[1] Asi' kelimesinin çoğulu olan 'usûl' (asıllar) kelimesi şu mânâlarda kullanılır:

a) Kitap  ve Sünnette  ortaya konulan küllî esaslar: "Zarar  ve zararla mukabele yoktur."; "Hiçbir kimse bir başkasının yükünü çekmez."; "Allah dinde size bir zorluk kılmamıştır"; "Ameller ancak niyetlere göredir."; "Kim Allah 'a şirk koşmadan ölürse, cennete girer."... şeklindeki genel hü­kümler getiren nasslar gibi.

b) u kelimeden kasdedilen ikinci bir mânâ da Kitap, Sünnet, İcmâ gibi 'de-liller'dir. Bunların da kat'î oluşlarında ihtilaf yoktur.

c) Kitap ve Sünnetten istinbat edilen ve şer'î hükümlerin çık an İm ası sırasın­da, eüz'î delillerin kendilerine vuruldukları genel esaslardır. İşte bu esas­lar'usûl' ilmini oluşturur. Bunlardan bir kısmı ittifakla kat'îdir; diğer bir kısmında ise kat'î ya da zannî oluşlarına dair ihtilaflar bulunmaktadır, el-Kâdî ve onun görüşünde olanlara göre, usûl meseleleri içerisinde zannî olanları da vardır.

Müellif, usûl meselelerinin kat'î olduklarım ilk üç delili ve bir de, el-Mâ-zirî'niıı el-Kâdî'ya itirazını red sadedinde getirdiği diğer delilleri ile isbata ça­lışmaktadır. Sonra da şunu söylemektedir: "Zannî olanlar "usûi' ilminden çı­karılır; onların zikri, sadece tâbiiyet yolu ile olur."
[2] Çünkü biz usûl iimindeki bütün meseleleri taradığımızda, onların şer'î üç esasa (külüyyât)mebnî olduklarına keşin olarak hükmederiz. Usûlilmindeki meselelerin istikrası (teker teker,gözden geçirilmesi) mümkündür; çünkü nihayet sayılı meselelerden ibarettir.
[3] Kısaca şöyle diyebiliriz: Şer'î küllî esaslar(külliyyât) ya aklî temeller, ya da şeriattan çıkarılan küllî istikra üzerine mebnîdirler. Bunların her ikisi de kat'îdir; dolayısıyla bunların üzerine kurulan usûl meseleleri de kat'îdir.
[4] Yani aklî üç hükme bağlıdır; nitekim müellif, ikinci mukaddimede tafsilatıy­la birlikte açıklayacaktır.
[5] Meselâ "Emir sîgasıvücûb içindir." kaidesinin istinbatında bulunan kimsele­rin Şâri'den sâdır olan bütün emirlere vâkıf olmaları ve bunun neticesinde de yakın ifade eden bilinen istikra şeklinin tahakkuk etmesi genelde söz konusu olmaz. Ancak burada aranılan'kesinlik'tir. Bunun için de, şeriatın üç maksa­dı, yani zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât konularında vârid olan her türlü emir çeşidinden uygulama alanı çok olan yeterli sayıda örneklerin elden geçi­rilmesi kâfidir. Böyle bir çokluk, yapılan işlemin kat'îlik bildirecek 'küllî bir istikra' sayılması için yeterlidir. Çünkü bu istinbatı yapan kimsenin araştır­ması sırasında görmemiş olduğu emirler de, nihayet araştırması sırasında gördüğü emir çeşitleri içerisine dahil olacaktır. Bu itibarla görülmeyen emir­ler elde edilen kaideye bir halel getirmeyecektir.
[6] ikinci mukaddimede "âdeten (örfî) olan küllî esaslar" ı da ilave edecektir. Bel­ki de burada onları 'aklî' olanlar içerisinde mütâlâa etmiştir.
[7] Bu zıddmı iptal suretiyle, matlûbun isbatı kabilindendir. Çünkü onların zannî olması durumunda, bundan âdeten caiz olmayacak neticeler ortaya çı­kacaktır ki, bunlar şeriatın aslına da zannın ve şekk İn (şüphe) taalluk etmesi, onun değiştirilme ve tebdili sonucuna varılması demektir.. Bunların tamamı ise bâtıldır.
[8] "Şer'î küllî csaslar"a değil. Devam eden sözü bunun delilidir. Delilin ruhunu da bu teşkil etmektedir.
[9] Şeriat, diğer bütün hüküm ve kaidelerin kendisinden çıktığı ilk küllî (temel) esas olmaktadır. İlk temelin sağlam ve kesin olması, küllî istikra yolu ile de onun üzerine büküm bina edilmesi durumunda, onun üzerine bina edilecek fer'in hükmü, aslın hükmü ile ayni olacaktır.
[10] Çünkü, asıl ve on un kat'îliği üzerine delilin bulunmasından sonra, artık o hu­susta kesinlik yerine zan bulunması âdeten mümkün değildir. Burada müel­lif 'aklen' tabirini kullanmamıştır; çünkü, akıl bir şeyin kesinliğini ortaya ko­yan delil bulunsa da, kişinin onun hakkında hâlâ zan beslemesine engel de­ğildir.
[10] Usûl meselelerin in kendisine bağlı olduğun u söylediği külliyyâtı kasdediyor.
[12] Bu delile dayanmayan (hatâbî) bir istidlaldir; çünkü bütün usûl meselelerin­de bunun itibara alındığı söylenemez. Her millette muteber olan, sadece genel kaidelerden bazılarıdır. Usûl meselelerinin kat'îliğine dair yapılan genel bir istidlal sırasında böyle bir delile yer verilmemesi daha uygun olurdu.
[13] Usûlde 'aks' tardın karşılığı olmakta ve illet bulunmadığı için asim hükmünü feri'de aramamak üzere yapılan kıyası ifâde etmektedir. (Ç)
[14] Böyle bir şeye itibarın, "Furûda usûl gibi kat'îdir." şeklinde bir iddiaya götü­rebileceği açıktır.
[15] Yani bunlara inanılmaları için değil ki, kat'î şekilde sübûtları gereksin.
