Şahadet   Bölümü

Musannif, bu bölümü «İkrar Bölümü» nün peşisıra getirmiştir. Çünkü — daha önce geçtiği üzere — şahadete ihtiyâç, ikrar bulun­madıktan sonra olur. Buna göre, şahadet i'tibârda ikrardan sonra ge­lir.

Şahadet, gerek Allah' (C.C.) in, gerekse başkasının hakkı olsun; başkasına âid bir hakkı, bir diğeri üzerine, yakînden (kesin bilgiden) ileri gelen ihbardır. Yoksa zan ve tahmin ile ihbar, şahadet değildir. Buna, Resûlüllah' (S.A.V.)  in şu kavli İşaret etmektedir:

«Eğer Güneş gibi gördün İse şahadet et, yoksa etme.»

Bundan dolayı fakîhler; «Şahadet, muayene (iyice görüp anlama) ma'nâsına gelen «Müşahede» den türemiştir.»  demişlerdir.

Şahadetin şartı, olgun (kâmil) akıldır. Yânî şâhid olan kimse, âkil ve bâiiğ olmalıdır. Delinin ve küçük çocuğun şahadeti kabul edil­mez.

Şahadetin diğer bir şartı da; zabt etmektir. Zabt, iyi işitmek, an­lamak ve edâ vaktine kadar bellemektir.

Şahadetin diğer bir şartı; hür olmakla velayettir. Bundan dolayı kölenin şahadeti kabul edilmez.

Şahadetin hakikatine dâhil olan rüknü; sîEşhedü» -lâfzıdır/Yânî «Ben, şahadet ederim!» demektir. Bu, haber anlamınadır. Kasem, an­lamına değildir. Bunu, Zeylaî (Rh.A.) zikretmiştir. Hattâ şâhid; uEş-hedü» lâfzını terk etse, şahadeti kabul edilmez.
Şahadetin hükmü: Tezkiyeden [24] sonra kadının şahadetin mûce-biyle hüküm vermesinin vâcib olmasıdır. Kıyâs; şahadetin hüccet-i mülzime olmasına razı olmaz. Çünkü, haberdir. Doğruya, yalana muh­temel bir haberdir. Lâkin naslar ve icmâ İle kıyâs terk edilmiştir.

Şahadet, kulun hakkında şâyed bedeli bulunmazsa, da'vâcının is­teği ile vâcib olur. Da'vâcının istemesine, şahadet onun hakki olduğu için i'tibâr edilmiştir. Şu hâlde diğer haklarda olduğu gibi talebi şart­tır.

Şahadetin gizlenmesi caiz değildir. Çünkü, Allah Teâlâ  (C.C.) :
«Şâhidler çağırıldıklarında (şâhidiik etmekden) kaçınmasınlar.» [25] buyurmuştur.

Sonra şâhid; ancak kâdî, onun şahadetini kabul edeceğini ve edâ. kendi üzerine teayyün ettiğini bilirse, şahadetten çekinmekle günahkâr olur. Eğer kâdî onun şahadetini kabul etmeyeceğini bilirse veya şâhid-ler çok olup ondan başkaları şâhidiik ettiklerinde kabul edilirse; bu takdirde şâhidlik etmese, günahkâr olmaz. Başkası şâhidiik edip, şâ-hidliği kabul edilmezse, o da şahadeti kabul edilen kimseden ise, şâ­hidiik etmediği takdirde günahkâr olur. Çünkü, onun kaçınması hak­kın zayi' olmasına yol açar.
Allah'   (C.C.)   m hakkına şahadette talebe hacet yoktur. Çünkü Allah' (C.C.) m hakkında şahadet talebsiz vâcib olur. Cariyenin âzâdı ve kadının talâkı gibi — ki bunlarda ferci haram etmek vardır. — bu ikisinde şahadeti terk etmekde fişka razı olmak vardır, fişka [26] nzâ ise. fiskdır.

