Müellifin Önsözü


İlmin nuru ile bizleri cehalet karanlıklarından kurtaran, kendi­sinden edinilen basiretle sapıklığın kör çukurlarına düşmekten koru­yan, sevgili peygamberimiz hz. Muhammed [ alvy«3ssu 1 ile gönderdiği şeriatında bizler için en yüce alâmetler, en açık deliller koyan yüce rabbimizehamd olsun. Buhamdediş onun bize olan sayısız ve pek de­ğerli nimetleri içerisinde en üstünü olmaktadır.
Bu nûr parlamadan önce kör yürüyüşü yürüyorduk. Akıllarımız menfaatlerimize uygun şeyleri elde edebilmek için rastgele koşturu­yordu. Çünkü bu yükleri taşıyabilecek kadar güçlü değildi; iyi ve güzel arasında kötülüklerin mihverini teşkil eden nefsin cirit meydanında peşin zevkler işin içine karışıyordu. Neticede dertlerimize karşı ilaç yerine zehiri koyuyorduk ve bundan şifâ bekliyorduk. Suyu sıkılan avucu içerisinde tutmak isteyen kimseye benziyorduk. Vehim deni­zinde hayır ve şer arasında yüzdük durduk; nereye gideceğimizi bile­miyor, rehberimiz olmadığı için karanlık gecede nereye gittiğimizi bilmeden yol alıyorduk. Sakat kıyaslar yapıyor, hasta vücûttan sağ­lıklı davranışlar bekliyorduk. Yüz üstü sürünüyorduk, fakat kendimi­zin sırât-ı müstakim üzere yürüdüğümüzü zannediyorduk. Sonra ilâhî kader tecellî etti, insanların çaresizliği tek ve kahhâr olan yüce Allah'a ulaştı, ihtiyâcı hisseden insanların arzulan ona teveccüh etti. Hâl diliyle durumun doğruluğu ve ortaya konulan işlerde ilâhî mü­dâhaleye ihtiyaç zarureti sabit olunca, yüce rabbimiz sonsuz lutfu ve keremiyle imdadımıza yetişti. Nihayetsiz iyilik ve şefkat sahibi yüce Allahımız, her şeyi kuşatan merhametiyle bizi bürüdü. Eğer böyle ol­masaydı biz içinde bulunduğumuz durumdan bir çıkış yolu bulup, kendi kendimize yollar içerisinden doğrusunu ayıramazdık. Yüce Allah bu keremi neticesinde özrümüzü makbul kıldı; peygamberler gön­dermeden önce meydana gelen hatalarımızın affının mümkün oldu­ğunu belirtti. Nitekim: "biz peygamber göndermedikçe azâb ediciler [20] değiliz,"[12] buyurmaktadır. Sonunda ümmetler içerisinden peygam­berler gönderdi. Arapolsun, arap dışında başka kavimler­den olsun, her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdi. Böylece peygamberler hak yolu, kavimlerine y akînen gösterecekler, onları bel kemerlerinden yakalayarak cehenneme götürecek tehlikelerden ko­ruyacaklardı. Zaman itibarıyla son, üstünlük itibarıyla ilk sırada[13] yer alan biz islâm ümmetine de özel bir ayrıcalık verdi; çünkü tevhîd bi­nasının tamamlayıcı son tuğlası ve hitâm-ı misk olan rahmet peygam­beri, mahza nimet, ümmî hikmet-i bâliğa sahibi olan hâşimî soyun­dan tertemiz bir asıla sahip muhammed b. Abdillah'ı bize göndermiş­ti. Onu bize şâhid, müjdeci, korkutucu, hakka dâvetçi, aydınlatıcı nûr olarak gönderdi; apaçık arapça olan, şüphe ile kesin bilgi arasını ayı­ran, ne önünden ne de arkasından bâtılın asla yol bulamayacağı yüce kitâb'ını ona indirdi. Sadra şifâ beyan ve yeterli îzah gücünü onun eli­ne koydu. Onu en güzel övgülerle övdü, terbiyesini kendi üzerine aldı ve onun tüm vasıf ve özelliğini ahlâk ve şemailinin oluşturduğunu be­lirtti. Bütün bu özelliklerin sahibi olan hz.peygamber sözle­ri, fiilleri, terk ve takrîrleriyle tasvibleriyle) Allah'ın şeriatını açıkla­yıcı oldu. Artık gözü görene herşey gündüz gibi parlaktı, hak ve haki­kat bulutsuz, engelsiz günde güneş gibi ortaya çıktı.
Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan rabbimize hamd ediyor; ona olan hamdimizi o'ndan bize ulaşan bir nimet telakki edi­yoruz. Ona sayısız şükrediyor, şükrün nimetlerin artışı için bir baş­langıç olduğunu biliyoruz. Alllah'tan başka ilah olmadığına, onun eşi ve benzeri olmadığına, o'nun her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıf bu­lunduğuna, herşeyin istisnasız yaratıcısı olduğuna, itâaatkâr-âsî ayı­rımı yapmaksızın adalet, ihsan, lütuf ve kerem sıfatlarının gereği ola­rak ve teminâtı hükmünce herkesin rızkını verenin o olduğuna şehâdet ederiz. Nitekim bu meyânda şöyle buyurmuştur: "cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan bir rızık istemem; beni doyurmalarını da istemem. Şüphesiz rızıklan-dıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah'tır."[14] "ehline namaz kıl­malarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyo­ruz, sana rızık veren biziz. Sonuç Allah'a karşı gelmekten sakınanın­dır" [15] bütün bunlar insanların üstlendikleri emâneti edaya kendile­rini verebilmeleri içindir. O emânet ki, kendilerine arz yoluyla sunul­muş, kendi gönülleriyle hesap verecek şekilde yüklenmeleri üzerine de artık onunla mecbur tutulmuşlardır. Keşke ondan irkilip, korksalar da kabule yanaşmasalardı; işin sonunu ve önemini daha baştan düşünselerdi. Ne var ki, durumun vehâmeti onların hatırlarına gel­memişti. Oysa ki, gökler, yer ve dağlar teklif edilen şeyin vehâmetini, ağırlığını kavramışlar ve kabule yanaşmamışlardı. Bu yüzden de insanoğlu çok zâlim ve pek câhil diye nitelendirilmişti. Vakıa Allah'ın takdiri yerini bulacaktı. Bu arzettiğimiz hususa şu âyet açıkça delâlet etmektedir:"doğrusubizemâneti (sorumluluğu)göklere,yerevedağ-lara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Çok zâlim ve pek câhil olan insan ise onu yük­lenmiştir."[16] her şeyi hikmet ve takdiri ile, ezelî ilim, kaza ve kader programına uygun olarak yürüten yüce Allah her türlü noksan sıfat­lardan münezzehtir. Böylece insan kendi yüklendiğinden mesul tutu­lacak ve bu kendileri hakkında bir delîl olacaktır. Yüce Allah yaptıkla­rından mesul değildir. Sorguya çekilecek olanlar insanlardır.

