ESERİN TANITIMI

Yüce kitabımız kur'ân-ı kerîm, şeriatın külli esaslarını ve islâm ümmetinin temel dayanağını oluşturmaktadır. Sünnet ise nihâi ola­rak kitâb'a döner; onun mücmelini açıklar, müşkil olan hususlarına açıklık getirir, onda genel hatları ile verilen konulara detaylar getirir. Bu itibarla, islâm şeriatından bizzat doğrudan doğruya ahkâm çıkar­ma amacında bulunan kimsenin, mutlaka kitâb ve sünnete, ya da ke­sin bir şekilde onlara dayanan icmâ ve kıyasa başvurması kaçınılmaz olacaktır.
Kitap ve sünnet arap dili ile gelmiştir. Tabiî arapların kendileri­ne has dili kullanış âdet ve şekilleri bulunuyordu. Bu kullanış âdet ve şekilleri ile kelâmda söz konusu olan sarîh, zahir, mücmel, hakikat, mecaz, âmin, hâss, muhkem, müteşâbih, nass, fahvâ ve daha benzen şekiller birbirinden ayrılıyordu. Bunun tabiî bir neticesi olarak, islâm şerîatmı bu iki kaynaktan öğrenmek isteyen kimsenin, gerek konuşan açısından ve gerekse dinleyicilerin zihinlerine doğan mânâlar açısın­dan, bütün yönleri ve incelikleri ile arap dilini bilmesi zorunluluk ar-zetmektedir. Arapça'nın bu düzeyde bilinmesi, ictihad için gerekli te­mel şartlardan olmaktadır. Nitekim bütün usûl âlimleri bu hususu belirtmişlerdir. Bunların başında da er-risâle adlı usûlle ilgili ese­rindeki açıklamaları ile imam şâfıî (204/819) gelmektedir.

Pâk ve yüce islâm şeriatının yükümlülükleri, insanları sadece dînin sultası altına sokmak için rast gele konulmuş değildir. Aksine onlar yüce şeriat sahibinin, insanların dünya ve ahiret seâdetlerini birlikte sağlamak şeklinde ifâde olunan maksatlarının gerçekleştiril­mesi amacı ile konulmuştur. İstisnasız bütün hükümlerde şu husus­lardan birisinin bulunmasına riayet edilmiştir:

A) Ya dinin, insan hayatının, aklın, neslin ve malın korunması şeklinde özetlenen ve 'zarûriyyât' (zorunlu olan) diye isim­lendirilen beş husustan birisi göz önüne alınmıştır. Bu esas­lar bütün insanlık tarihinde ve her millet tarafından dikkate alınan prensiplerdir . Şayet bunlar olmasa ne dünya hayatı­nın düzeni mümkün olur, ne de ahirette kurtuluşa ulaşılabi­lirdi.

B) Ya da 'hâciyyât' (gerekli olan) tabir edilen bir husus göz önünde bulundurulmuştur. Muamelât kısmı bu gruba girer. Zarû-riyyâttan sonra eğer bunlar da dikkate alınmasaydı, insan­lar büyük bir güçlük ve sıkıntı içerisine düşerlerdi.

C) Veyahut da 'tahsîniyyât' (güzel olan) adı verilen bir hususa dikkat edilmiştir. Bunlar en üstün olarak yaratılan insanın insanca yaşamasını, ahlâkî olgunluğa ermesini, adâb-ı mua­şerete uygun bir hayat tarzı sürmesini temine yönelik husus­lardır.

D) Ve nihayet bu üç hususu tamamlamaya yönelik, onların ger­çekleşmesine yardımcı olacak 'mükemmilât'la ilgili bir husu­sa riayet edilir. Fıkhın düzenleme alanına giren hiçbir konu­da (ibâdetler, muamelât, cezalar), bu saydığımız hususların göz ardı edilerek, maksatsız bir hüküm serdedilmiş olması söz konusu değildir. İslâm şeriatında hükümler maksatları gerçekleştirmek için vardır.

Hiç şüphe yoktur ki, bu üç derece, gerçekleştirilmesi için yapılan talebin, sınırlarının çiğnenmesini de yasaklayan nehyin yoğunluğu ölçüsünde farklılık arzetmektedir.

Bu konu çok büyük bir denizdir; şâri'in maksatlarını:

A) Sâri', ilk başlangıçta şeriatı vaz' ederken neyi kasdetmiştir?

