Beşinci Mukaddime:


Bir amelî neticesi bulunmayan herhangi bir meseleye dalmak, şer'an hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir. Bura­daki amelden şer'an matlûp olan [54]kalbî ve fiilî amelleri kasdediyoruz.
Bu mukaddimenin delili istikradır. Şöyle ki, biz sâri' teâlâ'mn amel bakımından mükellefe bir faydası olmayacak hususlara itibar etmediğini görmekteyiz: yüce Allah kur'ân'da: "ey muhammedi sa­na hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: 'onlar, insanların ve hac va­kitlerinin ölçüsüdür.'" buyurmuştur. Burada verilen cevap amele yö-nelikhususla ilgilidir. Yüce Allah, soruyu soran kimsenin "ay niçin in­cecik iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay olu­yor; sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor?"[55]şeklindeki kasdma iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele ala­rak, o doğrultuda cevap vermiştir.[56] sonra aynı âyetin devamında arkalarından girmeniz iyi değildir; iyi kimse kötülükten sakı-kimsedir." buyurmuştur. Âyetin tamamıyla sorulan soruya ce-n    olmak üzere indiği görüşünde olanlara göre, yüce Allah bir temsil-a   bulunmaktadır ve "bu soru evlere arkalarından girmek kabilin gerçek iyilik bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz,şuanda ve ileride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva «sahibi olmaktır." buyurmaktadır. Yine yüce Allah, kıyametin ne za­man olduğunu sormaları akabinde: "ey muhammedi senden kıyame­tin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatma­sı "[57] buyurmaktadır. Yani bunu sormak, faydasız bir soruda bulun­maktır. Çünkü, soran kimsenin onun mutlaka kopacağını bilmesi ye­terlidir. Bu yüzdendir ki, hz. Peygamber efendimiz, kendisine bunu soran kimseye: "(soruyu bırak da) onun için ne hazırladınl (ona bak!)."[58] buyurmuşlar, soru açık olmasına rağmen, o doğrultuda ce­vap verme yerine faydalı olacak bir yöne çekmişlerdir. Yüce Allah bir başka âyette: "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeye­cek şeyleri sormayın." [59]buyurmuştur. Bu âyet "babam kimdir?" diye soran bir kimse hakkında nazil olmuştur. Rivayete göre [60]bir gün hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi.

"bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyur­du. Bunun üzerine bir adam kalktı ve:

"—babam kim? Yâ rasûlallahi" diye sordu. Hz. Peygamber.
"—baban huzâfe'dir." buyurdu. Bunun üzerine âyet indi. Her iki konu hakkında başka rivayetler de bulunmaktadır. İbn abbâs; israil oğullarının boğazlanacak ineğin evsâfı ile ilgili soruları hakkın­da: "eğer onlar herhangi bir ineği boğazlasalardı, kendilerine kâfî ge­lecekti. Fakat onlar (öyle yapmadılar) ifrata gittiler, Allah da işlerini zorlaştırdı." demiştir. Bu ifade, onların sorularının lüzumsuz olduğu­nu göstermektedir. Bazılarına göre lüzumsuz sorular sormayı yasak­layan âyet, "bu haccımız, sadece bu sene için midir, yoksa ömrümüz boyunca yeterli midir?" diye soru soran ve hz. Peygamberden de: "ömrümüz boyunca yeterlidir; eğer 'evet!' deseydim o zaman mutlaka (her sene) vâcib olurdu![61] şeklinde cevap alan kimse (el-akra'b. habis) hakkında inmiştir. Hadisin bazı rivayetlerinde hz. Peygamber
"ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sor­malarından dolayı helak olmuşlardır."[62]buyurmuşlardır. Buradaki soruları fazla oluyordu ve pratik bir faydası bulunmuyordu. Çünkü onlar şayet sussalar da, amelden geri kalmasalardı; ihtiyaç olmaması açısından soru anlamsız kalıyordu. İşte bu mânâdan hareketledir ki, hz. Peygamber dedikoduve çok soru sormayı yasaklamıştı/[63]çünkü bu aynı zamanda faydasız sorular demekti. Cebrail ken­disine kıyametin ne zaman kopacağını sormuştu da "bu konuda soru sorulan kimse, soru sorandan daha bilgili değildir." buyurmuşlar[64] ve bunun hakkında ilminin bulunmadığını haber vermişlerdi. Bu da or­taya koyuyor ki, kıyametle ilgili soruya herhangi bir yükümlülük or­taya çıkmaktadır.[65] ancak kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkması üze­rine, ondan ve alâmetleri sayılan işlere düşmekten sakınmak, Allah'a dönmek gibi arzulanan neticeler doğacağı için, onları haber vermişti. Sonra hz. Peygamber  hadisini, hz. Ömer'e, kendisine in­sanlara dinlerini öğretmek için cebrail'in geldiğini ifade ile bitirmiş­tir. Şu halde kıyametin ne zaman kopacağı sorusu karşısında, cevâbın bilinmesi dinde gerekli değildir ve hz. Peygamber bunu or­taya koymuştur. Hadisteki bu mânâ ve cebrail'in bu soruyu hz. Pey-gamber'eyöneltmesindeki fayda üzerinde düşünülmelidir. Hz. Peygamber başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuş­lardır: "en büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hak­kında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir,"[66] bizim üzerinde durduğumuz konu ile ilgili ör­neklerden biri de budur. Çünkü haram kılınmadığı zaman, amel bakı­mından o şeyi sormanın ne faydası olacaktır? Hz. Ömer, âyetini[67] okuduğu zaman meyve manasına olan' ü'i+i 'kelimesini anla­dık; ama şu ı £}) kelimesi de ne oluyor? Diye sormuş, sonra: "bize tekellüfe girmek (yani üstümüze elzem olmayan işlere kendimizi kaptır­mak) yasaklanmıştı." demiştir. Kur'ân-ı kerîm'de: "ey muhammedi sana 'ruh'un ne olduğunu soruyorlar. De ki:ruh rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta sizepek az bilgi verilmiştir." [68] buyrulmaktadır. Görünüşe göre bu âyet, onlara cevap verilmediğini, ona ait bilginin, teklif konusunda ihtiyaç duyulacak türden bulunmadığım ifade et­mektedir. Rivayete göre hz. Peygamber'in ashabı sıkılmış­lar ve:
—yâ rasulallah! Bize (bir şeyler) anlat; diye talepte bulunmuş­lardı. Bunun üzerine: "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tek­rar eden kitâb'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir." [69] âyetiinmiştir. Bu âyet, taleplerinin reddi ve Allah'a kulluk konusunda faydalı olacak hususlar hariç başka bir konuda talepte bulunmanın uygun olmadığı hususunda 'nass' gibidir. Sonra bir ara yine usanma durumu olmuş ve:
—yâ rasulallah! Bize 'hadîslerin üzerinde, kur'ân'ın altında bir şeyler anlat! Demişler. Bunun üzerine de yusuf sûresi inmiştir. Hadis için ebû ubeyd'in fedâilu'l-kur'ân'ma bakınız. Yine hz. Ömer'in, kur'ân hakkında insanlara, üzerine herhangi bir amelî netice teret­tüp etmeyecek sorular soran dabî' [70]tartakladığı üzerinde düşünmek
Gerekir. İbnu'1-kevâ hz. Ali'ye âyetini [71] sorar. Hz. Ali ona:
—yazık sana! Öğrenmek için sor, sıkıntı vermek için (taannut) sorma! Demiş ve ve sonra cevap vermiştir. İbnu'1-kevâ kendisine, "ay­daki karartılar hakkında ne dersin?" demiş; hz. Ali de cevaben: "kör biri, kendisi gibi kör bir konudan soruyor." demiş ve sonra açıklamada bulunmuştur. Sonra ibnu'1-kevâ daha başka sorular da sormuştur. Haber uzundur. İmam mâlik b. Enes, pratik bir değeri olmayan konu­lardan söz etmeden hoşlanmazdı[72] ve bunun mekruhluğunu kendin­den önce geçen din büyüklerinden naklederdi.