[16] Belki de şunu demek istiyor: Delillerin cüziyyâtına nisbetle kaide, birimlerine ııisbetle âmm gibidir. Delillerin cüziyyâtına, delâlet bakımından  zan girebilir. Bu itibarla, cüziyyât üzerine, ânımın hâss ü/erine intibakı gibi intibak eden küîliyyâta da zarının dahil olmasında bir mani yoktur         
[17] el-Kâdî, her ne kadar "Usûl, bu kıstaslardan (kavânîn) ibareti ir." demişse de, bu onun "Bunlar katidir." demesine mani değildir. Çünkü zannî oian şeyler usûlden sayılmazlar; isler'usûl'deıı Kitap ,Sünnet vb. gibi deliller kasdedil-sin, ister 'kaideler' kasdedilsin, mutlaka kafi olma!an gerekir, Ruradan: "Çünkü bu zannî olanlar..." i fadesinin el-Kâdî'nm değil, el-Mâzirî'nin sözün­den olduğu anlaşılır. Malumdur ki, el-Kâdî ile el-Mâziri'niıı sözlerini naklet­mekten maksat, konuya beraklık kazandırmak ve el-Mâzirî'nin şüphesini reddetmek, böylece'us ûl'ün hangi mân âsin da olursa olsun, İster kaideler mâ­nâsında, ister deliller mânâsında isterse bizzat şeriatça konulmuş kül i î esas­lar mânâsında olsun, her bakımdan kat'îlik arzedeceğini ortaya koymaktır.
[18] Hicr,15/9
[19] Mâide, 5/3.
[20] İleride bu ifadesine ters düşen sözleri gelecektir. Dokuzuncu mukaddimede: "Bunun içindir ki, şeriatın usûlü de furûıi da korunmuştur..."demiştir. Sanı­yoruz  sözleri  arasım  bulmak  mümkündür: Buradaki sözünden  maksat furûun bizatihi korunmuş olmayacağını ifade olmalıdır. Oradaki sözünden amacı ise; furûun korunması amacı ile ilimde rüsûh sahiplen için yeterli delil­lerin konulmuş olduğunu, bu deliller karşısında bazıları hata ederlerse, di­ğerlerinin isabet edeceğini, böylece furûun da uisbeten korunmuş olacağını ifade olmalıdır.
[21]  'Mansûs'yani bizzat şeriat tarafından ortaya konulan'küllî esaslar' diye ka­yıtlama hy di. Nitekim kendisi de daha önce böyle demişti. "Her aslın kat'î olması gerekir...."sözünden amacı Ebû'l-Meâlî'nin görüşünü ve istinbat edilen kıstaslara temas etmeksizin, kat'îliğin ancak şerîatte ortaya konul­muş (mansûsl küllî esaslarda olduğunu ortaya koymaksa, o takdirde, onu bu­rada zikretmesinin usûl meselelerinin kat'î olduğunu ortaya koyma amacı için bir faydası olmayacağı şeklinde bir mütalaa serdedilebilir. Yok "Genel kıstaslarla (kavânîn), bizzat (Şâri'ce) ortaya konulan (mansûs) küllî esaslar arasında bir fark yoktur." şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı üzere, istin­bat yolu ile elde edilen kıstasları, nasslara kıyas yapıyorsa, o takdirde de bu zikredilen sahih bir illeti olmayan bir kıyas olacaktır
[22] Burada şöyle denilebilir: Bunlar, kat'î ve zannî olan şeylerden furûun çıkarıl­ması için birer kıstas olarak konulmuşlardır; yoksa bizzat kat'î olan şeyleri ölçmek için konulmuş kıstaslar değildir. Bu kıstaslarla elde edilen furıizannî olmaktadır ve bunda da bir zarar yoktur.
[23] Bu ifade, birinci mukaddimede ortaya konulan iddianın büyük bir kısmından dönmek mânâsına gelmektedir. Maamâfib makû! ve makbuldür. Zira usûl meselelerinden bir kısmı kat'îdir ve üzerinde icma edilmiştir. Diğer bir kısmı da vardır ki, tartışmaya açıktır; isbat ve red açısından çeşitli açılardan deîilSer serdedil misli r. (el-İsnevî'nin el-Minhâc hakkındaki eserinin usûl-ı fıkhın ta­rifi kısmına bkz.) Müellifin usûlde zikredilen bir çok kaideleri bu hatime ile atmış olması ve bunu yaparken de, hangi tür kaidelerin atılacağına dair bir belirlemeye gitmemesi, dolayısıyla geride ne kalacağın m bilinmemesi bu mu­kaddimenin faydasını azaltmıştır.
[24] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık.1/23-27
[25] Yani öncüîleriııi oluşturacak hükümler ister akli olsun, ister âdetle ilgili bu­lunsun, isterse naklî olsun üç hükümden fazla bulunmayacaktır. Usûlde zik­redilen ve "şu hüccettir." veya "şu hüccet değildir." şeklinde zikredilen şeyier mukaddime (öncül) kabilinden değildir. Bilakis bunlar, mukaddimelerden doğan şeylerdendir
[26] Onlar usûlde bu gibi ıstılahları sadece mukaddimeler kabilinden zikretmiş­lerdir, çünkü tasavvurda bulunma ve müsbet ya da menfî hükümde bulunma için buna usulcünün ihtiyacı vardır. Mesela: "emir vücûb içindir, nehiy tahrîm içindir...." gibi. Bizzat müellifin kendisi de bunu zikretmiş ve belirle­mek üzere sözü uzatmıştır. Ancak onun bu ifadeden maksadı, şu haramdır, şu heiaidir gibi bir şeyin helalliği, haramlığı... İse o takdirde tabiîbunlarmukad-dimelerle ilgisi olmayan sırf furû kısmı ile ilgili olacaktır.
[27] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/28
[28] Yani bu ilimde kullanılan deliller sırf aklî olan öncüllerden mürekkep olamaz. Aksine muhtemelen, bunlardan birisi aklî olur, diğerleri ise şer'î olur. Bazen delillerin tamamının şer'î olması, fakat aklî delilin neticeye ulaşmak için yardımcı unsur olarak kullanılması gibi, aklî delil sadece yardımcı olur. Bazan ise aklî ve âdete müstenid öncüller külîî bir esası ortaya koymak için değil; aksine tabkîk-i menât yani bir esasın kapsamına giren cüziyyâtından birisine tatbiki için ortaya konulmuş olur. Bü o cüz'î olanın, esasın hükmünü alabilmesi için, onun kapsamına girip girmediğinin araştırılıp ortaya konul­ması şeklinde olur. İleride de geleceği üzere bunun tesbiti için tıp, çeşitli mes­lekler, ticâret ve zirâat alanlarında oluşan örfler gibi çeşitli hususlara müra­caat olunur. Ancak şunu da belirtmek gerekir, tahkîk-i menât müctehid olan fakihin yapacağı bir iştir; yoksa haddi zatında usûl meselelerinin tahkiki ka­bilinden değildir. Aynı durum tenkîh-ı menât, tahrîc-i menât hakkında da ge­çerlidir. İleride gelecektir. Çünkü bütün bunlar fakîhin yapacağı işler olup, usulcünün işi değildir. Bununla birlikte başka bir açıdan tahkîk-i menâtın usûl meselelerinden sayılmasına da bir engel yoktur.
