Da'vâ  Bölümü

Musannif, bu bölümü muamelât'in peşisıra getirdi. Çünkü da'vâ, vucûd'da muamelât üzere terettüb eder.

Lügat yönünden da'vâ; bir sözdür ki, insan onunla başkası üzere bir hakkın vâcib olmasını kasd eder.
Da'vâ'non «Elifn i te'nîs içindir. Münevven olmaz (tenvinlenmez) ve çoğulu «Deâvâ» gelir. «Vâv» m fethryle; «Fetva» ve çoğulu «Fetâvâ» geldiği gibi.[29]

Şer'an; kurtarma hakkı olan kimsenin —ki kâdî'dır— yanında, kulların haklarından bir hakkın mutâlebesidir. Hak sabit olduğu za­man, kâdi'nm müddeâ-~ aleyh (Da'vâlı) den hakkı kurtarmak yetkisi vardır.

Müddeî; şol kimsedir ki, şâyed da'vâyı terk eylese, terk edilir. Yâ­ni da'vâyı terk ettiği zaman, husûmete zorlanmaz. Bu ta'rîf, fiilen iki da'vâcıyı. ekseriyet tarikiyle içine alınca, musannif ondan kaçınıp: «O müddeî, kavlen iki da'vâcıdan biridir.» demekle zikretmiştir. Bu söz dahî, mübâhasede iki da'vâcıyı kapsayınca, musannif  

yânî kulun hakkında demekle ondan da korunmuştur. Yâni o müddeî, kavlen iki da'vâcıdan biridir, fiilen değil, demektir.

Müddeâ aleyh, müddeî'nin   aksinedir.  Yânî   da'vâyı terk  ederse, husûmete zorlanır. Şu hâlde ta'rîî, tanımlanan şeye uygundur.

Müddeî ile müddeâ aleyh/in ta'rifinde meşâyilı ihtilâf etmişlerdir. Sahih olan kavi, bizim burada zikrettiğimizdir. Ba'zısı; «Müddeâ aleyh, münkir olandır.'Ve diğeri de müddeî olandır.» demiştir.

Fakîhler demişlerdir ki; bu sahih bir ta'rifdir. Lâkin iş ta'rîfi bil­mektedir. Çünkü i'tibâr ma'nâlaradir. Suretlere ve lâfızlara değildir. Zîrâ kelâm iba'zan bir şahisdan da'vâ suretinde bulunur. Halbuki o ma'nen inkârdır.

Mûda' (yânî kendisine emânet konulan kimse) gibi ki, şâyed ve-dîa'nın geri verildiğini veya helak olduğunu iddia etse, o mûda' su­ret en müddeî'dir ve ma'nen, ödemenin vâcib olmasını münkirdir. Bun­dan dolayı, şâyed emânetin geri verildiğini veya helak olduğunu id­dia etse, mûda' üzerine red ve ödeme lâzım gelmediğine dâir kâdî ona yemin verdirir. Yoksa geri verdiğine dâir yemin verdirmez. Çünkü yemin, ebeden nefy üzere olur.

Da'vâ'nm rüknü; eğer asü ise; da'vâ ânında hakkı kendine, yâhûd yerine vekil olan kimseye izafe etmesidir. Nitekim vekilde ve küçük çocuğun  (sağîrin)  babası ve .vasisi meselesinde böyledir.

Da'vâmn ehli, âkil olandır. Bununla, mecnûn hâricdir Mümeyyiz olandır. Bununla da, mümeyyiz olmayan küçük çocuk (sabi) hâiledir.

Usturişnî  (Rh.A.), «Câmi'u Alıkâm'is-Sığâr» da demiştir ki: Mah-cûr-un aleyh olan sabiden da'vâ sahili değildir. Fakat kendisine izin" verilmiş  (me'zûn-un leh)  olan sabiden; eğer müddeî ise, da'vâsı sa-hîhdir. Müddeâ aleyh ise, me'zûn sabinin da'vâsı sahîh olduğu gibi, cevâbı da şahindir.

Da'vâmn caiz olmasının şartı, kâdînın meclisidir. Çünkü, kâdîden başkasının meclisinde da'vâ sahîh olmaz. Hattâ müddeâ aleyh üze­rine cevâb vâcib olmaz.

Da'vâ'nın hükmü, hasm üzerine —ki müddeâ aleyh'dir— cevâ­bın vâcib olmasıdır. Hattâ müddeâ aleyh cevâbdan kaçınsa, kâdî onu zorlar. Da'vâ, ancak sübûttan sonra hasm üzerine bir şey lâzım ge­lirse, sahîh olur. Eğer bir şey lâzım gelmezse, abes olur. Aklı başında bir kimse buna yönelmez.

Yine;  da'vâ olunan şey   (müddeâ bih)  ma'lûm olursa, yânî hasm üzerine iddia eylediği şey ma'lûm olursa, da'vâ sahîh olur. Musannif bunu; «Eğer hasm üzerine iddia eylediği şey, hasmın elinde menkûl olursa» sözüyle beyân etmiştir. O menkûlün müddeîsi; onun, has­mın elinde haksız olarak zabt olunduğunu, zikretmelidir. Çünkü ba'-zan bir şey mâlikden başkasının elinde bihakkın bulunur. Mürtehin elindeki rehn ve semeni kabz etmek için, satıcı elinde duran mebi' gibi.

Sadr'uş-Şerîa (Rh.A.) demiştir ki: «Bu illet, menkûlü kapsadığı gibi, akarı da kapsar. Binâenaleyh, bu hükmün menkûle tahsis edil­mesinin vechi ne olduğunu ben bilmiyorum.»
Ben derim îti; onun vechinin bilinmesi iki müsellem mukaddime­ye bağlıdır. Birisi şudur ki, aynen mevcûd eşyanın   (a'yânın)  da'vâsı ancak  zi'l-yed  üzere sahîh olur.  Nitekim Hidâye'de;   «Hasm  ancak, da'vâ olunan şey elinde ise, hasm olur.» denmiştir. İkinci mukaddime şudur ki, şübhe mu'teberdir. Şübhenin savulması vâcibdir. Şübhenin, şübhesinin savulması vâcib değildir. Nitekim fukahâ; «Ribâ şübhesi ha­kikate  mülhaktır.  Şübhenin  şübhesi hakîkata  mülhak  değildir.»  de­mişlerdir. İmdi, sen bu iki mukaddimeyi öğrendin ise, şunu da bil ki, akar üzere yed'in [30] sübûtunda şübhe vardır. Çünkü görülmez. Men­kûl bunun aksinedir. Zîrâ, zi'1-yedliğin sübûtu menkûlde görülür. Bi­nâenaleyh da'vâ sahîh olsun diye, akar da'vâsmda, akan beyyine ile isbât etmekle şübhenin savulması vâcibdir. Sübûttan sonra zi'1-yedli-ğin mâlikden başkasına âid olması ihtimâli, şübhenin şübhesi olur. Şu hâlde, ona i'tibâr edilmez. Fakat menkûlde olan ziVyecUık göründü­ğü için isbâta muhtâc değildir. Lâkin menkûlde zi'1-yedlik, mâlikden başkasının  olması  şübhesi vardır.   Şu  hâlde   da'vânın   sahîh  olması için, o şübheyi savmak vâcib olmuştur.

«Doğru yolu gösteren Allah' (C.C.) a hamd olsun. Bize, Allah (CC.) yeter, O, ne iyi vekildir.»

Müddeî;  da'vâ ve şehâdette işaret olunması için, eğer getirilmesi mümkün ise, da'vâ ettiği şeyin getirilmesini de ister. Çünkü mümkün olan şeyin son mertebesi (aksâsı) ile i'lâm (bildirmek) şarttır. Bu da, menkûllerde işaret ile olur. Çünkü işaret, ta'rifin en açık - seçik (eblâğ) sebeblerindendir. Hattâ iakîhler; «Değirmen taşı gibi, nakli imkânsız olan menkûllerde, kâdî onun yanında gider yâhûd emin bi­rini gönderir.» demişlerdir.
Eğer getirilmesi imkânsız olursa, müddeâ'nm ma'lûm oiması için kıymetini zikreder. Çünkü ayn'ı mevcûd olan şeyler birbirinden fark­lıdır. Şart, da'vânm ma'Iûmda olmasıdır. Halbuki, onun görülmesi imkânsızdır. Öyle ise, kıymetinin zikredilmesi vâcibdir. Çünkü kıy­met, o şeyin halefidir. Fakih Ebû'1-Leys (Rh.A.), «Kıymetin zikredil-mesiyie beraber erkeklik ve dişiliğin, de zikredilmesi şarttır.» demiş­tir.

