S

SADAKA:

SADAKA: Sevap yani Allahu Teâlâ'nın rızâsına nail olmak içni, fakirlere —hîbe olarak— verilen mal de­mektir. SADAKA: Zekât anlamına da gelir.

SADAKAT: Sadakalar demektir.

MÜTESÂDDIK: Sadaka veren şahıs.

MÜTESADDIKÜN ALEYH: Kendisine sadaka verilen yani sadakayı alan, kabul eden şahıs demektir.

SADAKA-İ MEVKÛFE: Bir vakfi inşâ için (kur­mak, tesis etmek için) kullanılan sarih lafızlardan (açık sözlerden) biridir.

Bir şeyi vakfettiğini bildirmek için: "Vakfettim.", Hapseyledim.'' denilebileceği gibi,".... Sadaka-i mevkûfe kıldım." da denilebilir. Ve bu sözle de va­kıf inşa edilmiş olur.

Şu lafızlar da, SADAKA-İ MEVKÛFE anlamında kullanılmaktadır:

SADAKA-İ MAHBUSE, SADAKA-İ MUHARREME, SADAKA-İ MUHBE-SE, SADAKA-İ MÜEBBEDE.
SADAKA-İ FİT1K: Ramazan ayımn sonuna yeti­şen ve havâic-i asliyesinden başka, en az nisap mik­tarı bir mala mâlik olan her müsJüman için verilmesi vacip olan Özel bir sadakadır.

Sadaka-i fitre, sadece FITRA da denilir ki, fıtrat sa­dakası yani AHah nzası için verilen yaratılış atiyye-si anlamına gelir. Sadaka-i fıtır; buğday, buğday unu, arpa, arpa unu,

kuru üzüm ve hurma gibi yiyecek miktarlarından be­lirli miktarda verilir. Bunların asılları verilebileceği gibi, rayice göre, bedelleri de verilebilir.

SARİH: Hakikat olsun, mecaz olsun, kendisinden ne kasdedildiği açıkça anlaşılan lafız (= söz) de­mektir.

Meselâ: "Şu malı satın aldım." ve "Şu eve ayak bas­mam." sözleri gibi...
İSAFA veMERVE: Mescid-i Haram'ın doğusun­da ve yaklaşık olarak birbirlerine 350 metre mesa­fede bulunan iki tepedir ki, güneyde olan tepenin adı SAFA, kuzeydeki tepenin adı ise MERVE'dir. SA'Y, bu iki tepeciğin arasında yapılır.

SAĞÎR: Sabî, yani: Henüz, bülug çağma erme­miş olan çocuk demektir. Sağır:
1-) Sagİr-i Mümeyyiz.
2-) Sağîr-i Gayr-i Mümeyyiz; olmak üzere iki kıs­ma ayrılır:

SAĞÎR-İ MÜMEYYİZ: Alış-verişi anlayan, ya­ni: Satmanın, satılan şeydeki mülkiyet hakkını orta­dan kaldırdığını; bir şeyi satın almanın da mülkiyeti calip olduğunu bilen ve —yüzde elli aldanmak gibi— gabn-i fahiş olduğu açık ve herkesçe bilinen bir gabni, gabn-i yesîrden ayırabilen çocuk demektir.

SAĞÎR-İ GAYR-İ MÜMEYYİZ: Satmanın, mül­kiyeti ortadan kaldırdığını, satın almanın da mülki­yeti celbettiğini bilmeyen ve gabn-i fahişi, gabn-i yesîrden ayırmaya kadir olmayan çocuk demektir.

SAHİBİ-İLEBEN: Bir kadının; sütünün, kendi­sinin mukârenetinden dolayı meydana gelmiş bulun­duğu kocası demektir.

SÂHİB-İ MÂİDE: Evindeki yiyeceğinden, ken­disinden nafaka almaya hak sahibi olan kimselerin, kâfi miktarda alıp yemeleri mümkün olan kimse de­mektir.

