Onuncu Mesele


Helâl ile haram arasında bir 'aiv (meskûtun anh, kanun boşluğu) mertebesinin bulunduğu doğrudur; bunlar beş teklîfî hükümden birisi altına sokulmazlar.[128] genelde bu böyledir.[129]bu konuya delâlet eden delilleri aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür: 1.

Daha önce geçtiği üzere, teklîfî hükümler, mükelleflerin fiilleri­ne ancak kasdın (niyetin) bulunması duşumun da taalluk ederler. Kasıt bulunmadığı zaman ise, taalluk etmezler. Teklîfî hükümlerden bi­risinin, kendisine ilişkin olabilir biri durumunda olan kimseden sâdır olmasına rağmen, taalluku söz konusu olmadığına göre, bunun anla­mı işte üzerinde durduğumu 'afv' olmalıdır; yani o fiilde sorgulama yoktur, demektir. 2.
Özellikle bu mertebeyle ilgili nasslar vârid olmuştur: hz. Pey­gamber'den şöyle rivayet edilmiştir: "Allah yapılması gere­ken hükümleri farz kılmıştır. Onları çiğnemeyiniz. Hadler koymuş­tur, onları tecavüz etmeyiniz. Bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükut etmiştir (afv). Onları da deşelemeyiniz."  başka bir rivayette de "onları da kabul ediniz."[130]
İbn abbas ise: "hz.muhammed'in ashabından daha hayırlı kimse görmedim. Onlar hz.peygamber ölünceye kadar, hepsi de kur'ân'da bulunan on üç sorudan başka soru sormamışlardır. 'Sana hayız hakkında soruyorlar.[131] 'sana yetimler hakkında so­ruyorlar.[132] 'sana haram olan ayı soruyorlar'[133] gibi. Onlar ancak kendilerine faydası olacak şeyleri soruyorlardı." demektedir. Yani ço­ğu kez böyle yapıyorlardı, demek istiyor.
Yine ibn abbas: "kur'ân'da sükût geçilen şeyler Allah'ın bağışla­dığı şeylerdendir." demiştir. Kendisine haram kılınmamış şeyler[134] hakkında sorarlardı da, o cevap olarak "o afvdır." derdi. Kendisine:

—Zimmîlerin malları hakkında ne dersin? Diye sormuşlardı. Ce­vap olarak:

—Afvdır; denıişdi. Yani onların mallarından zekât alınmaz.

Demek istemişti.
Ubeyd b. Umeyr de: "Allah helâli helâl, haramı da haram kılitm tır. O'nun helâl kıldığı şeyler helâl, haram kıldığı şeyler de haramdır sükût geçtiği şeyler ise, afvdır." demiştir.[135] 3.
Kısmen bu mânâya delâlet eden deliller bulunmaktadır: 'Allah seni affetti (affetsin!). Onlara niçin izin verdin."[136] âyeti gibi. Burada­ki izin konusu, hakkında nass bulunmayan içtihadı bir konudur.
Usulenlerin de genişçe üzerinde durdukları gibi, şerîatte ictihâd konusunda yapılan hatalar affedilmiştir. "daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azâb erişirdi.[137] âyeti de bu meyândadır. Hz. Peygamber hakkında bir hüküm inmeyen konularda çok soru sorulmasını aslî berâet hükmüne binâen iyi karşılamazdı. Çünkü bu gibi şeyler aslî berâet hükmüne râci bulunuyordu. Yani aslî berâetle fiiller "mafuv-vun anh"yani af kapsamına giriyorlardı. Nitekim bir hadislerinde hz. Peygamber "en büyük cürüm işleyen insan, haram olma­yan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir."[138] buyurmuşlardır. Yine o: "ben si­zi terkettikçe, sizde benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden ön­ceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı helak olmuşlardır."[139] buyurmuşlardır. Hz. Peygamber "oraya yol bulabilen insana Allah için ka'be'yi haccetmesi gereklidir." [140]âyetini okumuştu. Bir adam kalkarak:

'Tâ rasûlallah! Her sene mi?" diye sordu. Hz. Peygamber bu soruya cevap vermedi. Adam sonra: "yâ rasûlallah! Her sene mi?" diye yine sordu. Hz. Peygamber yine yüz çevirdi.
Adam üçüncü kez yine: "yâ rasûlallah! Her sene mi?" diye sordu. Bu-üzerine hz. Peygamber "irâde ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, eğer 'evet!' deseydim o zaman mutlaka (her pne) vâcib olurdu; eğer o şekilde vâcib olsaydı siz de onu yerine getire­mezdiniz; onu yerine getirmediğinizde de küfre girerdiniz. Ben sizi bı-raktıği-m sürece siz de beni bırakınız, üstelemeyiniz."[141] buyurmuş ve sonra yukarıda geçen hadisi îrâd buyurmuşlardır. Yüce Allah: "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitm,eyecek şeyleri sor?na-yın."[142]buyurmuş, sonra da "Allah onları affetti." diye eklemiştir. Ya­ni o şeyleri demektir. Şu halde bunlar 'afv' mertebesinde olmaktadır. Hz. Peygamber sorulardan hoşlanmaz, onları ayıplar ve çok soru sormayı yasaklardı. Rivayete göre[143] bir gün hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi. Kıyametten bahsetti. Ondan önce de azametli şeylerden bahsetmişti. Sonra:

"kim bana bir şey sormak isterse sorsun. VAllahi, bana ne sorar­sanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyurdu.

Râvî enes şöyle der: insanlar bunu duyunca iyice ağlamaya baş­ladılar. Hz. Peygamber da tekrar tekrar "bana sorun!" di­yordu.                                                                                                     

Bunun üzerine abdullah b. Huzâfe es-sühemî kalktı ve: —babam kim? Yâ rasûlallah! Diye sordu. Hz. Peygamber

—"Baban huzâfe'dir." buyurdu. Hz. Peygamber tek­rar tekrar "bana sorun!" diye devanı edince hz. Ömer dizleri üzerine çökerek:
—Yâ rasûlallah! Biz rab olarak Allah'tan, dîn olarak islâm'dan, peygamber olarak muhammed'den razıyız; dedi. Bunun üzerine hz. Peygamber sükûn buldu ve âyet indi.[144]
Daha önce hz. Peygamber "irâde ve kudretiyle yaşadı­ğım Allah'a yemin ederim ki, az önce ben namaz kılarken cennet ve ce­hennem şu duvarın üzerinde[145] bana arzedildi. Hayırda da serde de bugün gibisini görmedim." buyurmuştu. Hadisin akışım (siyak ve sibakım) da göz önünde bulundurduğumuzda, hz. Peygamberin öfke içerisinde "bana sorun!" buyurmaları, suâlin neticele­rini[146] göstermek suretiyle onları tenkil anlamı taşımaktadır. Bu yüz­dendir ki "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın."[147] âyeti inmiştir. Bu deliller muvacehesinde "ma-fuvvun anh" yani affedilen şeylerin de bu cümleden[148] olduğu ortaya çıkmıştır. Bunlar da haklarında soru sorulması yasaklanılan şeyler­dendir. Haccın Allah için olması âyetin gereği olmaktadır. Nitekim âyet haccın o sene yapılmasını da gerektirmektedir. Tekrardan bahse­dilmeyince, yorumda uyulması gereken şey, ihtimaller içerisinden en hafif olanı almak olmalıydı. Diğer ihtimâlin de murâd olacağı varsa­yılsa bile o "mafuvvun anh" yani af kapsamına girecektir. Benzeri bir diğer örnek de benî israil'in bir inek boğazlamakla [149]emredilmiş ol­masıyla ilgilidir. Herhangi bir inek boğazlamakla emri yerine getirme imkanları bulunuyordu. Ancak onlar yönelttikleri sorularla ifrata git­tiler, Allah da zorlaştırdıkça zorlaştırdı. Sonunda güçlükle boğazladı­lar "nerdeyse de yapmayacaklardı."

Bütün bunlar göstermektedir ki, mükelleflerin fiillerinden mâhiyetleri ve hükümleri hakkında suâl etmenin pek iyi karşılanma­dığı bir kısım bulunmaktadır. Bundan da onun "mafuvvun anh" yani af kapsamında olması iktizâ eder. Netice itibarıyla diyoruz ki, 'afv' mertebesi sabittir ve bunlar beş teklifi hüküm içerisinde yer alma­maktadırlar.