Kiki i hân (Rh.A.) ile Zahire sahibi; «Eğer ayn gâib olursa ve müd-deî, onun da'vâlı elinde olduğunu iddia ederse; da'vâh inkâr ettikde eğer da'vâcı o ayn'm kıymetini ve niteliğini beyân ederse, da'vâsı din­lenir ve beyyinesi kabul edilir.» demişlerdir.                                          

Şâyed müddeî; «Benden, şöyle bir mal gasb ettin ve kıymetini bil­miyorum!» derse, Fukahâ. «Bu da'vâ, dinlenir.» demişlerdir. Kâfî'de denmiştir ki: Eğer da'vâcı kıymetini beyân etmez de; «Benden şöyle bir mal gasb ettin, amma mal helak mı oldu, yoksa duruyor mu. kıy­meti ne kadardır, bilmiyorum!/) derse, umumiyetle kitablarda zikre-dildiğine göre; da'vâsı dinlenir. Çünkü insan, ba'zan malının kıyme­tini bilmez. İmdi ona kıymetini belirtmesi teklif edilse, bundan zarar görür.

Ben derim ki: bu aşın bilmemezlik (cehâlet-i fahişe) ile beraber bu da'vânm sahih olmasının faydası; şâyed inkâr ederse, hasma yemin teveccüh etmesi; ikrar eder de yeminden kaçınırsa, beyâna zorlamasıdir. Teemmül buyuruîa! Çünkü Kâfî'nin sözü, ancak bu tahkik ile kâîî olur (yeterli ve tamâm olur). Bizi başarılı kılan Allah' (C.C.) a hamd olsun.

Eğer da'vâcı'nm iddia eylediği akar ise, işaret ile ta'rif etmek im­kânsız olduğundan, onun dört sınırını zikreder. Çünkü bu nakl edil­meyen şeylerdendir. O hâlde sınırını belirtmeye ihtiyâç vardır. Zîrâ akar bununla bilinir.

Üç sının zikretmek yeter. İmâm Züfer (Rh.A.); «Yetmez, çünkü ta'rîf tamâm olmaz.» demiştir. Bizim delilimiz; «Ekser için, kül hük­mü vardır» esâsıdır. Ancak, dördüncü sınırda yanılma (galat) olursa; o başka. Çünkü iddia edilen şey, bununla değişir. Terk edilmesi, böyle değildir.

Şehâdet de öyledir. Yâni sının belirtmek, da'vâda şart olduğu gi­bi, şehâdette dahî şarttır. Eğer şâhidler, şehâdette sınırlardan üçünü zikrederlerse, bize göre kabul edilir. İmâm Züfer (Rh.A.); ayrı görüş­tedir. Eğer o adam tanınmış bir adamsa, adım zikretmek yeter. İmâm A'zam   (Rh.A.)'a göre;  her ne kadar meşhur olsa da,  evde mutlaka tahdîd lâzımdır. İmâmeyn'   (Rh. Aleyhimâ)  e göre, meşhur ise. tahdîd şart değildir. Çünkü şöhret, buna hacet bırakmamıştır.

İmâm A:anV (Rh.A.) m delîU şudur: O evin mikdârı ancak tah­dîd ile bilinir.

Da'vâci. nıütâlebede bulunduğunu da zikreder. Çünkü mütâiebe, da'vâcının hakkıdır. Şu hâlde, mutlaka taleb etmesi lâzımdır.
Yine da'vâcı, o malın da'vâhnın elinde olduğunu da zikreder. Çün­kü hasm olması, ancak malın da'vâlmm elinde olmasiyle mümkün­dür. Bu, yânı da'vâ edilen şeyin, da'vâlı elinde bulunması, müddeâ'mh da'vâlı elinde olduğunu her ikisinin tasdik etmeleri ile sübût bulmaz. Belki beyyine yâhûd kâdînm bilmesiyle sabit olur. Çünkü akarın iki­sinden başkası elinde olma ihtimâli vardır. Akar, da'vâlmm elinde­dir, diye, yalandan anlaşmış olabilirler. Menkûl bunun aksinedir. Çün­kü menkûlde zi'1-yedlik, gözle görülür. Nitekim yukarıda geçti.
İTnâdîyye'de  zikredilmiştir ki:     «Bîr kimse,  birinin   elindeki  bir hn elinde olduğunu inkâr etse, bunun üzerine davacı, iki şâhid geti­rip, o malın bu târihden bir yıl önce da'vâhnın elinde olduğuna şehâ-det etseler; bu da'vâ dinlenir mi ve bu beyyine ile da'vâlı o malı ge­tirmeye zorlanır mı, zorlanmaz mı?» mes'elesi hakkında fetva sorul­muştur. İmâdiyye sahibi"; «Uygun olan kabul edilmesidir. Çünkü da:-vâhmn zfl-yedliği geçmiş zamanda sabit olmuş; eiinden çıktığı sübût bulmamıştır. Zi'1-yedlîğin elden çıkması hususunda şübhe vâki' ol­muştur. Binâenaleyh, elden çıkaran şey (müzil) bulunmadıkça, zi'l-yed-lik sabit olur.» demiştir.

Şems'ül-Eimme el-Hulvânî (Rh.A.) demiştir ki: Menkûllerden bi­ri de, kâdînin huzuruna getirilemeyen buğday yığını, koyun sürüsü gi­bi şeylerdir. Kâdî, bunlarda muhayyerdir. Eğer gitmesi kolaysa, o yere gider. Kolay değilse, ve kâdî de kendisine halef ta'yîn etmeye izinli olursa, halîfesini o yere gönderir. Bunun benzeri şudur: Şâyed kâdî evinde oturup; da'vâ da bir deve hakkında olsa ve deve evinin kapı­sından sığnıasa, kâdî evinin kapısına çıkar yâhûd naibine emreder. Şâhidler,  naibin huzurunda o deveye işaret etmeleri için nâib kapıya çıkar.

Kudûrî'de zikredilmiştir ki: Şâyed da'vâ edilen şey, değirmen taşı gibi, nakli imkânsız bir şey olsa, kâdî onda muhayyerdir. Dilerse gi­der, dilerse emin gönderir. Zahîre'de de böyle denmiştir.
Kâdî İmâm Zahîr'ud-Dîn el-Merğînânî (Rh.A.) demiştir ki: Kudû-rî'nin zikrettiği mes'ele; ancak müddeâ şehirde olursa doğru olur. Eğer müddeâ şehrin dışında olursa, kâdî onun hakkında nasıl hüküm verir? Halbuki şehir, zahir rivayette, hüküm vermenin cevazı için şart­tır. Bunun yolu; kadının 37ard:nıcılar:r.dan birin: göndermesidir. O yar­dımcı, daVâyı ve beyyineyi dinleyip hüküm verir. Ondan sonra kâdî, yardımcısının verdiği hükmü uygular, yürütür.

Eğer da'vâcmm da'vâ eylediği şey zimmette deyn (alacak veya borç) ise; dirhem, dînâr, buğday, arpa ve benzerleri gibi, cinsini; ve yüz dirhem, bin dînâr, bir ölçek, iki ölçek ve benzerleri gibi nıikdâ-nm belirtir. Çünkü deyn, ancak cins ve mikdâr ile bilinir.

Zikredilen o borcu istediğini de söyler. Nitekim, sebebi daha ön­ce geçti ki; bu, onun hakkıdır. Da'vâ sahih olunca, hükmün vechi açık olsun diye, kâdî o da'vâdan sorar. Çünkü beyyine ile olan hüküm ik­rar ile olan hükme muhalif olur.

Kâdî'mn sormasının ma'nâsı, O'nun: «Hasmın, senin üzerine şöy­le iddia ediyor, sen ne dersin?,) demesidir.

Eğer da'vâlı ikrar ederse, kâdî ikrarın mucebi (gereği) ile ilzam eyler. Musannif:. «Kaza eder, yâhûd hükmeder.» demedi. Çünkü Kâ-fî'de denilmiştir ki: Kaza lâfzının ıtlâkı, «Tevessü» dur. Yâni, nizâm­dan mecazdır. Çünkü ikrarın kendisi hüccettir ve kazaya tevakkuf etmez. Şu hâlde kadının hükmü, ikrar eylediği şeyin mucebinden çık­mak için ilzam olur. Da'vâcmm, da'vâsma beyyine getirmesi bunun hilâfmadır. Çünkü husûmet faslında, asi olan beyyinedir.