B) Onların anlaşılır olmasındaki amacı nedir?

C) İnsanları onların gereğini yerine getirmekle yükümlü tutma-smdaki amacı nedir?

D) Mükellefin onun hükmü altına girmesi hususundaki amacı ne olmaktadır? Gibi çeşitli açılardan ele alarak o'nun hüküm­lerde gözetmiş olduğu maksatları ortaya koyabilmek zor iştir ve bunun için geniş açıklamalara, detaylara, küllî (genel) kaidelere ihtiyaç vardır.
Bu maksatların derinliğine araştırılması, ortaya konulması, furûlarma ne denli tatbik edildiğinin etüd edilmesi, şeriatın kaynak­larının istikraya1 tabi tutularak bu maksatlara ulaşılması, 'hikmet-i teşrf ilmidir ki, şer'î ahkâmı bizzat tafsîlî delillerinden elde etmeye (istinbata) çalışan herkesin mutlaka bilmesi gerekmektedir.
1. Bu esere ait önemli terimlerden biri olması sebebiyle, bu kelimeyi, aynen ko­ruduk. Keiimenin ifade ettiği anlam, birşeyin derinlemesine incelenmesi, cüz'iyyatm teker teker ele alınması ve böylece genel bir neticeye ulaşılması (tümevarım) olmaktadır. (ç

Zira şeriatın genel maksatlarına ve prensiplerine bakmaksızın sadece cüz'î deliller üzerinde düşünmek ve neticeye varmak yeterli değildir. Neyi alıp neyi bırakacağım bilmede kendisine yardımcı ola­cak şer'î maksatlar kıstası elinde bulunmadığı zaman hukukçu, ilk bakışta cüz'î delillerin birbirleri ile çatıştığını, bunlardan bir kısmanın diğer kısmına ters düştüğünü düşünebilecektir. Şu halde yapılması gereken şey cüz'î hususların küllî (genel) prensiplere vurulmasıdır. Varlık türlerinden her birinde, cüz'iyyatın külliyât (parçanın bütün) karşısındaki durumu ne ise burada da böyledir.cüz'iyyât, külliyâttan ayrı olarak ele alınıp düşünülemez.  

İmam gazzâlî, müetehidin hüküm çıkarmada göz önünde bulun­duracağı hususlarla ilgili faydalı açıklamalardan sonra, imam şafiî'­den yaptığı nakille buna işarette bulunmuş ve şöyle demiştir: "müctehid önce küllî kaideleri göz önünde bulundurur ve onları cüz'iyyatm önünde tutar. Kesici ve delici olmayan bir şeyle öldürme konusunda olduğu gibi. Katli engelleme kaidesi esas alınır ve cüzî bir konuda vâ-rid olan isim ve şekle takılıp kalınmaz,"

Bu açıklamadan, şer'î hükümlerin istinbâtı (çıkarılması) için iki temel şartın bulunması gerektiği anlaşılmaktadır:

A) Arap dilini iyi bilmek.

B) Hikmet-i teşri' ilmini ve şer'î maksatları bilmek.
Birinci şart sahabe ve tabiîn neslinde bir meleke ve seciye şeklin­de mevcut bulunuyordu. Çünkü onlar hâlis araplardı, dolayısıyla arapçaya hâkim olabilmek için dil kaidelerine herhangi bir ihtiyaçları yoktu. Onlar aynı zamanda ikinci şartı da kendilerinde mevcut bulun­duruyorlardı. Çünkü hz.peygamber'le [nlvstotu] uzun bir beraberlik­leri vardı ve şer'î hükümlerin nüzul ve vürûd sebeplerini çok iyi bili­yorlardı. Kur'an ve hadisler gelişen olaylara müvâzî olarak nazil ve vârid oluyordu. Onlar berrak zihinleri ile bunlara tanık oluyorlar ve sâri' teâlâ'mn teşrîden amaçladığı maslahatları kavrıyorlar, gözeti­len şer'î maksatları anlıyorlardı. Nitekim onların görüşlerine ulaşma­ları sırasında birbirleriyle olan karşılıklı konuşmalarına, imamların bir şey söylemeden geçtikleri şer'î hükümlerde onların görüşlerine ay­rı bir yer verdiklerine vâkıf olanlar bunu bilirler.

