Önce İslama Da'vet, Sonra Savaş

İslâma da'vet olunmayan kâfirlerle savaşmak caiz olmaz. Savaş, ancak, İslama da'vet ettikten sonra caiz olur. Hidâye'de de böyledir.

Kâfirleri İslama da'vet etmeden, onlarla savaşan müslümanlar, günahkâr olurlar.

Ancak, öyle bir savaş neticesinde, kâfirlerin telef edilen kanlan ve malları tazmin edilmez. Kadınları ve çocukları hakkındaki hükümler de böyledir. Mebsût'ta da böyledir.

Da'vette mübalağa etmek müstehaptır.

Ancak, kâfirleri, ikinci defa da'vet etmenin müstehap olması için, şu iki şarttan birinin bulunması gerekir:
1) Da'vetin sunulması, müslümanlara zarar vermemelidir.

Eğer, düşmanlar, önce da'vet edilirse; onların,isavaşa hazırlanacak­ları veya bir hile kuracakları yahut sığınak yapacakları, bilinirse; bu durumda, önce da'vet müstehap olmaz.
2) Onların, yapılacak da'veti, kabul edeceklerinden ümitli bulu­nulmalıdır.

Fakat, onların, da'veti kabul edecekleri ümidi yoksa; da'vetle meşgul olunmaz. Muhıyt'te de böyledir.

Da'vetin önce, bu düşmanlara ulaşmış olması hâlinde, onlara, gece   veya   gündüz   taarruz   etmede,  bir   beis   yoktur.   Serahsî'nin Muhıytı'nde de böyledir.

Kâfirler, İslâmiyeti kabul   etmekten   veya   cizye  vermekten kaçınırlarsa;   Allanın   yardımı  talep  edilerek,   onlarla  savaş   edilir. ihtiyar'da da böyledir.

Savaşılan düşmanlara karşı, inancılıklar dikilir; onlar yakılıp, üzerlerine su  dökülür;  ağaçlan  kesilip,   ziraatları  tahrip  edilebilir. Hidâye'de de böyledir.

Düşmanların kalelerine çıkmakta bir beis yoktur.

Onları, suya garketmede ve evlerini yakmada da bir beis yoktur.

Hasan bin Ziyâd, şöyle diyor:

"Bu hüküm, düşmanların kalesinde, müslüman esir bulunmadığının bilindiği zaman geçerlidir. Fakat, bu bilinmiyorsa, o kalenin yakılması veya suya gark edilmesi helâl olmaz."

Ancak, biz deriz ki: "Bizi böyle yapmaktan, o kâfirler men ediyor­larsa; onlara karşı mazeret hasıl oluyor. Kendileri ile savaşılıp, taarruz edilen ve kalelerine çıkılan müşriklerin kalelerinde, müslüman esir bulunmaması, çok az bir ihtimâldir. Ancak, önceki hükümde kasdedi-lenler, müşriklerdir." Mebsût'ta da böyledir.

Kâfir kalelerine, ok ve kurşun atmakta; —oralarda, müslüman esir veya tüccar olsa bile— bir beis yoktur.

Şayet, kâfirler,müslüman çocuklarını veya müslüman esirleri, ken­dilerine kalkan ediniyorlarsa; askerler, onlara ok veya benzeri şeyler atmaktan men edilmezler.

Çünkü, bu askerlerin maksatları, kâfirlere atmaktır.

Attıkları,  o  müslümanlara isabet ederse;  diyet ve keffâret de gerekmez.

Ordu kalabalık olduğu zaman, kadınları ve mushafh askerlerle birlikte savaşa çıkartmakta, bir beis yoktur. Çünkü, bu durumda, onlar emniyet altındadırlar.

Ancak, bunlar için emniyetli bir durum olmazsa; küçük seriyyelerle birlikte, kadınları ve mushaf-ı şerifleri götürmek mekruhtur.

Müslümanlar, emniyet altında, bir kâfir topluluğuna varacaklarsa ve onlar da, sözlerine vefa gösteren bir kavim ise, bu durumda, yan­larında Kur'an-ı Kerîm götürmelerinde, bir sakınca yoktur. Hidâye'de de böyledir.

Şayet, ordu kuvvetli ise, yaşlı kadınların, hizmet için, onlarla beraber gitmelerinde beis yoktur.

Genç kadınlara gelince, onlar, evlerinde otururlar. Fitne korku­sundan dolayı, genç kadınların, askerlerle beraber savaşa gitmemeleri daha evladır. Ancak, bunun için, ordunun bu gibilere ihtiyacının olmaması gerekir.

Cariyeler ise, hür kadınlar gibi değildirler; yani, onlar harbe çıkabilirler. Tebyîn'de de böyledir.
Fâsık kimseler, zurna çalarak savaşa çıkmak istedikleri zaman mümkün olursa, sâlih kimseler, bu fâsık kimselerle birlikte savaşa çıkmazlar. Buna imkân yoksa; onlarla birlikte savaşa çıkarlar. Fetâvâyi Kâdîhân'da da böyledir. [31]


Eser: Fetvayı Hindiye

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

Fetvayı Hindiye

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..