Şahadeti, haddlerde (yâni şer'î ceza gerektiren suçlarda) gizlemek efdaldir. Çünkü Resûlüllah (S.A.V.), yanında şahadet eden kimseye:

«Eğer sen o aybı elbisenle gizleseydin, senin için daha hayırlı olur­du.» buyurmuştur.

Resûlüllah (S.A.V.) menetmek ve savmak için telkin buyurdukları hadîs-I şerif'de:

«Belki sen, onu okşadın veya öptün.» buyurmuştur. Bu, ayıbı ört­menin tercih edileceğine açık bir delildir.

Hırsızlık üzerine şâhidlik eden kimse; «Aldı!» der; «Çaldı!» demez. Bunu, kendisinden çalınan kimsenin (mesrûk'un) hakkını ihya etmek ve kusuru örtmek yönünü gözetmek için böyle yapar.
Şahidin zinada nisabı [27] dört erkektir. Çünkü, Allah Teâlâ (C.C.):
«Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu isbât edecek aranızdan şâhid getirin.»  [28] buyurmuştur.

Yine, Hakk Teâlâ  (C.C.) :
«İffetli kadınlara zina isnâd edip de sonra dört şâhid getiremeyenIer(e kazf haddi vurun.)» [29]  buyurmuştur.

Haddlerin geri kalanında ve kısâsda şahidin nisabı, iki erkektir Çünkü, Allah Teâîâ  (C.C.) :
«Erkeklerinizden iki şâhid tutun.»  [30]buyurmuştur. Bunlarda, kadınların şahadeti kabul edilmez. Çünkü onlarda be-deliyyet şübhesi vardır.

Doğumu ve küçük çocuğun Cenaze Namazını kılmak için ağladı­ğını; ve kızın bekâretini; kadınların, erkeklerin bakamadiğı yerlerinde olan ayıblannı tesbit etmek için şahidin nisabı bir tek kadındır. Çünkü Resulullah  (S.A.V.) :

«Erkeklerin bakamadıkları şeyde kadınların şahadeti caizdir.» bu­yurmuştur.
Zikredilen haklardan başkası için    —gerek o haklar mal olsun, gerekse, nikâh, talâk, vekâlet, vasıyyet ve sabinin istihlân. (doğarken ağlaması) gibi başka şey olsun— mîrâs hakkında bunlar için şahidin nisabı iki erkek yâhûd bir erkek ile iki ka<lındır. Çünkü, Hz. Ömer ve Hz. A1İ (R. Anhümâ) nin nikâhda ve ayrılmada erkekler ile kadınların şahadetini caiz gördükleri rivayet edilmiştir. Nitekim mallarda ve mal­ların tâbilerinde de hüküm budur.

Zikredilen dört surette; «Ben, şahadet ederim!» lâfzı, şahadetin kabû! edilmesi için lâzımdır. Hattâ şâhid; «Ben biliyorum!» veya «Ya-kînen biliyorum!» dese, şahadeti kabul edilmez. Çünkü naslar, bu lâ­fızla vârid olmuştur. Şahadet ile hüküm verilmesinin caiz olması, kı­yâsın hilâfınadır. Bu nedenle, nassın geldiği yere münhasır kalmıştır.

Şahadetin kabulü vâcib olmak için adalet dahî lâzımdır. Adalet, erkeklerin hasenatı seyyiâtma (yâni iyilikleri, kötülüklerine) gâlib ol­masıdır. Bu ta'rîf büyük günâhlardan (kebâirden) kaçınmayı kapsar. Küçük günâhlar (seğâir) üzere ısrar etmemeyi de kapsar. Çünkü kü­çük günâh, ısrar ile büyük günâh olur. Nebi-i Ekrem (S.A.V.) den riva­yet edildiği üzere, Allah (C.C.) m Elçisi şöyle buyurmuştur:

«(Küçük günâhın üzerinde) ısrar etmekle sağîre olmakdan çıkar. Ve (büyük günâh da) istiğfar etmekle kebîre olmakdan çıkar.» Adaletin vâcib olması; Allah Teâlâ (C.C.) Hazretleri:
«İçinizden adalet sahibi iki âdil kişiyi de şâhid yapın.» [31] buyur­duğu içindir.
Bir de: Haber, doğruya ve yalana muhtemeldir. Hüccet ise, doğru haberdir. Adalet ile, sıdk (doğruluk) yönü tercih edilir. Çünkü mah-zûrâttan (yâni yasaklanmış ve mahzurlu şeylerden) yalandan başka­sını irtikâb eden kimse, yalan da söyler. Bunda, şuna işaret vardır ki; adâ'et, şahadet iîe anıeün vâcib olmasında şarttır. Şahadete ehliyyet için şart değildir. Çünkü fâsık; veiâyet, ka?â, saltanat ve imamlık için ehldir. Bize göre, şahadete de ehildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) dan bir rivayete göre, fâsık insanlar arasında şeref (vecîh) ve mürüvvet [32] sahibi olsa, şahadeti kabul edilir. Fakat; esah olan kavle göre; fâsıkın şahadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki; kâdî, fâsıkın şahadetini kabul ederse, bize göre sahih olur. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Şahadet, eğer hâzır (mevcûd) olan kimse üzerine olursa, üç yere işaret vâcib olur. Bunlar: İki hasm, yânî da'vâcj ile da'vâh ve ayn olur­sa, şahadet edilen şeydir.

Musannif eşya (ayn) demekle borçdan (deyn'den) ihtiraz etmiş­tir, (sakınmışlar). Şahadet, gâib veya ölmüş kimse üzerine olursa, şâ-hidler yalnız adını söylerler ve babasına nisbet ederek; «Fülânm oğlu fülân!» derlerse; dedesine nisbet etmedikçe, şahadetleri kabul edilmez. San'atmı söylemek, dedesinin yerini tutmaz. Yânî gaibinin adını, ba­basının adını ve san'atım söyleseler, yeterli olmaz. Ancak, o san'atla ma'rûf olursa iş değişir. Yânî, o memlekette, o san'atta ortağı ve dengi olmayan biri ise, bu takdirde kabul edilir. Şâyed gaibin adını, babası­nın adını, kabilesini ve san'atmı zikredip, eğer mahallesinde ve san'a-tmda onun adiyle adlandırılan bir başka adam yoksa, yeterli olur. Eğer onun adiyle adlandırılan başka bir kimse var ise, temyiz ifâde eden bir başka şey zikretme dikçe, yetmez. Eğer gaibin adını, babasının adını, kabilesini veya san'atmı zikredip dedesini zikretmese, kabul edilir. Ta'rîfin şartı; üç şeyin zikredilmesidir. Buna göre; şayet lâkabını, adı­nı ve babasının adını söylerlerse, ulemâdan ba'zılan; «Yeterli olur.» demişlerdir. Sahih olan kavle göre, yetmez.

Dedenin zikredilmesinin şart kılınmasında ihtilâf vardır. Eğer kâ­dî, dede zikredilmeksizin hüküm verirse,, geçerli olur. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Hasmın ta'm [33] olmaksızın, kâdî şahidi soruşturmaz. Yânî kâ­dî, dede zikredilmeksizin hüküm verirse, geçerli olur. İmâdiyye'de de Şâhid, âdil midir, değil midir, soruşturmaz. Ancak hasım, şahide ta'n ederse; kâdî, şahidi gizlice soruşturur ve aşikâre olarak tezkiye eder. Ancak haddlerde ve kisâsda. bil'icmâ gizlice sorar ve açıkça tezkiye eder. Hasım, gerek ta'n etsin, gerekse etmesin, müsavidir. Çünkü hu-dûd (şer'î cezalar} ve kisâsda bunların ıskatı için çâre aranır. Bundan dolayı, bu ikisinde iyice araştırmak ve çaba harcamak (istiksâ) şart­tır.