Muhammed'in Allah'ın kulu, rasûlü, sevgilisi ve dostu olduğuna; sâdık ve emin bulunduğuna; âlemlere rahmet olmak üzere hanîf dini ile; mükelleflerine rıfkla, yumuşaklıkla davranan bir şe­riatla gönderildiğine şehâdette bulunuruz. Onun beyanları kolaylaş­tırıcı bir lisanladır. Rıfkla muamele onun şeriatının özelliği, hoşgörü ve müsamaha ile davranma ise onun meziyetidir. Zayıf-güçlü herkesi aynı şekilde muhatap tutar; anlayışlı-anlayışsız herkesi doğru yola ulaştırır; itâatkâr-âsî ayırımı yapmadan herkese merhamet eder; gö­nüllü-gönül süz herkese yön verir; adalet karşısında soylu-soylu olma­yan herkesi eşit tutar; emir ve yasaklarına boyun eğenleri dünya ve âhirette yüce bir mevkie ulaştırır; nebî olmasa bile nübüvvet nurunu içerisinde taşıyacak bir makama ulaştırır; onunla muttasıf olanlara sünnet elbisesi giydirir de sonunda Allah'ın bir velî kulu kılar; ona uyan ve destek olan bir kul, fakir de olsa ne kadar zengindir. Ona karşı gelip haddi aşan kimse, zengin de olsa ne kadar fakirdir.

