Birinci Mesele:

Mübâh:

(tercihe bırakılıp) ne terki ne de işlenmesi istenmeyen şeydir. Mâbâhın terkinin matlûp olmamasına şu hususlar delâlet etmektedir.
1. Sâri' katında mubah, işlenmesi ve terkedilmesi arasında mu­hayyer kalman ve bundan dolayı da ne işlenmesi ne de terki durumunda bir övgü ya da yergi bulunmayan şeydir. Şer'an bunlar arasında eşitlik bulunduğuna ve mükellef işleme ya da terki arasında muhayyer kılındığına göre, onu terkeden kimsenin itâaatinden söz etmek mümkün olmayacaktır. Çünkü itaat ancak taleple birlikte düşünülebilir. Talep yok­sa itaat da yoktur.
2. Mübâh, her birinin terkinin matlûp olmaması açısindan vâcib ve mendûbla aynıdır. Vâcible mendûbu terkeden kim­senin, onu terk sebebiyle şer'an itaatkâr sayılması mümkün değildir. Çünkü sâri' onlann terkini istememiştir. Dolayısıy­la aynı şekilde mübâhı terkeden kimse de şer'an itaat göster­miş olmaz.                                                                                   

İtiraz: Vâcible mendûb mubahtan farklıdırlar. Çünkü onların işlenilmeleri matlûptur, dolayısıyla terk talebini engelleyici durum (muarız) bulunmaktadır. Mübâh ise böyle değildir. Çünkü mubahta, onun terkini talep karşısında bir (engel) muarız bulunmamaktadır.

Cevap: Mubahta da, onun terkini talep karşısında engel bulun­maktadır. O da terk konusunda seçimli bırakmadır. Bu itibarla, bizzat terk talebiyle o konuda seçimli kılma arasını birleştirmek (cem) müm­kün değildir.
3. Mubahta, işlenmekle terkin eşitliği şer'an sâbittir.bu du­rumda eğer mübâhı terkeden kimsenin itaat göstermiş olması olsaydı, o takdirde onu işleyen kimsenin de itaat göstermiş olması caiz olurdu. Çünkü mubaha nisbetle her ikisi de eşittir. Bu netice ise ittifakla sahih değildir. Haddi­zatında da makûl bulunmamaktadır.[1]
4. İcmâ ile sabittir ki, mubahın terkini nezreden kimseye, o mubahın terki suretiyle nezrinin gereğini yerine getirmesi gerekmemektedir. Mubahın terkini nezreden ile işlenmesini nezredenin durumu aynıdır. Hadiste: "kim Allah'a itaat et­meyi nezretmişse, o'na itaat etsin."[2]buyrulmuştur. Eğer mubahın terki tâat olsaydı, o zaman nezirle yerine getirilme­si gerekirdi. Oysa ki, bu tür nezirler bağlayıcı değildir. Bu da onun itaat olmadığını gösterir. Hadiste vârid olduğuna göre bir adam ayakta durarak, gölgelenmeden oruç tutacağına dâir nezirde bulunmuştu. Hz. Peygamber kendisi­ne, oturmasını, gölgelenmesini, orucunu da tamamlamasını emretmişti.[3] imâm mâlik: "hz. Peygamber ona Allah için tâat olan şeyi tamamlamasını, Allah için masiyet olan şeyi de terketmesini emretti." demiş[4] ve böylece mübâ-hın terkini nezretmeyi görüldüğü üzere masiyet telakki et­miştir.
5. Şayet mübâhı işleyen kimse, bu terki sebebiyle itaat içerisin­de olacak olsaydı —ki biz sâri' katında onu işlemenin de ter-ketmenin de aynı olduğunu ortaya koymuş bulunuyoruz— o takdirde âhirette mübâhı terkeden kimsenin onu işleyen kimseden daha üst derecede olması gerekirdi. Bu netice ke­sinlikle bâtıldır. Çünkü ittifakla kaide olarak[5] belirlenmiştir

Âhiretteki dünyadaki durum  lur. Şayet bütün tantlnr aynı şekilde eyitoihiılfiıdcncnltır di hep aynı olurdu. Mubahın işlenmesiyle -dilmi'si huzurunda eşittir. Dolayısıyla da onu yapan ya da lerk kimsenin tâatte eşit olduklarını varsaydjğımı/dıı alı ıro derecelerin de eşitolması gerekir. İşleyen kimsenin doğil dt terkeden kimsenin tâat içerisinde olduğunun kabûlu notiot* ainde ise, terkedenin işleyenden derece itibarıyla daha üatttii olması lâzım gelir. Bu ise muhaldir ve şeriatın getirdikleriyle ters düşer. Aksi takdirde kişinin kendi nefsine mübâhı terk suretiyle zulmetmesi ve bundan da sevap alması gibi (hiçbir kimsenin kail olma'dîğı) bir netice söz konusu olacaktır. Eğer mübâhı terk suretiyle tâat içerisinde olmayacaksa, (o zaman mubahın terki matlûp olmayacaktır; netice itibarıyla da on­dan) burada söz etmeye gerek kalmayacaktır.
6. Eğer mubahın terki itaat olsaydı, o zaman bizzat kendi özel­liklerinden dolayı mubahın şer'î hükümlerden çıkarılması gerekirdi. Bu ise icmâ ile bâtıldır. Bu konuda el-kâbî'nin[6] muhalefeti de söz konusu değildir. Çünkü o mübâhı fiilin kendi açısından değil, sâdece doğurduğu sonuç bakımından nefyetmiştir. Bizim buradaki üzerinde durduğumuz şey ile fiilin kendisi açısından olup, zorunlu olarak doğuracağı so­nuca göre değildir. Yine el-kabî, söylediklerini sâdece muba­hın işlenmesiyle ilgili olarak söylemiştir. Çünkü mubahın iş­lenmesi,   bir haramın terkini gerektirmektedir. Terki ise böyle değildir. Zira o (terk) bir vâcib ya da mendûbun işlen­mesini gerektirmemektedir ki vâcib ya da mendûb olsun. De­mek ki, böyle bir görüş mubahın mutlak anlamda ortadan kaldırılmasını gerektirecektir. Bu da ittifakla bâtıldır.
7. Tahkîk erbabına göre 'terk' de, ihtiyarî fiillerdendir. Dolayı­sıyla mubahın terki, mubahın işlenmesi[7] demek olmaktadır. Yine kaide olarak, hükümlerin fiil ya da terklerle ilişkisi an­cak —inşAllah ileride de geleceği üzere— maksatlarla[8] ol­maktadır. Bu da terkin, fiil gibi ihtiyara (irâdeye) râci olma­sını gerektirecektir. Eğer mübâhı terkeden kimsenin, bizâtihî terkle tâat içerisinde olması caizse, onu işleyenin de tâat içerisinde olması caiz olacaktır. Bu ise bir tenakuzdur[9] ve muhaldir.

İtiraz: Bütün bunlara çeşitli açılardan itiraz mümkündür.