Onlardan sonra gelenler ise bu iki özelliğe birlikte sahip değiller­dir. Dolayısıyla da onların mutlaka, arab dilinin kullanılış şekillerini gösteren kaidelerle, hükümlerin teşriinde şâri'in maksatlarını orta­ya koyacak kaidelere ihtiyaçları vardır. Bu kaidelerin tedvîni amacıy­la birçok âlim ortaya çıkmıştır; bunlardan kimi uzun kimi de kısa tut­muş ve topladıkları bu kaideler bütününe 'usûl-ı fıkıh' adını vermiş­lerdir.

Birinci şart arap dilinde maharet kazanmak olduğu için, bu ko­nuda olup da dil âlimleri tarafından ortaya konulan ve hüküm çıkarmada doğrudan ihtiyaç duyulan kaideleri usûl-ı fıkıh içerisine almış­lardır; hatta öyle ki bu tür kaidelerin, usûl-ı fıkıh içerisinde tedvin edi­len konuların çoğunluğunu teşkil ettiği görülür. Bunlara hükümlerin tasavvuruyla ilgili bazı hususlarla; kelâm ilminin bazı mukaddime­lerini ve meselelerini de eklemişlerdir.

Tedvin ettiklerinin bütününde, usûlün esâsını teşkil eden konulara ağırlık vermeleri gerekirdi. Bunlar çeşitli yönleriyle kitâb ve sünnetle ilgili hususlardır. Sonra da icmâ, kıyas ve ictihâdla ilgili ko­nular olacaktır.

Ancak usûlle uğraşan âlimler ikinci şartı tamamen ihmâl etmiş­ler ve şâri'in maksatlarından hemen hemen hiç söz etmemişlerdir. Sadece 'kıyâs' bahsinde, illetin şâri'in maksatlarına ulaştırıp ulaştır­maması açısından taksimi sırasında atıfta bulunmak ve birinci takdi­re göre zarurî, hâcî ve tahsînî olmak üzere üçe ayrılacağını ifâde et­mekle yetinmişlerdir. Halbuki, bu kısım, üzerinde durmaya, uzun uzadıya açıklamada bulunmaya, derinlemesine araştırılmaya ve ne­ticelerinin tedvinine, diğer ilimlerden olduğu halde 'usûl' içerisinde yer verilen pek çok meseleden daha lâyık bulunuyordu.

Bu ilim beşinci asırdan itibaren, o zamana kadar birinci kısımla ilgili bahisler çerçevesinde ulaştığı noktada durmuştur. Bundan son­ra usûlle ilgili yazılan bütün eserler hep aynı şeylerin tekrarı olup da­ha öncekilerin ya ihtisarı ya şerhi mahiyetindedir ya da eski şeylerin yeni kalıplara dökülmesi tarzındadır.
Böylece usûl ilmi iki rüknünden birisini konu edinen büyük bir kısmından yoksun olarak asırlar boyu kaldı. Sonunda yüce Allah se­kizinci hicrî asırda bu noksanlığı telâfî etmek üzere ebû ishâk eş-şâtıbî'yi hazırladı. Şâtıbî, bu kadri yüce ilim içerisinde ihmal edilen bomboş sahaya girdi ve hikmet-i teşrî ilmini kurmaya muvaffak oldu: o mekâsıdı dört nev'e ayırdı, sonra da bu nevilerden her birini fasılla­ra boldü. Bunlara teklif hususundaki mükellefin maksatlarını da ek­ledi. Böylece o muvafakat adlı elinizdeki bu eserinde usûl ilminin bu yönünü altmış iki mesele ve kırk dokuz fasıl içerisinde ortaya koydu. Böylece şeriatın nasıl mesâlihe itibar esâsı üzerine kurulu olduğu, onun dünya durdukça bütün insanlığın ebedî değişmez genel bir ni­zâmı olduğu, çünkü genel ve normal hallerde tatbik edilebilirlik pren­sibine riâyet edildiği; örf ve âdetlerin değişmesi halinde hükümlerin değişmesinden maksadın, aslî hitapta herhangi bir değişiklik olmadı­ğı, aksine örf ve âdetlerin farklılık göstermesi durumunda her âdete ait hükmün bir başka esasa dayanacağı; bu şeriatın özelliğinin hoşgö­rü, müsamaha ve yumuşaklıkla muamele esasları olduğu; zayıf-güçlü herkesi aynı şekilde muhatap tuttuğu, anlayışlı anlayışsız herkesi  doğru yola erdirdiği gün gibi ortaya çıkmış oldu. [5]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..