tmâmeyn' (Rh. Aleyhimi) e göre; hasım ta'n etmese bile, kâdî hepsinde gizlice ve açıkça soruşturur. Çünkü, kâdînm hükmü, hüccet üzerine bina edilir. Hüccet ise, adlin şahadetidir. Şu hâlde kâdi şâhid-lerin adaletini soruşturup bilgi edinir. Fetva bununla verilir.
Bundan sonra kâdî, gizli tezkiyede bir -kâğıt parçasına şâhidlcrin adlarını ve niteliklerini yazıp gönderir; müzekkîden onların durumla­rım tanımlamasına ister. Açıkça tezkiyede kâdî, müzekkî ile şâhidleri. kaza meclisinde bir araya getirip müzekkî'ye şâhidlerin huzurunda, on­ları tezkiye veya cerh [34] etmek için; «Bunlar, şahadeti makbul âdil kimseler midir?-» diye sorar.

Zamanımızda gizli tezkiye ile yetinmek vâkidir. Çünkü açıkça tez­kiye yapmak, belâ ve fitneye yol açar. Zîrâ da'vâcı ve şâhidleri, cârihe (yânî onların fâsik ve adaletsiz olduklarını iddia eden kimseye) ezâ ve zarar vermekle mukabele ederler.
Tezkiye için müzekkînin o kâğıda şahidin adının altına «Bu âdildir! o diye yazması yeter. Müzekkî [35], fışkım bildiği şahidin adının altına, nâmûs perdesini yırtmakdan kaçınarak bir şey yazmaz veya «Allah-u a'lem / Allah, daha iyi bilir» diye yazar. Her ne ka'dar müzekkî; «Bu şahidin, şahadeti caizdirU demese de, «Bu, âdildir!» demesi yeter.
Kâfî'de denilmiştir kî: «Bundan sonra, muaddilin; «Eu, âdildir, şa­hadeti caizdir!» demesi lâzımdır. Çünkü köle veya hadd-i kazrf ile ce­zalandırılmış olan kimse, tevbekâr olursa, ba'zan âdil olur, denilmiştir, Esah olan kavi, İslâm diyarı ile hürriyet sabit olduğu için. «Bu, âdil­dir!» sözüyle yetinmektim Ben derim ki; bunda işkâl [36] vardır. Çünkü kazîde mahdûd olan, tevbe eder de ba'zen âdil olur. Nitekim kâfi sahibi bunu zikretmiştir. Şu hâlde mahdûd hâriç olsun diye şahadeti caizdir, demek lâzımdır.

Bu i'tirâz, Hidâye'nİn ibaresi üzere vârid olmaz. Çünkü Hidâye'de karfde mahdûd (yânı, iffete iftira ettiği için cezalandırılmış olan) zik­redilmemiş tir. Lâkin onu ihrâc etsin diye Hidâye'de de bu kayda İ'tibâr edilmesi lâzımdır. Bu takdirde müzekkînin; «Bu, âdildir!» sözüyle ye­tinmesi esah olamaz.

Hasmın ta'dili sahih değildir. İmâm Azam (Rh.A.) böyle demiştir. Yâni da'vâlımn şâhidleri ta'dü etmesi sahîh olmaz. Çünkü da'vâcımn ve şâhidlerinin zu'muna (zannma) göre; da'vâlı inkârda zâlim ve ya­lancıdır. Fâsık olan yalancının tezkiyesi ise, sahîh olmaz. îmâmeyn' (Rh. Aleyhimâ) e göre, eğer âdil olmak suretiyle ehlinden ise sahîh olur. Lâkin, İmâm Muhammed' (Rh.A.) e göre, da'vâlıya bir başka kimse ek­lemek gerekir. Çünkü bir kişinin ta'dîîi caiz değildir. İmâm Ebû Yûsuf (Rh.A.) ise cevaz vermiştir. Nitekim, açıklaması gelecektir.