Eğer hasım inkâr ederse; kâdî, da'vâciya beyyine sorar. Çünkü Resûlüilah (S.A.V.), da'vâcıya; «Senin beyyinen var mı?» diye sormuş; o da; «Hayır!» demiştir. Bunun üzerine Resûlüilah (S.A.V.)

«Senin için, onun yemini vardır.» buyurmuştur. Resûlüilah (S.A.V.) sormuş ve beyyine bulunmadığı için yemîn tertîb etmiştir; Binâenaleyh yemîn etmesini isteyebilmek için, mutlaka beyyine sormak lâzımdır. Eğer beyyine getirirse, da'vâh aleyhine hüküm verir. Çünkü da'vâsmı beyyine ile aydınlatmıştır.

Beyyine; fey'ale babında; «Beyân» dandır. Beyyine, delâlet-i vazı­ha (apaçık delâlet) dır. Hak, bâtıldan (doğru, yanlışdan) onunla ayırd edilir.

Aksi hâlde; yânî da'vâcı beyyine getiremeyip, âciz kalırsa, kâdî da'vâcının isteği üzerine hasma yemîn verdirir. Çünkü yemîn, onun hakkıdır. Bundan dolayı hadis-i şerîfde;   «Lâm» harfi ile müddeî'ye izafe-edilmiştir.

Yemîn'în, nıüddei'nin hakkı olmasının îzâhı (vechî)  şudur: Mün­kir, inkâr etmekle kendi kanâatinca nıüddeinîn hakkını helak etme­yi kasd etmiştir. Sâri' de, da'vâlınm kendisini yalan yemin ile   —ki gamûsdur —   eğer sandığı gibi yalancı ise, helak etmesine imkân ver­miştir. Nefsin helak edilmesi ise, malm helak edilmesinden daha bü­yüktür. Yemîn eden, ta'zîm vechi üzere yemininde sâdık olmak şartıy­la, Allah Teâlâ' (C.C.) nm adını zikretmesi kendisi için sevâb olur. Ye­minden çekinmenin, kaza meclisinde olması lâzımdır.  Çünkü mu'te-ber olan, husûmeti kesip yok eden yemindir. Kûdî'den başkasının ya­nında olan yemine ise i'tibâr yoktur,
«Acaba, yeminden çekinir çekinmez hüküm vermek şart mıdır?» Bu cihet İhtilaflıdır. Bundan sonra, şâyed da'vâlı yemîn etse, da'vâcı da'vâsma devam eder. Onun yeminiyle hakkı bâtıl olmaz. Lâkin da1-vâsma uygun beyyine getirmedikçe, muhâsama eylemek hakkı yoktur. Böyle bir "beyyine bulursa, getirir ve kendisine bu beyyine ile hüküm verilir.

Selefden ba'zı kâdîler, yeminden sonra beyyineyi dinlemezler. «Ye­mîn ile doğruluk tarafı tercih edilir, müddeînin heyyinesi kabul edil­mez.» derlerdi. Bu söz, bir ,şey değildir. Çünkü Hz. Ömer (R.A.), yemin­den sonra da'vâcınm beyyinesini kabul etmiştir. Kâdi Şureyh (Rh.A.); «Yemîn-i fâcirenin reddi, âdil beyyine kabulünden daha haklıdır.» der­miş.

Acaba, beyyine getirmekle münkirin yalanı ortaya çıkar mı?» de­nilirse, doğrusu; yalancı şahidin ukûbetiyîc cezalandırılmasın diye, ya-lanm zahir olmamasıdır. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir.

Eğer tla'vâiı bir kere yeminden çeklnîrse, yânî: «Yemîn etmem!» derse, yâhûd sağırlık veya dilsizlik gibi bir sakatlığı bulunmaksızın, sükût ederse, —ki bu, hükmen çekinmektir— ve kâdî hüküm verirse, hükmü sahih olur. Zîrâ yemîn, da'vâlıya vâcibdir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Yemin etmek; inkâr eden kimseye düşer.» .buyurmuştur. Bu va­cibin yeminden çekinmek ile terki, da'vâlının bâzil olmasına, yânî yemîn için malı feda ettiğine veya mukir olduğuna delildir. Çünkü sü­kût. İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre, bezl'dir. îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre. ikrardır. Eğer yenlinden çekinmesi (nükûlü), bâzil veya mukir olmasına delîl olmasaydı, uhdesine vâcib olan güçlükden kurtulup müdciea'nuı bezi'i veya ikrâriyle kendisinden zarar: savmak için ye­min ermeye yanaşırdı.

Şeriat münkire, yaian yere yemîn etmekden sakınmayı ilzam ey­lemiştir. Yoksa, doğru yeminden tekebbürü ilzânı eylememiştir. İmdi bu taraf, yâni bezi ve ikrar tarafı, da'valinin yeminden kaçınmasında teverrû (takva) tarafı üzere tercih edilmiştir.

Kaza, -da'vâlıya yeminin arz edilmesinden sonradır. Yâni kadının, ((Eğer yemîn etmezsen, ben senin aleyhine hükmederim!» demekle hasma yemini üç kere arz etmesi daha -ihtiyatlıdır. Çünkü bir kere ve­ya iki kere arz ettikden sonra yemîn etmesi ihtimâli vardır.

Kâdî'nm hükmünden sonra, münkirin; «Ben yemîn ederim!» de­mesine i'tibâr edilmez. Çünkü münkir, yeminden çekinmekle hakkını ibtâî etmiştir. Şu hâlde münkirin; «Ben yemin ederim!» demesiyle hüküm bozulmaz.

Münkirin hükümden önce. her ne kadar üç defa yemîn arz edil-dîkden sonra da olsa,  «Ben yemîn ederim!»  demesine i'tibâr edilir.

Çünkü onda, hükmün bozulması ve başka bir fesâd lâzım gelmez.

Her ne kadar hasmı yeminden çekinse bile, yemîn da'vâcıya red olunmaz. İmâm Şafiî* (Rh.A.) ye göre; şâyed da'vâcmm asla beyyinesi olmazsa ve kâdî, da'vâlıya yemin verdüede çekinirse, yemîn da'vâcı üzerine red olunur. Eğer da'vâcı yemin ederse, onunla hüküm verir. Aksi takdirde, ikisi arasında olan münazaa (çekişme) sona erer. Çünkü zahir, yeminden çekinmesiyle davacıya şâhid olmuştur. Binâenaleyh da'vâlının. yemini gibi, onun yeminine de i'tibâr olunur. Keza da'vâ­cı bir şâhid getirse ve başka bir şâhid getirmekden âciz olsa, da'vâcı­ya yemîn red olunur. Eğer yemîn ederse, iddia ettiği şey onun olduğu­na hüküm verilir. Yeminden çekinirse, onun için bir şey hükm olun­maz. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) bir tek şâhid ve yemîn ile hüküm ver­miştir. Bizim mezhebimizde, yalnız da'vâhya yemîn verdirilir. Yemin­den kaçınırsa, aleyhine hüküm verilir. Çünkü KesûlüJlah

«Beyyine getirmek da'vâcı'ya; yemin etmek ise, inkâr edene dü­şer.» buyurmuştur.

Mutlak taksim, her birinin, arkadaşının taksiminde ortak olmama­sını gerektirir. Bu gösterir ki: yeminlerin cinsi da'vâlı tarafmdadır. Da'vâcı tarafında yemîn yoktur. Çünkü (el-yemîn) lâfzındaki (Lâm) istiğrak içindir. Yeminleri da'vâcı için hüccet sayan kimse, nassa mu­halefet etmiştir.

«Bir tek şâhid ve yemîn ile hüküm vermek.» hakkındaki hadîs, ga-rîbdir. Bizim rivayet ettiğimiz hadîs ise meşhurdur. Ümmet onu ka­bulle telâkki etmişlerdir. Hattâ tevatür derecesindedir. «Bir tek şâ­hid ve yemîn ile hüküm vermek.» hakkındaki hadîs, ona muarız ola­maz. Şu da var ki; Yahya b. Mam (Rh. A.), onu red eylemiştir. Kâfî'de de böyle zikredilmiştir.

Eğer da'vâh; «Ne ikrar; ne de inkâr ederim!» derse, kâdî onu, ik­rar veya inkâr edinceye kadar habs eder. Çünlkü zâlimdir. Zâlimin ce­zası ise, habsdir. .