[29] Bu bir manevî tevatür değildir. Çünkü onun hepsi tek bir tarzda gelir. Mesela tamamı doğrudan hz. Ali'nin şecâaatine delalet eden çok sayıda çeşitli olayla­rın bulunması gibi. Burada söz konusu edilen ise öyle değildir; bir kısmı doğrudan namazın vücûhuna delalet eder, diğer bir kısmı ise dolaylı yol­dan fakat, vücûb anlaşılacak şekilde gelir: namaz kılan kimsenin övülmesi, kılmayanınycrilmesi ve şiddetli bir azab ile korkutulması, mükellefolan kim­selerin ayakta kılmaya güç yetirememeleri durumunda yanları üzerede olsa onu kılmakla mecbur edilmeleri, onu topluca terkcdenlcre karşı savaş ile em -redilmesi... Gibi. Buyüzden müellif bunu mancvîmütevâtire benzer kabul et­miştir
[30] Yani bu istidlal zannî bir istidlal olurdu. Çünkü işaret edilen zannî öncüller üzerine tevakkufu söz konusudur
[31] Nitekim daha önce işaret etmiştik. Buyüzden bunlar manevî mütevâtir değil, ona benzer oluyorlardı.
[32] Kesin bir ifade kullanmamıştır. Çünkü gazzâlî icmâın delil oluşu bahsinde, ileride de geleceği gibi, buna işaret etmiş ve böylece bu konuda müellife ışık tutmuş, onun "kitabının en önemli özelliği saydığı" bu konuyu genişçe ele al­masını temin etmiştir.
[33] Lîu ifadeden: "aynı tarzda sıralanan del illeri istikra yolu ile tesbit edip üzerin­de düşünmek suretiyle ../'mânâsı kasdedilebileceği gibi şu mânâ da anlaşıla­bilir: ancak şer'î bükümlerde aklı hâkim kabul ederve "bizzat akıl, kendi ba­şına hükümleri idrak edebilir... "dersek o başka. Bu takdirde naklî deli i her ne kadar zannî ise de akıl cihetinden kesinlik söz konusu olur. Ancak, bize göre akıl yalnız basma ve doğrudan şer'î hükümleri idrâk edemez; o hükümlere sa­dece şeriatın arkasından bakabilir. Bu itibarla naklî delillerin kat'îlîk ifade etmesinde 'istikra' yöntemi taayyün etmiş olur.
[34] Burada müellif usûlde mevcut bulunan ve belli bir delille isbatı mümkün ol­mayan; aksine isbatı ancak, muhtelif konularda ve farklı açılardan sabit, olan çok sayıda delillerin hâsılasından ibaret olan manevî tevatüre benzer bir yol la sabit bulunan en önemli meseleyi örnek getirmektedir.
[35] "Mürsel maslahatlar", dikkate alınmasına ya da ilgâsına dair hakkında nass 'veya icmâ gibi serî bir esas bulunmayan şeylerdir. Mesela kur'ân'm  bir mushaf haline getirilmesi, yazılması gibi. Çünkü bu konuda şâri'den gelen herhangi bir nass bulunmamaktadır. Bu yüzden de hz. Ebû bekir ve hz. Ömer ilk başta durak samı şiardır. Sonra bunun şâri'in maksatları dahilinde dînî bir maslahat olduğu konusunda kanaat getirince düşüncelerini icraya koymuşlardır. Aynı şekilde, dîvânların oluşturulması, şer'î olan, olmayan ilimlerin tedvinine gidilmesi yine bu kabildendir. Mesela 'nahiv1 ilminin {arap grameri) tedvini hakkında öze] bir delil bulunmamaktadır. Bununla birlikte şâri'in maksatlarına ve tasarruflarına uygun olan kat'î küllî bir pren­sip böyle bir maslahatın dikkate alınmasını gerektirmekte, bunun şer'an ya­pılması istenilen bir iş olduğuna işaret etmektedir.     
[36] Buradaki tarif, istihsân için yapılan iz ahlardan birisine dayanmaktadır. Di­ğer tarifleri ileride, dördüncü cildde gelecektir. Yine orada istihsânm nassın zahirine ve kıyasa takdim edileceği gelecektir. İmam mâlik, Maslahat İle, ebû hanife ise haber-i vâhidile istihsânagidilerek nassinzâhirinintahsîsine gidi­leceği görüşündedirler. Bu yüzden müellif istihsânı burada imam mâlik'enis-bet etmiştir.
[37] Yani küllî bir delil karşılığında cüz'î bir maslahatı esas almaktır. Mesela be- yu'1-ariyye gibi. Aslında bu muamele ağaç üzerindeki yaş hurmanın tahminî

Olarak kuru hurma karşılığında satılması demektir ve bu tür bir muamele za­rar içerdiği için genel (âmm) bir delille yasak bulunmaktadır. Ancak her iki ta­rafın da böyle bir muameleye ihtiyaçları bulunduğu için, güçlüğün kaldırıl­ması amacı ile mubah kılınmıştır. Eğer genel delil burada da işleme konsaydı, bu bir mefsedete sebep olurdu. Dördüncü cildin ictihâd bahsinde onuncu me­selede izahı gelecektir. Tedâvî amacı ile avret yerinin açılması da aynı şekilde; genel delilin hilafına mübâh kılınmıştır. Çünkü genel delilin gereği ile bu ko­nunun haramhğma hükmedilmiş olsaydı, o zaman bu şeriatın genel maksat­larına ters düşen bir neticeye götürürdü.

İstihsân, delillerin sebep olacakları neticelere, onlarm sonuçlarına bakar. Eğer delil, kapsamına giren bazı cüz'î konularda, şeriatın genel maksatları ile uyum arzetmeyecek neticelere götürecekse, o takdirde delilin önüne geçer ve onun serî maksatlar doğrultusunda istisnâsım gerektirir. Şer'î bahislerin bü­yük çoğunluğunda bu kabilden gerçekten pek çok örnek bulunmaktadır. Sâri', her ne kadar muayyen ve özel delillerle istihsânm hücciyetini ortaya koyma­mışsa da, o şeriatın tasarruflarına uygun ve mânâsı tafsîlî delillerin istikra­sından çıkarılmıştır. Bu itibarla istihsân, üzerine hüküm bina edilebilecek küllî bir esas olacaktır.
[38] Bu itiraz hem mürsel maslahatlar hem de istihsân için söz konusudur. Çünkü her ikisi de küllî bir esas ile husûsî bir feri üzerine istidlal olmaktadır. Arala­rında şu fark vardır. İstihsân, delilin maslahat ile tahsisidir; mürsel masla­hatlarla amel ise, hakkında özel bir nass bulunmayan bir konuda, maslahat sebebi iie yeni bir delil inşâsıdır.
