinceye kadar beklemek, yâni  bîr  ma'nâ vermemek,  açıklamadan  sonra  da gerekirse  üzerinde durmak,  düşün­mektir.
[52] Kalkan: Eskiden oktan  ya da kılıçtan   korunmak için savaşçıların  taşıdığı yassı,  çoğu tekerlek biçiminde korunmalik.
[53] Zahir rivayet (veya zâhîr'ul-rnezheb):   Bir fıkıh  terimi   olan zahir rivayet,   İmâm Mu-hammed' (Rh.A.) in telif etmiş olduğu; Mebsût,. el-Câmi'uI-Kcbîr, cl-Câmi'us-Sağir ve es-iıiyer'ııl-Kebîr gibi Fıkıh Kitaplarındaki güvenilir ve sağlam rivayetlerdir. Pek güve­nilir olmayan zayıf rivayetlere ise, «Nâdîr'ur-Rivâye» adı verilir.
[54] Üd (Ödağacı): Hindistan'da yetiden bir   ağaçtır. Hintçe'de  (İd)   diye bilinir.   Yakıldığı zaman güzel koku verir.   İlmî adı. aquillaria agollochia'dır.
[55] Misk:  Asya'nın yüksek dağlarında .yaşayan  bir erkek Ccylân'ın   karın  derisi  alımdaki bir bezden çıkartılan   güzel kokulu   maddedir.
[56] Za'ferân (Safran):   Süsengillerden,  soğanlı  ve   güzel   çiçekli   bir  bitkidir. 'Çiçeğinin   te­pecikleri   kurutulup,   boya  olarak   kullanılır.   Ayrıca,   katıldığı   şeylere  özel  bir tad ve güzel bir koku verir. İlmî adı, Crocus'dur.
[57] Anber (Amber) : Anber baliğinin bağırsaklarından  çıkarılan veya dışkısıyle deııî/e dö­külen, kül renkli, güzel kokulu bir maddedir.    (Fazla bilgi için, C. 1, S. 328'e bakınız.)
[58] Lal:   Yakut  gibi  kırmızı  renkli,  kıymetli  bir taşdır.
[59] Fîrûzec (Feyrûzec): Halk arasında finize olarak bilinen; gök  mavili  veya vcştl  renkli kıymetli  bir taştır. Farsça'dan Arabca'ya geçmiştir.

Buna, «Hacer'iil-ayn», yâni, «Göztaşı» da derler.
[60] ZIRNIK (ARSENİK): Kimya'da Arsenik'e  verilen isimdir.  Sembolü,  (A&) dır.
Dcmirkın renginde, 5, 7 yoğunluğunda, normal sıcaklıkta katı   iken 400 dereecve doğru gaz durumuna geçen bir elementtir.

Ateşe  atılınca etrafa sert bir sarımsak   kokusu   yatarak,   uçup   gider;  ok^iiloşinco zehir olur. Halk arasında sıçan otu olarak da tanınır.
[61] Tanbûr (Tambur): Yay ,va da mızrapla çalınan: uzun saplı, telli,  (uhta ^
[62] Arjıbca'ılji   z.ırif;   nâzik   kimso   demektir.
[63] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 41-48.
[64] lmâın Suyûti (Rh.A.) İbnü'l-Cezerî' (Rh.A.) den kırâatlaruı,  senetleri yönüoâen, allı (eşit  olduğunu nakletmiştir;

a)  Mütevâtir: Mütevâtir kirâatlar,  yalan üzerine ittifak etmeleri aklen  mümkün olmayan bir kalabalığın, diğer bir kalabalıktan rivayet ettikleri kırâatlardır. Kirâatlar içerisinde en üstün olanı budur.

b)  Meşhur: Meşhur kirâatlar,  zabt  ve adalet sahibi kimselerin rivayet  etmesiyle senedi sahîh,  Arab Gramerine  ve Osmânî  Mushaflara  uygun  olan  kırâattardir.  Bu çeşit kırâatlaı; kıraat İmamları katında meşhur olmuş ve onlar tarafından yanlış veya şâz sayılmamışlardır. Şu kadar var ki, bu kirâatlar, tevatür derecesine yükselemcmiş-lerdir. Bu İki çegit kıraat okunur; onlara iuanmak vâcib, onlardan herhangi birisini inkâr etmek caiz değildir.