Fasıl:

"mafuvvun anlı" yani af kapsamına giren şeyler:

Bunlardan bir kısmı üzerinde ittifak edilmiş; diğer kısmı üzerin­de de ihtilâf edilmiştir.

A) Hata ve unutma: bunlar sebebiyle sorgulama olmayacağı

Konusunda ittifak bulunmaktadır. Gafil bulunan, unutan ve hata eden kimseden sâdır olan her fiil 'afv' kapsamındadır. Bu fiiller ister yapılmaları emrolunan fiillerden, ister yasak­lanılan fiillerden olsunlar, ister böyle olmasınlar farketme-mektedir. Çünkü fiiller eğer emrolunan veya yasaklanan yada tercihe bırakılan kısımlardan değillerse, o takdirde hak­kında şer'î bir hüküm bulunmayan kısma râci olurlar ki, 'afv'ın anlamı da budur.

Eğer emir ve nehiy konusu bir fiilse, bunlar sebebiyle sor­guya çekilebilmesi (muâhaze) için emir ve nehyin hatırlan­ması ve onların ifâsı için kudretin bulunması şartı vardır. Bu şartların bulunması ise hata, unutma veya gaflet hâlinde bu­lunan kimse için muhaldir. Aynı şey uyuyan, deli olan, hayız hâli ve benzeri durumlarda olan kimseler için de söz konusu­dur.
B) İçtihatta yapılan hatalar: bu da birinci kısma râcidir. Biz­zat kur'ân'da: "Allah seni affetsin! Onlara niçin izin ver­din.[150]"daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olma­saydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azâb erişirdi."[151] buyrulmaktadır.

C) Ikrâh: zorlama, tehdîd: ister ikrahın üzerinde ittifak edi­len kısmından olsun; ister ihtilâf edilen kısmından farket-mez. Eğer biz ikrah durumunda zorlanılan şeyin yapılması­nın cevazını kabul ediyorsak, bu 'afv' mânâsına çıkmış olur. Ikrâh karşısında emir ve nehyin (her iki görüşe nazaran) bakî kalıp kalmaması da durumu değiştirmez. Çünkü ikrahın özü şu demektir: ikrah altında yapılan fiil ya da terke bir günah terettüp etmemektedir.

D)  Ruhsatlar: mevcut ihtilâflara rağmen bütün ruhsatlar da afv kapsamına girmektedir. Zira nasslar, ruhsatların işlen­mesinde bir günah olmadığını, güçlüğün kaldırıldığını ve mağfiretin husulünü belirtmek suretiyle buna delâlette bu­lunmuştur. Bu hususta ruhsatın işlenmesinin nıübâh olma­sıyla, matlûp bulunması arasında bir fark yoktur. Çünkü eğer ruhsat mübâh olursa, zaten o takdirde bir problem söz konu­su değildir. Eğer matlûp ise, o takdirde de matlûbun zıddının işlenmesi durumunda'afv'gerekecektir. Mesela lâşe (murdar hayvan eti) yemeyi ele alalım. Zarurete binâen biz onu yeme­nin vâcibliğîni söylediğimizde, mutlaka onun zıddının —ki terk yani yememek oluyor— af kapsamına girmesi gereke­cektir. Aksi takdirde her ikisiyle yükümlü tutmak suretiyle iki zıttın bir arada cem edilmesi gibi bir durum gerekecektir. Böyle bir yükümlülük ise muhaldir ve ümmetten kaldırılmış­tır.

E) Tercih: ih delilin tearuzu durumunda, aralarını telîf etme imkanının da bulunmadığı zamanda tercihe gidilir. İki delil­den birisinin diğerine oranla daha ağır basması durumunda,  mercûh kalan delilin gereği af kapsamında olur. Çünkü eğer böyle olmazsa, o zaman tercih imkânı kalmaz ve tercihin tüm­den ortadan kalkmasına sebebiyet verir. Oysaki, tercih icmâ ile sabit bulunmaktadır. Keza böyle olmadığı takdirde du­rum, iki zıt şeyi isteyen hitabın bulunmasını gerektirir ki bu da bâtıldır. 'Afv'ın lâzım geleceği açısından mercûh delîlhak-kmda gereğinin (iktizâsının) bekasına ve sabit hükmünde ol­masına hükmetmemizle, sanki yok hükmünde olmasına hük­metmemiz arasında bir fark bulunmamaktadır.