Da'vâhnin ta'dîlinden murâd; tezkiyesidir. Bunu; «Bunlar, âdil­dir. Lâkin hatâ ettiler.» Yâhûd «Bunlar unuttular, amma âdildirler.» diyerek yapar. Bundan fazla bir şey söylemez. Fakat, «Bunlar doğru söylediler.» Yâhûd «Âdildirler!» der de, kâdî tasdik ederse, hüküm lâ­zım olup, yürürlüğe girer. Çünkü bu, hakkın sübût bulduğunu ikrar­dır. Fakat; «Bunlar, âdildir!» deyip, bir şey eklemezse, bunun hilâfma-dır. O zaman, onun üzerine hüküm lâzım gelmez. Çünkü şâhidler, âdil olmaları ile beraber; unutmaları ve yanılmaları caizdir. Binâenaleyh âdil olmalarından sözlerinin doğru olması lâzım gelmez. Tezkiye için, şahidin sözünü başka bir düden tercüme etmek ve müzekkîye gönder­mek için bir erkek yeter. Çünkü tezkiye, Dîn işlerindendir. Onda, an­cak adalet şarttır. Hattâ kölenin, kadının, körün ve kazf sebebiyle ce­zalandırılmış olan tevbekânn tezkiyesi caiz olur. Çünkü onların ha­berleri dînî işlerde makbuldür.,Amma, ihtiyat (ahvat) olan, yine de iki kişi olmasıdır. Çünkü bunda, fazla itminan (emin olma) vardır. Bu zik­redilenlerin hepsi, gizlice tezkiyededir.

Açıkça tezkiyeye gelince, şahadette şart kılman şeylerin hepsi on­da şarttır. Hürriyet, görmek ve şâire; şahadet lâfzından başkası bü'ic-mâ şarttır. Çünkü şahadetin ma'nâsı onda daha açık (ezhar) dar. Bun­dan dolayı açıkça tezkiye, hüküm meclisine mahsusdur.

Sözlere müteallik olan şeyi işiten kimsenin şâhidlik etmesi caizdir.

Meselâ alış-verişde satıcının; «Sattım!», müşterinin, «Satın aldım!» dediğini işitmesi böyledir. Yine, meselâ; ikrarda mukırr'm; «Fülânın, bende şu kadar hakkı vardır!» dediğini işitmekle şahadet etmesi de caizdir. Yâhûd kadının hükmü, gasb veya kati gibi, fiillere müteallik olan şeyi gören kimsenin, bununla şahadet etmesi de caizdir. Velev ki işitip gördüğü şey üzerine şâhidlik etmeye çağırılmış olmasın. Şâhid; «Şahadet ederim!», «FÜlânın sattığına!» veya «İkrar ettiğine şahadet ederim!» der. Çünkü şâhid, sebebi gözü ile görmüştür. Şu hâlde gördü­ğü gibi şahadet etmesi üzerine vâcib olur. Bu, satış akd ile olduğuna göre zahirdir.
Teâtî [37] ile otursa, hüküm yine budur. Çünkü satış hakikati, ma­lı maî ile değiş-tokuş (mübadele) dur. Bu da bulunmuştur.

Ulemâdan ba'zısı demiştir ki; teâtî ile olanda satış üzerine şaha­det eylemezler, belki almak ve vermek üzere şahadet ederler. Çünkü teâtî, hükmi satışdır, hakîki değildir.