Mubahın işlenmesi birçok zararlara sebeptir. Bunları şöy­le sıralayabiliriz:

A) Mubahla uğraşıldığı zaman dünyada hayırlı ameller işlemek gibi daha önemli şeylerden geri kalınır ve bu durum pek çok tâatten alıkor.

B) Mubahın işlenmesi insanı vâciblerle uğraşmaktan alıkoyma­ya ve yasak olan şeylere götürmeye sebeptir. Çünkü dünyâ nimetle­rinden istifâdenin şarabın verdiği sarhoşluk gibi bir büyüsü vardır. Bu nimetlerden bir kısmı, diğerini çeker; neticede de sahibini helake atar. Allah korusun!
C) Şeriat dünyayı ve onun lezzetlerine dalmayı zemmetmiştir. Mesela âyetlerde şöyle buyrulmuştur: "dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz; ama bu­gün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azâb göreceksiniz.[10]"dünya hayatı­nı ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını tasta­mam veririz; onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar. İşte âhirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa git­miştir. Zâten yapmakta oldukları da bâtıldır.[11] bir hadisinde de hz. Peygamber şöyle buyurur: "sizin hakkınızda en çok korktu­ğum şey, dünyanın sizden öncekilere kapılarını açtığı gibi, size de aç­masıdır.[12] bu hadiste "şüphesiz baharın bitirdiği her nebat şişkin­likten ya öldürür ya da ölüme yaklaştırır..." ifâdesi de bulunmakta­dır. Bu husus kitâb ve sünnette meşhurdur ve konuyla ilgili pek çok delil vardır. Bu da mubahın terkini istemeye yeterlidir. Çünkü bu dünyevî bir husustur ve" mübâh olması açısından âhiretle ilgisi yok­tur.
D) Mubahın işlunmori durumunda âhirette uzun birheiaba mâ­ruz kalma söz konusudur. Haberde "onun (malın) helâli hitap; ha­ramı ise azâbtır."[13] denilmiştir. Seleften bazıları da kendilerine alma­ları için bir şey getirildiğinde: "onun hesabını benden uzaklaştırınız." derlermiş. Akıllı olan kimse, uzun süre hesap vermenin bir nevi azab olduğunu, mahşerden bir an evvel cennete ulaşmanın en büyük amaç­lardan biri olduğunu bilir. Mübâh isejju amacın önüne geçmektedir. Şu halde onun terki şer'an daha üstündür. Şer'an terki daha üstün olan şeyin terki de tâattir; öyleyse mubahın terki de tâattir.

Cevap: Mübâhı işlemenin zararlara vesile olduğu iddiasının çe­şitli açılardan bir dayanağı yoktur:
1. Asıl mevzumuz, fiilin iki tarafı da (yani yapılması ya da terke-dilmesi) eşit olması anlamında olan mubah hakkında olup, başka bir duruma vesile (zerîa) olmasıyla ilgili değildir. Zira mübâh yasak olan bir şeye götürüyorsa, o zaman mübâh olduğu için değil de "sedd-i zerîa" kabilinden olmak üzere yasaklanır. "biz hakkında bir sakınca olmayan şeyleri, sakınca bulunan şeyler sebebiyle terkederdik."[14] şek­lindeki merfû olarak da zikredilen sözü işte bu mânâya yormak gere­kir. Bu konuda vârid olan diğer deliller de aynı şekilde değerlendirilir dünyanın zemmedilmesi sâdece yükümlülükleri ihmâl ve terke vesile (zerîa) olur endişesiyledir.

Keza mübâhm öncesinde, sonrasında ya da bitişiğinde, o şeyi mübâhlıktan çıkaran durumlar olabilir. Mesela zekâtı verilmeyen mal, ihtiyacı karşılamak için tutulmakla birlikte, üzerine taalluk eden Allah hakkı unutulan at vb.... Gibi.
2.  Biz mubahın işlenilmesinin bir vesile olduğu nokta-i nazarın­dan konuya yaklaştığımızda da, onun terkinin mutlak anlamda daha üstün olmadığını, aksine bu açıdan da mubahın üç kısma ayrıldığını görürüz:

A) İşlenmesiyasakolanbirşeyevesile(zerîa)olankısım.buaçı-dan mübâhm da terki istenir.
B) Emredilen bir şeye vesile olan kısım: âhiretle ilgili konularda kendisinden yararlanılan hususlar gibi. Meselâ hadiste:"salih insan için hayırlı mal ne güzeldir...'[15]buyrulmuştur. Yine hadiste, sahabenin: "yâ rasûlallah! Varlık sahipleri sevapları, yüce makamları ve cennet nimetlerini alıp götür­düler. .." şeklindeki serzenişlerine hz. Peygamber "varlıkAllah'ın bir lutfudur;dilediğine verir..." [16]buyurma­sı bu kısma örnek teşkil eder. Dahası kişinin ailesiyle olan cinsî münâsebetinde —şehvetini gideriyor da olsa— sevap bulunduğunu, çünkü onu haramdan alıkoyacağını belirten hadisler vardır. Daha başka benzeri haberler çoktur. Çünkü madem ki, bunlar emrolunan konular için birer vesiledirler, elbette ki onların hükümlerini alacaklardır.

C) Hem yasaklanan hem de emrolunan hususlara vesile teşkil etmeyen kısım. Mutlak mübâh işte bu kısımdır.

Kısaca mubahın bir başka şeye vesile olması takdirinde hükmü, vesîle olduğu şeyin hükmü olmaktadır. Bizim konumuz ise o değildir.
3. Şayet "mubahın terki mutlak surette itaattir; çünkü o(nun iş-lenilmesi) yasaklanılan şeye vesîle olmaktadı?." denilirse, tam bunu tersine çevirerek "hayır, mubahın işlenmesi mutlak surette itaattir; t u61 çünkü her mübâh bir haramın terki demektir.[17]görülmez mi ki, kişi mübâhı işleme sırasında bütün haramları terketmiş ve nefsini onunla meşgul etmiştir." demek de mümkün olacaktır ve bu ikincisi daha da isabetlidir; çünkü buradaki genelleme sahihtir; aksine "her mübâh mutlak surette bir haram ya da yasak olan şeye vesiledir." demek yan­lış olur. Bunun neticesinde de, ileri sürülen itirazın, mubahın terkinin tâat olduğuna dâir delil olamayacağı ortaya çıkar.

Mubahın işlenmesinin uzun süre hesaba çekilmeye maruz bıra­kacağını ileri sürerek yöneltilen itiraza bir kaç açıdan cevabımız ola­caktır:
A) Eğer mübâhı işleyen kimse bu yüzden hesaba çekilecekse, onu terkedenin de terkinden dolayı hesaba çekilmesi gerekir; çünkü şer'an her ikisinin de mübâha olan nisbetleri aynıdır. Neticede tenakuz söz konusu olmaktadır.[18] bu ise muhaldir. Bu neticeye götüren de aynı şekilde muhaldir.