F) Ulaşmayan delile muhalif ya da haddizatında mensûh bulunan ya da sahîh olmayan delile uygun amel: çünkü

Sorgulamayı gerekli kılacak delîl henüz kendisine ulaşma­mıştır. Sorguya çekilebilmesi için mutlaka delilin kendisine ulaşması ve onu bilmesi gerekmektedir. İşte o zaman ancak o delil muvacehesince kişi sorumlu tutulabilir. Aksi takdirde teklif-i mâ lâ yutak (takat üstü yükümlülük) lâzım gelir.
G) Aynı anda vârid olan iki hitâh arasında, ikisinin arala­rını bulma imkanının da bulunmaması durumunda tercihte bulunmak:[152]bu durumda da, mutlaka geriye alı­nana  nisbetle   afvın  bulunması  gerekecektir ki,   böylece takdim edilen şey husule gelsin. Sonra bu tür teklifte bulun­mak mümkündür. Bu durumda eğer tercih yapılarak birisi öne alınmıyorsa, şer'an memnu bulunan teklîf-i mâ lâ yutak gerekir.

H) Hakkında sükût geçilen şeyler: çünkü, hükmün konul­ması için mahal mevcut iken, konulmayarak sükût geçilmiş-se, bu o şeyin "mafuvvun anh" olduğuna (af kapsamına girdi­ğine) bir delîl olur. Daha önce geçen delillerde verilen örnekle­rin burada da örnek olarak verilmesi mümkündür.

Allahu a'lemi

Fasıl:

'Afv' mertebesini kabul etmeyenlerin şüphelerini izâle sadedin­de aşağıdaki hususları eklemek mümkündür: 1.
Kulların fiilleri mükellef olmaları açısından, ya tamamen teklif hitabı (ya da teklifi hükümler) —ki bu iktizâ ve tahyîr[153] olmaktadır— altına girerler, ya da tamamen girmezler. Eğer tamamen giriyorlarsa, bu durumda beş teklîfî hüküm üzerine bir ek yok demektir; zaten maksat da budur. Eğer tamamen girmiyorsa, bu takdirde bazı mükel­leflerin, herhangi bir vakit veya halde de olsa, teklif hitabı hükmünün dışarısında kalmış olmaları gerekecektir. Ancak böyle bir netice u67] bâtıldır. Çünkü biz kulun her hâl ve durumda mükellef olduğunu ka­bul ediyoruz. Dolayısıyla onun hiçbir şekilde teklif altından dışarı çık­maları sahîh değildir. Bunun neticesinde de, beş teklîfî hükme ek baş­ka bir hüküm bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. 2.