SÂHİBÜ'L-MEKÂSİM: Ganimet mallarını, mü-câhidler arasında dağıtmakla görevlendirilen kimse dönektir.

Sâhibü'l-Mekâsim tabiri kassânn ganâim anlamın­da kullanılmaktadır.

SÂHİB-İ MENEA: MENEA Maddesine bakınız.

SAHİB-İ TAHRÎC: Tahric Maddesine bakınız.

SAHİH: Şartlarını, rükünlerini, vasıflarını tama­men cami olan herhangi bir fiildir.

Bir fiilin bu vasıflan cani olması hâline de SIHHAT denilir.

Meselâ: Mükellef bir kimsenin kendi malını, usûlü dâiresinde birisine satması, sahih bir bey' (= satış) muâmelesidir.

Bu şekilde şartlarını ve rükünlerini cami olan bir akde de AKDİ-İ SAHİH denir
SÂÎ: Mevâşî denilen hayvanların vergilerim, bu­lundukları yerlerde toplamak üzere tâyin edilen beytü'1-mâl memurudur. Bu memur, köylerde ve ka­bileler arasında dolaşarak, bu mevâşî sadakasını top­larlar.

SAİBUN: Arap ırkına mensup, ehl-i kitaptan ve-, ya puta tapanlardan bir taifedir.

SAİBİ: Bir dinden, diğer bir dine dönen her bir şahıs demektir. SABİÛN: Sâibî'nin çoğuludur.

SAİL: Müddeî, Muallil Maddesine bakınız.

SAKK: Şer'î mahkemeden verilen îlâm; berat. Hâ­kimin da'vâ edilen muameleye, hâdiseye ve bu hu­sustaki hükmüne dâir tanzim etmiş bulunduğu vesîka SAKK'm çoğulu SÜKÛK'tur.

SAIÂH:

SALAH: Doğruluk, iyilik, düzgünlük, banş, di­ne olan bağlılık demektir. Yani salah, fesadın zıddidır.
SALİH: Nefsinde müstakimü'1-hâl olan kimse yani dinin emrettiği şeyleri yapıp yasakladığı işlerden ka­çman kimse demektir.

Diğer bir tarife göre, sâlih: Hukukullah ve hukuk-i ibâdı {= kulların haklarını) yerine getiren kimse de­mektir.

İSALÂT = NAMAZ

Salât: Namaz demektir. Salât: (Lügatte) duâ mânâsına gelir. Istılata salât: Namaz dediğimiz —ve mâhiyetini bildiğimiz— mübarek ibâdet, erkan ve ezkâr de­mektir.

Namaz kılan kimseye musallî denir. Salât'ın çoğulu salavât (= namazlar)'dır. Salavât, —ayrıca— Peygamber (S.A.V.) Efendimiz'-in adı anılınca, getirdiğimiz: "Allahümme salli ve selim alâ seyyidinâ Muhâmmed'in ve âlâ âli seyyi-dinâ Muhammed (= Allahun! Efendimiz Hazreti Mu-hammed'e ve Efendimiz Muhâmmed'in âline salât ve selâm buyur." şeklinde ettiğimiz dua mânâsına da gelir.

Musalla kelimesi de, namaz kılınan yer anlamına kul­lanılmaktadır.
SA T; Hac esnasında, SAFA Ue MERVE tepeleri arasında gidip-gelmek demektir. Sa'y, Safa'dan Merve'ye 4 gidiş; Merve'den Safâ'-ya 3 dönüş olmak üzere, 7 şavt'tan ibarettir. Bütüntavaflardan sonra sa'y yapmak gerekmez. Hac ve umre için sadece birer sa'y yapılır.

SA'Y'DE ŞAVT: ŞAVT Maddesine bakınız.

SAYD: Av, av avlamak, avcılık etmek mânâları­na gelir.

ISTİYAD: Avcılık etmek demektir.

SAYYÂD: Avcı demektir.

SAYD: AvuAvlanmak; av avlamak.

ISTİYAD: Avcılık etmek.