B) Keza, helâlin hesap olduğu kabul edilir, sonra da mübflhı terkeden kimsenin —ki o da terkten ibaret olan bir helâli iglo miş olmaktadır— hesaba çekilmeyeceğine hükmedilirse, o takdirde helâl uzun hesaba çekilme için hem sebep olacak hem de olmayacaktır. Çünkü uzun süre hesaba çekilme, sade­ce bilfarz o şeyin helâl oluşuna bağlanmıştır. Böyle bir netice ise tenakuzdur.
4. Eğer hesaba çekilme terkin talebi için bir sebep olabilecekse, o takdirde bütün tâatleria terki de istenilir. Çünkü bütün bunlardan hesap sorulacaktır. Nitekim yüce Allah: "andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soracağız, peygamberlere de soracağız."[19] buyurmaktadır. Bu âyette görüldüğü üzere peygamberlerin risâlet-ten ve şeriatın tebliğinden mesul oldukları kesin olarak belirlenmiş­tir. Bununla birlikte, bu durum peygamber göndermeye ve onların risâletini tebliğe mâni olmamıştır. Diğer mükellefler için de durum aynıdır.

Burada "tâatlerin terkini istemeyi engelleyici bir unsur olarak onların yapılmasını isteyen talep bulunmaktadır." şeklinde bir itiraz serdedilemez. Çünkü, biz "mübâhda da durum aynıdır; onda da terk talebinde bulunmayı engelleyecek unsur (muarız) olarak muhayyer kılma durumu bulunmaktadır. Mubahın işlenmesiyle terki şâri'ce ay­nı mesabededir." diyoruz.
5. Helallerin işlenmesi üzerine terettüp eden hesap, muhteme­len o mubahın kendisi dışında başka bir sebeble ilgili olabilir. Çünkü mübâh meselâ falan şeyin yenilmesi demektir. Bunun mutlaka uyul­ması gereken mukaddimeleri, şartlan ve neticeleri vardır. Eğer bun­lara riâyet edilirse, o şeyi yemek mübâh olur; riâyet edilmezse, o takdirde ona sebebiyet vermek ve onu yemek mübâh olmaz.

Kısaca mubahın da diğer fiiller gibi uyulması gereken rükünleri, şartları, mâni ve neticeleri vardır. Bütün bu konularda 'terk' aynen 'fi­il' gibidir. Nasıl ki, fiile sebep olunduğunda ondan mesul olunmakta­dır; aynı şekilde terke sebep olunduğunda da ondan mesul olunur.

Burada "fiilin pek çok şartlan ve mânileri vardır; rükünlere ihti­yaç gösterir. Terk ise böyle değildir; onun varlığı için sadece kasıt ye­terli olabilir." şeklinde bir mütâlâa ileri sürülemez.
Çünkü mubahın hakikati ister fiil olsun ister terk, mukaddime-leriyle oluşur. İsterse bu sadece kasıttan ibaret olsun. Aynı şekilde haklar, fiile taalluk ettiği gibi terke de taalluk etmektedir. İster buhaklar hahakkı olgun, ister kul hakkı, isterse karma nitelikli bu-iuııhıih farketmemektedir. Bu hususa hz. Peygamber'in nefsimin de üzerinde hakkı vardır; ehlinin de üzerinde hak­kı vurdır. Bu itibarla her hak sahibine hakkını ver."[20] hadisleri de de-lalel etmektedir. Selmân ve ebû'd-derdâ hadisi[21] üzerinde düşünül­düğü nde, o ve onun mânâsında olan hadisler, mübâh konusunda fiil ve uırkin, özellikle bu açıdan aralarında bir fark bulunmadığını ortaya koymaktadır. Hesaba çekilme, mubahın işlenmesi suretiyle olduğu gibi, terki durumunda da söz konusudur. Durum böyle olunca, eğer hohûba çekilme mubahın vesilesinden dolayı ise (ona râci ise); onun iş-ummesiyle terki eşittir; yok bizatihi mubaha veya her ikisine birden rnei ise; fiil ve terk yine birbirine eşit olmaktadır.
Keza, eğer mubahta onun terkini gerektiren bir husus varsa, ter-ked i ı memesini gerektiren husus da bulunmaktadır. Çünkü mübâh Allah teâlâ'nın kullarına bir nimet olarak lütfettiğini belirlediği hu­suslardandır. Meselâ şu âyetlere bu açıdan bakılabilir: "Allah yeri canlı varlıklar için meydana getirmiştir.... Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar. Öyleyken rabbinizin nimetlerinden hangisini yalan­layabilirsiniz?" [22] "taze et yemeniz, takındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetlerinden faydalanmanız için denize... Boyun eğdi-[117]    rendeo'dur.[23] "göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buy­ruğunuz altına vermiştir.[24]verilen nimetlerden dolayı in'âmda bulunulduğu belirtilen bu mânâda daha pek çok âyet bulunmaktadır. Bunlar, zikredilen nimetlerin edinilmesini, onlardan yararlanılması­nı ve netice itibarıyla da bunlar için şükürde bulunulmasını bildir­mektedir. Durum böyle olunca, bu nimetleri kasıtlı olarak terkeden kimseye de sorulacaktır: onu niçin terkettin? Hangi amaçla ondan yüz çevirdin? Senin için helâl kılınan bir şeyden seni alıkoyan şey ney­di? ... Bu itibarla suâl mubahın her iki tarafı için de söz konusudur. Bu konunun izahı inşAllah ileride, "başkasına hadim (yardımcı) olan mübâh" bahsinde gelecektir.
Bu cevapların çoğu cedelle ilgilidir. Asıl verilecek doğru cevâp şu­dur: mübâhı işleyen kimsenin mutlak surette hesaba çekilmesi doğru değildir. Kişi ancak mübâha karşı yerine getirilmesi gereken şükürde kusur gösterdiğinden dolayı hesaba çekilir; onu elde etmek ve kullan­mak açısından ya da yükümlülüklerin ifâsında yeterli bir şekilde onunla yararlanamamasından dolayı sorumlu olur. Kendisini bu gibihususlarda muhasebeye çeken ve emrolunduğu şekilde onlun işleyen kimse, Allah'ın nimetlerine şükretmiş olur. İşte bu anlamda olmak üzere yüce Allah: "ey muhammedi de ki: 'Allah 'm kulları için zîntt vt temiz nzıkları haram kılan kimdir? Bunlar, dünya hayatında ina­nanlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir.'[25]yani bunlar­dan dolayı bir sıkıntıya maruz kalmayacaklardır. Başka bir âyette de: "amel defterleri kendisine sağından* verilen kimse, kolay vereceği bir hesaba çekilir..."[26] buyurmuştur. Ayetteki lıesâb' hz. Peygamber tarafından 'arz' olarak tefsir edilmiş[27] münâkaşa ve azâb içerenhesâpolmadığıbelirtilmiştir. Aksi takdirde, mübâh olan nimet­lerin kıyamet gününde sa'dece mü'minlere has olmasının mânâsı kal­mazdı. "andolsun ki, kendilerine peygamber gönderilenlere soraca­ğız, peygamberlere de soracağız.[28] âyetinde söz konusu edilen pey­gamberlerin suâllerini de aynı mânâya yormak gerekir. Mübâhlann işlenmesi konusundaki selefin yaklaşımı da bu mânâ*nın doğruluğunu ortaya koymaktadır. Nitekim birazdan bahsedilecektir.