c)  Ahâd,:  Âhâd  larâatlar,  senedi  sahîh  olup,   ya  Osmânî  Mushaf'a  veya Arab .   Gramerine   uymayan   veya  zikredilen   şöhrete   ulaşamayan   kırâatlardır.  Bu   kirâatlar

okunamaz ve bunlara inanmak da vâcib değildir;

d)  Şâz: Şâz karâatlar, senedi sahîh olmayan kırâatlardır.

e)  Mevdu': Mevdu' kirâatlar, asılsız olarak, bir kimseye nisbet edilen kırâallardır. O Müdrec:   Müdrec   kirâatlar,  şekli  i'tibâriyle   hadîsin   çeşitlerinden  el-Mütlrec'e

benzer. Bu kırâatlarda, tefsir bakımından ziyâde yapılmıştır.
[65] Müsteîr;  ödünç  alan,   iğreti   alan,
[66] Mudârib; bîr ortaklığa, çalışması, işi ve emeği ile katılan kimsedir.
[67] Mürtehin;   rehn   alan   kimse.
[68] Müstehzi'; bir şeyi sermaye yapan kimsedir.
[69] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 49-54.
[70] Küçük Hırsızlık (Serikat-i sıığrâ) : Mükellef bir şahsın en az, hâlis gümüşlen darbedil-miş ve damgalanmış on  dirhem (32,070 gr.) veya kıymetçe bu miktar malı bulunduğu yerden   gizlice   alıp,   dışarı   çıkarmasıdır,

*    Büyük  Hırsızlık   (Serikat-i   kübrâ):   Yolkesicilik süreliyle yapılan  hırsızlıktır.
[71] Nisâb; küçük hırsızlıkta olduğu gibi, madrûb olan on dirhem (32, 070 gr.) miktarıdır,
[72] Haydûd; dağ hırsızı, yolkesici, eşkiyâ demektir. Kelimenin aslı Macarca olup «Hayduk» dur.
[73] Bk. Mâide sûresi; âyet: 33.
[74] Yol kesicilik (Kat'-ı tarîk); can ve mala karşı yapılan bir saldırıdır. Seyahat emniyye-tini ortadan  kaldırdığı gibi, şehirlerarası rnaî naklini de tehdîd eder. Bu sebeble de, memleket içinde beşerî, ticarî faaliyetler önemli derecede fele olur. Bunun içindir ki, yolkesicİlik, Kur'ân-ı Kerîm'de Allah' (C.C.) a ve Peygamberi Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) Efendimize karşı açılmış bir harp olarak vasıflandırılmıştır.
[75] Yânî, sağ eli ve sol ayağı kesilir.
[76] Bk.  Mâidc sûresi, âyet:  34
[77] Zî-rahm: Lûgat'ta,   mutlaka karabet sahibi (nesebi akraba) demektir. Isiilâh'da:  «Terikeden sülüs, rubu' gibi belli pa.vı olmayan ve terikeyİ asabeden utmak sifamle ihraz etmeyen   herhangi karîb»  demektir.   Çoğulu;   Zevil'erhâm'dır.
[78] Yol kesen'e «kat'ı- tarik», denildiği gibi «muhârib» de denilir. Yolu kesilene de «maktu'un  aleyh»  denilir.
[79] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 55-59.
[80] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 60.
[81] Hamr'a; bütün memnu'  içkilerin  esâsını  teşkil  eltiyi  için  «Ümnı-ül  habâis» yânı  «Pis şejlerin  anası»   da   denilir.
[82] İçki haranı kılınmazdan önce Müslümanlar onu içerlerdi. Bu onlar için hulâldi. Son­ra, Hz. Ömer (R.A.) ve .Sahabe' (R. Anhüm) den bir topluluk:

«Ey Allah'ın Elçisi, bize hamr (içki) hakkında fetva yer. Çünkü o, aklı giderici ve malı yok edicidir.» dediler. Bunun üzerine:
«Peygamberim! Sana hamrın (içkinin) ve kusana hükümlerini soruyorlar. -Sen, onlara bunlarda büyük günâh bulunduğunu söyle.» (Bakara sûresi; âyet: 219) âyet-i kerîmesi nâzü oldu. Bu âyet indikten sonra, bir kısım Müslümanlar İçmeye devam ettiler, diğer bir kısmı da içkiyi terk ettiler.