SAYILARIN BİRBİRİ İLE NİSBETİ: NİSEB-İ A'DÂT Maddesine bakınız.

SEBEB: Lügatte: Bir gayeye ulaştıran yol, vası-- ta, urgan ve kapı anlamlarına gelir.

Istılahta SEBEB: Bir hükme mevzu ve müessir ol­madığı hâlde, mücerred bir yol teşkil eden şeydir. Meselâ: Bir hırsıza yol gösteren kimse, onun hırsız­lığına sebep olmuş olur.

SEBK: Resmî bir vesikanın, meselâ: Bir Mâmın, belirli usûl dâiresinde tanzim edilmesi, yazılması de­mektir. İbarenin tarz ve tertibi.

SEBY = SİBA: Esir alma anlamındadır. Bu kelimeler —Mesbiy gibi— esir alınan şahıs mâilâsına da gelir.

Bu kelime, genellikle, harbîlerin esir alınan çoluk-çocuklan için kullanılır. Ve tekili ile çoğulu aynıdır.

SEBİY: Bu kelime esir anlamına gelir.

Savaş sırasında, düşmanların içinden diri olarak el­de edilen, herhangi bir kadın veya çocuk mânâsında da kullanılır. Sebiy kelimesinin çoğulu SEBÂYÂ (= esirier)'dir.

SECDE

Secde: Namaz kılarken eğilerek yüzün belli bir mik­tarını Allahu Teâlâ'ya ta'zim için yere koymaktır.

Secdeteyn: Birbiri ardınca yapılan iki secde de­mektir.

Sücûd ise, secdeler mânâsına geldiği gibi, secde etmek mânâsına da gelir.

Sâcid de, secde eden şahıs demektir.

SEFİH: Malını boş ve faydasız yere harcayan ve masraflarından israf edip, saçıp-savurarak, mülkle­rini itlaf ve izâa (= telef ve zayi) eden kimse de­mektir.

SEFEH ve SEFÂHET de, sefih olma hâli anla­mına gelir.

Ebleh ve sade dil olması sebebiyle kazanç yolunu bilmeyen ve alış-verişlerinde aldanan kimse de SE­FİH sayılır.

Malını şer uğrunda saçıp-savuran bir kimse hacr edileceği gibi, bütün mallarını hayra sarf edip fakir düşüp ve eli boş kalacak olan kimse de hare edilebilir.

Hacr Maddesine de bakınız.

SEHİM

SEHİM: Lügatte: Hisse demektir.
Mîras ıstılahında SEHİM: Varislerden her birinin, terkedenolmayahak sahibi oldukları,—nısıf (= 1/2), sülüs (= l/3),jrubu* (= 1/4) gibi,— miktarı muay­yen olan mal demektir.

SİHAM: Sehimler demektir.

SİHAM-I MEFRÛZA: Miktarlan, -sarih veya gayr-i sarih bir şekilde— nas ile tâyin edUmiş olan hisseler demektir.

SEKER; Pişirilmediği hâlde, kendi kendine gale­yan eden ve kaynayıp iştidad ederek müsbir (= sar­hoşluk verici) hâle gelen yaş (= taze) hurma suyu demektir.

SEKRAN: Müskirattan (= sarhoşluk verici şey­lerden) birini kullanarak sarhoş olmuş bulunan kimse demektir.

SEKR: Kullanılan bir müskirin (= sarhoş edici şe­yin) dimağa ulaşan tesiri ile meydana gelen özel bir hâldir. Dilimizde bu hale SARHOŞLUK denil­mektedir.

SELEB: Bir kimsenin üzerinde bulunan elbisesi, silâhı, parası ve bİnilİ bulunduğu olduğu hayvanı ile bu hayvanın üzerinde ki eşyasıdır. Başka hayvanı ile onun üzerindeki mallan selebten sayılmaz. Seleb, meslub anlamında kullanılır. Çoğulu ise ES-LÂB'tır.

SEMEN

SEMEN: Paha, kıymet, değer, tutar. Bir şeyin be­deli, pahası anlamına gelir.