Bir adanı, başka birinde malı olduğunu iddia eyledikde; da'vâh inkâr etse ve da'vâhyı yemîn ettirmeye, yemîn ederse; maldan beraat etmesine anlaşırlarsa, yemîn ettiği takdirde sulh bâtıl olur. Da'vâcı ise; da'vâsı üzeredir. Beyyine getirirse, dinlenir; getiremeyip, yemîn verdirmek isterse, eğer sulh vaktinde birinci yem-în kâdî yanında ol­madı ise, kâdî o da'vâlıya yemîn verdirir. Çünkü kâdîden başkası ya­nında yapılan yemine i'tibâr edilmez. Nitekim kâdîden başkası ya­nında yeminden çekinmek, hakkı mûcib değildir. Çünkü mu'teber olan yemîn, husûmeti ortadan kaldırandır. Kâdîden başkası yanında edilen yemîn ise, husûmeti ortadan kaldırmaz.

Eğer da'vâlının sulh vaktinde yaptığı birinci yemîn kâdî yanın­da yapıldı ise, kâfidir, ikinci defa yemîn ettirilmez. Keza, eğer da'vâcı yemîn ederse, hasm ödeyecek; diye anlaşırlar da da'vâcı yemîn eder­se, hasm ödemez. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Nikâh da'vâsrada münkire yemîn verdirilmez. Meselâ; bir adam, bir kadın üzerine veya bir Ikadın erkek üzerine nikâh da'vâ eylese, diğeri inkâr ettikde münkire yemîn verdirilmez.
Ric'atte de münkire yemîn verdirilmez. Meselâ; kadın, kocası üzerine veya koca, kadın üzerine iddetten sonra, ricatin [31] iddet [32] içinde olduğunu iddia edip, diğeri inkâr ettikte, münkire yemin ver­dirilmez.
îlâ'dan döndükde dahî, yemîn verdirilmez [33] Meselâ; müddetten sonra koca, kadın üzerine veya kadın koca üzerine müddet içinde îlâ'dan vazgeçtiğini iddia edip, diğeri inkâr" etse, münkire yemîn ver­dirilmez.   '
İstîlâd [34] da'vâsmda da yemîn verdirilmez. Meselâ; bir câriye, efendisi üzerine; «Bu çocuğu, efendimden doğurdum!» diye iddia et-' se veya; «Efendimden bir çocuk doğurdum, öldü!» diye iddia etse, yâ-hûd; «Ondan, hilkati belirmiş bir çocuk düşürdüm!» diye iddia etse, efendisi de inkâr etse, yemin verilmez. Ve bunda diğer tarafdan da yemîn istenmez. Çünkü efendi, çocuk iddia etse, istîlâd efendinin ik­rarı ile sabit olur ve cariyenin inkârı mu'teber olmaz.

Rikk (kölelik) da'vâsında da yemin olmaz. Bir kimse nesebi bilin­meyen kimse üzerine; «Bu, benim kölemdir!» Yâhûd mcclıûl bir kim­se; «Bu, benim kölemdir.» diye da'vâ edip diğeri inkâr etse, yemîn ver­dirilmez.

Neseb da'vâsında  da yemîn olmaz. Meselâ; bir kimse, nesebi bi­linmeyen kimse üzerine; «Bu, benim oğlumdur!» Yâhûd oğlan; «Bu, benim babamdır!» diye iddia etse; diğeri de irücâr etse, münkire ye­min verdirilmez.
Velâ [35] da'vâsmda da yemîn olmaz. Meselâ; bir kimse köleliği bi­linen bir kimseye; «Bu, benim âzâdlımdır!» yâhûd; «Mevlâmdır!» diye da'vâ etse veya o köleliği bilinen kimse âzâdı ve mevlâ-yı atâka'yı [36] o kimseden iddia etse veya da'vâ, mevlâ-yı müvâlât'da [37] olsa, diğeri inkâr ettikde yemîn verdirilmez.

Hadd da'vâsmda da yemîn olmaz. Gerek zina, içki ve hırsızlık had­di gibi hâlis Allah (C.C.) hakkı olsun, gerekse, kazf haddi gibi iki hak­kın arasında dönüp dolaşan hadd olsun, müsavidir.

Hattâ bir kimse, başka biri üzerine hadd-i kazf iddia etse, ve kâzif inkâr etse, yemîn verdirilmez. Çünkü onda gâlib olan, bize göre; Allah' (C.C.) m hakkıdır. Böyle olunca, hâlis Allah Teâlâ  (C.C.) için olan hadlere ilhak edilir. Hırsızlıkda ise; şâyed mal sahibi, malı almayı is­teyip hırsızın elinin kesilmesini istemese, maldan dolayı hırsıza ye­min verdilirilir ve da'vâciya; «Hırsızlık lafını bırak, malını aldığını da'vâ et ki, senin için onun üzerine yemin hakkı olsun!» denilir.
Nihâye'de denmiştir ki; Bi'1-icmâ' hadlerde yemîn verdirilmez. Ancak kül hakkını tezammun ederse (kapsarsa) yemîn verdirilir. Me­selâ; kölesinin azadını zinaya bağlasa ve kölesine hitaben; «Eğer zi­na edersem, sen hürsün!» derse; köle de, efendisinin zina ettiğini id­dia edip, beyyine getiremese, efendisine yemîn verdirilir. Yeminden çekinirse, âzâd sabit olur, zina sabit olmaz.
Liân [38] da'vâsmda da yemîn verdirilmez. Meselâ, bir kadın ko­casından, bana zina istinadında bulundu ve kendisine liân vâcib oldu, diye iddia eder, o da inkâr ederse, yemîn verdirilmez. Bu anlatılanların hepsi îmâm A'zam' (Rh.A.) m kavlidir. îmâmeyn (Rh. Aleyhimi); «Bun-îarm hepsinde yemîn verdirilir, ancak hadd ile liânda yemin verdiril­mez. Çünkü bu zikredilenler, şübhelerle sabit olan haklardır. Şübhe-lerîe sabit olanda, mallar gibi, yemîn verdirilmesi carî olur. Hadler ile liân bunların aksinedir. Çünkü yeminin faydası, kaçınmak sebebiyle hakkın zahir olmasıdır. Kaçınmak ise, ikrardır. Zîrâ yemîn vâcib olun­ca, onun terki gösterir ki; yeminden kaçman kimse ya bâzildir, ya mukir. Onu bâzil kılmak mümkün olmaz. Çünkü me'zûnun ve mükâ-tebin yeminden kaçınması mu'teberdir. Bu ikisi ise, bezle mâlik ol­mazlar. Şu hâlde biz'zarûre mukir sayılır. İkrar ise anılan şeylerde carî olur. Lâkin bu yeminden kaçınmak bir ikrardır ki, onda şübhe vardır. Çünkü nefsi hakkında sükûttur. Sükût ise, muhtemeldir. Ye­minden kaçınmak, şübhelerle düşen şeyde beyyine olmaz. Liân, karı kocanın haddidir. Öyle ise hadd-i kazfe benzemiştir.» demişlerdir.

İmâm A'zam' (Rh.A.) in delili şudur: Yeminden kaçınmak bezi ve ibâhadır. Çünkü ikrara yorumlanırsa, biz yeminden kaçmanı inkârda

yalanlamış oluruz. Eğer bezi sayılırsa, yalanlamaksizm husûmeti or­tadan kaldırmak olur. Bu, Müslümanı korumak için, onun hakkında yalancı zannını beslemekden daha evlâdır. Bu zikredilen şeyler bir ta­kım haklardır ki, onlarda bezi yoktur. Şu hâlde nefsde kısas gibi, on­larda yeminden kaçmak (nükûl) ile hükm olunmaz.

Mallar bunun aksinedir. Bunun açıklanması şöyledir: Çünkü kadın, meselâ kocasına; «Senin ile benim aramda nikâh yoktur. Lâkin ben, kendimi sana bezi ettim!» dese, o kadının sözü sahih olmaz. Keza, di­ğer misâller de bunun gibidir.
Hâsılı; başlangıçta iznin mubâhhğını kabul eden her mahallin üzerine, yeminden kaçınmakla hükm olunur. Eğer başlangıçta iznin mubâhhğını kabul etmezse, hükm olunmaz. Kâdîhân (Rh.A.); «Fetva, İmâmeyn1 (Rh. Aleyhimâ) in sözü üzerinedir.» demiştir. Ba'zılan de­mişlerdir ki; kâdîye lâyık olan da'valinin hâline bakmakdır. Kâdî, onu müteannit (inâdcı/direnen) görürse, yemîn verdirir ve İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) in sözüyle amel eder. Mazlum görürse; yemîn verdirmeyip, îmâm A'zam' (Rh.A.) m sözüyle amel eder. Kâfî'de de böyle denilmiş­tir.