Sonra bir gün, Abdurrahman b. Avf (R.A.) bir cemâat da'vet edip, içki içtiler ve sarhoş oldular. Abdurrahman (R.A.), cemâatten bâzısına imâm olup, namaz kıl­dırdı ve namazda, «Kâfirim» sûresini (a'budu mâ taTmdûn) yâni, «Ben, sizin taptık­larınıza (putlara) taparım.» diye yanlış okudu. Bunun üzerine:
«Ey imân edenler, sarhoş olduğunuz hâlde namaza yaklaşmayın!» (Nisa sûresi; âyet: 43) âyeti nazil oldu. Bu âyetin ^inmesinden sonra içkiyi içenler azaldı.

Sonra bir gün, Utbân b. Mâlik (R-A.), bir cemâat da'vet edip, yeyip İçtiler ve sarhoş oldular. Birbirleri ite münâkaşaya ve dövüşmeye başladılar. Bu olay üzerine Hz. Ömer (R.A.):
«Allah'ım, biz mü'minlere hamt (içki) hakkındaki hükmünü açık, şifâ verici bir surette bildiri» diyie, duâ etti. Bundan sonra Mâide sûresinin 90 ve 91 inci âyetleri nazil oldu:

Meâlen: «Ey inananlar! fçki, kumar, putlar ve fal okları şübhesiz Şeytân i$İ pis liklerdir, bunlardan kaçının ki mutluluğa eresiniz. Şeytân, şübhc&iz içki ve kumar yü­zünden aran i/a düşmanlık ve kin sokmak ve sîzi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoy­mak ister. Artık bunlardan vaz geçersiniz değil mi?» Hz. Ömer'e, bu âyetler okunun­ca:  «Vaz geçtik, yâ Rabbil» dedi.

Hz. Ali' (R.A.) nin şöyle dediği  rivayet edilmiştir :

«Şayet bir kuyuya içkiden bir damla düşse ve o kuyunun yerine bir minare ya­pılsa, o minarenin üzerinde *zân okumam. Ve yine bir denize düşse, sonra denizin suyu kuruyup orada ot bitse, orada hayvanımı otlatmam.»
(MedârikuVTenzîl,  Cilt:   1,  S.   109)
[83] Seker: Piştrilmeyip kendi  kendine   kabaran   ve  şiddetlenip  müskir  bir  hâle  gelen   yaş hurma suyudur.
[84] Nakî-i  temr:   Kendi   kendine   kabaran   ve   kuvvetlenerek  müskir   hâle  gelen   pişirilmiş kuru hurma suyudur. Nakî-i zebib ise; kendi kendine kabaran ve kuvvetlenip, müskir bir hâle gelen pişirilmemiş kuru üzüm sırasıdır.
[85] lbn-İ Mâce ve Tirmizî'de »rivayet edilen bir hadisde:

«ResûIÜlİah (S.A.V.), içki hakkında on kişiye lanet etmiştir. Sıkana, sıktırana (yâni, içkiyi yapana ve yaptırana), içene, taşıyana, kendisine takındığı kimseye, içirene, satıcısına, onun parasını yiyene, onu satın alan kimseye ve kendisine satın alınan   kimseye.»
[86] Hanefî  İmamları,  bilhassa şarâb  üzerinde ün noktadan süz etmişlerdir:

a)  Şarâbın   mahiyeti,  sarhoşluk   veren   ii/üm  sırasıdır.   Hanır,  >âııi saralı   ismi   Li­sân   Âlimlerinin  ittifakîle yalnız bu   içkiye verilmiştir.  Sair   içkilerin   adlan   da   başka, hükümleri de şarâbdan farklıdır. Me:,elâ, şarâbın haram olduğu kat'i delil ite, diyerle-riııİn  ise zannî delil ite sabittir.

b)  Şarâb ismi verilebilmek için, kükreyea şıra'nın köpüğünü atması İmâm-ı A'tam (Riı.A.) a güre, şart; İmâmeyn (Rh. Aleyhinıâ) e göre; sari değildir.
c)  Şarâb'm   ayıı'if  yâni kendisi haramdır. O.  sarhoşluk  vermekle   niulemlinlemem "Vâkıâ bâ2i kimseler; «Şarâbın kendisi değil, sarhoş etlen miktarı haramdır.» dem işler­se  de,   bu söz doğrudan   doğruya âyet-i   kerîmeyi   inkâr ma'nâsina geldiğinden Haneli imamları,   buna   kail   olanların   küfrüne   hükmetmişlerdir.   Çünkü   Allah   Teâlâ   (C.C.) Hazretleri şarâb için «rics» demiştir. Rics, aıı'ı haram o!an şeydir...