İtirazların ikincisi: ortaya konulan şey selef-i sâlihten saha­be, tabiîn ve takva sahibi imamların gidişatlarına aykırıdır. Çünkü onlar, mubahlardan sıkıntı duymuşlar ve onlardan çoğu kez kaçın­mışlardır. Bu durum, onlardan tevatür şeklinde nakledilmiştir. Me­selâ onlar yiyecek, içecek, binecek ve mesken gibi konularda bolluk ve rahat içerisinde olmaktan kaçınmışlardır. Bunlar içerisinde de en ön­de gelenleri hz. Ömer, ebû zer, selmân, ebûubeyde b. El-cerrâh, hz. Ali, ammâr vb. Gibi sahâbîlerdir. Bu konuda ibn habîb'in kitâbu'l-cihâd'ına, keza dâvûdî'nin kitâbu'l-emvâfine bakılabilir. Bura­larda yeterli bilgi vardır. Kısaca bunların özeti şudur: bunlar mübâhı, sırf mübâh olması açısından terketmişlerdir. Eğer mubahın terki tâ at olmasaydı, bu sahâbîler onu terketmezlerdi.

Cevap: bu itiraza cevabımız bir kaç açıdan olacaktır:
1. Bunlar içinde bulunulan hallerin nakli kabilindendir. Araştı­rılıp incelenmeksizin sadece bunlarla ihticâcta bulunmak kifayet et­mez.Zira onların bu terkleri, terkettikleri şeylerin mücerred mübâh olmaları yüzünden olduğu kesin değildir, başka amaçlarla terketmiş olmaları da mümkündür. İnşaAllah ileride içinde bulunulan hallerin mücerred naklsdilmeıiyle ihticâcta bulunmanın bir fayda bağlamaya­cağı konusu gelecektir.
2. Bu tezin aksi de söz konusudur. Şöyle ki: hz. Peygamber
Helva ve balı sever, et yerdi ve etin de budunu seçerdi; bu o-nun hoşuna giderdi; kendisine tatlı su arardı; kuru üzüm ve hurmayı ayıklardı; miskle kokulanırdı; kadınları severdi. Keza pek çok sahâbî, tflbiîn ve takva sahibi ulemâdan mubahın terkinin kendilerince mat­lûp olmadığı, eğer şer'an terki matlûp olsaydı mutlaka ona koşacakla­rı neticesinde toplanan pek çok haber vârid olmuştur. Vakıa eğer on­larca mubahın terki matlûp olsaydı, diğer nafilelere ve iyiliklere; mer­tebe ve derecelere koşuştukları gibi, onun terkine de koşuşurlardı. Zi­ra ümmetten hiçbir kimse hayırlı amellere onların koşuştukları gibi koşmamıştır; hiçbir kimse yakın ya da uzak mü'min kardeşini (onlar gibi) kendi malına ve mülküne ortak etmemiştir. Onların hayat tarz­larına vâkıf olanlar bunu çok iyi bilirler. Bütün bunlara rağmen onlar asla mubahları terketmiş değillerdi. Eğer mubahın terki matlûp ol­saydı, kesin olarak bunu öğrenirlerdi ve mutlaka istisnasız gereğiyle amel ederlerdi. Fakat onlar böyle bir şey yapmamışlardır. Bu da göste­riyor ki, onlara göre mubahın terki matlûp değildir. Dahası, içlerinden bazıları bir kısım mubahları terketmeye niyet etmişlerdi de, onların bu tutumları tepki ile karşılanmış ve yasaklanmışlardı. Bu konuda pek çok delil bulunmaktadır. Bu konuda ibn rüşd'ün mukaddi-mât'ının "fakîr ile zenginin birbirine olan üstünlükleri"[29]babına bakınız.
3. Eğer onların mubahın terkinden dolayı sevap elde etmek amacıyla birşey terkettikleri sabit ise, geçen delillerden de anlaşılaca­ğı üzere, bu onun sadece mübâh oluşundan değil, haricî unsurlardan dolayıdır. Bu da mubahın terkinin matlûp olduğunu gerektirmez. On­lar mubahları çeşitli sebeplerden dolayı terketmişlerdir. Bunları şöy­lece sıralamak mümkündür:

A) Mübâh, ibâdetler için bir mâni, hayırlı işler önünde bir engel görülebilir; dolayısıyla sevaba ulaşabileceği şeyi yapmaya imkan bulabilmek için onu terkedebilir. Bu matlûp olan şeye ulaşmak için gösterilen çabalardan sayılır. Meselâ hz. Âişe'-ye büyük miktarda mal gelirdi. Bu sayede mübâh olarak bol­luk içerisinde yaşaması mümkündü. Ancak o gelen mallan tasadduk eder, geçimi için asgarî olan bir miktarla yetinirdi. Onun bolluk içerisinde yaşamayı terki onun matlûp olduğuna kail olduğundan değildi. Bizim buradaki konumuz ise bu ikinci şekilde olan terktir.
B) Bazı mubahlar işlenildiği takdirde, kişinin sahip olduğu öv­güye değer vasıflara nisbetle kendi nefjsi için istemeyeceği bir neticeyi başkalarında uyandırabileceği düşüncesiyle terke­dilmiş olabilir. Dolayısıyla bu durumdamübâh neden olacağı şey sebebiyle terkedilmiştir. Örnek: hz. Ömer'in şam'a gidi­şinde eşeğe binmiş olmasını iyi görmemişler ve kendisine bir at getirmişlerdi. Binip de at altında rahvana kalkınca, kendi­sinin bir şeyler hissettiğini bildirerek ondan aşağı inmiş ve yine eşeğine dönntüştür. Yine hadiste vârid olduğu üzere hz. Peygamber tıamîsa' adı verilen alemli (nakışlı) bir elbise giymişti. Sonra hz. Peygamber namazda o-nun alemine baktığını ve nerdeyse kendisini meşgul ettiğini belirtmiş (ve onu çıkararak ebû cehm'e göndermişti)[30] hal­buki kendisi masumdu. Ancak bununla o, ümmetine, mübâh bir şeyin hoşlanılmadık bir neticeye sebep olması durumun­da ne yapmaları gerektiğini öğretmiş oluyordu.
Aynı şekilde mübâh bazan yasak olan bir şeye vesîle olabilir ve o yasağa vesîle olması açısından bırakılmış olur. Nitekim bu mânâda bazıları "ben haramla benim aramda helâlden bir sütre bırakırım ve onu haram kılmam." demişlerdir. Hadiste de: "insan, sakıncalı şey­lerden kaçınmak için, sakıncası olmayan bazı şeyleri terketmedikçe müttakîler derecesine ulaşamaz."[31] buyrulmuştur. Bu, falan yoldan geçtiğinde harama bakacağını, ya da gıybet gibi kendisine zararı do­kunacak bir söz edeceğini vb. Bilen bir insanın durumuna benzemek­tedir.     