Şâhid;  «Ben şahadet ederimin der, yalancı olmamak için;  «Beni, şâhid tuttu (işhâd eyledi).» demez.
Şâhid, perde arkasından işitmekle, şahadete yetkili olmaz. Yâni şâhid, üzerine şahadet edeceği kimsenin sesini perde arkasından işi­tirse, şahadet etmesi caiz olmaz. Çünkü, başka kimse olması ihtimâli vardır. Zîrâ nağme, nağmeye [38] benzer. Ancak söyleyen kimse evin içinde yalnız bulunmakla belli kimse olursa, şâhid de evde ondan baş­ka kimse olmadığını bilir, sonra evin giriş yerine oturur, orada da, on­dan başka giriş yeri olmayıp giren kimsenin ikrarını işitir ve onu gör­mezse, bu takdirde bununla bilgi hâsıl olur. Lâkin şâhid, onu kâdîye tefsir ederse (açıklar ve yorumlarsa), kâdî için uygun olan onu kabul etmemektir. Çünkü tefsir yapıldığında kabul, şahadetin cevazı zaru­retinden değildir. Zîrâ tesâmu' [39] ile şahadet ba'zı olaylarda kabul edilir. Lâkin işitmekle olduğunu tasrih ederse, kabul edilmez. Nitekim, açıklaması gelecektir.

Yâhûd şâhid, konuşan kadının şahsını görür ve onun yanında iki kimse; «Bu kadın, fülân oğlu fülânm kızı fülânedir.» diye şahadet ederlerse, şahadete viis'at olup ikrar sahîh olur.
Fakîh Ebû'1-Leys (Rh.A.) demiştir ki: Bir kadm perde arkasından ikrar etse ve yanında iki kimse; «Bu kadın, fülân oğlu füîânm kızı fü-lânedir.» diye şahadet etseler; kadının ikrarını işiten kimsenin, onun ikrân üzerine şahadet etmesi caiz olmaz. Ancak ik-râr eden kadının şahsini ikrarı hâlinde görmüş ise, bu takdirde caiz olur. Yoksa, yüzünü görmek şartiyle olmaz.

Ebû Bekr ei-îskâf (Rh.A.) demiştir kî: Kadın yüzünü açıp; «Ben, fülân oğlu füiânın kızı füiâneym, kocama ınehrinıi hibe eyledim.--) de­se, şâhidler de onun ikrarına şâhid olsalar, şâhidler, ikrar eden kadın hayâtta oldukça; «Bu kadın, fülân oğlu füiânın kızı fülânedir.» diye iki âdil kimsenin şâhidlik etmesine muhtâc olmazlar. Çünkü şahidin o kadına işaret etmesi mümkün olur. Eğer o kadın öldü ise, bu takdir­de, şâhidler iki âdilin; «Bu kadın, fülân oğlu füiânın kızı fülânedir.n diye şahadet etmesine muhtâc olurlar. îmâdiyye'de de böyle denmiştir.
Şahadet üzere işhâd olunmadıkça; şâhid, şahadet üzerine şahadet etmez. Çünkü şâhidlik, asîîin şahadet olunan şey üzere sözünün geçer­li olmasında velayetinin îzâlesiyle asil üzere tasarruf etmektir. Başka­sı için sabit olan velayetin izâlesi, başkasının üzerine zarardır. Şu hâl­de, o başkasından inâbet [40] ve tahammül [41] bulunması lâzımdır.
Şahadeti yazmış olduğu yazısını gördükde, onu hatırlamayan kim­senin, şahadeti caiz oimaz. Keza, kâdî de böyledir. Yâni kâdî, bir ada­mın bir başka adam için, bir hak ikrar ettiğini veya şâhidlerin, bir adamın bir başka adamda, bir hakkı olduğuna şahadet ettiklerini dîvâ­nında [42] gördükde; o kâdî o ikrân yâhûd şâhidlerin şahadetlerini hatırlamazsa, onunla hüküm veremez. Eğer hüküm verirse, hatırla­madıkça geçerli olmaz. Keza, râvî dahî böyledir. Yânî râvi, rivayet et­tiği şeyi hatırlamadıkça, onun rivayet etmesi helâl olmaz. Çünkü bun­ların her biri, ancak bilmekle helâl olur. Bunda ise, bilmek yoktur. Çünkü yazı, yazıya benzeyebilir.