Semen'in zimmete taalluku sahih olur. Meselâ; Bir kimse, bir kitabı üç bin liraya satın alsa, bu üç bin lira, o kitabın semeni olur. Ve bu para, hemen ve­rilmezse, zimmete taalluk etmiş bir borç olur.

SEMEN-İ HÂL: Peşin olan semen, kıymet.

SEMEN-İ MİSL: Bir şeyin hakiki kimetinin bilir kişi tarafından tâyin edilmesi.

SEMEN-İ MÜSEMMÂ: Bir şeyi satan şahısla, sa­tın alan şahsın, alış-veriş akdi şuasında tâyin ve tes­miye etmiş oldukları paha, kıymet demektir ki, bu satılan malın gerçek kıymetine eşit olabileceği gibi, ondan fazla veya noksan da olabilir.

SEMEN-İ RÂYİC: Geçen, yürürlükte olan değer; sürümü olan kıymet demektir.

MÜSEMMEN: Semen mukabilinde satılmış olan veya semeni tâyin edilmiş, bedeli belirlenmiş bulu­nan şey demektir.

SENED:

SENED: Lügatte: Mutemed; melce'; penâh, dayanılacak şey; belge anlamlarına gelir. Istılahta SENED: Hüccet ve burhan mânâlarına gelir. Dâvâcı, bu hüccet ve burhana dayandığı için, buna sened denilmiştir.

SENEDÂT: Senetler demektir.

SENED-İ ÂDİ: Adî senet,; tasdik edilmemiş senet.

SENED-İ BAHRÎ: Bir geminin kime ait olduğu­nu bildiren senet.

SENED-İ HÂKÂNÎ: Tapu senedi.

SENED-İ MÜSBİT: İsbat edici senet.

SENED—İ RESMÎ: Resmî senet; resmen kabul edilmiş senet.

Hadîs ıstılahında

SENET: Birhadîs-i şerifi rivayet eden şahısların hey'et-i mecmuasıdır.

İSNAT: Bir hadîsin râvîlerinin isimlerini zikrede­rek rivayet etmek demektir.

İki senedi (yani: İki terîki, iki râvSer silsilesi bu­lunan bîr hadîsin, bu iki senedinden hangisinin ri­cali daha az ise, o SENED-İ ÂLÎ, diğeri de SENED-İ NAZİL adım alır.

Meselâ: Bir hadîs-i şerifin, bir senedindeki râvîler, Resûl-i Ekrem (S.A.V.)'e kadar üç, diğer senetteki râvîler de dört zat olsa; birinci senet ALÎ olur. Ve onunla yapılan isnada da ISNAD—I ÂLÎ denir. Di­ğeri de sened-i nazil ve isnâd-i nazil olmuş bulunur. Sened-i âlimin ricali sika kişiler olunca, kıymet-i bü­yük ve müreccah olur. Çünkü râvîlerin adedi aza-îınca sevih ve nisyân (= unutma ve yanılma) ihtimâli de azalır; hadîs-i şerifin kuvveti artar. Bundan dola­yı muhaddisler, âlî senetleri araştırmış, buna pek bü­yük ehemmiyet vermişlerdir. İmâm Mâlik ve İmâm Buharî gibi tabiîn devrinde yaşamış zâtların rivayet ettikleri hadislerin senetleri, onlardan sonraki muhad-dislerin rivayet ettikleri hadîslerin senetlerinden da­ha âlî olduğundan kıymetleri de o nisbette büyük bulunmuştur.

SERİYYE: Sayılan dört ilâ dört yüz arasında olan askerden meydana gelen müfreze demektir.

SERAYA: Seriyye'nin çoğuludur; yani seriyyeler demektir.

SERİYYE lafzı; ya geceleyin yürümek demek olan SERA'dan veya nefis şey anlamındaki SERİY'den

yahut da müatehab mânâsina gelen İSTİRÂ kelime­sinden alınmıştır.

SEVM: Talep etmek, istemek demektir.

