Onuncu Mukaddime

Şer'î meselelerde nakil ve aklın birbirini desteklemesi durumun­da, nakil öne alınır ve metbû (tâbi olunan) kılınır; akıl ise geri alınır ve tabî kabul edilir. İnceleme ve neticeye varma sırasında akıl ancak naklin müsâadesi ölçüsünde katkıda bulunur. Delilleri:
1. Eğer aklın naklin ötesine geçmesi caiz olursa, o zaman naklin akıl için belirlemiş olduğu sınırın bir anlamı kalmaz. Oysa ki, olması gereken naklin akla bir sınır belirlemiş olmasıdır. Ak­lın bu sınırı öte aşması caiz olunca, bu sınırın bir anlamı kal­maz. Bu durum ise şeriatta bâtıldır. Bâtıl bir neticeye götüren şey de bâtıldır.
2. Kelâm ve usûl ilimlerinde belirlendiği gibi bir şeyin hüsün ya da kubhu meselesinde akıl yetkili değildir. Eğer biz aklın şeriatın belirlediği sınırın ötesine geçebileceğini kabul eder­sek, o takdirde akıl hüsün ve kubuh konusunda yetkili kılın­mış olur. Bu ise mümkün değildir.
3. Eğer bu caiz olacak olsa, neticede şeriatın akıl ile iptali caiz olurdu. Bu ise muhaldir ve böyle bir netice bâtıldır. Şöyle ki: şeriat demek mükelleflerin fiilleri, sözleri ve itikatları ile il­gili olmak üzere riâyet edilmesi gereken sınırlar konulması demektir. Şeriatın muhtevasını bu gibi şeyler oluşturur. Eğer aklın tek bir sınırı öte aşması caiz olursa, bütün sınırlan da aşması caiz olur. Çünkü bir şey için sabit olan hüküm, onun benzeri için de sabit olur. Bir sınırın öte aşılması, onun iptali, yani o sınırın doğru olmadığı demektir. Birisinin iptalinin caiz olması durumunda diğerlerinin iptali de caiz olur. Bu ise hiçbir kimsenin kail olmadığı bir neticedir. Zira muhal olduğu açıktır.

İtiraz: bu çeşitli açılardan müşkil gözükmektedir:
1. Bir kere bu görüş zahirîlerin görüşüdür. Çünkü onlar nassla-rın zahirini ne bir ziyâde ne de noksanlıkla öte aşmamaktadırlar. BuMukaddîmelerin neticesi de aklî olan her şeyin toptan dikkate alınmamın dtmtk» tir ve öncekilerin üzerinde ittifak ettikleri kıyasın reddi m&nâlini içermektedir.
2. Usûlcülerin zikrettiklerine göre "Allah her şeye kadirdir,"; "o her şeye vekildir."; "her şeyin yaratıcısıdır." gibi âyetlerin tahltli konusunda aklın fonksiyonel olduğu sabittir. Tahsis, umûmun muh­tevasını daraltmak, gereğini eksiltmektir. Eksiltme caiz olduftuna gö­re ziyâde de caiz olmalıdır. Çünkü o da aynı şeydir.'[184] zira belirlenmiş sınırın gerisinde durmakla, ilerisine geçmek aynıdır ve her ikisi de ıi-zin iddianıza göre iptaldir. Sınırın eksiltilerek iptali mümkün ve caiz ise, ziyadeyle de caiz olacaktır. Bu sınırın iptali değilse diğeri de değil-dır.
3. Bu hükmün aksine konulmuş bir usûl kaidesi bulunmaktadır: nassa bakıldığında akla ilk gelen hükme uygun mânâ eğer celî (açık) ise, bu mânâ nass üzerine tahkim edilir ve bununla nassın tahsisi yit da nass üzerine ziyâdeye gidilir. Usûlcüler bu kaideye misal olarak da:"kadı, gazaplı (öfkeli) iken hükmetmez." hadisini[185] örnek göstermiş ler ve o anda salim düşünemeyeceği mânâsından hareketle, bu tür nl ki doğuracak her sebepten dolayı hükümde bulunmasını menetmis.lor; buna rağmen düşüncesini etkilemeyecek derecede az olan öfke halin de ikenhükümde bulunabileceğini ifâde etmişlerdir. Görüldüğü ü/en» onlar nakil üzerinde herhangi bir tereddüt göstermeksizin aklın gereği ile tasarrufta bulunmuşlardır. Bu sizin burada ortaya koyduğu n uz esasa ters düşmektedir. Kısaca aklın bu kabil tasarruflarını kabul h, memek, usûl-ı fıkıhta malûm olan bazı hususların da inkârı olmakta­dır.