[39] Üçüncü cildin başında.
[40] İkinci cildin başlarında "makâsıd" bölümünün sekizinci meselesinde
[41] Yani onların "ümmetim hala üzere birleşmezler." şeklindeki imam gazzâlî tarafından icmâın hüccetliği ne delil olarak kullan ilan hadis hakkında mevcut manevî tevatüre iltifat etmemeleri, bu konuda vârid olan hadisleri topluca de­ğerlendirmek yerine teker teker ve ayrı ayrı ele almaları, onları bu delillerle icmâm hüccetliğine istidlalde bulunmama durumuna itmiş; bu kez hissî karinelerle, yahut örfen ona itibar edilmesine delalet edan nakillerle, yahut da icmâya muhalif olanın hatalı olduğuna dair icmâ bulunduğunu (bir nevi müsadere ale'l-matlûb oluyor) ifade ile icmâm hüccet oluşuna deliller ge­tirmek durumuna düşmüşlerdir
[42] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/35-38
[43] Birazdan zikredilecek ilimlerden istifadede olduğu gibi vasıta ile değil de, doğ­rudan yardımı kasdediyor. Müellif, kitabında zikrettiği mukaddimelerin doğ­rudan yardımcı olduğunu, bu durumun onların usûlden sayılmasını gerektir­diğini , ileride zikredeceği uzak mukaddimelerin ise böyle olmadıklarını ifade etmek istemektedir.
[44] Fıkhın tahkiki istinbâtmdan farklı bir şeydir. Bu maksadı belirtmek için me­tinde "meseleleri" yerine "meselelerinden" ifadesini kullanmıştır
[45] Burada söz konusu edilen, kelimelerin daha ilk başta,sonradan taşımış ol­duğu mânâlara sahip olması konusudur. "istimalden önce, vaz' edilmiş bir ke­lime ne hakikattir, ne de mecazdır." meselesi ve benzerlerini buna ilave edebi­lirsiniz.
[46] Müellif yakında da geleceği üzere, mubah konusunda beş mesele üzerinde söz etmiştir. Bu durumda onun bir teklif olup olmadığı konusu ile orada te mas ettiği nıeseieier arasındaki farkı iyi kavramak gerekmektedir. Burada mubahın teklif olup olmadığı meselesini usûl konulan dışında mütâlâa eder­ken, orada zikrettiği meseleleri usûlün konuları içerisinde kabul etmiştir.
[47] Müellif daha önce usûl-ı fıkha sokulması doğru olmayan meselelerin birtürü-nü açıkladı ve onların "üzerlerine herhangi bir fıkhı mesele bina edilmeyen meseleler" olduğunu belirledi, sonra da onları misallendirdi. Burada bahsetti­ği ise başka bir türdür. Burada söz konusu olanlar üzerine fıkhı meseleler bina edilmektedir; ancak usûl ilminin konularından sayılmayıp bir başka il­min konulan dahilinde bulunmaktadır. Onunla ilgili açıklama ve araştırmaİar kendine has ilim içerisinde yeterli şekilde bulunmaktadır. Bunlar nahivve îügat kaide ve prensipleri gibi şeylerdir.Sonra şuna da işaret etmek gerekir ki, usûlde zikredilen nahiv ve lügat kâideieri, onun aslî konularından olduğu için zikredilmiş değildir; aksine usûlün onlara olan yakın bağlantısından dolayı bir ön hazırlık olmak üzere zikredilmiştir. Buna rağmen usûlde bu konuların, sanki kendi konularından biri imiş gibi bu kadar geniş bir şekilde ele alınmaması uygundu; çünkü kendi dahil olduğu ilim içerisinde zaten gereğince üzerinde duruluyordu. Sanıyoruz müellifin maksadı da bu olmalıdır.
[48] Mekâsıd bölümü, ikinci nev', birinci mesele.
[49]  "Tercihli vâcib" (ei-vâcibut-muhayyer) hakkında âlimlerin büyük çoğunluğu "vâcib, mükellefin muhayyer bırakıldığı bu belirli şeyler içerisinde mübhem birisidir." demektedirler. Mutezile ise: "hayır! Vâcib (teker teker) hepsidir." diyorlar, el-burhan sahibi şöyle demektedir: onlar (mutezile) hepsini terke-denin, vâcibleri terkeden gibi günühkâr olmayacağını, hepsini yapanın da vâcibleri yapan gibi sevap almayacağını itiraf etmekledirler. Bu durumda bu ihtilâfın amelî bir neticesi bulunmamakta; tamamen nazariyatta kalmakta­dır. bu itibarla, usûl ilminde bu konunun delilleri ile uğraşmak doğru değil­dir.
[50] "Tercihli haram" (el-muharremu'1-muhayyer) konusunda da birinci grup: mübhem bir şeyin haram kılınması caizdir. Bunun mânâsı mükellefin cem'ya da bedel yolu ile hangisini dilerse onu terketmesi; fakat hepsini bir arada işle­memesi demek olur. Mutezile isc.'bu caiz değildir. haram hepsidir. Birisinin terkedümesi, emri yerine getirmiş olmak için yeterlidir." Demektedirler de­liller ve ileri sürülen itirazlar "tercihli vâcib" konusundakilerin aynısıdır. Şu halde bu ihtilafta da herhangi bir amelî netice bulunmamaktadır. Müellifin kasdeltiği mânâ işte budur.
[51] Muhtemelen doğrusu 'fiillerin' olmalıdır. Bu konu hüsün ve kubuhun aklî olup olmaması meselesidir. Bunların aklî oldukları görüşünde olan mutezile, "mübhem bir şey ile emretmek doğru değildir; Çünkü meçhuldür ve akıl meç­hul bir şeyi emretmeyi çirki n bulur." der. Çoğunluk ulemâya göre (cumhur) ise vâciblik ve haramhk şâri'in hitabı iledir; bunda aklın herhangi bir fonksiyonu yoktur. Şâri'in emri ya da nehyi olmaksızın fiillerin hüsün ya da kubhundan bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla keflaret örneğinde de görüldüğü gi­bi, belli sayıda şeyler arasında gayr-ı muayyen bir şeyin emredilmiş olmasına herhangi bir mâni bulunmamaktadır. Kaldı ki, bu gayr-ı muayyen olan şeyin belirli şeyler arasından birisi olması, onun bir nevi bel irlenmişlik yo nü bulun­duğunu da göstermektedir. Tercihli vâcib meselesinin hüsüıı-kubuh kaidesi üzerine bina edilmesi bu yönden olmaktadır
[52] Bkz. el-isnevî. orada azadı ve talakının geçerli sayılması ... gibi ondan fazla ihtilaflı amelî neticeleri bulunduğunu zikretmiştir. Müellif sözünü "fahred­din er-râzî'ye göre" şeklinde kayıtlamıştır. Er-hâzi: "onları yükümlü tutma­da, ahiret gününde azâblarının artırılmasından başka bir fayda bulunma­maktadır. " demekledir. Bu i fadeye nazaran, ona göre bu mesele üzerine her­hangi bir pratik sonuç donmamakladır. Ancak mesele üzerine terettüp eden furû ortada iken ve müellifin de bunlardan haberi varken—sözünü'"fahred­din er-râzî'ye göre" diye kayıtlamasından bu anlaşılmaktadır— "kâfirlerin furû ile yükümlü tutulup tutulmamalım" meselesini burada zikretmesi uy­gun değildir
[53] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/35-38
[54] İleride de geleceği gibi 'mübâh' şer'an matlûp değildir. dolayısıyla müellifin bu kaidesi, mubahın istin bâtın a ve falan amelin mübahlığını öğrenmeye yö­nelik çalışmaların şer'an hüsnükabûl görmeyeceği neticesine götürür. Bu iti­barla "şer'an matlûb olan" şeklindeki kaydı pek açık değildir.