SEVM-İ ŞIRA: Bir kimsenin, bir malı satlığa çı­karması, arzetmesi ve satılacağı fiatı tâyin eylemesi demektir.

Buna SEVMÜ'L-BÂYİ de denir.

SEVMÜ'L-MÜŞTERİ: Bir malı, şu kadar fiatla satın almak istemek demektir. Sevm-i Şira tâbiri bu mânâda da kullanılır.

SEVM-İ NAZAR: Satın alınması istenilen bir malı görmek veya bir başkasına göstermek üzere, satın ala­cak olan kimsenin, satacak şahıstan istemesi demektir.

MÜSAVİM Bİ'Ş-ŞİRÂ: Bir malı görerek almak ta­lebinde bulunan kimse demektir.

MÜSAVİM Bİ'N-NAZAR: Bir mala bakma talebin­de bulunan kimse demektir. Bu gibi kimseler için bayi ve müşteri tabirinin kullanılması mecazdır.

M SEVMEA: Hıristiyan rahiplerinin insanlardan ay­rılıp, inzivaya çekilmeleri için tesis edilmiş olan hüc­relerdir.

SEVÂMÎ: Sevmealar demektir. Bunlar hakkında da, klişelerle ilgili hükümler câridir.

SEYYİB: Kadın görmüş yani evlenmiş bulunan er­kek demektir.

SEYYİBE: Erkek görmüş yani evlenmiş kadın de­mektir.

SDHR: Zevcenin ( bir kimsenin kamının) anası, babası gibi mahrem olan bütün zî-rahim akrabalandır. SfflR'm çoğulu ASHÂR'dır.

SIKT: İskât-ı Cenin Maddesine bakınız.

SİÂYE = SAY': Lügatte: Çalışmak, iş görmek, bir şey için çalışmak, bir maksat uğruna koşup dur­mak demektir.

Bu kelime, jurnalcilik anlamında da kullandır. Istılahta SAY' ve SİÂYE ise, bir kölenin, sölelik-ten kurtulması İçin, çalışıp mal kazanması demektir. Meselâ: Bir mükâtebin, kitabet bedelini ödeyebilmek için, çalışıp durması bir SİÂYE'dir. SÂÎ: —Fıkıhta— sadakalan toplamaya memur edi­len kimse demektir.

SUAT: Sâî'nin çoğuludur.

ŞİÂYE-İ MÜLK: Kazancı, efendisinin mülkü sayılan, bir kölenin çalışması demektir.

Meselâ: Bir müdebber'in kazancı efendisine aittir.

SİÂYB-İ ZAMAN: Kazancı efendisinin mülkü sa­yılmayan ve sadce kendi borcunu ödemek için çalı­şan bir kölenin say' etmesi (= çalışması) demektir. Meselâ: Bir mükâtep, efendisine karşı sadece borç­lu bulunduğu kitabet bedelini ödemek için çalışır. Ümm-ü Veledin siâye'si de bu kabildendir.

SİCİL; Vesikaları, ilâmları ve mukaveleleri yaz­maya mahsus resmî defter demektir.

SİCİLLÂT: Siciler demektir.

TESCİL: Bir vesikayı (meselâ: Bir vakfiyeyi) böyle resmî bir deftere yazıp imza etmek demektir.

Bazen, lâzımı zikr, melzûmu irâde kabilinden olarak, hâkimin verdiği hükme de TESCİL denil­mektedir. Çünkü, bu hüküm bir sicile kaydedile­cektir.

Bundan dolayıdır ki, hem sicile kaydedflmiş vak­fa ve hem de lüzumuna hükmedilmiş bulunan vak­fa VAKFI MÜSECCEL denir.

VAKIF Konusuna da bakınız.

SİLK-İ KAZA: Kaza Maddesine bakınız.

SILM: Sulh ve barışmak mânâlarına gelir. Yani Müsâlemet ile eş anlamlıdır. SILM: Müslümanlık, emniyet ve selâmet anlamla­rını da ifade eder.

SELM kelimesi de silm anlamına kullanılır.