Cevap: Sizin bu zikrettiklerinizde bizim ortaya koyduğumuz mu­kaddime muvacehesinde bir problem bulunmamaktadır. Şöyle ki:
1. Kıyâs sırf aklî bir tasarruf değildir. Aklın kıyâs tasarrufu mut­laka deliller ışığında ve onların verdiği serbesti ve getirdiği kayıtlar çerçevesinde olmaktadır. Bu konu 'kıyâs' bahsinde açıklanacaktır. Bize bizzat şeriat, hakkında sükût geçilen bir konunun, hakkında nass bulunan konu hükmüne dahil edilmesinin muteber olduğunu ve bunun sâri' teâlâ'nm kasdettiği şeylerden olduğunu, hatta bununla emrettiğini, hz. Peygamber'in bununla amel edilmesi uya­rısında bulunduğunu bildirmişse, o takdirde kıyas konusunda aklın müıtftklluği ntradd kalmaktadır? Aksine akıl, bu hususda delillerin iıtikâmstincih yol almakta, onların müsâade ettiği ölçüde gitmekte, dur dediği yerde de durmaktadır.
2. Îkinci itirazınıza gelince, inşAllah, bu konu umûm ve husus bahsinde ileride gelecektir. Orada da görüleceği üzere, munfasıl (nas-sa bitişik olmayan) deliller tahsis etmezler. Tahsis ettikleri kabul edil­se bile, bu durumda onların tahsis etmelerinin mânâsı, zahiri maksûd olan lafız üzerinde tasarrufta bulunmak demek değildir; bilakis, hitâbtan zahirin murâd olmadığını ortaya koyucu şer'î delillerle açıklamak demektir. Akıl da onlar gibidir. "Allah her şeye kadirdir." gibi âyetleri akıl tahsis etmiştir derken şu mânâ kasdedilmektedir: bu ifâdenin umûmu içerisinde yüce Allah'ın zâtı ve sıfatlan murâd edil­memiştir; çünkü bu muhaldir. Aksine âyetin istediği bunların haricin­de olan her şeydir. Bu durumda akıl, naklin gereğinden hiçbir şekilde çıkmış olmamaktadır. Durum böyle olunca da bu mesele üzerine yap­tığınız kıyas doğru değildir.
3. Üçüncü itirazınıza bakalım: her türlü zihni meşgul edecek ve salim düşünceyi engelleyecek şeylerin öfke hâline katılması bir nevi kıyastır. Haklarında hüküm getirilmeden sükût geçilen şeylerin (meskûtun anh), hükmü açıklanan (mantûkun bih) şeye kıyas yoluyla katılması ise caiz bulunmaktadır. Bu nassın az öfke hâline tahsisi şek­lindeki iddianıza baktığımızda, bunun aklın tahkimi kabilinden ol­madığını, aksine bundan zihni meşgul etme ve salim düşünceyi engel­leme manasının anlaşılmasından çıktığını görürüz. Malum olduğu üzere az derecede olan öfke hali bu özellikte değildir; dolayısıyla, hi­tapta bu halin amaçlanmadığı esâsına binâen az öfke halinde iken hü­kümde bulunmak caiz olmaktadır.
Bu konuyu îzah ederken usûlcüler böyle diyorlar ve lafzın mutlak 'öfke'yi içine aldığını, ancak mânânın lafzı tahsis ettiğini söylüyorlar. Aslında konunun izahı tahsise ihtiyaç duyulmayacak kadar kolaydır. Çünkü hadiste geçen öfkeli mânâsına gelen kelimesi kalıbındadır. İsm-i fail anlamında olan bu kalıp o kimsenin kelimenin türetildiği mânâ ile dolu olmasını gerektirir. Dolayısıyla keli­mesi sadece öfke ile dolu olan kimse hakkında kullanılır. Nitekim kelimesi iliğine kadar suya kanmış; kelimesi de aynı derecede susamış kimse için kullanılır. Aynı kalıptaki diğer kelimeler de böyledir. Bu durumda hz. Peygamber bu kalıbı kullan­makla, öfke ile dolu olan kadının hükümde bulunmasını yasaklamış ve hadislerini sanki "aşırı derecede öfkeli olan" veya "öfke ile dolu olan" kaydı varmış gibi îrâd buyurmuşlardır. Zihni meşgul eden ve salim düşünceyi engelleyen öfke de işte bu vasıfta olan öfkedir. Dolayı­sıyla mânânın tahsis edici olduğu şeklindeki îzahın anlamı kalmamakta ve nehyin kapsamından az öfke halinin hariç kalması man anın hükmü ile değil, lafzın gereği ile olmaktadır. Zihni meşgul eden y% salim düşünceyi engelleyen öfke haline de bu özellikte olan diğer ıjey-ler kıyas edilmiştir. Şu halde aklın haddi aşması diye bir şey söz konusu değildir.netice olarak diyoruz ki, bu gibi hususlarda akıl, her halükârda nakil üzerine hâkim konumda bulunmamaktadır. Böylece bizim orta­ya koyduğumuz mukaddimenin (asıl) doğruluğu ortaya çıkmıştır.[186]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..