[55] Bakara, 2/189 .
[56] Aslında bu soru da yüce Allah'ın yarattığı şeylere bakmak sureti ile iman gü­cünün artmasını sağlayacak, yaratıcının büyüklüğünü görebilmeye götüre­cek tefekkür cümlesindendir. Dolayısıyla soruda bunu âmir olan âyetlere imtisal söz konusudur. Ancak verilen cevap hakimane üslûpla (usiûb-ı hakîm) verilmiş bir cevaptır. Çünkü soruyu soran kişinin içinde bulunduğu hal dolayısıyla, kendisine verilecek en uygun cevap bu idi. Bununla birlikte, soruyu soran kimsenin kasdi doğrultusunda cevap verilseydi, bunun da kalbî amelî bir faydası bulunacaktı. Ancak onun haline daha uygun olan şeyin, pek çok arap gibi kendisinin de anlayamayacağı bir izah getirmek yerine, onun düşüncesinin hilâlin seyri sırasında ortaya çıkan neticelere Çevrilmesi olduğu görülmüş ve bu yapılmıştı. Çoklarının anlayamayacağı bir cevaba gitmek peygamberlik makamına uygun düşmezdi. Şu halde yön değiştirilerek veri­len cevap, sorunun lüzumsuzluğundan dolayı değil, soruyu soran ve diğer in­sanların içlerinde bulundukları ortamı dikkate alarak, peygamberlik  makamma da yaraşır bir şekilde hakimane bir cevab vermenin bir gereğidir. Yoksa soruya uygun verilecek cevabın da amelî kalbî bir faydaya götüreceği muhakkaktır. Müellifin sözlerini okurken bu hususun da göz önünde tutul­masında fayda vardır.
[57] Nâziât,79/42 .
[58] Buhârî, fedâil 6; edeb 95, 96; müslim, birr 161-164; tirmizî, zühd 5; ahmed, 3/104...
[59] Mâide, 5/i0i .
[60] Buhârî, mevâkît ll.fiten 15; itisâm 3; müslim, fedâiu36-137; ebû dâvûd, nikâh 8...
[61] Müslim, hac 141; neseî, hac 76; îbn mâce, menâsik 41,44; ahmed, 4/175. Buradaki ifade, kaynaklarım verdiğimiz iki ayrı hadis birleştirilerek oluştu­rulmuştur.
[62] Nescî, hac 1; ahmed, 2/247
[63] Buhârî, zekat 53; istikraz 19; müslim, akdiye 12, 13; ahmed, 3/327
[64] Buhârî, îmân 37; müslim, imân 1, 5, 7.
[65] Eğerbir hüküm terettüp edecek olsaydı, m utlakahz. Peygamber (as ı onu bi­lirdi. Kıyametin bilgisi, rabbani ilim ve irfan la yakın dan ilgili olan hz.pey-gamber'i ilgilendirmediğine göre, başkalarını öncelikli olarak ilgilendirme­yecektir.
[66] Ebû dâvûd, sünne 6.
[67] Abese, 80/31.
[68] İsrâ, 17/85
[69] Zümer. 39/23
[70] İctihâd bölümünde dokuzuncu meseîede "sabi'" olarak geçecek ve hz. Ömer'in onu dövdüğünden bahsedilecektir.
[71] Zâriyât, 5l'l.
[72] Bu konu, içtihâd bahsinde (üçüncü taraf, yedinci mesele) genişçe ele alına­caktır
[73] Hz. Peygamberin (as) ebeveyninin kurtuluşa ermesi hakkındaki ihtilafları gibi. Buyüzden nice zamanlar insanlar birbirlerine sırt çevirmişler ve grupla­ra ayrılmışlardır
[74] Kâf, 50/6 .
[75] A'râf, 7/185.
[76] Buhârî, Savm 13; Müslim, Sıyâm 15; Ebû dâvûd, Savm 4; Neseî, Sıyâm 17; Ahmed, 2/43
[77] Tâhâ, 20/69
[78] Abese, 80/31.
[79] Sâd, 38/29.
[80] Nahî, 16/47. Âyetin mânâsı : "... Ya da yok olmak endişesindeyken onlara azabın gelmesinden güvende midirler?" şeklindedir.
[81] Kâf, 50/6.
[82] Kâf, 50/6.
[83] Mü'mînûıı, 23/113.
[84] Ra'd, 13/17.
[85] Rahman, 55/5.
[86] En'âm, 6/91.
[87] Ahkâf,46/4.
[88] Müslim, mesâcid 33; selâm 121; ebû dâvûd, salât 167; neseî, sehv 20; ah-med, 2/394 ....bupeygamberin idris veya danyâlya da hâlidb. Sinan olduğu söylenir.  Îbn haldun mukaddime'de "envâu medâriki'l-ğayb" bahsinde açıklamıştır.
[89] "Bir âyet de olsa benden başkalarına ulaştırınız; nice kendisine ulaştırılan kimseler vardır ki, işitenlerden daha kavrayıcıdır." şeklindeki sahih hadisle­re baktığımızda, kur'ân'm bütün insanlık için inmiş olduğu ve sadece o döne­me ait belli bir arap kavmine has olmadığı, aksine o devir arapları ile birlikte daha sonraki araplara ve bütün diğer kavimlere de gönderilmiş bulunduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda müellifin sözlerine katılmamız, kur'­ân ilimleri, işaretleri ve esrarı konusunda onun murad ettiği noktada durma­mız mümkün değildir.Bu durumda, yapılacak en iyi şey itidal ile hareket etmektir: lügatin des­teklemediği, şer'î maksatlar çerçevesine girmeyen her konu, müellifin takmıl-ttıasını istediği tavırla karşılanmalıdır. Ancak lügat destekliyorsa ve şer'î maksatlar çerçevesi içerisine giriyorsa, bu durumda, böyle bjr meselenin yüce kitâb'a nisbet edilmesinde bir sakınca bulunmamaktadır. Tedebbür, tefek­kür, îmânın takviyesi, anlayış ve basiretin artırılması gibi amaçlarla mah-lûkât üzerinde düşünmeye yönelik bilimier de bu kabilden bulunmaktadır.