d)  Şarâb, bcvl gibi necâset-i galî/a'dir. Zira hükmü, kat'i delillerle sabit olmuştur.

e)  Şarâbı helâl i'tikâd eden, kat'î delili inkâr ettiği için, dinden çıkar.

f)  Müslüman hakkında şarâbın hiçbir nıâiî kıymeti }oktur. Çünkü ona kıymet takdir etmek,  ona  bir mevki   ve şeref   tanımak  demektir.   Halbuki   Allah  Teâlâ   {C.C),  onu necaset   addetmekle,   kıymetini   hiçe   indirmiştir.

g> Şarâbdan, hiçbir surette faydalanmak helâl değildir. Zira, ondan kalınmak.em-rolunmuştur.   Ondan   istifâdeyi;  kalkışmak  ise,  ona  yaklaşmak  demektir, h) Şarâbın bir damlasını bile içene hadd vurulur. ı) Şarâbı  kaynatmak  dahî  te'sîr etmez.  O,  yine  haramdır, i) Hanefilere  göre,   şarâbdan' sirke   yapılabilir.
(Selâmet Yollan, Ahmed Daudoğlu, e. 4, s. 72, 73).
[87] İekiier   hakkında ResîîlüUah   (S.A.V.)  ile  Ashâb-ı   Kiram   (R.   Anbünı)   (lan   muhtelif te'lif eserler vârid olmuştur. Bu eserlerde isimleri geçen içkiler;  tılâ. bâzak, bit', ci'a, mizr, seker, fadîh. ve sükrüke, halîtayıı gibi şeylerdir.
Bejhakî, Ebû Mâiîk-i Eş'arî'dcn 511 hadîsi tahrîc etml^ür^

Peygamber (S.A.V.), şöyle buyurdular:

«Ünmıetimden bir takım insanlar, şarâbı mutlaka içecekler; ona isminden başka bir ad takacaklar; tepelerimle çalgılar çalınacak. Allah, onları yere batıracak ve on­lardan bir takım maymunlar ve domuzlar yaratacaktır.»

Eserlerde vârid olan içkilerin yapılışı şöyledir:

*    Tılâ*: Üçte birinden biraz fa/la kalıncaya kadar kaynatılan  üzüm sırasıdır. Eğer,  yarısı  buharlaşıp  kaybolursa,, ona «munassaf»  derler.

,*    Bâzak: Tilâ'nın, Farsça adıdır. Kelimenin aslı «bade» dir.

*    Bit': Bal- şerbetinden   yapılan   içkidir.

*    Ci'a: Arpa suyundan   yapılan   içkidir.

*    Mizr: Darıdan   yapılan   içkidir-

*    Seker: Ateşte  kaynatmadan,   suda   ıslatılarak   kuru   hurmadan   yapılan   içkidir. Aynı şekilde,  hurma koruğundan yapılana «fadîh» derler.              *

*    Sükriike:   Mısır  ve   darıdan   yapılan   içkidir.

*    Hülitayn : Kum hurma İle koruk hurmayı suda ıslatarak yapılan içkidir. Uyuşturucu maddeler, yâni esrar, eroin, kokain, morfin gibi maddeler, şarâb gibi,

yasak edilen şeylerdendir. Nitekim, Ebû Dâvûd' (Rh.A.) un  tahrîc ettiği şu  hadîsden de  sarahaten   anlaşılmaktadır.
«ResûlüHah (S.A.V.), sarhoş eden ve uyuşukluk veren her şeyden nehî buyurdu.» (Selâmet   Yollan,   Ahmed  Davudoğiu,   e.  4, s.   74,  75) Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 60-63.
[88] Resûlüllah (S.A.V.)'denf Biti' (içkisinin  hükmü) sorulmuştu -ki bu Biti', Yemen hal­kının içtikleri, baldan yapılmış İçki idi- Resûlüllah (S.A.V.):

«Sekir (sarhoşluk) veren, her içki haramdır» diye cevâb verdi.