SIMHAK: Başa veya yüze isabet eden bir yaradır ki, bu yarada et kesilmiş ve et ile baş kemiği arasın­daki ince bir zar gibi olan deri görünmeye başlan­mış olur. Bu ince deriye de SİMHAK denilir.

SİRÂYETFİ'L-CİNÂYE: Yapılan bir cinayet ne­ticesinde meydana gelen şeccenin veya cirâhatin ge­nişlemesi ve ölüme sebep olması demektir.

SİRKAT

SİRKAT: Hırsızlık; uğruluk; çalışmak, başkası­nın malını gizlice almak demektir.

Bir kimsenin malını gizlice amak, —bu mal, az ol­sun, çok olsun; haddi gerektirsin veya gerektirmesin- SİRKAT yani HIRSIZLIK'ur.

SERÎKA da, SİRKAT anlamındadır.

SARIK: Hırsız; başkasının malım gizlice alaa ya­ni çalan kimse demektir.

Sârik'in çoğulu SÜRRÂK'tür.

MESRUK: Gizlice alınmış yani çalınmış mal de­mektir.

MESRURUN MİNH: Malı gizlice alınmış yani malı çalınmış olan kimse demektir.

MESRÛKUN FÎH: Bir maun gizlice alındığı ya­ni çalındığı yer demektir.

SİRKATİ SUĞRÂ: Alalâde küçük hırsızlık de­mektir.

Sirkat-i Suğrâ'nın haddi gerektiren kısmı şu şekil­de tarif edilir: Mükellef bir şahsın en azından sirkat nisabı kadar tafih ve çabucak bozulacak cinsten ol­mayan, mütekavvim bir malı, mahfuz bulunduğu yer­den gizlice alıp, dışarı çıkarmak demektir. Ve bu işi yapan şahsın, o mal da bir hakkı bulunmadığı gibi, mülk şüphesi de olmaz.

SİRKAT-İ KÜBRÂ: Bu kat'-ı tarik yani yol ke-sicilik demektir.

Kat'-ı tarîk Maddesine de bakınız.

SERİKAT-İ MÜTTEHİDE: Başka başka şahıs­lara ait olduğu hâlde, aynı hur (= malın muhafaza­sına mahsus yer) içinde bulunan malların çalınması demektir.

SERİKAT-İ MUHTELİFE: Gerek tek bir kim­seye, gerekse başka başka kimselere ait olup muhte­lif hırzlarda bulunan mallan çalmak demektir.

SERİKAT-İ MÜŞTEREKE: Bir kaç şahsın bir­likte yapmış oldukları hırsızlık demektir.

SİYÂSET

SİYASET: Bu kelime, aslında işler hakkında alı­nacak tedbir; her işi güzelce görmeye ve yürütmeye çalışmak gibi geniş anlamlı bir kelimedir. SİYÂSET kelimesinin pek çok anlamı vardır ve bir kısmı şunlardır:

SİYÂSET: Hükümet ve memleket idaresi.

SİYÂSET: Ceza; özellikle îdam cezası.

SİYÂSET: Diplomatlık; politika.

SİYÂSET: Seyislik, at idare etme; at işleriyle uğraşma.

ERBÂB-I SİYÂSET: Siyâset adamları, diplomat­lar, politikacılar.

MEYDÂN-I SİYÂSET: îdam cezasının uygulan­dığı meydan.

SİYÂSÎ: Siyâsetle ilgili şey / şahıs.

SİYASİYAT: Siyâsîler.

SİYÂSİYYÛN: Siyaset erbabı; siyâsetle uğraşan şahıslar.

İslâm Hukukunda SİYÂSET: Tâzirden (yani: Had cezası seviyesinden daha aşağıda bulunan bir te'dib ve cezadan) ibarettir. Bu ceza, gerektiğinde darb (= dövmek), hapsetmek ve diğer yollarla yerine getirilir. Siyâset mefhumu, bir cihetten ta'zirden daha genel ve şümullüdür.