Hz. Peygamber, görevi boyunca bu yüce pâk şerîate yi­ne bizzat şerîatle davette bulunmuş, kendisine tevdî edilen emâneti eksiksiz olarak insanlara ve cinlere ulaştırmış, şeriatı kendi burhan-larıyla korumuş, kesin delilleriyle sınırlarını himaye etmiş, tebliğ ve beyân için gerekli bütün gücünü sarfetmiş, hem lisânı haliyle hem de sözüyle "ben apaçık bir uyarıcıyım" buyurmuştur.

Allah'ın salât ve selâmı onun, âl ve ashabının üzerine olsun. O as­hap ki, şeriatın maksatlarını kavramış ve onları elde etmişler, onların kaide ve temellerini ortaya koymuşlar, işaretleri üzerinde düşünmüş­ler, prensip ve gayelerinin gerçekleştirilmesi için ciddî çalışmalar yap­mışlar, bütün bunlardan öte dünyevî emellerini atmak için yeterli öze­ni göstermişler, amellerini düzeltmek için ilmi vâsıta olarak kullanmışlar, hayırda yarışmışlar ve herkesten ileri geçmişler, sâlih amellere koşuşmuşlar ve kendilerine yetişen olmamıştır. Neticede basiret ufuklarında furkân güneşi doğmuş, kalplerinde yakın nuru parlamış, hikmet pınarları dillerinden dökülmeye başlamıştır; onlar îmân, islâm ve ihsan sahipleri idiler. Nasıl öyle olmazlardı ki, kapıyı ilk çalan onlardı; dolayısıyla seçkinlerin seçkini, özün özü ve akıl sahiplerinin yollarını onların nurlarıyla bulacağı yıldızlar olmuşlar­dı. Allah, uyacaklar için bir önder, hidâyet arayanlar için seçkin bir ör­nek olan onlardan ve onlardan sonra gelen kimselerden ve kıyamete dek iyilikle onlara uyanlardan razı olsun.

Hamd ü sena, salât ve selâmdan sonra diyoruz ki; ey en yüce il­min gerçeklerini araştıran, akılların en üstün verimlerini elde etmeye çalışan, en tatlı anlayış kaynaklarına susayan, bâtın mânâları elde et­mek, yazılı metinler içerisinde zahir mânânın ötesinde bulunan ma­nalara ulaşmak için, onların etrafında dolaşan kimse! Şimdi artık tam arzularınızın birbirine denk düştüğü kimseye kulak vermen, onunla karşılıklı mübâhase etmen zamanı gelmiştir. Çünkü onun vecdine sen de ortak oldun. Artık onun sır mahalline dönmelisin. Böylece onun şikâyetleri seni harekete geçirsin de bunun neticesinde onun koştuğu yolda sen de koşasın, onun alaca karanlıkta yaptığı yolculuğu sen de yapasm. Elbette ki bu yolculukta yorulacaksın. Fakat sabah olunca bu gece yolculuğunun yorgunluğunu memnuniyetle karşılayacaksın.