(Buhârî, Kitâbu'l-Eşribe)
Peygamberimiz1 (S.A.V.)İn bu hadis-1 şerifi, içkinin mâhiyetini genel bir kanun hâlinde ta'rîf ediyor. Her içki, bununla Ölçülmelidir. Şu hâlde, rakı, votka, likör, kan­yak... v.s. gibi sarhoşluk veren bütün içkiler, kıyâs yolu ile haramdır. Ancak şarâbın haram olduğu, kat'î delil İle, diğerlerinin haram olduğu ise, zannt delil ile sabit oldu­ğu için onların harâmlik derecesi şarâbdan biraz aşağıdır,
[89] İbn Hibbân (Rh.A.) ile Tahâvî' "(Rh.A.) nin tahrîc (rivayet) ettikleri bir hadîade Re-sûl-i Ekrem (S.A.V.):

«Siıl, çoğu sarhoşluk veren şeyin azından da nehi ediyorum» buyurdu. Bu ma'-nida hadîsler çoktur. Şu varki, bunlar birbirlerini takviye ederler.
[90] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 64-66.
[91] Cinayet;  Zararlı  olan  her memnu'   fiildir.   Bu   fiil   ba'zen   insanın   kendine,   ba'zen de başkalarına âid  olur.

Başkalarına yapılan cinayet; ya cana, ya mala, yâhûd ırza karşı işlenir.
[92] Harbî; İslâm memleketi dışında yaşayan gayr-i müslimdir. Bunların memleketine «Dâr-ı harp» denir.

İslâm memleketinde ve Müslümanların   idaresi  altında  yaşayan  gayr-i  müslimlere ise; «Zimmî» adı verilir.
[93] Müste'men, İslâm ülkesine emân ile girip, geçici olarak kalan gayr-i miislimlere denir. Gayr-i  müslimlerin ülkesine  emân  ile  giren   Müslümana da,   müste'men adı verilir.
[94] Bk. Nisa sûresi, âyet: 93                                                                                   '           .
[95] Bk. Bakara sûresi; âyet:  178
[96] Bk. Nisa sûresi; âyet: 92
[97] İşkâl   (Müşkİl): Bir  lâfzın   kendisinden   ne   murâd   edildiği   teemmülsüz   bilinemeyecek derecede ma'nâca kapalı  olmasıdır. Bu  kapalılık, ya ma'nâsındaki incelikten, derinlik­ten veya kendisindeki bir istiâre-i bedîiye'ıten ileri gelir. Böyle lâfızlara, müşkil denir.

Bir başka ifâdeyle işkâl; bilinen  bir lâfzı kapalı kılma, bir lâfzın ma'nâsmın  an-Jaşılamayacak   derecede   kapalı   olmasıdır.
[98] Haber (veya hadîs-i şerifler) şiiyü  derecesine göre; ya mütevâıir, ya da haber-i vâhid olur.  Uabcr-i vâhid veya âhad, lügat bakımından, yalnız bir kişinin rivayet ettiği ha­ber demek ise de, ıstılah bakımındım mütevâtir mertebesini bulmayan haber anlamına-dir. Râvîsi ister bir,-ister iki, isterse daha çok kişi olsun, yine haber-i vâhid olur.

Haber-i vâhid  de;  meşhur,  arfz veya  garib   kısımlanna  ayrılır.

Mütevâtir haber: Yalan söylemek için anlaşmalarına âdetan akıl imkân verme­yecek kadar kalabalık cemâatlerin, her nesilde kendileri gibi kalabalık cemâatlere ri­vayet etmeleri suretiyle gelen haberdir. Haberin en makbulü, budur. Mütevâtir olan Haber-i   Resûl'ü   inkâr   eden,   kâfir   olur.
[99] Âmm:  Sayilamıyacalc   kadar çok şeylere delâlet   eden   sözdür.  Âmmin   hükmü:  Hâss gibi,  kat'iyet İfâde etmektir.  Tahsis:  Âmm  olan bir sözün   delâlet  ettiği  ma'nâlardan bazılarını   hükümden  çıkarmaktır.   Çıkarmaya  yarayan   delile,  «muhassis»   derler,
Hâss İle âmm kuvvet bakımından birbirine denk oldukları için, târihleri bilinirse, göyle hükmolunur: İkisi beraber vârid olmuşsa, bâss âmmı tahsis eder. Âmm önce. hâss sonra gelmişse; hâss, âmmı nesheder. Yâni, hükmünü kaldırır. Hâss önce, fimnı 3onra ise; âmm, hâssı nesheder.
[100] Bk. Bakara sûresi; âyet:   179
[101] Bk. Nisa sûresi, âyet: 92
[102] Bk.   Nisa sûresi,   âyet:  92
[103] Âkile:   Kaatilin diyetini  yükleaip,   ödemek   gereken   baba   tarafından   akrabası (asabe). aşireti,   mestekdaşları  v.b. dir.
[104] Cinayetlerin nev'i  ve hükümlerini şöylece özetleyebiliriz: Hanefilcrc  göre cinayetler beş çeşittir.