Bu tür pratik bir neticesi olmayan şeylerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl görmediği bir kaç bakımdan açıklanabilir:

A) Bu tür lüzumsuz uğraşılar, mükellefi yükümlü tutulduğu ko­nularla uğraşmaktan alıkor. Hem bu tür uğraşılar üzerine ne dünyada ne de âhirette bir fayda terettüp etmez. Ahirette etmez; çünkü orada kişi emrolunup, yasaklandığı şeylerden sorguya çekilecektir. Dünyada da yoktur; çünkü bu tür lü-

Zumsuz bilgileri öğrenmesi, rızkını elde etme konusundaki tedbirlerine müsbet ya da menfi yönde etki etmeyecektir. Ama onu öğrenmekten duymuş olduğu manevî hazza gelince, onu elde etmek için gösterdiği meşakkat ve yorgunluk, elde ettiği lezzeti karşılamayacaktır. Bunda dünyevî bir faydanın varlığı varsayılsa bile, bunun hüsn ü kabul görmesi ve şeriat nazarında bir fayda kabul edilebilmesi için hakkında şâri'in hüsn ü şehâdeti bulunması gerekmektedir. Zira nice insanla­rın lezzet ve fayda saydıkları şeyler vardır ki, şerîatte tam ter­si hüküm almaktadırlar. Zina, içki ve diğer fısk u fücur işleri, dünyevî garazlar sâiki ile işlenmiş günahlar bu tür şeylerden­dir. Şu halde her iki dünyada da bir semere vermeyecek şey­lerle zamanı öldürmek ve böylece faydalı olan şeyleri ihmal et­mek, yakışık almayan bir şeyin yapılması kabilinden olmak­tadır.
B) Şeriat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçek­leştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamış­tır. Bunların dışında kalan şeyler, büyük bir ihtimalle kulla­rın maslahatları hilafına olan şeylerdir. Bu durum öteden be­ri müşâhade edilegelmektedir. Şöyle ki, teklîfî bir hükümle ilgisi bulunmayan ilimlerle uğraşanların tümünün mutlaka Aralarında fitne bulunduğunu, doğru yoldan çıktıklarını, ara­larında anlaşmazlıkların, ihtilafların kol gezdiğini ve bu an­laşmazlıklarının birbirleri ile irtibatın kesilmesine, birbirle­rine sırt çevirmeye ve taassuba götürdüğünü ve bunun netice­sinde de gruplara ayrıldıklarını[73] müşahadelerimiz neticesin­de görmekteyiz. Eğer insanlar bunu yaparlarsa sünnetten dı­şarı çıkmış olurlar ve bu tefrikanın aslını da sadece bu sebep oluşturur. Çünkü onlar faydalı ilmi bırakıp, faydasız ilme geç­mişlerdir. Bu ise hem öğrenci hem de hoca için büyük birfîtne-dir. Sâri teâlâ'nın yöneltilen soruya cevap vermemesi ve fay­dalı olan şekle doğru kaydırması, bu tür lüzumsuz bilgilerle uğraşmanın bir fitne olduğu ve vakti boşu boşuna öldürmek mânâsına geldiği hususunda en açık delillerden birisidir.

C) Her şey üzerinde düşünmek ve onunla ilgili bilgiyi elde etmek çabası, felsefecilerin tutumudur ki, müslümanlar onlardan tebrie ederler (uzak olduklarını söylerler). Onlar da, ancak sünnete muhalif şeylere tutunma neticesinde ortaya çıkmak­tadır. Durumu bu olan bir gidişatta, müslümanlarm onlara uymaları büyük bir hatadır ve dosdoğru yoldan sapmak olur.bu itibarla, bu tür ilimlerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl gör­memesinin sebepleri çoktur.