Müellif maksadına ulaşmak uğrunda geniş çöller katetmiş, bu yolda iyi ve kötü şeylerle karşılaşmış, sıkıntılara göğüs germiş; karşı­sına çıkan engeller meyanmda acı tatlı olaylarla yüz yüze gelmiştir; onun yoluna çıkan engellerden kimi yol vermiş kimi ise geçit verme­miştir. Eğer dilersen yolculuk sırasında karşına çıkacak yorgunlukla­rın üstesinden gelecek, maruz kalınacak sıkıntıları kovacak, yol ver­meyen engelleri parçalayacak bir şeyler bulabilirsin. Unutma ki, ne kedersiz ve sıkıntısız bir hayat; ne de rahat içinde bir ölüm vardır. Sö-zün kısası yolcunun yola girmesi sırasında başına gelebilecek en kor­kunç durum furkân nurundan mahrum gece gibi karanlık bir zihinle, saçma sapan düşlerin sadmeleriyle hasta düşen bir kalple yolculuk boyunca rehberden mahrum olmasıdır. Tabiî bu durumda yolcu yol­dan çıkacak ve kendi hedefine gitmeyen başka bir kervana intisap ede­cektir.

Sonunda kerîm olan iyilik ve rahmet sahibi, dilediğini dos doğru yola hidâyet eden yüce Allah lütuf ve ihsanda bulundu. Cisimlere ruh gönderildi, resimlerin hakikatleri zahir oldu, isimlerin sahipleri (mü-semmâlar) ortaya çıktı; böylece hak gözüktü ve apaçık belirdi, bulut­lar altından furkân güneşi doğdu ve parladı; zayıf nefis güç buldu, kor­kak kalp cesaret kazandı. Hak geldi ve bâtıl zail oldu. Aklın bazı sırlarmı tafsilden âciz kaldığı, dilin onda birini bile yaymaya takat yetiremediği sahih ve güzel sözler, nâdir fâideler, göz kamaştırıcı güzellik­ler serdeyledi. Bunu yaparken bilineni bilinmeyenden ayırdı; avam, havas, toplum ve fertlerin mertebelerini ortaya koydu; mukallid, müc-tehid, sâlik, mürebbî, öğrenci ve üstaddan herbirinin anlayış derecele­rine, çalışkanlık ve gevşekliklerine, kusur ve icrââtlarına göre hakla­rını tam olarak verdi, onlardan herbirisini kendi bulunduğu mertebe­ye koydu, kendilerine has olan makamda bulunan büyük küçükherşe-yi onlara gösterdi, onları adalet ve itidalin sahası olan orta yol üzere olmaya şevketti; ifrat (teşeddüd) ve tefrit gibi iki aşırı uç ve sapmadan; çelişki ve akla aykırılıktan kurtulmaları için, zorlaştırma ile ihmâl ve umursamazlık arasında tarîk-i müstakim üzere orta bir yol vazetti. Sânına lâyık her türlü hamd ü sena o'na mahsûstur; üzerimize olan noksansız nimetleri, sonsuz lutufları dolayısıyla şükür sadece o'na hastır.

Gizli sırlardan bir kısmı zaman zaman açığa çıkmakta ve yüce Allah dilediğine bildirmekte ve hidâyet etmektedir. Ben de öteden beri kitâb ve sünnet'ten gözetilen maksatları beyân amacıyla içime doğan bu sırlardan nâdir ve değerli olanları bazan tafsilatıyla bazan da özet olarak kaydediyor, kaynaklarda bulunan şâhidlerini açık ve net bir şekilde topluyordum. Bunları yaparken cüz'î delillerle yetinmiyor, külli istikralara dayanıyordum; onların nakle dayalı esaslarını güç ve kabiliyetim nisbetinde bir takım aklî önerme ve izahlarla beyan edi­yordum. Sonra yüce Allah'a istiharede bulunarak, bu nâdir ve değerli sırları telîf etmek, sonuçlan esaslarına bağlayacak başlıklar altında bir araya toplamak istedim . Böylece üzerinde düşünülmesi ve elde edilmesi kolaylaşmış olacaktı. Usûl-ı fıkhın başlıkları altına onları yerleştirdim ve bu ilmin sistematiğini kullandım. Neticede kitap beş kısımdan meydana gelmiş oldu:

I. Maksada ulaşabilmek için gerekli olan ilmî mukaddimeler.

II. Hükümler ve ilgili bahisler: mahkûmun bih, mahkûmun aleyh; vaz'î hükümler (düzenleyici, bağıntılı hükümler), tek-lîfî hükümler (yükümlülük getiren hükümler) gibi.