C) Bazı insanlar başkalarınca mübâh görülen bir şeyi kendileri­ne helalliği netleşmediği ve şüphe bulunduğu için terkeder-ler. Bu gibi durumlarda terke gitmek ihtilafsız iyi bir şeydir. Meselâ "biz işlenmesi sakıncalı olan şeylerden sakınmak için, bir sakınca bulunmayan şeyleri terkederdik."  sözünü buna yormak gerekir. Onlar hakkında bir sakınca olmayan her şeyi terketmemişler, sadece kendilerini mekruh ya da ya­sak olan şeye götüreceğinden korktukları şeyleri terketmiş­lerdir.

D) Mübâh, işlenmesi sırasında onu tâate dönüştürecek niyet ha­zır bulunmadığı için terkedilmiş olabilir. Şöyle ki: bazı insan­lar mubahın tâate bir yardımcı olmasını, ya da yaptığı işin katkım/. Allıtlı için olup, nefgine ait bir pay bulunmamasını is-torlor. Allah'ın öylo han kulları vardır ki, mübâhı mübâh ol­duğu için işlemeyi sevmezler. Aksine onu işlemeyi ibâdet kas-dı bulununcaya ya da mübâh ibâdete yardımcı olma vasfı ka-zanıncaya, yahut da onu işlemesi nefsin bir hazzı için değil de izin açısından oluncaya kadar terkederler. Çünkü nefsin haz duyacağı mübâh şükürden sayılmazken; tâat kasdı ile işle­nen mübâh bir nevi şükür olacaktır. İşte bu noktadan hare- ketledir ki, bazıları yemek, içmek vb. Gibi mubahları matlûp hâl alıncaya kadar terketmişlerdir. Çünkü bunlar ihtiyaç du­yulmadan alındığı zaman mubahtır. Mesela meyve yemek gi­bi. Ancak yeme ve içmeyi gıdaya ihtiyaç duyulacak zamana kadar terkeder, sonra bünyenin güç kazanması ve tâate yar­dımcı olması amacıyla yer içerse, o takdirde mubahın vasfı değişir. Bütün bunlar yerinde amaçlardır ve bu tür davranış­lar seleften nakledilmiştir. Bu durum meselemize bir halel getirmez.

E) Mübâhı terkeden kimse bazan kendisini tamamen tefekkür, amel gibi âhiretle ilgili bir tâate vermiş olabilir. Öyle ki, mubahtan bir haz duymaz, kalbi ona meyletmez, dikkatini dahi çekmez. Ne kadar az da olsa, bu şekilde meydana gelen terk, terkedilen şeyden gaflet şeklinde düşünülür. Mubahın farkında olunmadığı için onun alınmaması ise tâat değildir. O kimsenin gaflete sebep olan şeyle meşguliyeti tâat olmak­tadır. Buna benzer bir olay hz. Aişe hakkında nakledilmiştir. Şöyle ki: hz. Âişe'ye bir keresinde çok miktarda mal (para) ge­tirilmişti. O onların hepsini taksim etmiş ve kendisi için hiç­bir şey bırakmamıştı. Nefsini ihmal ettiği için de (cariyesi ta­rafından) eleştirilmişti. Bunun üzerine hz. Aişe: "beni eleş­tirme! Eğer banahatırlatsaydın, yapardım." demiştir. Bu ka­bilden davranışlara sûfiyyede de rastlanır. Bazı mubahların nefsin haz alamaması neticesinde terkedilmesi de aynı şekil­de, onlardan gaflet hükmündedir.

F) Bazıları bir kısım mübâhı israf kapsamında görür. İsrâfsa ve­rilmiştir. İsrafın belirli bir sınırı yoktur. Nitekim israfın zıddı olan "iktâr" in yani pintiliğin de değişmez bir haddi bulunma­maktadır. Bu durumda iktisatlı olmak, iki kötü uç arasında dengeyi yakalamak kişinin içtihadına, kendi görüşüne bıra­kılmıştır. İnsan bir kısım mübâh şeyleri kendisine nisbetle israf kapsamı içerisinde görebilir ve neticede bu yüzden onu terkeder. Onun israf olmadığı kanâatinde olanlar onu gör­düklerinde onun mübâhı terkettiğini zannederler. Halbuki, durum onların zannettikleri gibi değildir. Bu gibi konularda, herkes kendi içtihadıyla hareket eder.

Fıkıhlar! Hükümler

Kısaca mubahın israf kupsamına girip girmome konusunda bir anlayışa (fıkıh) sahip olmak ve ona göre de amel etmuk ihtanilmekte-dir. Bu mübâh olmanın şartlarından birisidir. Bununla mübah, ne ter­ki ne de işlenmesi istenen bir vaziyet almaz. Meselâ mübâh bir ytıy don dolayı mescide girmek mubahtır. Bunun şartlarından biri de tfiron kimsenin cünüp olmamasıdır. Nafilelerin şartlarından biri de tali a-rettir ve bu vaciptir. Şimdi ne mescide girmek ne de nafile namaz kıl mak, bu şartlardan dolayı vacip olnîazlar. Burada da durum aynıdır. Mubahın alınmasında israfın terki şartı vardır. Mubahlar alınırkon israfın kötülenmesi, aynı zamanda mubahın da mutlak anlamda kö­tülenmesi demek değildir.

Seleften nakledilen mubahların terkiyle ilgili menkıbeleri tetkîk ettiğimizde onların mutlaka bu arzettiğimiz izahlardan biri altına gir­diğini görürüz. Böylece onlarla ilgili bu tür menkıbelerin, konulan me­seleyle tearuz teşkil etmeyeceği anlaşılmış olmaktadır. Allahu a'lem!

İtiraz vaki olan konulardan üçüncüsü de zühdün teşvik görmesi hususudur: dünyadan el-etek çeken, onun lezzet ve şehvet­lerini terkeden kimsenin şer'an övgüye mazhar olduğunda, genel an­lamda zühdü terkeden kimsenin de yerildiğinde ittifak bulunmakta­dır. Hatta, fudayl b. Iyâz bu konuda: "her türlü şer bir eve konulmuş, anahtarı da dünya sevgisi kılınmıştır; her türlü hayır da bir eve konul­muş ve anahtarı da zühd kılınmıştır." demiştir. Sûfî el-kettânî ise şöy­le der: "kûfeli, medineli, ıraklı, şamlı hiçbir islâm âlimi dünyada zâhidâne bir hayat yaşamak, cömert olmak ve herkese nasihatte bu­lunmak konusunda farklı düşünmemiştir." kuşeyrî bu sözü: "yani hiçbir kimse bu vasıfların övgüye değer olmadığını söylememiştir." şeklinde açıklar. Bu hususla ilgili kitâb ve sünnette mevcut deliller sayılamayacak kadar çoktur. Gerçek anlamda zühd helâl konusunda­dır. Haramdan el-etek çekme (zühd) ise zâten lâzımdır, islâmın bir emridir ve bütün îmân sahiplerini kapsar; sadece seçkin mü'minlerin yapacağı bir şey değildir. Seçkinler kendilerinin temayüz etmelerini temin eden hususlar üzerinden yürümüşlerdir ki, bu da mubahtan el-etek çekme (zühd) olmaktadır. Mekruh ise iki taraflıdır. Bu sabit oldu­ğuna göre, onların böyle faydasız bir davranışa girmeleri âdeten muhaldir ve yine terkiyle işlenmesinin eşit olması sebebiyle şer'an öv­güye lâyık bulunmaları keza muhaldir.