Hırsıza yemîn verdirilir. Eğer yemîn etmekden çekinirse, iddia edilen şeyi öder ve eli kesilmez. Çünkü da'vâcı hırsızlıkda mal ve hadd iddia etmektedir. Haddin vâcib olması ise, şübheyle bir araya gelmez. Malın vâcib olması, bunun hilâfmadır. Şu hâlde, yeminden çekinmekle mal sabit olur. Nitekim, bir adam ile iki kadının şehâdetiyle de mal sabit olur. El kesmek sabit olmaz, malı öder.

Koca da böyledir. Kan, duhûlden önce talâk iddia ettikde, koca istihlâf olunsa; yeminden çekindiği takdirde bütün İmamlarımıza gö­re, karının mehrinin yansını öder. Çünkü istihlâf talâkda ittifakla câridir. Bahusus maksûd, mal olursa. Kadın, mehr iddia ederse, nikâh da öyledir. Zîrâ maksûd, hakîkaten mal da'vâsıdır. Kocanın yemin­den çekinmesiyle mal sabit olur. Nikâh, sabit olmaz. Keza, neseb dal­yasında da, şâyed da'vâcı mîrâs ve nafaka gibi bir hak iddia etse ye­mîn verilir.
Bir adam, başka bir adamın kendi kardeşi olduğunu ve babalan ölüp tda'vâhnm elinde mal bıraktığını iddia etse, yâhûd kâdîden, da'-vâh üzere, kardeşlik sebebiyle nafaka takdir edilmesini istese; o adal-mın neseb üzere, bi'1-icmâ', yemîn etmesi istenir. Yemîn ederse, beri olur (berâet eder). Yemîn etmekden çekinirse, mal ve nafaka ile hü­küm verilir. Neseb ile hüküm verilmez.
Lâkît [39] de hıcr (bulunan çocuğun himâyesi) da'vâsı da böyle­dir. Meselâ bir küçük çocuk (sabi), bir adamın elinde lukata (bulma) olup, çocuk kendisini tanıtmaya kadir olmasa, aslı hür olan bir ka­dın da, o çocuğun kendi kardeşi olduğunu iddia edip hıdâne [40] hak­kı kendisinin olduğu için bulanın elinden alınmasını ve ona yemin verdirilmesini istese, bulan yeminden çekindiği takdirde, o kadın için hak sabit olup küçük çocuk onun himayesine verilir. Fakat neseb sa­bit olmaz.

Mülk sebebiyle âzâd da'vâsı da böyledir. Meselâ, bir köle, efendisi­ne;  «Efendim âzâd olmuştur. Çünkü kardeşimdir.»    diye iddia edip, . efendisinin yemîn etmesini istese, efendi yemin ettiği takdirde, beri olur. Yemîn etmekden çekinirse, âzâd ile hükmedilir. Neseb ile hük­medilmez.

Hibeden dönmek istemeyen kimsenin yemîn etmesi istenir. Me­selâ hibe eden, hibeden dönmek ister de, hibe edilen şahıs (mevhûto-un leh); «Ben, senin kardeşinim.» derse da'vâlıya iddia ettiği neseb üzere, bü'icmâ' yemîn verdirilir.                                                 

Zikredilen suretlerde, yânî mîrâsda, nafakada, hıcrda, âzâdda ve imtinâ-ı rücü (dönememek) da yeminden çekinirse, hak sabit olur. Eğer neseb, ikrarı sahîh olmayan neseb ise, o sabit olmaz. Aksi hâlde; yânı ikrarı sahîh olan neseb ise, ihtilaflıdır. Yâni da'vâhya, mücerred neseb da'vâsmda, İmâmeyn' {Rh. Aleyhimâ) e göre, eğer neseb da'vâ-lınm ikrarı ile sabit oluyorsa, yemin verdirilir. Bunun açıklaması şu­dur: Adamın; baba, oğul, zevce ve efendiyi ikrarı sahîh olur. Kadının; baba, koca ve efendiyi ikrarı sahîh olur. Oğulu olduğunu ikrar etmesi sahîh olmaz. Çünkü bunda, nesebi başkası üzerine yüklemek vardır. Bu takdirde başkası üzerine ikrar etmek olur. Öyle ise, bu ikrar sahîh olmaz. Bir adam, da'vâlınm kendi babası veya oğlu olduğunu iddîa et­se, ve mal da'vâ eylemese, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; yemîn etmesi istenir. Çünkü müddeâyı ikrar ederse, sabit olup ikrar sayılan nükûl ümidiyle, da'vâlıya yemin verdirilir.

Eğer o kimsenin kardeşi, amcası veya bunların benzeri olduğunu iddia ederse, da'vâlıya yemin verdirilmez. Çünkü bunu ikrar etmiş olsa, neseb sabit olmaz Zîrâ bunda nesebi başkasına yüklemek vardır.
Kısası inkâr edene yemin verdirilir. Yâni bir kimse, başkası aley­hine nefsde (öldürmede) veya nefsden azında kısas iddia etse ve da'-vâh inkâr etse, icmâen, yemin etmesi istenir. Eğer nefsde yeminden çekinirse, Öldürmekle veya diyet ile hükmedilmez. Belki, o yeminden çekinen kimse; ikrar veya yemin edinceye kadar habs edilir. Nefs'den azında, İmâm A'zam' (Rh.A.) a göre kısas olunur. İmâmeyn' (Rh. Aley­himâ) e göre, hem nefsde hem nefsden azında diyet lâzım gelir; kısas ile hükmedilmez. Çünkü kısas, nefsden azda şübhelerle defedilen bir cezadır. Ve nefsde olan kısas gibi yeminden çekinmekle sabit olmaz.' Çünkü yeminden çekinmek, her ne kadar, İmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre; ikrar ise de, onda kasd şübhesi vardır. Zîrâ o adam, doğru ye­minden Allah' (C.C.) dan korkarak çekinirse, bu ikrar olmaz. Belki, bezi olur. Kısas imkânsız olunca, diyet vâcib olur. İmâm A'zam1 (Rh. A.) in delili şudur: Taraf (kol, bacak), bezi mahallidir. Şu hâlde ye­minden çekinmekle —mal gibi— alınır. Çünkü, kol ve bacaklara mal hükmü verilir. Zîrâ bunlar, mal gibi, nefsi korumak için yaratılmış­tır. Şu hâlde kol ve bacaklarda hezl câridir. [Can almak, bunun gibi değildir.]
Da'vâlıya, ta'zîrde [41] yemin verdirilir. Yânı bir kimse başkası üzerine ta'zîr îcâb eden şey da'vâ edip, diğeri inkâr ettikde da'vâcı ye­min verdirmek istese, kâdî ona yemin verdirir. Çünkü ta'zîr hâlis kul hakkıdır. Bundan dolayı, afv etmekle kul onu ıskata mâlik olur. Küçük çocuk olmak, ta'zîrin vâcib olmasını menetnıez. Üzerine ta'zîr lâzım gelen kimseden, hak sahibi ta'zîri ikâmeye kadir ise, kâdî ta'-zîri ikâme eder. Eğer ta'zîr, kul hakkı olmayıp Allah (C.C.) hakkı olursa, zikredilen ahkâm bunun aksinedir. Hak gerek ukubet gerekse mal olsun, yemin istemek kulların haklarında câri olur.

Eğer da'vâh yeminden çekinirse, ta'zîr olunur. Çünkü ta'zîr şüb-heîerle sabit olur. Şu hâlde, onda yeminden çekinmekle hükm ver­mek caizdir. Da'vâcı; «Benim için şehir içinde hâzır olmuş beyyine var­dır.» deyip, hasma yemin verdirmek istese, yemin verdirilmez.

Musannifin «şehir» kaydına sebeb; çünkü beyyine, kâdînm mec­lisinde hâzır olursa, ittifâkan, da'vâlıya yemin verdirilmez. Nihâye'de de böyle denmiştir.