III. Şer'î maksatlar ve bunlarla ilgili hükümler.

IV. Şer'î deliller ve bunlara nisbet edilen konuların genel olarak ve tafsilatlı bir şekilde açıklanması; alındıkları yerleri ve bunlarla mükelleflerin fiilleri üzerine hangi şekilde hüküm­de bulunulacağı.

V. İctihâd ve taklîdle, bunlardan her birisiyle muttasıf olanlar­la ilgili hükümler, keza tearuz (çelişki görünümü), tercih, suâl, cevap... Gibi konular.

Bu kısımlardan her birisinde hedeflenen amaca ulaştıracak, elde edilmelerini kolaylaştıracak meseleler, girişler, 'taraflar ve fasıllar bulunmaktadır.

Hoşgörü ve kolaylık esası üzerine kurulu bulunan şerîatle ilgili yükümlülüklerde gözetilen hikmet ve sırlardan bahsedildiği için bu eserime 'et-ta'rîfbi esrân't-teklîf adını vermiştim. Sonra bu isimden garib bir sebepten dolayı vazgeçtim. Şöyle ki: bir gün kendilerinden istifâde edebileceğim için sırtımı ilmî toplantılarına dayadığım üstad-lardan birisi ile karşılaştım. Kitabımın tertip ve tasnifine başlamış, onun olgunlaştınlması ve telifi için önüme geçecek her türlü meşgale-den kendimi uzaklaştırmıştım. Bana:
"—gece seni rüyamda gördüm. Elinde te'lif etmiş olduğun bir ki­tap vardı. Ben sana, 'o nedir?' diye sordum. Bana, onun kitâbu'1-mu-vâfakât olduğunu söyledin. Ben sana bu zarîf isimlendirmenin nere­den geldiğini sordum. Sen de, ibnu'l-kâsım'la ebû hanîfe'nin mez­hepleri arasını bu kitapla telif etmeye muvaffak olduğunu söyledin." dedi. Ben kendisine:

"—hedefe, sâdık rü'yâdan çıkıp gelen bir okla isâbetettiniz ve nü­büvvet nurunun müjdelerinden olan rü'yâdan yararlı bir hisse ve na­sip aldınız. Çünkü ben mekâsıd binasını kurmak amacıyla bahsettiği­niz bu mânâların telifine başlamıştım. Çünkü bunlar ulemânın itibar ettiği esaslardır. Eski fakihler hükümlerini bu kaideler üzerine bina etmiştir." diye cevap verdim. Bunu duyunca o zât, bu garîb tevâfuktan dolayı hayrete düştü. Nitekim ben de, bu tehlikeli yolculuğa açılışım­dan ve bu üstâdlara arkadaşlık edişimden dolayı hayret içindeydim. Demek bunda da bir hayır varmış.

Ey temiz dost, vefalı arkadaş! Ben bu kitabımı yolculuğun sıra­sında sana yardımcı olsun diye yazdım; birbirine uygun düşen anlam­ları ve ittifak noktalarını açıklamak istedim; ben bunu, her şeyin anla­şılması ve araştırılması konusunda dayanağın, karşına çıkan ve seni yoran her türlü tasdik ve tasavvurda başvuracağın bir kaynağın olsun diye telîf etmedim. Zira benim bu ortaya koyduğum da nihayet ilimler içerisinden bir nebzeyi, bir kaynağı teşkil eder; çünkü akıllar farklı­dır, anlayışlar birbirlerine ters düşebilir. Hiç şüphe yoktur ki, bu kitap ilim yolculuğun sırasında sana meseleleri yaklaştıracak, şer'î ilimler­de yukarıya doğru nasıl yükseleceğini ve nereye gideceğini sana bildirecek, sülük ettiğin yolda seni zirveye ulaştıracak, senin adına hikmet incilerine talip olacak ve sonra mehrini de sana hibe edecektir.