Cevap: buna verilecek cevap çeşitli açılardan olacaktır:
1. Şerîatte zahir olduğu üzere zühd, terki istenen şeylere mahsûstur. Mübâh ise, geçen delillerden dolayı bunların hâricindedir. Bazılarının 'zühd' lafzını helâlin terki anlamında kullanmala­rı, kaçırdığı hayırlar gözönünde bulundurulduğunda veya başka bir sebeple mecazî anlamda olmaktadır.
2. Enzâhidinsanolanhz. Peygamber bulduğu takdir­de güzel şeyleri terk etmemiştir. Ondan sonra gelen sahabe ve tabiîn de zühd makamında bulunmalarına rağmen aynı şekilde davranmış­lardır.
3. Mubahların terki ya kasıtlı olur ya da kasıtsız. Eğer kasıtsız olarak terkedilmiş se dikkate alınmaz; aksine bu bir gaflettir, ona de­ğil zühd mübâh dahi denilmez. Eğer terki kasıtlı yapılmışsa bakılır: o sadece ya mübâh olduğu için terkedilmiştir —üzerinde tartıştığımız nokta da burasıdır— ya da haricî bir unsurdan dolayı terkedilmiştir. Eğer o haricî unsur, terkedilen mübâh gibi dünyevî bir şeyse, o takdir­de yapılan zühd değil, bir mubahtan diğerine intikal olur. Eğer o uhrevî bir şeyse, o takdirde terk, matlûp olan o şeye bir vesîle olur ve dolayısıyla matlûp olan o şeye nisbetle bir fazilet olur, yoksa mücerred terkten dolayı bir fazilet olmaz. Bu konuda da anlaşmazlık bulunma­maktadır.

Gazzâlî de bu mânâda tefsirde bulunarak: "zühd, arzu ve rağbe­tin bir şeyden daha hayırlısına çevrilmesidir." demiş ve bir şeyden mü­cerred vazgeçmeyi zühd saymamış, aksine onu bir şeyden daha hayır­lısına intikal ile kayıtlamıştır. Gazzâlî bu tarifinin açıklanması sade­dinde de "zühd, genelde sevilen bir şeyden yüzçevirme olunca, onun tasavvuru için mutlaka ondan daha üstün bir şeye yönelme şartı var­dır. Aksi takdirde sevimli bir şeyin daha sevimli olmayan başka bir şeyden dolayı terkedilmesi muhaldir." demiş ve sonra zühdün kısım­larım zikretmiştir. Bu da açıkça göstermektedir ki, zühd hiçbir zaman mübâha, mübâh olduğu için taalluk etmez. Ehl-i ibretin sözleri üzerinde düşünenler, onların bu mihver etrafında döndüğünü göre­cektir.

Fasıl:

Mubahın işlenmesi matlûp mudur?
Mubahın işlenmesinin matlûp olmadığı konusuna gelince, (bölü­mün başında) geçen delillerin çoğu[32] bu hususa delâlet etmektedir. Çünkü mübâha nisbetle her iki taraf (yapmak-terk etmek) da aynı du­rumdadır.

Mubahın işlenmesinin matlûp olduğu görüşünde olan (el-ka'bî), usûle ülerin ifâde ettikleri üzere, şu şekilde istidlalde bulunmuştur: her mübâh bir haramın terki demektir. Haramın terki vâcibtir; öyley­se her mübâh vâcibtir.
Ancak bu görüşe kail olan kimse, öyle gözüküyor ki, mübâhm iş­lenmesinden doğan sonuçtan bağımsız olarak ele alındığında her iki tarafının da eşit olduğunu kabul etmektedir. Bu durumda sahîh olan görüşün[33] diğer ulemânın ortaya koyduğu görüş olduğu ortaya çık* maktadır ve bu hususu aşağıdaki açılardan delillendirmek mümkün­dür: 1.

(el-ka'bî'nin görüşüne göre) hiçbir fiilde asla 'mübâh' vasfının bu­lunmayacağı, mükelleflerden sâdır olan hiçbir fiili •'mübâh' diye ni­teleme imkanı kalmayacağı gibi bir netice ortaya çıkmaktadır. Bu ise bâtıldır. Çünkü ümmet, bu görüş ortaya çıkmadan önce, fiillere, diğer hükümlerle hükmettikleri gibi, mübâhlıkla da hükmedegelmişler; haramın terkini gerektirse bile bu tür fiillere "mübâh" tabirini kullan­mışlardır. Bu da mübâhm işlenmesinden doğan sonuçlara itibâr edil­mediğine delâlet etmektedir. Çünkü o, mubahın mâhiyeti dışında haricî bir unsur olmaktadır. 2.
Eğer onun dediği gibi olsaydı, şerîatten 'mübâh' kavramı tama­men kalkmış olurdu. Bu ise hem onun hem de diğerlerinin görüşüne göre bâtıl olmaktadır. Şöyle ki: eğer mübâhlık (ibâha) varlık âlemin- l ıtt] de tayîn üzere olmasaydı, o takdirde şeriatın onu hükümler içerisine koyması abes olurdu. Çünkü hükmün mevzuu mükellefin fiilidir. Biz ise onun vâcib olduğunu, mübâh olmadığını varsayıyoruz. Bunun ne­ticesinde de 'mübâh' asıl olarak da, fer"î olarak da, ortadan kalkmakta­dır. Zira mükellefin fiillerinden hiçbirisi üzerine tatbik olunmayan bir hükmün ortaya konulmasında hiçbir fayda bulunmamaktadır.

Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, onun benzeri, diğer hüküm­lerin tamamında da gerekli olacaktı. Çünkü, (vâcib, mendûb... Gibi diğer hükümler de haramın terkini intâc etmektedir. O takdirde bun­lar da şu ya da bu hüküm olmaktan çıkacak ve hepsi vâcib olacaktır.