Gâib olup da'vâcmm hakkı ibtâl olmasın diye, da'vâlınm kendi­sine üç güne kadar kefîl olacak biri istenir. Kefaletin faydası hâsıl ol­ması için, kefilin evinin ma'lûm olması gerekir. Kefil taleb edilmesi için; «Benim şehir içinde hâzır şahidim vardır.» demesi mutlaka lâ­zımdır. Hattâ da'vâcı, «Benim beyyinem yoktur!», yâhûd «Şâhidlerim gâibdir!» dese, kefîl istenmez. Çünkü bunda fayda yoktur. Eğer da'vâ-lı kctîl vcrmekr-p'i 'crKinır^a. knyV^mnsm 'üye her nor^yc giderse, pe­şine takılır (onunla beraber dolaşır). Eğer hasım yabancı ise; da'vâcı yabancının peşine takılır. Ama yabancıdan kefîl istenmez. Ancak, mec­lisin sonuna kadar taîeb edilir. Çünkü meclis mikdârından fazla ola­rak kefîl almakda ve peşine takılmakda yabancıya zarar vardır. Onu, yoldan meneder. Meclisin sonuna kadar kefîl istemekde ise, zahiren zarar yoktur.

Yemîn, Allah Teâlâ'   (C.C.)   nın adı ile verilir. Başkasına yemîn verdirilmez. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.) :

«Siz, babalarınız ile yemîn etmeyin, putlarla da yemîn etmeyin. Sizden bir kimsenin yemîn etmesi gerekirse; ya Allah'ın adiyle yemîn etsin yâhûd terk etsin.» buyurmuştur.
Rivayet ettiğimiz hadîs-i şerif den dolayı, talâkla ve i'tâkla [42] dahî yemîn verdirilmez. Meğer ki hasım ısrar etmiş ola. Yâni zamanımızda Allah Teâlâ' (C.C.) nın adiyle yemine saygı azaldığı için, kadının, ta­lâk ve i'tâk ile yemîn verdirmesi caizdir. Lâkin da'vâlı yeminden çe-kinirse, hüküm verilmez. Şâyed hüküm verilse geçerii olmaz. Bunu Zeylaî ve Hidâye sarihleri zikretmiştir.

Yemîn, Allah Teâlâ' (C.C.) nın sifatlariyle tağlîz olunur (ağırlaş-tırılır). Meselâ kâdî, da'vâlıya:

«Görüleni de görülmeyeni de bilen, Rahman ve Rahim olup açık-da olanı bildiği gibi gizli olanı da bilen, kendisinden başka Tann olma-yan Allah'a yenlin ederim, diye yemîn et ki; şu fülânın senin üzerinde veya senin tarafında iddia ettiği bu mal yoktur. Mal; şöyle şöyledir. Ondan bir cüz dahî yoktur.» der. Yemin verdiren kimsenin tağlîzde bundan fazla ve eksik yapması caizdir. Lâkin ihtiyat edip, yemîn eden kimse üzerine yemîn tekerrür etmesin diye kasem (Vâv) mı zikret­mez. Çünkü ona lâzım olan bir tek yemindir. Ona ağır yemîn (yemîn-i galiz) vermeyip «Billahi» veya ((Vallahi» demeye de hakkı vardır. Çün­kü ondan maksûd olan, yeminden çekinmekdir Bu bâbda, insanların hâlleri çeşitlidir. Kimisi yemin galîz verdirilirse yemîn etmekden ka­çınır. Galiz olmazsa, yemîn etmeye cesaret eder. Öyle ise, bunda re'y kadınındır.

Ulemâdan ba'zılan; salâh ile tanınmış kimseye ağır yemîn verdi­rilmez. Ağır yemîn, başkasına verdirilir.» demiştir. Bir takımları da; «Değerli olan malda ağır yemîn verdirilir, değersiz malda ise, verdiril­mez.» demişlerdir.

Yemîn, zaman ve mekânla ağırîaştmlmaz. İmâm Şafiî' (Rh.A.) ye göre, ikisi" île de ağırlaştmhr. Zamanla olması, Cum'a gününde İkindi Namazından sonra yapılmasıdır. Mekân ile olması ise, Cum'a kılman mescidin minberi yanında yapılmasıdır.

Yahudi'ye; «Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah hakkı için.» diye, Hı­ristiyan'a; «İncil'i îsâ'ya indiren Allah hakkı için.» diye, Mecûsî'ye ise; «Ateşi yaratan Allah hakkı için.» diye yemîn verdirilir. Bunların her birine i'tikâdına göre, yemîn ağırlaştınhr. Tâ ki onun, yalan yere ye­min etmesine engel olsun.

İmâm A'zam' (Rh.A.) dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ta'zîm-de Allah Teâlâ (C.C.) ile beraber başkasını ortak kılmakdan kaçınmak için, bir kimseye ancak Allah' (C.C.) in adiyle yemîn ettirilir.
Hassâf da demiştir ki: Yahudi ve Hıristiyan'dan başkasına, ancak Allah' (C.C.) m adiyle yemîn verdirilir. Bu, bizim meşâyihimizin bir kısmının ihtiyarıdır (seçtiğidir). Çünkü yeminde ateşi zikretmekde, ateşe ta'2îm vardır. Çünkü yemin, ta'zîmi bildirir. Ateşe ta'zîm edil­mesi ise; uygun olmaz. Tevrat ve îr.cî! boyla değildir. Çünkü Allah' (C.C.) in Kitâblarına ta'zîm vâcibdir.

Pufa tapan kâfire de ancak Allah' (C.C.) in adı ile yemîn verdiri­lir. Çünkü kâfirlerin hepsi, milletleri ve mezhebleri ayrı olmakla be­raber, Allah' (C.C.) in birliğini (va'hdâniyyetini) ükrâr ederler. Nite­kim Allah Teâlâ  (C.C.) :
«And olsun ki, onlara, gökleri ve yeri yaratan kimdir? diye sorsan: mutlaka Allah'dır, derler.» buyurmuştur. [43] Kâfî'de de böyle den­miştir.

Kâfirlere, ma'bedlerinde yemîn verdirilmez. Çünkü bunda, ma'-bedlerine ta'zîm vardır. Da'vâhya; satış, nikâh, talâk, gasb ve ta'zîr gibi, vukuundan sonra sebebi ortadan kalkan şeylerde hâsıla yemin verdirilir.

Musannif, yemin verdirmenin keyfiyyetini: «Bi'llâ'hi, sizin ara­nızda şimdi satış yoktur!», «Şimdi, aranızda nikâh yoktur!», «Şimdi, bu kadın senden bâin değildir.», «Şimdi, senin üzerinde geri verilmesi vâcib olan şey yoktur.» veya. «Şimdi, senin üzerine ta'zîr hakkı vâcib değildir!» diye yemîn verdirilir», sözüyle zikretmiştir. Yânî sebeb üze­rine yemîn verdirilmez. Musannif bunu da şu sözü ile belirtmiştir: «Ben, onu satmadım!», «Bu kadını nikâh etmedim!», «Onu boşama-dım.», «Onu gasbetmedim!» ve «Ona sövmedim.»

Asi olan şudur ki: Da'vâ, şâyed vukuundan sonra ortadan kalkan satış ve benzeri şeylerde olduğu gibi, sebeb hakkında vâki' olursa, hâ­sıla yemîn verdirilir. İmâm A'zam ile İmâm Muhammed' (Rh. Aleyhi-. mâ) e göre; sebeb üzerine verdirilmez. Hattâ bir kimse; «Şu adamdan bin akçaya bir köle satın aldım.» diye iddia ettikde, adam inkâr etse; «Sizin aranızda satış yoktur!» diye yemin verdirilir. Yoksa; «Billahi satmadım!» diye yemîn verdirilmez. Çünkü satıp, ondan sonra ikâle etmiş olması caizdir. Keza nikâh ve başka şeyde de yemîn, bu biçimde verdirilir. Bundan sonra yeminin, hâsıl üzerine olup sebeb üzerine ol­maması — ki bu İmâm A'zam ile İmâm Muhammed (Rh. Aîeyhimâ) e göre asıldır— sebeb bir vâsıtayla ortadan kalktığı vakittedir. Ancak, eğer hâsıl üzerine yeminde da'vâcr için menfaati terk bulunursa, ic-mâen, yemîn sebeb üzerine verdirilir. Meselâ, civar ile (komşuluk se­bebiyle) şuf'a da'vâsı ve bâin talâk ile boşanmış olan kadının nafaka da'vâsı böyledir. Çünkü da'vâcı, civar ile (komşuluk sebebiyle) şuf'a iddia etse ve müşteri Şafiî mezhebinden olmakla bunu caiz görcnese; o kimseye sebeb üzerine yemîn verdirilir. Çünkü o kimseye hâsıl üze­rine; «Da'vâcı şuf'ayamüstehık değildir.» diye, Allah (C.C.) adıyla ye­mîn verdirilse, i'tikâdmca yemininde tasdik edilir ve bu takdirde da'­vâcı haküunda menfâat gözetilmek ortadan kalkar. Keza, bâin talâkla boşanmış olan kadın, nafaka iddia ettikde, kocası Şafiî mezhebinden olduğu için nafakayı caiz görmese, o kimseye sebeb üzerine yemîn ver­dirilir. Çünkü hâsıl üzerine, «Senin üzerinde bu kadın için nafaka yokdur.» diye Allah (C.C) adiyle yemîn verdiril irse, i'tikâdmca ye­mininde tasdîik edilip da'vâcı hakkında menfâat gözetilmesi kalkmış olur.