Azim ve sebat ayaklarını öne at, bir de bakacaksın ki, Allah'ın iz­niyle vâsıl olmuşsun; ondan önüne açılan yoldan ilerle, inşAllah benim ulaştıklarımı sen de elde edeceksin. Korkaklar gibi yol almaktan, gü­zelim yollarda durmaktan, açıklamada bulunmaksızın düşünceni gerçekleştirme yoluna gitmeden sakın; taklîd çukurundan çıkarak basiret zirvesine yüksel, zayıf sorular ve haklı şüpheler karşısında hak bildiğin düşüncelerini müdâfaa edebileceğin, üstün gelebileceğin bir gayretle ve azimle sarıl; takva elbisesini kendine bir şiar kıl; insafı elden bırakma, hakkı aramak mezhebin; hakkı ehline teslim etmek prensibin olsun. Geçici hevesler kalbini elde etmesin; önüne çıkacak engeller seni amacından çevirmesin. Meseleler karşısında değerlen­diren ve tercihte bulunanlar gibi dur; ne yapacağını bilmez, şaşkın bir vaziyette durma. Ancak, istenenler muğlak kalır ve net olarak kendi­sini araştırıcıya göstermezse bu durumda, karşı taraftakiler o mesele­ye girse de, senin girmemen, konudan el çekmen yerinde bir hareket olur. Şunu bil ki, yenik düşen kimse, şüpheli konular koruluğuna dü­şen kimsedir; o sallaya girmeyip önünde duran kimse ise korunmuş ve ilimde derinliğe ulaşmış kimsedir. Şüphesiz ki, her türlü âr, ayıplama ve kınama, düşüncesizce kendisini yasaklar içerisine atıp da cehenne­mi boylayan kimse içindir. Taassub pınarından sakın içme, konunun hakikati anlaşıldığında, onukabul edip, boyun eğmekten çekinme, âsî nefislerin başkaldırısı gibi kibirlilik gösterme; bu tutum, nefsin otla-yan hayvanları için tehlikeli ve korkunç bir otlaktır; dosdoğru yoldan sapmaktır.
Eğer bu kitaptan kabul etmeyeceğin yerler olursa, sezgi ve anla­ma kapıları kapalı kalırsa ve "bu duyulmadık bir şey, mâhiyet ve işle­niş bakımından ne şer'î temel ilimlerde ne de fer'î ilimlerde böyle bir eser telîf edilmemiştir. Onun ortaya konulması ve yayılması kötülük ve bidat olarak yeterlidir." şeklinde bir zan belirirse, sakın deneme­den, tecrübe etmeden mesele çıkarıp da dikkate alıp faydalanma im­kanını ortadan kaldırıp atma. Çünkü bu kitap Allah'a hamdederek be­lirteyim ki, âyet ve hadislerin ortaya koyduğu şeylerdir, onun temelle­rini selef-i sâlih atmış, işaretlerini derin âlimler belirlemiş, rükünleri­ni düşünürler sağlamlaştırmışlardır. Eğer yol belirli ise, inkar edilme­meli; muhtevasının kabulü, ortaya konulan şeylerin sıhhatinin göz önünde bulundurulması ve ikrarda bulunulması îcâb eder. Tabiî bir insan olma hasebiyle ortaya çıkan hata ve sürçmeler, düşünceye arız olan illetler bundan istisnadır. Mutlu insan aksaklıkları sayılı olan, âlim de yanılma ve hataları az olan insandır. [26]
Bu durumda kitap üzerinde düşünen ve görüş geliştiren kimse­nin görevi, bir noksanlık gördüğü zaman onu ikmâl etmesi ve müellif hakkında hüsnü zan beslemesidir unutmaması gerekir ki müellif bu kitaba gecesini gündüzünü vermiş, rahat yerine yorgunluğu, uyku ye­rine uykusuzluğu tercih etmiş ve sonunda da kendisine bu ömrünün meyvesini, zamanının eşsiz incisini ithaf etmiştir. Müellif kendisine, yanında bulunan hikmet ve sırların anahtarlarını vermiş, kendi elin­deki emânet gerdanlığını boynuna takmıştır. Böylece müellif, beyan­da bulunma sorumluluğunun gereğini yerine getirmiştir. Üzerine vâcib olan beyân sorumluluğundan çıkmıştır. "şüphesiz ki, ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicre­ti (hicret niyeti) Allah'a ve rasûlüne ise; onun hicreti Allah ve rasûlüne’dir; kimin de hicreti elde edeceği bir dünyalığa ya da nikah­layacağı bir kadına ise, onun hicreti de hicret ettiği şeyedir."'[17]
Allah hepimizi bildiklerimizle amel eden kullarından eylesin, anladıklarımızı anlatma konusunda bize yardım eylesin. Bize rızâ­sına ulaştıracak faydalı ilim nasîb etsin, kendisiyle karşılaşacağımız günde bizim için hazırlık olacak sâlih amellere muvaffak kılsın. Şüp­hesiz ki, o her şeye kadirdir; dualara icabet eder. İşte ben amaçlanan gayeyi açıklamaya ve vadedilen şeyin gerçekleştirilmesine başlıyo­rum. Kendisinden yardım talep edilecek, kendisine sığınılacak olan yalnızca Allah'tır. Yüce ve ulu olan Allah'ın lütuf ve yardımı olmasa, ne dünyamızı ne de âhiretimizi mamur edecek güç ve kudrete sahip değiliz. [18]