Eğer o, nakledildiği üzere her iki cihetten (terk ve adem-i terk) bu neticeyi iltizâm etmişse bu bâtıldır. Çünkü o mubahın işlenmesinden doğan sonuç cihetini dikkâte almakta, bu yüzden de mubahı nefyet­mektedir. O takdirde diğer dört hükümde de bu sonuçları dikkate al­sın ve onları da nefyetsin. Bu ise hem icmâa hem de aklî esaslara (makûl) ters düşer. Eğer haram ve mekruhta (doğan sonuçlara değil de) nehiy cihetine, mendûbda da vâcib gibi emir cihetine itibâr ettiyse, o takdirde mubahta da tahyîr (seçimli kılma, tercih hakkı tanıma) ci­hetine itibâr etmesi gerekir. Çünkü makûl esâsları açısından arala­rında bir fark bulunmamaktadır. Eğer o: "mübâh yol açtığı sonuç ya da vesîle edinildiği şey sebebiyle mübâh olmaktan çıkar." derse, bu kabul edilmez. Edilse bile bu konu "vacibin vücûda gelmesi için zarurî olan şeyin vâcib olup olmaması" konusuyla ilgilidir ve bu husustaki ihtilâf malûmdur. Biz onun vâcib olduğunu kabul etmiyoruz; edilse bile, o za­man diğer hükümler de aynı şekilde olacaktır. Neticede haram, mek­ruh, mendûb hepsi de vâcib olacaklardır; tek bir cihetten vâcib olan da iki cihetten vâcib olacaktır. Bütün bunların tamamında şâri'ce mute­ber bir maksat asla bulunmamaktadır.
Sonuç olarak, mubahın ne sadece işlenmesinde ne de sadece ter­kinde şâri'in bir kasdı bulunmamaktadır. Onun kasdı, mubahı mü­kellefin tercihine bırakmaktır. Mükelleften sâdır olan şey, terk ya da işlenmesi her neyse mükellefe nisbetle o, şâri'in kasdı olmaktadır. Bu durumda mükellefe nisbetle mubahın terk ya da işlenmesi keffâ-retteki seçeneklere benzemektedir. Hangisini yaparsa, şâri'in mak­sadı o olntaktadır. Yoksa şâri'in husûsî olarak ne terkinde ne de işlen-[126]   meşinde bir kasdı bulunmamaktadır.

Ancak her iki taraf için de, daha önce sadece bir taraf için söz ko­nusu edilen problemlere ek problemler bulunmaktadır: bazı mubahlar hakkında, şâri'in husûsî olarak onun işlenmesi ya da husûsî olarak onun terkedilmesi kasdının bulunduğunu ortaya koyan nasslar vardır.

Bazı mubahlar hakkında, onların özel olarak işlenmesini gerek­tirir şekilde tezahür eden şâri'in kasdını gösteren deliller:
A) Güzel ve temiz olan şeylerden faydalanılmasına dâir olan emirler: "ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin[34] "ey insanlar! Sizi rızıklandırdığımızın temizle­rinden yiyin; yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız o'na şükre­din.[35] "ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, yararlı işleyin.[36] bu ve benzeri mubahların kullun ılması knadının bulunduğunu gösteren deliller mevcuttur. Keza mühahların kulların istifâdesi için yeryüzüne yayıldığı ve onlara bir in'âm olduğu belirtilen delillerden, onlardan güdülen kasdın şükretmek kaydıyla yararlanma olduğu anlaşılmaktadır.
B) Yüce Allah yeryüzüne yayıp, temiz kıldığı nimetlerden bir şe­yi haram kılmayı münker.bulmuş ve bunu bir nevi sapıklık saymıştır: "Allah'ın kulları için zînet ve temiz rızıkları ha­ram kılan kimdir? Bunlar-, dünya hayatında inananların­dır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir.[37] yani nimot-ler dünya hayatında mü'minler için yaratılmıştır, kâfirler onlardan mü'minlere tâbi olarak istifâde ederler; âhiret gü­nünde ise onlar sadece mü'minlere hastır ve orada kâfirlerin tâbilik yoluyla nimetlerden istifade imkânları yoktur. Bu da mubahların kullanılmasına dâir kasdın bulunduğunu açıkça göstermektedir.
C) Bu nimetler yüce Allah'tan kullarına olan bir hediyedir. Acaba kulun efendisinin hediyesini kabul etmemesi uygun mu­dur? Bu ne âdaba, ne de şeriata uygun bir davranış değildir. Hediye edenin kasdı, hediyesinin kabulüdür. Yüce Allah'ın kullara olan hediyesi de, onlara in'âmda bulunduğu şeydir; öyleyse onu alsınlar ve şükrünü yerine getirsinler. İbn ömer ve babasıyla ilgili, yolculuk sırasında namazın kısaltılma-sıyla ilgili hadis bu mânâda gayet açıktır. Bu hadiste hz. Pey-gamber:"bu Allah'ın size tasadduk eylediği bir sa­dakadır. Binâenaleyh, siz onun sadakasını kabul edin!" bu­yurmuşlardır.[38] ibn ömer'e mevkuf olarak nisbet edilen ha­diste de: "ne dersin! Sen bir tasaddukta bulunsan da, senin sadakanı kabul etmeyip geri çevirseler, buna kızmaz mısın?" ziyâdesi vardır. Başka bir hadiste de "yüce Allah, azimetle­rin işlenmesini sevdiği gibi, ruhsatların işlenmesini de se­ver. " buyrulmuştur ,[39] ruhsatların çoğunluğu, ya yolculuk sı­rasında oruç tutmama gibi vâcib hükmünden ya da "sizden, hür mü'minkadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, el-lerinizdeki mü'min cariyelerinizden alsın.. [40] âyetinde ifâde edildiği gibi haramlıktan vazgeçilmiş ibâha tarzındadır. Mubahın işlenmesine Allah'ın sevgisi taalluk ettiğine göre, işlenmesi tarafı ağır basacaktır. Bütün bunlar, mubahın işlenmesinin bazan terkinden daha üstün olduğuna delâlet et­mektedir.husûsî olarak mubahın terki kasdmın bulunduğunu gösteren delillere gelince; daha önce geçen dünya nimetlerinden istifâdenin ve şehevî konulara meylin yerilmesiyle ilgili bütün deliller genel anlam­da bu mânâyı ifâde ederler. Özel olarak da, mübâhlığı sabit olan bazı şeyler hakkında, onların sevimsizliğini ifâde eden deliller mevcuttur. Meselâ sünnî talak[41] gibi. Onun hakkında sahîh de olmasa(l) hadiste: "Allah katında en sevimsiz (en çok buğzedilen) helâl talâktır."[42] bu yüzdendir ki, ne kur'an âyetlerinde ne de hadiste hiçbir yerde talâktan bahsedilirken, diğer nimetlerin istifâdesinden bahsedilirken yapıldığı gibi, asla (kayıtsız olarak) emir sîgası kullanılmamıştır.ak­sine "talak iki defadır.[43]"eğer onu (üçüncü defa) boşarsa, bir daha ona helal olmaz....[44] "ey peygamber! Kadınlarınızı boşamak istedi­ğinizde iddetlerinigöz önünde bulundurarak boşayın.[45]"müddetle­rini doldurduklarında ya onları iyilikle tutun; ya da güzellikle onlar­dan ayrılın."[46]gibi ifâdeler kullanılmıştır. Mübâha taalluk eden buğz 128]   yönünün onu mercûh kıldığında şüphe yoktur. Hadiste üç şey hariç bütün eğlencelerin bâtıl olduğu[47] belirtilmiştir. Oysa ki, eğlencelerin pek çoğu mubahtır. Keza oyun mubahtır, buna rağmen yerilmiştir.