Tesâmu' ile de şahadet caiz olmaz. Ancak nesebde. ölümde, nikâh-da. duhûlda, kadının velayetinde ve vakfın aslında caiz olur. Çünkü bunlarda, tesâmu' ile şahadet caizdir.

İki adam veya bir adanı ile Ski kadın âdil oldukları hâlde, bu altı şey ile ihbar etseler, caiz olar. Kıyâs; caiz olması idi. Çünkü şahadet, ancak bilmek ile caiz olur. Nitekim, az önce geçti. Bilmek ise, ancak müşahede ve görmekle veya mütevâtir haber ile olur. Halbuki müşa­hede ve tevatür yoktur. İmdi bu altı şeyin hepsi satış ve icâre (kiraya vermek) gibi hattâ onlardan evlâ olur. Çünkü malın hükmü, nikâhın . hükmünden daha kolaydır.
îstilısânm vechl şudur: Zikredilen şeylerin sebebierinin gözle gö­rülmesi; insanların ba'zı havâss takımına [43] ir.ahsûsdur. Bu şeylere, asırlar boyunca hükümler teailuk edegelmiştir. Eğer o şeylerde tesâmu' ile şahadet kabul edilmezse, güçlüğe ve sıkıntıya sebeb olur ve o ahkâ­mın kaybolmasına yol açar. Fakat satış, hibe, icâre ve bunların ben­zeri olan şeyîer bunun hilâfınadır. Çünkü bunların her bir:, kelâmdır (sözdür), Onu, herkes işitir.

Tesâmu' ile şahadet, ancak şâhid için tevatür İle veya meşhur ol­makla yâhûd i'timâd eylediği güvenilir kimselerin haber vermesiyle bilgi hâsıl olursa, caiz olur. Onu iki âdil erkeğin veya âdil olanlardan bir erkek ile iki kadının haber vermeleri şarttır, çünkü İki erkek, şart kılman nisabın en az mikdârıdır, ki muamelâtta üzerine hüküm bina edilen bilgiyi ifâde eder.

Ulemâdan ba'zısı demiştir ki; Ölüm hakkında, bir erkeğin veya bir kadının ihbarı yeter. Çünkü insanlar, ölünün o durumunu görmekden hoşlanmayıp çok kere gelmezler. Ancak, bir erkek veya bir kadın gelir. Neseb ve nikâh, ölünün hilâfınadır. Uygun olan. şâhidliği mutlak edâ etmektir. «Ben, şahadet ederim ki fülân oğlu fuları ölmüştür!» demeli ve tefsir etmemelidir. Hattâ şâhid, kâdi için tefsir yapıp; «Tesâmu' .ile şahadet ederim!» dese, onun şahadeti kabul edilmez. Sahih olan kavi budur.

Musannifin; «Vakfın aslı» demesine sebeb; çünkü vakfın aslı asır­ların geçmesiyle bakî kalır. Vakfın şartlan bakî kalmaz. Çünkü vakfın , aslı duyulur. Fakat vâkıfın koştuğu şartlar şöhret bulmaz. Şeyh İmâm Zahîrud'dîn el-Mergînânî (Rh.A.) demiştir ki: Vakfın niçin yapıldığı belirtilmelidir. Şâhidlerin, bu şey mescîd veya makbere (mezar) veya bunlann benzerleri için vakftır, diye şahadet eylemeleriyle belirtilmelidir. Hattâ şahadetlerinde bunu zikretmeseler, şahadetleri kabul edil­mez.

Fakîhlerin; «Vâkıfın şartlan üzere şâhidîerin şahadetleri kabul edilmez!.; demelerinin te'vili şudur: .«Bu .şey, şunun üzerine vakftır.jj-diye zikretmelerinden sonra şâhidîerin; «Bu vakî', gelirinden başlanıp şuna sarf edilir!» diye şahadet etmeleri uygun olmaz. Eğer şahadetle­rinde böyle derlerse, kabul edilmez. Kâfî'de de böyle denmiştir.