Soru:İlim, genel olarak güzel bir şeydir, herhangi bir kayıt geti-rilmeksizin matlûp kabul edilmiştir. İlim talebinde bulunmayı iste­yen nasslar umûm sîgasiyla ve mutlaktır; dolayısıyla ilgili nasslar her ilmi içine alır. İlmin içerisinde de, pratik neticesi bulunan olduğu gibi, bulunmayanı da vardır. Bu itibarla, söz konusu nassları, bu iki nevi­den diğerini dışarıda bırakarak sadece birisine tahsis etmek bir ta­hakküm olmaz mı?! Sonra âlimler: "sihir, tılsım vb. Gibi amel safhası­na konulması gibi bir amacı olmayan ilimlerden her birinin öğrenil­mesi farz-ı kifâyedir." demişlerdir. Bu durumda hesap, hendese vb. Gi­bi amele yaklaştıracak ilimlerin öğrenilmesi hakkında ne diyebilirsi­niz?! Yine meselâ "tefsir" ilmi matlûp ilimlerden birisidir. Bununla birlikte bazen, pratik bir neticesi olmayabilir. Fahreddin er-râzî'nin şu nakli üzerinde düşünmek gerekir. Şöyle ki: alimlerden birisi, bir yahudi'nin yanma uğradı. Yanında bir müslüman vardı ve ona kâinatın durumu hakkında bir şeyler okuyordu. Alim, yahûdîye, ona okuduğu şeyin ne olduğunu sordu. O:
—ben ona Allah'ın kitabından bir âyeti tefsir ediyorum; dedi. Âlim, hayret içinde, onun ne olduğunu sordu. Yahûdî: "onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mıv. Onda hiç­bir çatlak yoktur."[74] âyetidir demiş ve devamla: "ben ona göklerin inşa ve süslenmesi keyfiyetini açıklıyorum." demiştir. Bunun üzerine, o âlim bunu hüsnükabûlle karşılamıştır. Nakli mânâ olarak vermiş bu­lunuyoruz. Yine aynı şekilde yüce Allah'ın: "göklerin ve yerin hü­kümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı ?"[75] ifa­desi ile benzeri âyetler" aklî, naklî; kesbî, vehbî varlık âlemine çıkan her türlü ilmi içine alır.

Felsefecilerin iddiasına göre, felsefenin hakikati her ne olursa ol­sun mevcut şeyler hakkında, yaratıcısına delâlette bulunması açısın­dan düşünmek demektir. Düşünmenin de deliller ve yaratıklar üze­rinde olacağı malumdur.

Bütün bunlar, ilimlerin hepsinin istisnasız hüsnükabûl görmele­rine delalet eden yönlerdir.

Cevap: ilim talebinde bulunan nasslar sanıldığı gibi umûmî ve mutlak değillerdir; zikri geçen delillerle tahsîs ve takyîd edilmişler­dir. Bu hususa iki şey açıklık getirmektedir:

A) Sahabe ve tabiînden oluşan selef-i sâlih, pratik birfaydası bu­lunmayan bu gibi konulara dalmamışlardır. Oysa ki onlar, talep edilen ilmin mânâsının ne olduğunu en iyi bilen kim­selerdi. Dahası, hz. Ömer gibi konulara dalmayı, ya­saklanılan tekellüf (aşırılık) kabilinden mütâlâa etmişti. Yi­ne o'nun dabî' i bu yüzden tartaklaması konumuza delâlet açısından gayet açıktır. Üstelik hz. Ömer'in bu davranışına hiçbir kimse tepki de göstermemiştir. Selefin bu tür ilimlerle uğraşmamasının sebebi, hz. Peygamber'in  bu tür konulara girmemiş olmasından başka bir şey değildir. Eğer girseydi mutlaka nakledilirdi. Fakat nakledilmedi; bu da o'nun bu gibi konulara girmediğini gösterir.
 b) "Mekâsıd" bölümünde de ortaya konulacağı gibi bu şeriat ümmî bir ümmet için gönderilmiş ümmî bir şeriattır. Nitekim hz. Peygamber "biz ümmî bir ümmetiz. Hesap ki­tap bilmeyiz. Ay (eli ile işaret buyurarak) şöyle, şöyle ve şöyle­dir."[76] buyurmuşlardır. Daha buna benzer deliller bulun­maktadır. Konu yerinde genişçe ele alınmıştır.
İkinci itirazınızı kayıtsız olarak kabul etmiyor ve diyoruz ki: farz-ıkifâye olan husus sadece, mâhiyeti bilin sin veya bilinmesin, her fâsid ve bâtıl olan şeyin reddidir; şu kadar var ki, onun fâsid olduğu­nun bilinmesi zarurîdir, bunu da şeriat tekeffül etmiştir. Bu hususa delilimiz şudur: hz. Mûsâ sihirbazların ortaya koydukları sihrin hakikatini bilmiyordu. Bununla birlikte elinde bulunan ve daha güçlü olan mucize ile sihir iptal edilmişti. Hz. Musa'nın sihrin hakikatini bil­mediği şuradan belli ki, onlar insanların gözlerini boyayıp, onlara kor­ku verip ortaya büyük bir sihir koyduklarında, o korkmuştu; eğer onun mâhiyetini bilseydi, ondan korkmazdı. Nitekim bilenler yani si­hirbazlar korkmamı şiardı. Yüce Allah, bunun üzerine hz. Musa'ya: "korkma, üstün olan muhakkak ki, sensin!" [77] buyurmuştu. Sonra da: "onların yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden ge­lirse gelsin, başarı kazanamaz." buyurmaktadır.Bu ifade ile, daha önceden bilgisi olmadığı bir konuda hz. Musa'ya bilgi verilmektedir.Eğer hz. Mûsâ daha önceden bilseydi, böyle bir ihtiyaç bulunmazdı.Hz. Musa'nın esas olarak bildiği tek şey, bunların bâtıl bir dâva üze­rinde oldukları idi.Bu tür konularla ilgili her meselede söylenecek söz işte bu şekilde olacaktır.Eğer iptal ve red herhangi bir yolla gerçekle-şiyorsa, bu Allah'ın bir sevgili kulunun elinde cereyan eden mucize yo­lu ile olabileceği gibi, takvadan neş'et eden ve söz konusu ilmin dışında (keramet gibi) başka bir unsurla da olabilir, maksat da budur; dolayısıyla şer'an bu gibi ilimlerin istenilir oldukları kesinlik kazanmış de­ğildir.
Tefsir ilminin matlûp ilimlerden oluşu ile ilgili itiraza gelince, bu ilim hitaptan muradın ne olduğunun anlaşılması için lazım olan şeyle­rin öğrenilmesini gerekli kılar. Kelâmda neyin istendiği bilinirse, bu­nun ötesinde kalan şeylerle uğraşmak bir tekellüf (aşırılık) olmakta­dır. Bu hz. Ömer'in meselesinde gayet açıkça ortaya çıkmaktadır.O âyetini [78]okuyunca kelimesinin mânâsında durakla­mış, onu anlayamamıştı.Hz. Ömer'in anlamadığı şey kelimenin kendi mânâsı idi ve onu bilmemek âyetin genel mânâsının anlaşılmasına halel getirmiyordu.Çünkü genel mânâ anlaşılıyordu. Şöyle ki, yüce Allah burada insanoğlunun yiyeceği hakkında söz etmekte ve gökten yağmur indirdiğini ve bununla tahıl, üzüm, zeytin, hurma... Gibi doğ­rudan doğruya; yine hayvanlara otlak kılmak suretiyle de dolaylı ol­mak üzere insanoğlu için pek çok çeşit yiyecek çıkardığını topluca be­lirtmiştir.Dolayısıyla bunların detaylarını ve hangi maddeler olduk­larını öğrenmek artık lüzumsuz hale gelmiştir ve insanın bunları da öğrenmesi gereği yoktur. İşte bu noktadan hareketledir ki Allahu a'lem! kelimesinin mânâsının araştırılmasını hz.ömertekel-lüf (aşırılık) kabilinden saymıştır. Eğer öyle olmasa da, âyetin terkibi mânâsının anlaşılması için gerekli olsaydı, o takdirde bunu bir tekel­lüf olarak kabul etmez; aksine "onun âyetleri üzerinde düşünmeleri için..."[79]âyetinin fahvâsmca öğrenilmesi matlûp olan şeylerden olur­du. Bu yüzdendir ki, aynı hz. Ömer, kendisi minberde iken:
[80]âyetindeki kelimesini hazır olanlara sormuş ve hüzeyl kabilesine mensup bir adam kalkarak, bu kelimenin kendi lügatlerinde yani azar azar noksanlaştırmak mânâsına gel­diğini söylemiş ve örnek vermek üzere de şu beyti okumuştur:(keser, yay yapılan ağacı nasıl yontar, semer de ondan, kıvırcık tüylü hörgücü)

Bunun üzerine hz. Ömer:

—ey insanlar! Câhiliyye devri şiirlerinizi toplamaya bakınız; çünkü onda kitâb'ınızın tefsiri bulunmaktadır;demiştir.
Öbür taraftan kalabalık bir cemâat içerisinde dabî': âyetinin[81] mânâsını sormuştu. Pratik hiçbir faydası yoktu ve insanların zihinlerini karıştırmaktan başka bir ama­cı da bulunmuyordu. Bu yüzden hz. Ömer, bilindiği üzere kendisini tartaklamış ti. Şu halde "onlar', üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süs­lemişiz bir bakmazlar mı?! Onda hiçbir çatlak yoktur." [82]âyetinin amelî bir neticesi olmayacak hendese ilmiyle tefsir edilmesi uygun de­ğildir. Çünkü bu tür bir tefsir arab' m bilip anlamadığı şeyler kabilin-dendir. Kur'ân ise sadece onların dilinde ve onlarca bilinen tarzda in­miştir. Bu konu Allah'ın izni ile, "mekâsıd" bölümünde açıklanacak­tır.
Pratik bir neticesi bulunmayan, arablar tarafından bilinmeyen ve şeriata nisbet edilmeye çalışılan bütün ilimler hakkında söyle­necek söz aynıdır. Tabîat ilimleri ve daha başka ilimlerle uğraşanla­rın, kendi uğraştıkları ilimlerin kur'ân'dan alındığına dâir âyetlerle, hz. Peygamber'in hadisleri ile istidlalde bulunma çabaları bir tekellüften (aşırılıktan) başka bir şey değildir. Mesela sayılarla uğ­raşanlar "...sayanlarasor." [83]âyeti ile; hendese ile uğraşanlar: "Allah gökten su indirdi de, vadiler kendi ölçülerince sel olup aktı."[84]âyeti ile astronomi ile uğraşanlar: "güneş ve ay, bir hesap iledir." [85]âyeti ile; mantıkçılar, küllî-olumsuz önermenin zıddının cüz'î-müsbet olduğu konusunda: "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir." demekle Allah'ı gereği gibi değerle ndireme diler. De ki:". ..kitâb'ı kim indirdi?"[86] âyeti ile, yine bazı hami (atıf) ve şart türlerinin diğer şeylerle; remilci­lerin: "...size indirilmiş bir kitap veya intikâl etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin." [87]âyetiyle birlikte, hz. Peygamber'in"... Kum üzerinde çizgi çizen bir nebî vardı."[88] sözleriyle iddialarını de-lillendirmeye çalışmışlardır. Bu saydıklarımız ve daha başkaları iddialarını kitaplarına dercetmişlerdir ve hepsi de kendi ilimlerinin bizatihi maksûd olduğunu kesin ifade ile belirtmişlerdir. Böylece dör­düncü suâlin cevabı da anlaşılmış olmaktadır ve "göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı?" âyetinin kapsamına araplarca bilinmeyen; içlerinden kolay ve hoşgö­rü esasına dayalı bir dîn ile gönderilmiş bulunan bir peygamberin ümmî ümmeti ile hiç de uyum arzetmeyen felsefî ilimlerin de itibâra alınmasının girmeyeceği [89]ortaya çıkmaktadır. Felsefe, öğrenilmesi-nin caiz olduğunu kabul etsek bile, kaynak bakımından zor, yolları sarp, elde edilmesi çok güç bir ilimdir. Tam bir ümmîlik içerisinde yeti­şen araplara hitab eden şeriatın, Allah'ın âyetlerinin, onun varlık ve birliğine delâlet eden delillerin öğrenilmesi için felsefe öğrenilmesi şeklinde bir kayıt içermesi uygun değildir. Kaldı ki, felsefe din büyük­leri tarafından zemmedilmiş, daha önce de geçtiği gibi, bu konuya on­larca dikkat çekilmiş bulunmaktadır.

Bu husus anlaşıldı ise, netice olarak diyoruz ki, pratik bir netice doğurmayan bir şey, şerîatçe matlûp değildir.
Lügat, nahiv, tefsir vb. İlimler gibi, üzerine şer'an matlûp olan bir hususun bağlı bulunduğu şeylere gelince, matlûp olan bir şeyin kendi­sine bağlı olduğu şey de şer'an ya da aklen matlûp olacaktır. Yerinde de açıklandığı gibi bu hususta bir problem bulunmamaktadır. Ancak burada üzerine dikkat çekilmesi gereken bir husus daha vardır ki, o da altıncı mukaddimemizi oluşturacaktır: [90]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..