 

           
[1] Sözkonusu metin elinizdeki cildin xvii-xxiu.  sayfaları arasında takdim edilmektedir. [Yayıncının notu]
[2] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/X-XIII
[3] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/XV-XVI
[4] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/XVIII-XXIV
[5] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/1-4
[6] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/5-8.
[7] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/8-9
[8] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/10-11
[9] Dogrusu tercümemizde esas aldığımız baskıda yapılan ve burada Övgü ile bahsedilen tahrîce tahrîc demök çok zor. Zira sadece "Falan rivayet etmiş­tir." şeklinde belirtilmiş, hangi kitapta ve nerede olduğu belirtilmemiştir. Dolayısıyla tercüme yaparken biz tahrîc işini tekrar yapmak zorunda kal­dık. Ancak imkanlarımız münâsebetiyle hepsine ulaşamadık ve bulabildik­lerimizin kaynaklarını Concordance'daki usûle göre gösterdik. Cilt ve say­fa numarasıyla gösteremediğimiz hadislerin tahrîcini ise eski halleri üzere bırakmak zorunda kaldık. Şunu da belirtmekte fayda vardır: Bi­zim gösterdiğimiz kaynaklar her zaman için o hadisin aynı lafızla rivayet edilen kaynağı olmayabilir. Bazan yaklaşık lafızlarla rivayet edilebileceği gibi kısmen rivayet de söz konusu olabilir. Bu itibarla veriien kaynaklar tahkik edilmeden doğrudan başka yerlerde kaynak olarak gösteriİmemeli-dir. (Ç
[10] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/11-12
[11] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/12
[12] İsrâ, 17/15.
[13] Anadolumuzdabu mânâyı ifâde eden Taşta küçük, yolda büyük" şeklinde bir tabir bulunmaktadır. (Ç)
[14] Zâriyât, 51/56-58 .
[15] Tâhâ, 20/132.
[16] Ahzâb, 33/72.
[17] Buharı, İman 41; Müslim, İmare 155.
[18] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık.1/13-20


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..