Kaza meclisinde (Mahkemede) oturup, huzuruna hasımların gelip gittiği kimseyi gören kişinin —her ne.kadar o kâdi'yı, sultânın ta'yîn ettiğini görmese bile—   bu kadıdır, diye şahadet etmesi caiz olur.

Yine; bir erkek, île bir kadın beraberce bir evde oturup, aralarında yemek, içmek ve ııyumakaa İnbisât-ı ezvac, yâni karı - koca gibi içli dışlı olan kimseyi gören kişinin; -cBu haçlın, üv- adamın karışıdır!» diye şahadet etmesi caizdir. Nitekim bir kimse, bir eşyayı sahibinden başka­sının elinde görüp, hâlin zahiriyle amel bakımından şahadet eylese, caizdir.
Yine, kendisini tanıtıp anlatmaya kadir olan köleden başka bir kim­se — zîrâ kendisini anlatamayanın hükmü, eşya gibidir— mülk sâ-hibleri gibi tasarruf eden kinîsenin elinde olan şeyi görüp; «Bu şey, mutasarrıfındır!» diye şahadet eylese, caiz olur. Bunun sureti şudur: Bir adam, bir insanın elinde bir ayn görse, bundan sonra onu bir baş­ka kimsenin elinde görse ve o gördüğü kimse; «Bu şey, benim mül-kümdür!» diye iddia etse, gören kimse; «O şey, da'vâcınmdır!» diye şahadet edebilir. Çünkü eşyada mülk yakînen bilinmez. Belki zahiren bilinir. Şu hâlde, çekişmesiz oîan zi'1-yedlik, zahiren mülke delildir.

Bu şâhidliğin caiz olması, kalbi; o ayn'ın, o kimsenin mülkü oldu­ğuna yatıştığı takdirdedir. Eğer kalbi, o ayn'ın başkasının mülkü ol­duğuna yatarsa, «Onun mülküdür!» diye şahadet etmesi, helâl değil­dir. Çünkü şahadetin cevazında asıl olan yekine (kesin bilgiye) i'tibâr etmektir. Nitekim, Resûlüllah (S.A.V.) in:

Güneş gibi biliyorsan şahadet et, yoksa etme.» kavl-i şeri­finde Önce geçti.

Eğer Güneş gibi görmek veya bilmek güç olursa, kalbin şahadeti ile amel edilir. Şâlıid, kâdi'ye birinci surette tesâmu* veya ikine; sûret-te zi'l-yed hükmü ile şahadet ettiğini açıklarsa, şahadeti bâtıl olur    işittim:->  derse,  iş değtşir.  Bundan dclayı haberlerin  mûrsei cianian, müsned olanlarından daha kuvvetlidir. Ki'fâye'de de böyle denmiştir. Ancak vakıfda tet'sîr yaparsa, şahadet bâtıl obnaz. Çünkü iki şâhid, şahadetlerini vakıfda tesâmu' ile teîsîr etseler, kabul edilir. İmâdiyye'de de böyle denmiştir.

Şâhid; bir kimsenin, Zeyd'in defninde veya Cenaze Namazında bulunduğuna şahadet ederse, bu, gözle görmek (muayene) demektir. Şahadeti kabul edilir. Hattâ kâdî'ye tei'sir de eylese, kâdî onu kabul eder. Çünkü, ancak ölü olan kimse gömülür ve ancak ölü üzerine na­maz kılınır.
Satış, icûre nikâh ve benzerleri gibi, nıuâvezât'da îcâb'a şahadet etmek; kabule de şahadet etmektir. Hattâ şâhidler, kabulü zikretrhek-sizin sâdece babanın tezvirine şahadet etseler, şahadet kabul edilir. Fakat hîbe bunun hilâfınadır. Çünkü kabulü zikretmeksizin hibede şa­hadet etseler, kabul edilmez. İmâdiyye'de de böyle denmiştir. [44]


Eser: Dürer

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Dürer

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..