Sabit oldukdan sonra hiçbir vâsıta ile ortadan kalkmayan da'vâ-da, sebebe yemîn verdirilir. Hâsıla, bil-iemâ' verdirilmez. Meselâ; âzâd edildiğini iddia eden Müslüman köle böyledir. Çünkü, Müslüman kö­le, efendisinin kendisini âzâd ettiğini iddia etse ve efendisi azadını in­kâr etse, sebeb üzerine; «Billahi âzâd etmedi!» şeklinde yemîn verdi­rilir. Çünkü, hâsıl üzerine yemine zaruret yoktur. Zîrâ kölenin Müs­lüman olduğu hâlde azadından sonra köleliğe geri dönmesi caiz olmaz. Câriye ve kâfir köle, Müslüman kölenin hilâîmadır. Bunlarda; hâsıl üzerine yemîn verdirilir. Yânî; «Bu câriye şimdi hür değildir.» veya, «Bu köle şimdi hür değildir.» diye yemîn verdirilir. Zîrâ câriye, mürtedde olmakla, dâr-ı harbe ulaşmakla ve esir alınmakla; kâfir kö­le dahi ahdini bozmakla ve dâr-ı harbe ulaşmakla kölelikleri tekerrür edebilir. Müslüman köle üzerine ise; köleliğin tekerrürü mümkün de­ğildir.

Da'vâcı, hasma yemîn teklif eyledikde, hasım; «Sen, bana bir ke­re yemîn verdirdin.» deyip beyyine gösterse, kabul edilir. Yânî bir kim­se, başkası üzerine mal da'vâ etse ve diğeri inkâr ettikde da'vâcı ona yemîn verdirmek istese; da'vâlı; «Şen, bana bu da'vâ üzerine bir kere fülân şehrin kadısı huzurunda yemîn verdin.» deyip, da'vâcı o ye­mini inkâr etse, da'vâlı onun üzerine beyyine getirse, beyyinesi ka­bul edilir. Eğer da'vâlının beyyinesi yoksa, da'vâcıya yemîn verdirmek isterse, ona yemîn verdirmesi caiz olur.

Da'vâcı; «Benim beyyinem yoktur!» deyip ondan sonra beyyine getirse veya şâhid; «Benim için şehâdet yoktur!» deyip ondan sonra şehâdet etse, bu bâbda iki rivayet vardır: Birincinin ma'nâsı; da'vâcı-nın; «Benim için bu haskkı da'vâ hususunda beyyine yoktur!» deyip, spnra beyyine getirmesi; ikincinin ma'nâsı; şahidin; «Fülân kimse için benim muayyen bir hak hususunda şehâdetim yoktur.» deyip ondan sonra, o hakka şehâdet etmesidir. Bir rivayette; bu, çelişme görüldüğü için kabul edilmez. Diğer rivâyetde; kabul edilir. Esah (en doğru) olan, kabul edilmesidir. Çünkü onun beyyinesi veya şahidin şehâdeti olup unutması, ondan sonra hatırına gelmesi caizdir. Yâhûd Önce o şe­hâdeti biîmeyip sonra bilmesi caizdir.

Ulemâdan ba'zısı demiştir ki: Eğer iki sözün arasım bulursa, itti-fâkan kabul edilir. Bunu, «Mültekat» sahibi kitabında zikretmiştir.
Keza bîr kimse; «Benim, müdâfaam yoktur!» deyip, ondan sonra müdâfaa etse; bunda dahî iki rivayet vardır: Ba'zılan demiştir ki: «Müdâfaası bil-ittifâk sahih değildir. Çünkü bunun ma'nâsı; benim için def [44] da'vâsı yoktur, demektir. Bir kimse benim için fülân ta­rafından da'vâ yoktur, dedikden sonra, o fülân üzerine iddia etse, din­lenmez. Keza burada da dinlenmez.» Ba'zılan da; «Defi sahih olur.» demişlerdir. Esah olan söz budur. Çünkü def, defin üzerine beyyine ile hâsıl olur. Yoksa defi da'vâ etmekle olmaz. Şu hâlde; «Benim mü­dâfaam yoktur!» demesi; «Benim, foeyyinem yoktur!» demek gibidir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Yemîn verdirmekde niyabet câri olur. Yânî bir kimsenin, başkası üzerinde hakkı olup beyyine getirmekden âciz oîmaıkla da'vâh'dan ye­min istemek için, o kimsenin tarafından bir şahsın vekîl edilmesi caiz olur.

Yeminde niyabet caiz olmaz. Yâni bir şahsın, üzerine yemin tevec­cüh eden bir şahıs tarafından yemîn edivermesi için vekîl olması caiz olmaz.

Musannif, birincisini şu sözüyle tefri' etmiştir: Vekîl, vasî, mü­tevelli ve küçük çocuğun babası hasımdan yemîn ister. Fakat vekîl ve» başkaları yemîn ettiremez. Meğer ki bunlardan birinin asıl üzerine ikrân sahih ola. Meselâ; satışa vekîl olan yâhûd kusur ve ayb nede­niyle geri vermekde husûmete vekîl olan kimse böyledir. Çünkü vasî, küçük çocuk için sattığı bir ayn'm kusurunda da'vâ olunsa, ona ye­mîn verdirilmez. Satışa veya kusur ve ayb nedeniyle geri vermekde husûmete vekîl olan kimse istihlâf olunur. Çünkü yemîn, dönme ümidi için yapılır. Eğer vasî, açıkça ikrar ederse, sahih olmaz. Bundan dolayı yemîn istenmez. Vekilin, müvekkil üzerine ikrân ise sahîhdir. Keza, yeminden çekinmesi de sahîhdir.

Kendisinin fiili üzere yemîn ettirmek (tahlif); betât üzeredir. Yâ­ni;   «Böyle değildir.»  diye yemîn eder.   «Betât»  kesin demektir. Baş­kasının fiili üzere tahlif, ilim üzere olur. Yânî da'vâlı, böyle olduğunu bilmediğine yemîn verir. Birincinin vechi; zahirdir (besbellidir). İkin­cinin vechi şudur: Çünkü da'vâlı, başkasının ne yaptığını zahiren bil­mez. Eğer betât üzere yemîn ettirilirse, doğru olmakla beraber yemin­den kaçınmış olur. Şu hâlde, bundan zarar görür. Bu sebeble, bilme­diğine yemîn vermesi istenir.  Şâyed doğruluğunun imkânı ile bera­ber yemini kabul etmezse, ya bâzil veya mukir olur. Bu, bizim imam­larımız katında mukarrer bir kaidedir. İmâm Fahr'ul-îslâm  (Rh.A.); bunun üzerine bir kelime eklerdi. O da;  «Başkasının fiili üzerine ye­mîn verdirmek, bilmek üzere olur.» demesidir. Ancak o başkasının fii­li, yemîn edene muttasıl olan bir şey olursa, yemîn verdirmek betât üzere olur.  Musannif,  bunun üzerine şu fer'î mes'eleyi  getirmiştir: Eğer müşteri, kölenin hırsız olduğunu veya kaçtığını iddia ederse, sa­tıcıya betât üzere yemîn verdirilir. Halbuki o; başkasının fiilidir. Yâ­nî kölenin müşterisi, kölenin hırsız veya kaçak olduğunu iddia etse, kölenin kaçmasının yâhûd hırsızlığının kendi  elinde olduğunu isbât edip; kölenin kaçak olduğunu iddia etse; yâhûd köle satıcının elinde çalsa da, yemîn verdirmek istese, satıcıya; «Billahi, senin elinden kaçmadı!»,  «-Billahi senin elinde çalmadı!» diye yemin verdirilir. Bu ye­mîn, başkasının fiili üzerine yemindir.

Bu yeminin sahîh olması şundandır : Çünkü satıcının mebî'i bü­tün kusurlardan salim olduğu hâlde teslim etmesi vâcibdir. Şu hâlde yemîn ettirmek, satıcının kendisinin tekeffül ettiği şeye râci' olur .ve yemîn, betât üzerine verdirilir.