[90] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/38-47
[91] Müslim, İmân 147
[92] Bkz. Hac, 22/78.
[93] Tasavvur: nefy ya da isbat şeklinde bir hükme gitmeksizin, mâhiyeti kavra­mak demektir. Tasdik ise: deneme sonucu, doğruluğu haber veren kimseye nisbet etmektir. (ta'rifât). (ç)
[94] Nahl, 16/17.
[95] Yâsîn, 36/79.
[96] Rûm, 30/40.
[97] Enbiyâ, 21/22.
[98] Vâkîa, 56/58-59
[99] "Her sarhoşluk veren şarap (hamr)dır. Her şarap da haramdır:" hadisinde de olduğu gibi, bazan neticeye ulaşmak için selefin ortaya koyduğu ifade tarzı, felsefecilerin kıyaslarına uygun düşebilmektcdir. Bu selefin onlara uymaları neticesinde meydana geîmiş bir şey değildir. Selef maksada ulaşmak istemiş fakat sonunda ortaya koydukları ifadelerle, felsefecilerin kıyasları arasında bir benzerlik doğmuştur. Bu tür istidlal şekiîleri de son derece azdır. Nitekim ileride gelecektir.
[100] Yani, hitabın hemen akabi: ide, gecikmeksizin yerine getirilmesi istenilmek­ledir. Uzun zaman alacak mantıkî istidlal buna manidir.
[101] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/47-51
[102] Sırf nazarî felsefe ilimleri gibi. Ancak hendese, kimya, tıp, elektrik vb. Gibi amelî felsefeye gelince, bunlar müellifin sözüne dahil değildir. Müellifin bu gi­bi ilimleri kasdetmesi doğru da olmaz. Çünkü bunlar, zarûriyyât, hâciyyât gi­bi şer'î maksatların korunması için gerekli olan ilimlerdir. Mesâlih-i mürsele prensibi bu gibi ilimlerin lüzumunu ortaya kor. Hem bu gibi ilimler aynı za­manda kulluğun icrası için birer vesiledirler. Çünkü'kulluk', kulun dünya ve âhiret işleri ile ilgili maslahatlarını,yar atıcısının koymuş Olduğu Prensipler Doğrultusunda Ortaya Koymaya Çalışması, Arzu Ve Heveslerine Uymaması De­mektir. Nitekim İleride Müellif Bahsedecektir.
[103] Müellifin bu delilini kabul etmek mümkün değildir. Nice şer'î ilimler vardır ki, ihtiyaç bulunmadığından dolayı ilk nesiller onlardan söz etmemişlerdir. Uzağa gitmeye gerek yok; işte usûl ilmi! Bu ilmin esaslarının konulması için yapılan çalışmalar sahabe ve tabiîn dönemlerinde başlamamıştı.
[104] Hac, 22/1.
[105] Hûd, 11/1-3.
[106] İbrahim, 34/1.
[107] Bakara, 2/2.
[108] En'âm, 6/1.
[109] Mâidc, 5/92.
[110] Kehf, 18/1-4.
[111] Enbiyâ, 21/25.
[112] Zümer, 39/ 2-3.
[113] Muhammed, 47/ 19.
[114] Hûd, 11/14.
[115] Mü'min(Gâfir), 40/65.
[116] Fâtır, 35/28.
[117] Yûsuf, 12/68.
[118] Zümer, 39/9
[119] Bakara, 2/44
[120] Şuarâ, 26/34 .
[121] Concordance'da bu lafızla bulamadık. Buhârî ve müslim'de üsâme'den başka bir lafızla rivayet edilmiştir. (ç)
[122] Tirraizî, kıyâme 1.
[123] Ahmed, 2/322; müslim, imâre 152; neseî, cihâd 22 .
[124] Taberânî, el-asğar; ibn adiyy, el-kâmil; beyhakî, şuabul-îmân'da riva­yet etmişlerdir. Münâvî, hadisin tirmizî tarafından zayıf bulunduğunu be­lirtmiştir.
[125] Bkz. Müslim, zikr 73; ebû dâvûd, vitr 32; tirmizî, deavât 68; neseî, istiâze ( 13 ...;îbnmâce, mukaddime 23; ahmed, 2/167. Zeydb. Erkam'dan rivayete göre hz. Peygamber (as): "Allah'ım!faydasız ilimden, hususuz kalpten, doy­mayan nefisten, icabet edilmeyecek duadan sana sığınırım..'1 diye duâ buyu-rurlarmış.
[126] Bazı farklı lafızlarla iki rivayet bulunmaktadır. Birisi ibn adiyy ve e)-hatîb'in zayıf senetle ebû'd-derdâ'dan yaptıkları rivâyettir-diğeri de ebû'l-hasen el-ahrem'in emâlî'sinde enea'ten yaptığı rivayettir.
[127]  Neml, 27/14.
[128] Bakara, 2/146.
[129] En'âm, 6/20.
[130] Zamarumızdaki müsteşrikler gibi. (Ç)    •
[131]  Furkân, 25/74.
[132] Bkz. Buhârî, Tefsir 14/1; Edeb 79; Müslim, Münâfıkîn 64
[133] Şuarâ, 84.
[134] İbn mâce, mukaddime 23; dârimî, mukaddime 27, 34; ahmed, 1/190
[135] Ebû dâvûd, ilim 12; ibn mâce, mukaddime 23; ahmed, 2/338.
[136] Concordance'de yok. Câmius'-sağîr'de ed-deylemî'den rivayet edilmiştir. Hadisin zayıf olduğu belirtilmiştir.
[137] Bakara, 2/174.
[138] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/51-59
[139] Zümer, 39/9
[140] Zümer, 39/23.
[141] Fâtir, 35/28.
[142] Mâide, 5/83.
[143] Bkz.Şuarâ, 26/41 Vd.
[144] Ankebût, 29/43.
[145] Ra'd, 13/19-21.
[146] Enfâl,8/2.
[147] Âı-i îmrân, 3/18.
[148] Müellif, âyeti zahiri üzere almıştır. Müfessirler ise, buradaki Allah'ın şehâ­dette bulunması ifadesine "deliller ve alâmetler ikâme etmesi" mânâsını ver­mişlerdir
[149] Bakara, 2/284.                  
[150] En'âm,6/82.