Bütün bunlar, mübâh konusunda şâri'in husûsî olarak iki taraf­tan birisini kasdetmiş olabileceğine ve mubahın konumunun buna im­kan vermemesi gibi bir durumun olmadığına delâlet eder. Bu da haricî unsurlar dikkate alınmadan, bizatihi mubahın kendisine nisbetle terk ya da işleme yollu ona talebin taallukunun söz konusu olacağına delâlet eden delillerden birisi olmaktadır.

Cevap: buna vereceğimiz cevap iki açıdan olacaktır:
1. Genel olarak verilecek cevap: mubahın sâri' katında her iki tarafının da eşit olduğu sabit olduğuna göre, iki taraftan ağır basan her bir terk ya da işlenme ciheti, mübâh olmaktan çıkar. Bu ya o şeyin, her ne kadar hakkında mübâh tabiri kullanılsa da, hakîkaten mübâh olmaması sebebiyle olur, ya da aslında mübâh olmakla birlikte, daha sonra haricî bir unsur yüzünden mübâh kapsamından çıkması sebe-biyle olur. Mubahın mekâsıddan hareketle veya haricî unsurlar sebe­biyle mübâhhktan çıkması kabul edilebilecek bir husustur.

Detaylı olarak verilecek cevap:

Mübâh iki kısımdır:

A) Zarurî, hâcî ya da tekmîlî olan bir aslın hadimi, onun yardım­cısı mahiyetinde olan mübâh. B) Böyle olmayan mübâh.
Birinci kısım mubahlara, bazan yardımcı olduğu şey açısın­dan yaklaşılabilmekte ve neticede mübâh matlûp ve işlenilmesi arzu edilen bir hal almaktadır. Şöyle ki, Allah teâlâ'nın helal kıldığı yiye­cek, içecek, giyecek vb. Gibi şeylerle faydalanmak haddizatında mü­bâh tır. Bunların mübâh kılınması da cüz itibarıyladır; yani yenilecek, içilecek, giyilecek... Şeylerin şu ya da bu cüz'üne nisbetle mubahtır. Aynı zamanda o zarurî olan bir esasa —ki hayatın idâmesidir— hiz­met eder. Bu açıdan da işlenmeleri emredilmiş; külliyen yani bütün olarak terkedilmemesi anlamında bunlar muteber ve matlûp bir hal almışlardır. Burada emir, cüz yani şu ya da bu mubahın işlenmesi açı- 11mj smdan değil, küll açısından söz konusu olmaktadır. İşte bu küllîlik içinde mubahın, kabul edilmesi uygun olan bir hediye telakki edilmesi doğru olmakta, reddi yaraşmamaktadır.
İkincisi: bu kısımdan olan mubahlar, ya şer'an muteber olan üç husustan bir aslın iptaline götürür; ya da böyle bir neticeye götürmez. Talak gibi.[48] çünkü talak, helâlin terki olmaktadır. Bu öyle bir helâl ki, varlık âleminde neslin muhafazasını temin etmektedir ve bu haliyle o zarurîdir, yine o insanlık içerisinde mutlak anlamda ülfeti, muaşereti, kabilelerin birbirleriyle kaynaşmalarını temine yardımcı olmaktadır ve bu haliyle de o, ya zarurî, ya hâcî ya da ikisinin mütem­mim unsurlarından olmaktadır. Bu açıdan yaklaştığımızda, talak is­tenilen bu neticeyi bozmakta ve tahrip etmekte olduğundan buğzedi­len bir şey olmakta; işlenmesi terkinden daha üstün olmamaktadır. Ancak geçimsizlik, Allah'ın sınırlarını koruyamama gibi daha güçlü zıd durumların bulunması halinde bu özelliği değişmektedir. Talak, şu ya da bu şahsa nisbetle, şu ya da bu zamanda mübâh ve helâldir. Ama küllî açıdan yaklaştığımızda durum yukarıda arzedildiği gibidir. Dünyanın yerilmesi hakkında gelen deliller karşısında da edilecek söz aynıdır. Nitekim daha önce geçmişti. Ancak, dünyada helâlin alınma­sı, işlenmesi dîn gibi —kâfir için söz konusudur— takva gibi —isyankâr mü'min için söz konusudur— bir zarurî aslın yıkılmasına, onun ihlâl edilmesine sebebiyet veriyorsa, işte bu açıdan onların alınması, işlenmesi yerilmiş olmaktadır. Eğlence, oyun ve her türlü vakit öldü­rücü şeyler de bunun gibidir. Bunlar eğer haram içerisinde işlenmi­yorsa, yahut bunların işlenmesinden haram bir netice doğmuyorsa, mubahtırlar; ancak yerilmişlerdir ve ulemâ bunları hoş karşılama-mışlardır. Hatta onlar, mü'minin, bir an bile olsa dünya ya da âhirette kendisine fayda sağlamayacak bir vaziyette görülmesini hoş karşıla-mamışlardır. Bu itibarla onların zamanı öldürmekten ibaret olan, ne dünyada ne de âhirette bir faydası bulunmayan oyunları hoş görme­meleri normaldir. Kur'an'da: "yeryüzünde böbürlenerek yürüme."[49] buyrulmakta ve bu mânâya işaret edilmektedir. Hadiste üç şey hariç bütün eğlencelerin bâtıl olduğu [50]belirtilmiştir. Bunların bâtıl olmala­rından kasıt, onların üzerlerine terettüp edecek herhangi bir semeresi bulunmayan abesle iştigal ya da o kabilden bir şey olmaları anlamın­dadır. Kişinin eşi ile oynaması ise böyle değildir; çünkü o neslin muhafazasını teminat altına alan zârûrî bir esasa hizmet eden bir mubahtır. Aynı şekilde atın eğitilmesi için yapılan, keza oklarla oyna­nılan oyunlar da böyledir; çünkü bunlar da dînin muhafazası için gerekli ve tamamlayıcı unsur özelliği gösteren cihâda [51]hizmet etmek­tedirler. Bu yüzdendir ki, bu üç şey bâtıl olan eğlenceler zümresinden istisna edilmişlerdir.
Bütün bunlar göstermektedir ki; mubahın, mübâh olması açı­sından husûsî olarak ne işlenmesi ne de terki matlûp değil­dir.[52]
Bu cevap, teklifi hükümler bahsinde sabit başka bir esas üzerine bina edilmiştir. Şimdi bu esası ortaya koymaya geçiyoruz: [53]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..