Bu balamdan, İslâm Hukukunda SİYÂSET şu şe­killerde de tarif edilmektedir.

SİYÂSET: "Veliyyü'l-emrin, raiyye üzerindeki (= en büyük yetkilinin, halk üzerindeki) emir ve nehyİ" demektir.

SEYÂSET: "Âdaba, maslahata, malların intizâ­mına riâyet İçin konulmuş olan kanun" demektir.

SİYÂSET: "İnsanları, dünya ve âhirette kurtula­cakları bir yola irşâd ederek, beşeriyetin salâhına çalışmak" demektir.

SİYÂSET-İ ŞER'İYYE: Beşeriyetin salâh ve in­tizâmı için, şer'-i şerifin kabul ve iltizâm ettiği bir kısım yüce hükümlerden ibarettir.

SİYÂSET-İ ÂDİLE: İnsanların haklarını, zulm ve itisaf erbabının (= zâlimlerin ve yoldan çıkmış sa­pıkların) elinden kurtaran siyâsettir ki, bu siyâset, şe-riatten sayılmıştır.

SİYÂSET-İ ZÂLİME: Halkın, haklarına aykırı olan bir siyâsettir id, bu, şer'-i şerîfce yasaklanmıştır.

SİYÂSET-İ ÂMME: Bütün bir cemiyetin salâh ve intizâmı için iltizâm olunan bir kısmı hükümler demektir.

SİYÂSET-İ HASSA: Cürüm işleyen bazı kimse­ler hakkında, —velev kati suretiyle olsun— vuku bu­lacak zecr ve te'dîb demektir.

Meselâ: Nehb ve garet gibi, fısk ve fücur gibi ya­saklanmış fiillere mükerrem cür'et eden kimselerin kahr «e tenkfl edilmesi, siyâset-i hâssa kabilindendir.

SİYER: Sîret kelimesinin çoğuludur.

SÎRET ise: Aslında —takip edilen— yol, haslet, hey'et ve bir nevi hareket mânâlarını ifâde eder.

Bununla birlikte, SİYER tabiri, tarihçiler tara­fından, çoğunlukla "Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin     vasıflarından,     menkıbelerinden     ve mücâhadelerinden bahsetmekte olan kitaplara veri­len bir unvandır.

Bu sebeple kitâbü's-siyer tarih ilminin özel bir şu­besi olarak kabul edilir.

Hukuk kitaplarında, cihâde ait bahis ve hükümleri ihtiva eden kısma da KTTABÜ'L-CİHÂD denildi­ği gibi, KİTÂBÜ'S-SİYER de denilir.

SULBİYYE: Bir kimsenin öz kız çocuğu demektir.

SULH
SULH (= MUSÂLEHA): Muhâsama'nın zıddı-dir. Asimda, istikâmetü'1-hâl mânâsına gelen salâh kelimesi ile mânâ alâkası vardır.

Istılahta SULH: İki tarafın, yani da'vâcı ile da'vâlı-nın, rızâları ile, aralarındaki nizâi ortadan kaldıran bir akid demektir.

TESÂLÜH: Musâlaha yan sulhlaşmak demektir. Anlam itibariyle hasımlaşmamn yani da'vâlaşmanm zıddıdır. Müsâlemet (= Barış içinde olma) anlamı­na gelir.

MUSÂLIH: Sulh akdi yapan kimse demektir. Dolayısıyle, asaleten veya vekâleten yahut velâye-ten da'vâcı veya da'vah sıfatiyle musâlahada bulu­nan kimseye Musâlih denir.

MUSÂLEHÜN ANH: Müddeâbiholan(= da'vâ edilen ve üzerinde sulh yapılan) şeydir. Yani, şahsî bir hak olarak da'vâ ve talep edilen şeyden ibarettir. Hukûk-i İlâhiyeden dolayı sulh caiz değildir.

MUSÂLEHÜN ALEYH: Sulh bedeli demektir. Sulh, mal veya menfâat karşılığında yapılabilir.

SULH: Müsâleha Maddesine bakınız.