a)  KASDEN ÖLDÜRME (Amelen öidiirme):

Silâhla veya silâh yerine kullanılan sivri tahta veya taş veya ateşle kasıdlı olarak işlenen cinayettir.

Hükmü: Günahkârlığı ve kısası gerektirir. Ancak maktulün  velileri bağışlarlarsa, kısas kalkar.  Bunda keffâret yoktur,

b)  YARİM   KASIDLI  ÖLDÜRME (Şibh-i  amil):

«Kasde benzeyen öldürme» diye cie bilinen bu cinayet şöyle ta'rîF edilir.

İmâm Ebû Haııifc' (RhiA.) je göre; silâh olmayan ve silah yerine kullanılmayan bir âletle kasıdlı  olarak vurmak şûreliyls   irknen  cinayettir.

İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e fiorc: kocaman bir taş veyâ kalın bir otlunla vurarak öldürürse, bu kasden cinayettir; yarım kasıdlı öldürme ise; çoğunlukla öldürücü ol­mayan bir âletle kasıdlı vurarak  işlenen  cinayettir.

Hükmü: "Bu cinayet her iki görüşe göre; günahkârlığı ve keffâreti gerektirir. Bunda kısas yoktur, fakat kaatilin baba tarafından akrabalarının ödemekle yükümlü oldukları ağır diyet vardır.

c)  HATÂ İLE ÖLDÜRME : İKİ yönlüdür:

aa) Kasıdda yanılma: Bu, avlanmakta olan kişinin, av zannederek bir adamı vur-masıdır.

bb) Fiilde yanılma; Bu  da,  hedefe atış yaparken, bir insana isâbel  etmesidir. Hükmü:  Her iki durumda da;  keffâreti ve âkİleyc (baba  tarafından   akrabaların ödemekle yükümlü oldukları) diyeti gerektirir. Bunda günahkârlık yoktur.

d)  HATA YERİNE GEÇEN CİNAYET:

Meselâ uyuyan kişinin, bir İnsanın üzerine düşüp, O'nu öldürmesi gibi olan ci­nayetlerdir.

Hiikmü: Hatâ ile öldürmenin hükmü gibidir. Yâni, keffâret ve âkile'ye diyet ge­rekir.

e)  SEBEBLE   ÖLDÜRME:   (Bîsebebin  kati)

«Tesebbüben öldürme» de denilen bu cinayet şöyle ifâde edilir.

Bir kimsenin kendisinin mülkü olmayan bir yere kazdığı kuyunun içine, bir insa­nın düşerek ölmesine sebeb  olması gibi hâllerde olur.

Hükmü: Bu davranış, bir insanın ölümüne sebebiyyet verdiği takdirde, âkiîeje diyet Ödemek   düşer.   Bunda   keffâret   yoktur. (Kudurt)
Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 67-75.
[105] Kaved: Alel'itlâk kısas ma'nâsınadır. Bununla beraber çok kere (kısas fİnnefs) ma'nâ-sında   kullanılır.   Kaatüin   boynuna  ip   takılarak   kısas   yerine   götürülmesi bakımından kısasa,   kaved  denilmiştir.  Kâid'in,   hayvanı  yedici   kimse  anlamına olduğu  malûmdur.
[106] Bk. Bakara sûresi, âyet:  178
[107] Bk.  Mâide süresi, âyet:  45
[108] Diyet; kan bahâsı, demektir. ÖkUırülen veya yaralanan bir kimse için bu işi yapanın ödemesi gereken maldır. Kısas ise; öldüren kimsenin öldürülmesi ve yaralıyan kimse­nin de yaralanması suretiyle uygulanan cezadır. Şeriatte; bir kimseye yaptığının mis­lini  yapmaktır.
[109] Kisâs'da hayât vardır. Delili; Bakara sûresinin I79'uncu âyet-I kerîmesidîp. Bu âyet-: kerîmede  Allah-ü Zülcelâl  Hazretleri  şöyle buyurmaktadır.
Meâlen: «9£y akı] sahihleri! Sizin için kısâsda hayât vardır. Artık Allah'a karşı gelmekten  sakınırsınız.»