[151] Çünkü onların ilimleri, ister istemez, gereğini yerine getirmek üzere onları amel etmeye götürüyordu. Bu inen âyetler karşısında, bilgilerinin aksine ken­dilerinden bazı şeylerin sadır olabileceğini, çünkü âyetlerde zahiren istenilen şeylerin takat üstü şeyler olduğunu anlamışlardı. Bu durumda Allah'ın gaza­bına uğramaktan emin olamazlardı; mutlaka onlardan hesaba da çekilecek­lerdi. Bu yüzden asıl maksadı öğreninceye kadar kendilerinde endişe ve tedir­ginlik belirmişti.
[152] Neml, 27/14.
[153] Bakara, 2/146
[154] Mâide, 5/43.
[155] Bakara, 2/102
[156] Taberânî,el-asğar;lbnadiyy,el-kâmil;beyhakî,şuabu'l-îmân'darivâyetet-mişlerdir. Münâvî, hadisin tirmizî tarafından zayıf bulunduğunu belirt­miştir.
[157] Bakara, 2/159
[158] Bakara, 2/174.
[159] Ahmed, 2/322; Müslim, İmâre 152; Neseî, Cihâd 22.
[160] Nemi, 27/ 14.
[161] Bakara, 2/109.
[162] Nisa, 4/17.
[163] A'râf, 7/201.
[164] Örneğin görmeyeceği için bir yere düşen, işitip kendisini kollamayacağı için hareket eden bir cisimden zarara uğrayabilir, ilim yolcuları, kendilerini her­hangi bir kitabın mütâlâasına kaptırdıklarında, hanımlarının çağrılarını duymadıklarını ve tabit arkasından da kıyametlerin koptuğunu çok iyi bilir­ler!...
[165] Kasas, 28/50.
[166] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmisî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190
[167] Hadisin baş tarafı için bkz. Ebû dâvûd, sünne 1; tirmizî, îmân 18; ıbn mâce, fiten 17; dârimî, siyer 75; ahmed, 2/332, 3/145. Hadis hakkında müellif, (ıctihad bahsinin dokuzuncu meselesinde) ibn abdilber tarafından makbul bulunmayan bir senedle rivayet edildiğini söylemiştir.
[168] Ahmed ziyâuddîn, râmûzul-ehadîs'de şu lafızlarla zikretmiştin "her şeyin bir ikbâl ve gerileme dönemi vardır. Bu dînin de ikbâl ve gerileme döne­mi bulunmaktadır. Bu dînin ikbâlini gösteren hususlardan birisi de, kabile­nin baştan sona hepsinin dinde anlayış sahibi (fakıh) olmalarıdır; içlerinde bir yada iki bilgisiz boş adamya çıkar ya çıkmaz. Bu dinin gerilemesini göste­ren hususlardan birisi de, kabilenin tümü ile bilgisiz boş kimselerden oluşur hale gelmesidir. İçlerinden sadece bir ya da iki dinde anlayış (fıkıh) sahibi çtkjır, ya da çıkmaz; onlar da horlanırlar, zillete duçar bırakılırlar; kendileri­ne asla yardımcı olan ve destek veren kimseler bulamazlar." (hadisi ibnu's-sünnî ve ebû nuaym, ebû ümâme'den rivayet etmişlerdir.)
[169] Taberânî (el-evsatta) ve hâkim, ebû hüreyre'den rivayet etmişlerdir.
[170] En'âm,6/91.
[171] Tirmizî, îlim 5; dârimî, mukaddime 57; ahmed, 6/27.
[172] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/59-67
[173] Hicr,15/9.
[174] Henüz ağacında iken hurmanın satımı mânâsına olan 'müzâbene' akdinin ya­saklanması üzerine "arâyâ" akdine ruhsat verilmiştir. Arâyâ, ihtiyâca binâen bir ya da iki hurma ağacının üzerindeki yaş meyvelerinin kuru. Hurma karşılığında tahminî olarak değiştirilmesidir, (bkz. Nihâye, 3/224). (ç)
[175] ‘Akile’ kişinin dayanışma içerisinde bulunduğu asabesi divan mesleki kuruluşlar vb. Bir müessesedir.hata yolu ile öldürmelerde diyeti öder.
[176] Emek-sermâye ortaklığı. (ç)
[177] Ağaç-emek ortaklığı. (ç)
[178] Heykel vb. Ediniminden yasaklayan nehiy gibi. Bazıları bu yasağın
[179] Ebû Dâvûd, Edeb 58; Tirmizî, Birr 16 .
[180] Tekâsür, 102/1
[181] Türkçede'ki kuşcağız, kitapçık misallerindeki gibi şefkat ya da küçüklük vb. Bildiren bir kip. (ç)
[182] Tâhâ, 20/63. Âyetin anlamı: (mûsâ ve harun'u göstererek): "bu ikisi sihirbaz­dırlar..." âsim kıraatinde  şeklinde sükûnludur.
[183] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/67-78
[184] Her ikisinin de tasarruf olması açısından aralarında bir fark yoktur. Noksan-laştırma yetkisi olanın ziyâde etme yetkisi de olmalıdır. Müellifin istidlal şek­li bu açıdan olmaktadır.
[185] Bkz. Buhârî, ahkâm 13; müslim, akdıye 16; ebû dâvûd, akdıye 9; tirmizî, ahkâm 7; neseî, kudât 32; ibn mâce, ahkâm 4; ahmed, 5/36-38
[186] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/78-81
[187] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/81
[188] İlmin gerçek ehlinin vasıflan birazdan açıklanacaktır.
[189] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmizî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190.
[190] Müellif burada üç hata sebebi zikretmiştir: a) bir esasa bağlı fer'iden, başka bir fer'i doğmuş olabilir. Bu her iki ferin de kendilerine has ayrı ayrı esasları olduğu samlabilir ve bu problem doğurur; bu durumda istinbâta gitmez ve bekler, b) bazan birtakım fer'î meseleleri irca edecek bir esas bulamaz ve bek­ler, c) bazan fer'î meselenin iki esastan hangisine bağlı olduğu karışır. Bu du­rumda âlim tercih yollarından birisini kullanarak kendisince ağır basanı ter­cihe gider; fakat vâki mercâh olanı alır, veyahut da tercihe gitmeden bekler. Bu ve benzeri hataların ya da bir görüş beyanından çekinerek beklemenin âli­min ilmine, onun imamlığına bir zarar vermeyeceği açıktır. Nitekim imam mâlik bu geçen sebeplerden dolayı pek çok defa tevakkuf etmiş, daha önceki görüşlerinden rücûda bulunmuştur. Bu onun imamlığına nakîsa değildir.