SÜFTECE

SÜFTECE: Bir nevi poliçe demektir. Ve "Bir bel­dede verilen bir paranın, bir Ödüncün, bir ödeme emri ile diğer bir beldede ödenip hesabın kapatılması'' an­lamına gelir.

Meselâ:.Bir kimse, bulunduğu beldede, bir tacire, bir miktar para verip, ondan aldığı ödeme emri(ni

havi mektup) ile, bu parayı, gideceği diğer bir bel­dedeki, bir tacirden veya başka bir şahıstan alacak olursa, bu durumda bir süftece muamelesi meydana gelmiş olur.

Bu muamele, genellikle yol tehlikesini veya yük zah­metini ortadan kaldırabilmek için yapılır.

Bu işlem, havale anlamındaki bir nevi ikraz muâme-lesidir. Menfaat mülâhazasına dayandığı ve ödeme mektubu yazmak şartına mukârin bir karz mâhiye­tinde olduu için, bu İşlem bazı fakjyhlerce mekruh veya gayr-i caiz görülmüştür. Fakat, böyle bir mektup yazma şartına bağlı olma­dan ikraz yapılır; müsfakriz de, böyle bir ödeme mek­tubu yazarsa, bunda bir mahzur yoktur.

SÜFTECE: Parayı poliçe etmek demektir.

SÜGUR: Hudud, serhad, derbent ağızlan ve düş­manın hücum etmesinden korkulacak açık yerler de­mektir.

SUĞR: Siigur'un tekilidir ve lügatte: Dağınık, mü­teferrik şey mânâsına gelir.

SÜKNÂ: İkâmetgâh; oturulacak yer; konak. Ev, menzil, oda.

ISKAN: Bir yere oturtma; sakin kılma; ev sahibi etme; yerleştirme.

KÂBİL-İ SÜKNÂ: Oturmaya elverişli yer.

TETİMME-İ SÜKNÂ: Oturmak üzere verilen Iü~ zumu kadar arsalar.

SÜNNET

SÜNNET: Lügatte: Âdet ve takip edilen yol de­mektir.

Fıkıhta SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimiz tarafından, —farz ve vacip olmaksızın ve bazen

de terk edilmek üzere İltizam buyurulmuş olan, herhangi bir fiil ve harekettir.

Bu fiil ve hareket, eğer ibâdet kabilinden ise SÜNNET-İ HÜDÂ denir.

Bu fiil ve hareket, Peygamber (S.A.V.) Efendimize mahsus âdet-i seniyye kabilinden ise SUNNET-İ ZEVAİD adını alır.

Fıkıh Usûla ıstılahında ise SÜNNET: Peygam­ber (S.A.V.) Efendimizden sâdır olan sözler ile kasdî fiillerden ve takrirlerden herhangi biridir. Buna göre; KAVLÎ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin mübarek sözleri demektir.

FÜLrİ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendimi­zin fiilleri ve davranışları demektir.

TAKRİRİ SÜNNET: Peygamber (S.A.V.) Efendi­mizin, yapıldığını gördüğü bir şeye karşı sükût et­mesi ve onu, red ve inkâr buyurmaması demektir ki bu hâl, o şeyin cevazına delâlet eder.

SÜNNET-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V) Efendimizin hemen hemen dâima edâ ettikleri sün­net demektir.

SÜNNET-İ GAYR-İ MÜEKKEDE: Peygamber (S.A.V.) Efendimizin çoğu kez edâ edip, bazen de terk ettikleri sünnet demektir.

SÜNNETULLAH: Allanın mevcudata koyduğu ni­zâm demektir.

SÜNNET-İ SENİYYE: Peygamber (S.A.V) Efen­dimizin mübarek ve yüce sünneti demektir.
EHLİ SÜNNET: Şia mezhebi haricinde olan İs­lâm mezheplerine bağlı bulunan kimseler. Ki yer yü­zündeki   müslümanların  tamamına  yakın  bir çoğunluğu ehl-i sünnettendir. [18]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..