Beyzâvî' (Rh.A.) irin beyânı veçhile bu âyet-i kerime; fesahatin en yüksek taba-kasındandır. Zira; elfâzı gayet kısa ve ma'nâsı gayet çoktur. Çünkü kısas; maktulün bedelinde o maktulü katleden kaatilin hayâtını ifna etmekten ibaret olduğu hâlde, zıddı olan bir çok hayâta vesile olacağı beyân olunmuştur.

«Kaatilin hayâtını izâle etmekten ibaret olan kısas, zıddı olan hayâta nasıl vesile olabilir?» diye sorulacak olursa; şu cevâb verilir:

Kaatil; bir kimseyi katlederse, o kimse bedelinde kendinin kati olunacağını bilin­ce, katledeceği kimsenin katlinden vazgeçmekle; hem kendi nefsini, hem de katlede­ceği kimsenin nefsini telefden muhafazayla hayâtlarını ziya'dan kurtarmış olur. Şu hâlde kaatil olacak kimse, kısası gÖzönünc getirip düşünmesiyle, İki ldji ölümden kurtulmuştur.

Kısâs'ın meşrûiyyeti bir çok hayâtı muhafazaya sebeb olduğu gibi, bir şahsın kat­li sebebiyle insanlar arasında çıkacak ve binnetice âlemin bir çok yerlerini ihata ede­cek olan fitne ateşini dahî teskin ile alemin sükûnet ve istirahatına sebeb olduğuna çübhe yoktur.
Şu hâlde kısâs'ın meşrûiyyetindekî hikmet; nüfus-u beşeri telefdetı muhafaza ve katil sebebiyle zuhur edecek fitneyi teskin ve ahâlinin istirahatını ve kabileler ara-and» sulh ve raüsâlemetin (barış içinde olmanın) devgmim te'mln ve filemin inti­zâmını bozulmaktan korumaktır. KısâVda, dünyâ'da hayât olduğu gibi âhirefde de hayât yardır. Zira; kaatil dün-yâ'da kısas olununca, âhirefde katil azabından kurtulup; hayât-ı ebediyye'ye nail ola­cağından kısas, âhiret'de O'nun hayâtına vesile olacak ve bu surette mes'üliyyetden kurtulacaktır. Lâkin kısas olunmazsa -isterse dünyâ'da müebbeden küreğe mahkûm olsun ve o cezasını çeksin- âhiret'de katilden yine ınes'ûl olup, müddet-i nıedide (uzun zaman) Cehennem'd» kalacağından, âhiretee hayâtını haleldar edeceğinde şübhe yok­tur. (Hulâsat'ül Beyân fî Tefsîr'il Kıır'ân, Mehmed Vehbi,  c.   1. s.  301-303.)
[110] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 76-86.
[111] Sirayet: İşlenen bir suç neticesinde meydana gelen yarık veya yaranın dâiresini geniş­leterek yayılması  veya ölüme götürmesine denir.
[112] Mu'ceb :  îcâb  etmiş,  lâzım   gelmiş;  bir  soz veya   eniri:*   îı-aljctliçi  şey,   netice.
[113] Hatâi'tı  kail:  Bir   insanı,  kasUe   mukann  olmaksızın   ;ıniı;:lıkl;ı öklumu-ktir Hatâm  cerh: Bir. insanı,   kasık-  nuıkârin  olmaks'/m   yariışiıkl.;   -ar.ıt;»!!
[114] Bk.  Mâide sûfesi; âyet: 45
[115] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı 3, Eser Nesriyat: 87-95.
[116] Bk. tsrâ sûresi; âyet: 33
[117] Daman (zımân); olmuş veya olacak bir zarara karşı verilen sağlamlık nesnesidir. Ya da zımân; bir başka.kimse üzerindeki vâcib olan hakkın iltizâmından ibarettir. Me-eelle'nûı 416. maddesine göre zaman (daman); bir şeyin misliyyâttan ise mislini ve kıye-miyyâttan  ise kıymetini vermektir.
[118] Molla Husrev, Büyük İslam Fıkhı  Eser Nesriyat: 3/96-101.


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..