Şâyed satışın önceden olduğunu iddia ederse, hasmı ilme yemîn verir. Bu söz, yukarda geçen «Başkasının fiiline yemîn verdirilirse, il­me yemîn istenir.» cümlesi üzerine tefri' edilmişdir. Yânî Zeyd, Amr'-dan bir şey satm alsa, ondan sonra Berk o şeyi Zeyd'den önce satın al­dığını iddia etse, ve beyyine getirmekden âciz olsa, Zeyd'in hasmı olan Bekr, bilmediğine dâir Zeyd'e yemîn verdirir. Yânî Bekr, kendisinden önce o şeyi satm aldığını bilmediğine dâir Zeyd'e yemin verdirir. Ni­tekim sebebi yukarda geçti.

Keza bir kimse, bir vâris üzerinde borç veya ayn alacağı olduğu­nu iddia etse, o vârise bilmek üzere yemîn verdirilir. Betât üzere ye­mîn verdirilmez. Birincisi, yânî alacak iddiası; bir adam diğerine, «Be­nim, senin murisinde bin akça alacağım vardır. Ölüp borç üzerinde kaldı.» diye iddia etmesiyle; ikincisi, yânî ayn iddiası ise, «Fülândan sana mîrâs kalan bu köle, benim mülkümdür. Haksız yere senin elin­dedir!» diye iddia etmesi ile olur. İkisinin de beyyinesi olmazsa, vâri­se, zikredildiği Üzere bilmediğine dâir yemîn verdirilir. Betât üzere yemîn verdirilmez. Nitekim sebebi daha önce zikredildi.

Eğer kâdî o malın mîrâs olduğunu bilir, veya mîrâs olduğunu da'-vâcı ikrar ederse yâhûd hasım mîrâs olduğunu isbât ederse, betât üze­re yemîn verdirilmez. îmâdiyye'de böyle zikredilmiştir.
Eğer borcu veya ayn'ı vâris, başkası üzere iddia ederse, da*vâliya betât üzere yemîn verdirilir. Bilmek üzere yemîn verdirilmez. Nitekim sebebi daha önce anlatıldı.' Hîbe edilen şey (mevhûb) ve satm alman 1 şey (müşterâ) gibi, ki bir adam, birine bir köle hîbe edip, o da teslim aîsa veya bir adam birinden bir köle satm alsa ve bir adam gelip o kö­lenin, kendi kölesi olduğunu söylese, fakat beyyinesi olmasa, imdi da'-vâlıya yemîn ettirmek isterse, betât üzere yemîn verdirilir.

Bir kimse başkasının nikâhlı karısını, kendi nikâhlısı olduğunu iddia etse ve beyyinesi de olmasa; ;o kadının kocasına, da'vâcmm kan-sı olduğunu bilmediğine dâir yemîn verdirilir. Eğer yemîn ederse, çe­kişme ortadan kalkar. Yeminden çekinirse, kadına, betât üzerine; yânî onun karısı olmadığına dâir yemîn verdirilir. Yeminden çekinirse, da'­vâcmm nikâhı üzere hükmedilir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Bilmiş ol ki, yeminin betât üzere vâcib olduğu her yerde, da'vâlıya bilmek üzere yemîn verdirilirse, yeminden kaçındığına hükm olunma­dıkça bu mu'teber olmaz ve ondan yemin düşmez. Yemîn, bilmek üzere vâcib olan her yerde betât üzere yemîn verdirilse, yemîn mu'teber olur ve ondan düşer. Eğer yeminden çek::ı;rse, aleyhine hükmedilir. Çün­kü betât üzere yemîn, daha te'kîdlidlr. Şu hâlde, mutlak surette mu'te­ber olur. Aksi, bunun hilaf madır. Bunu Zeylai  (Rh.A.)   zikretmiştir.

Da'vâcı, muhtelif şeyler iddia ederse, hepsinin üzerine bir kere yemin verdirilir. İmâdiyye'de zikredilmiştir ki: Bir kimse cinsi, nev'î ve niteliği çeşitli olan mallar iddia etse ve hepsinin kıymetini toptan zikretse; her birinin kıymetini ayrı olarak söylemese, bunda meşâyih ihtilâf etmişlerdir. Ba'zısı; tafsil edilmesini .şart kılmış; ba'zısı da, ic­mal ile yetinmişlerdir. Sahih olan da budur. Çünkü da'vâcı, eğer bu malların gasbını iddia ederse, da'vânm sahih olması için kıymetin be­yânı şart kılınmamıştır. Lâkin malların elinde olduğunu iddia ederse, onları getirmesi emr edilir ve onlar getirildikde beyyine kabul edilir. Eğer; «O mallar elimde helak oldu!» veya «Da'vâli tüketti!» derse, ve hepsinin kıymetini toptan belirtirse, da'vası dinlenir ve beyyinesi ka­bul edilir. Beyyinesi yoksa, hepsi üzerine bir kere yemîn verir.. Çünkü yeminin vâcib olması, da'vânm sıhhatine ^dayanır. Halbuki da'vâ sa-hîhdir. Öyle ise, hepsi üzerine yemîn bir kere vâcib olur.

Bîr kimse, bir borcu veya borçdan başka şeyi ikrar edip ondan son­ra;  «Ben, bu ikrarımda yalancı idim!»   dese, mukarr-un Ieh'e yemîn verdirilir. Yânı, «Mukırr, ikrarında yalancı değildir ve sen, onun üze­rine olan da'vânda mubtil değilsin!» diye yemîn verdirilir. Bu, İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) a göredir ve istihsândır. İmâm A'zam (Rh.A.) ile imâm Muhammed' (Rh.A.) e göre mukirrin, mukarrun Ieh'e o borcu teslim etmesi emredilir. Kıyas da budur. Çünkü ikrar; şer'an, beyyine gibi, ilzam edicidir. Hattâ beyyineden evlâdır. Zîrâ ikrarda, yalan ih­timâli daha uzaktır.

îstihsânin vechi şudur: İnsanlar arasında âdet, câridir ki, borç al­mak istedikleri zaman, almazdan önce senet yazıp, malı ondan sonra alırlar. Binâenaleyh ikrar, bu durumun i'tibâr edildiğine . delîl ola­maz, öyle ise, yemîn verdirilir. İnsanların durumları değiştiği, aldat­ma, hile ve hıyanetler çoğaldığı için, fetva da bunun üzerinedir. Hal-buM mukir, o yemîn ile mütezarrır olur ve eğer doğru soylemişse da'-vâcıya yemîn zarar vermez. Şu hâlde bu nusûs tercih edilir. Bunu, Zey-laî (Rh.A.) zikretmiştir.

Yemîn için fidye vermek ve uzlaşmak sahîhdir. Yânî bir adam, bi­rinden mal iddia etti'kde, o kimse inkâr etse ve o adam beyyineden âciz olmakla, ona yemin teklif ettikde, yemini için mal ile fidye ver­se veya yemininden mal ile sulh olsa, sahîh olur. Nitekim Hz. Osman (R.A.)' dan rivayet edilmiştir ki: O'nun, kırk dirhem vereceği olduğu iddia edilmiş. O da bir miktar mal verip, yemini için fidye ödemiş ve yemîn etmemişdir. Yine, Huzeyfe (R.A.) dan rivayet edilmiştir ki: Ye­mini için mal ile fidye vermiştir. Bir de; o kimse yemin etse, dedikodu (kil-u kâl) olurdu. Çünkü insanların bir kısmı tasdik eder ve bir kıs-ir.ı da yalanlardı. Halbuki, yemini için fidye verirse, şerefini korumuş oiur. Bu ise, yemîn etmekden güzeldir. Resûlüllah (S.A.V.)  :

«Siz ırzlarınızı, mallarınızla koruyunuz.» buyurmuştur.
Bundan sonra yemîn verdirilmez. Yânî; yemîn için fidye verdik -den sonra da'vâcımn hasma yemîn ettirmek istemesi caiz olmaz. Çün­kü bedelini almakla husûmeti ortadan kaldırmıştır. Da'valinin yemi­nini; meselâ, on akçaya satın alması, bunun hilâfmadır. Bu caiz değil­dir ve da'vâcmm ondan yemîn istemesi (istihîâfı) caiz olur. Çünkü sa­tın almak, malı mal ile temlik akdidir. Yemîn ise, mal değildir. înâ-ye'de de böyle denmiştir. [45]


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..