[191] Bkz. Buhârî, cizye 18; cihâd 22; itisâm 7; müslim, cihâd 94-96; ahmed, 3/485-486. Hadisin sonrası ile pek bağlantısı kurulamamıştı
[192] Bir önceki notta geçen aynı kaynaklara bkz
[193] Bkz. Tirmizî, sıfatu'l-kıyâme 20; ahmed, 4/346
[194] Bizzat muvatta'ı tedyin etmii} birisi olarak imam mâlik'in kasdettiği, verdiği fetvalarla ilgili olmalıdır. Zira belki daha sonra görüşü değişecektir, fakat yazılan fetvaları çeşitli yerlere gidecek ve oralarda yerleşecek ve böylece bu­nun zararı olacaktır.
[195] Buhârî, şehâdet 9; fedâil 1; müslim, pedâil 210-214; ebû dâvûd, sünne 9; tirmizî, fiten 45; ibn mâce, ahkâm 27; Ahmed, 1/378...
[196] Yaklaşık rivayetler için bkz. Tirmizî, fiten 48; dârimî, eşribe 8; ahmed, 5/221-222.
[197] Buhârî, ilim 34; müslim, ilim 13; tirmizî, ilim 5; ibn mâce, mukaddime 8; dârimî, mukaddime 26; ahmed, 2/162,190
[198] Müslim, imân 232; tirmizî, imân 13; ibn mâce, fiten 15;ahmed, 17398; 4/83
[199] Nasr, 110/ 1-3
[200] Mâide, 5/3.
[201] İbn ebî şeybe antere'den tahrîc etmiştir, bkz. Âlûsî, 2/248.
[202] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/81-89
[203] Nisa, 4/141
[204] Ulemâdan birisi bu konu üzerine düştüğü bir notta âyetin haber mânâsında anlaşılmasının da caiz olduğunu belirtmiş ve o takdirde âyetteki "mü'minler" den muradın köklü îmân gereği doğrultusunda hareket edip, tam hazırlıkla­rını yapan, birlik ve beraberlik halinde bulunan, azim ve sebat sahibi olan müslüman cemâati olduğunu belirtmiş, sonra da bu vasıfta bulunan müslü-manların hiçbir zaman kâfirler karşısında mağlûp düşmediklerini ifâde et­miştir.
Ancak bu isabetli gözükmemektedir. Hz. Peygamber (as) ve ashabına kâfirlerin pek çok işkence ettiklerini, ıslâmın güçlü dönemlerinde cereyan eden haçlı savaşlarında kâh müslümanların, kâh haçlıların galebe çaldığını biliyoruz. "Allah içinizden inanıp,sâlih ameller (yararlı işler) işleyenlere, on­lardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halefkılacağına ... Dâir söz vermiştir." (24/55) âyeti nisa süresindeki âyetin ihbar mânâsına hamli gereğine delâlet etmez.... Va'd âyeti îmân ve sâlihamel ile kayıtlı iken nisa âyeti mutlak olarak zik redilmiştir. Bu itibarla nisa âyetini velayet anla­mına hamlederek "hiçbir kâfir müslüman üzerinde velayet hakkına sahip de­ğildir" gibi bir mânâ vermek âyetin hem vakıaya uygunluğunu hem de mutta-ritliğini temin edecektir.
[205] Bakara, 2/233.
[206] Dolayısıyla cereyan etmekte olan ve herkesçe zâten malum olan buhususun nafaka takdiri vb. Gibi konularda esas alınması için şer'an da benim­sendiğinin ifâdesi amacıyla inşâ anlamında yormak gerekecektir ki böylece âyetten beklenen yeni bir fayda elde edilmiş olsun. Ancak burada verdiği bu misal yukarıda bahsettiği üç şeyden hiçbirisi içerisine girmemektedir. Bu iti­barla müellif haberin vakıaya uygunluğu, teklîf-i mâ lâ yutâkın ve güçlüğün bulunmaması şeklinde belirlediği üç hususa "ya da daha önceden bilinmeyen yeni bir faydanın ortaya konması* diye bir dördüncüsünü eklese de bu misâli verseydi, konu daha açık olurdu
[207] Mâide, 5/93.
[208] Çünkü bu âyetin öncesinde geçen ve içkinin haram kılındığını ifâde eden âyet içkinin haramlığı konusunda 'nass'dır. Bu âyetin 'zâhir'i ise ona münâfîdir ve sözün siyakına uygun düşmemektedir. Bu itibarla içkinin, zahirin umûmu içerisine girmemesi gerekmektedir ki, içki yasağı bozulmuş olmasın, yasakla izinin aynı anda toplanması gibi teklîf-i mâ lâ yutak kabilinden bir netice orta­ya çıkmasın. Bu durumda ayrıca sebeb-i nüzul de göz ardı edilmemiş ola­caktır. Bu âyet bilindiği üzere içki yasağı indikten sonra "ölen arka­daşlarımızın durumu nasıl olacak? Onlar ölmeden önce içki içerlerdi." deme­leri üzerine inmiştir. Sonra nass ile zahirin tearuzu durumunda nass takdim olunur. Bu şekildeki değerlendirmede bu husus da dikkate alınmış olacaktır.
[209] Mâide, 5/93.
[210] Bu şer'î meselelerin teker teker sayımını gerektiren bir iddiadır. Vakıa bu doğrudur. Ancak bizzat müellif de "ictihâd" bahsinde on sebepten dolayı pek çok hilafın dikkate alınacak türden olmadığını belirtecektir. Kaldı ki, burada söz konusu olan vera (takva) diğerlerinin kail bulunmadığı bir şart veya rükn ya da bir şeyin haramlığı veya vâcibliği gibi konulara riâyette bulunmakla il­gilidir. Öbür taraftan mubahla mendûb, veya sünnetle mübâh arasındaki ya da bir şeyin takdim ya da tehiri ile ilgili ihtilaflara gelince, bunlar üzerine ne bir haramlık ne de bir ibâdetin butlanı gibi bir netice terettüp etmemektedir. Dolayısıyla da bu tür ihtilaflar hilaftan çıkmanın veradan telakki edildiği türden değildir. Durum böyle olunca, bu konuda takva (vera) müellifin dediği gibi hakikaten en şiddetli güçlüklerden (haraç) biri midir? Doğrusubuüzerin­de dikkatli düşünmeye muhtaç bir husustur.
[211] Bkz. Müslim, cennet 1; ebû dâvûd, sünnet 22; tirmizî, cennet 21; neseî, îmân 3; dârimî, rikâk 117; ahmed, 2/260...
[212] Çünkü o söylediği sâdece müctehidde geçerlidir. Mukallidde de geçerli ol­masını istemek —ki asıl soruyu teşkil eden kısım burasıdır— sıkıntıya (haraç) götürür.
[213] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/89-95


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..