Bu ek olan şey, ya şer'î bir hüküm olacaktır ya da değil. Eğer şer'î bir hüküm değilse, o dikkat nazarına alınmayacaktır. Onun şer'î bir hüküm olmadığının delili de onun 'afv' diye isimlendirilmiş olmasıdır. 'Afv', ancak mükellefin emir ya da nehye muhalefeti hükmünün bek­lenti halinde olması durumunda söz konusu edilir. Bu da mükellef olu­nan şeyin daha önceden hükmünün bulunduğunu gösterir. Dolayısıy­la hükmü bulunduğu için, üzerine ikinci bir hükmün tekrar gelmesi —hükümlerin birbirlerine zıtlıkları söz konusu olduğu için— sahîh ol­mayacaktır. Keza, 'afv' sadece uhrevî bir hükümdür, dünyevî değildir. Bizim konumuz ise, dünyevî durumlara yönelik hükümlerdir. Sonra eğer 'afv' şer'î bir hüküm olsaydı, ya teklîfî hükümlerden, ya da vaz'î hükümlerden olacaktı. Teklîfî hükümlerin nevileri beş adediyle sınır­lıdır. Yine vaz'î hükümlerin nevileri de usûlcülerin zikrettikleri beş adediyle sınırlıdır. 'Afv' ise bunlar arasında yoktur; dolayısıyla da hü­kümsüzdür. 3.
Eğer bu ek (zâid) olan şey, "bazı vak'aların Allah'ın hükmünden dışarda bulunması sahîh midir, değil midir?" şeklindeki bir usûl me­selesine râci ise, o zaman şöyle demek mümkündür: bu mesele zâten ihtilaflı bir konudur. Böyle bir hükmün isbâtı da, reddi kadar delile muhtaçtır. Konuyla ilgili deliller ise tearuz halindedir. Dolayısıyla bu meselenin isbâtı, ancak çelişeni bulunmayan bir delille olacaktır. Keza, eğer bu konulan mesele delile değil de ietihâdî bir konuya râci İse, bu durumda da zahir olan onun usûl kitaplarında zikredilen de­lillerle reddidir. Eğer konu, zikri geçen meseleye dönük değilse, o za­man anlaşılmamış demektir. Daha önce geçen ve 'afv' mertebesinin isbâtı için kullanılan delillerde ona dâir bir delâlet bulunmamaktadır. Naklî deliller, onun beş hüküm içerisinden çıkmasını gerektirmemek­tedir, çünkü aralarını birleştirme imkânı bulunmaktadır. Sonra 'afv' uhrevîdir. Keza, afvın sübûtu iddiası kabul edilse bile, bu sadece hz. Peygamber'in zamanına hastır, sonraları için değildir. 'Afv' mek bir hüküm olduğu intibaını veren zahir ifâdelerin tevîl imkânı bulunmaktadır ve onun nevileri meyanmda sayılan şeyler, beş teklifi hüküm altına girmektedir. Çünkü onlarda söz konusu edilen 'afv'; ha­ta, unutma, ikrah (zorlama, tehdîd), ve güçlüğün kaldırılmasına ma­tuftur. Bu ise ya 'ibâha' mânâsına cevazı gerektirir ya da vuku bulan muhalefet üzerine gereken zemmin ve azaba sebebiyet verici hususun ıi68i kaldırılmasını iktizâ eder. Bu da neticelerini ortadan kaldıracak bir çelişenle birlikte bir emir ve nehyin bulunmasını gerektirecektir. Ne­tice itibarıyla 'afv' mertebesiyle hükmetmek ve onun beş teklifi hükme zâid bir hüküm olduğunu söylemek imkânı bulunmamaktadır. Bu me-yanda daha başka bahisler de vardır.

Fasıl:

Burada 'afv' kapsamı içerisine giren şeylerin bir kurala bağlan­ması hususunda biraz durmak istiyoruz. Çünkü sâdece nassların bu­lunduğu mahallede yetinmek zahirî bir eğilim olmaktadır. Bu konuda bir kayıt tanımamak ise, tamiri mümkün olmayan bir gedik açmak demektir. Bazı mahalleri ihmâlle sâdece bazı mahallere hasretmek ise ne akılla ne de nakille bağdaşmayacak bir tahakkümdür. Bu du­rumda meselenin vuzuha kavuşabilmesi için mutlaka tutulacak orta bir yolun bulunması zarureti vardır. Bu konuda edilecek söz üç nev'e inhisar edecektir:

A) Muarızı güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek.

B) Delilin gereğinden kasıtsız olarak ya da te'vîl yoluyla çık­mak.

C) Re'sen hükmü sükût geçilen şeyi işlemek.

Şimdi bunlar üzerinde sırayla durmak istiyoruz:

A) Muarızı güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek.

Bu nev'in altına şu hususlar girecektir:
1) Ruhsat deliline rağmen azimetle amel etmek.  Çünkü azimet zahir olan umumiliği ya da mutlakhğı üzere ele alınınca, onu işleyen kimse, genelde güvenilir olan bir delile dayanmış olur. Azimet deliline rağmen ruhsatla amel etmek de aynıdır. Çünkü ruhsat "güçlüğün (haraç) kaldırılması" kaidesinden alınmıştır. Nitekim 'azimet' de aslî teklife matuftur. Her ikisi de külli bir esas olmaktadır. Dolayısıyla ruhsat hükmüne rücû etmek de, güvenilir bir delille amel etmek demek olur. Ancak "güçlüğün kaldırılması" kaidesi aslî teklif üzerine 'mükemmip yani tamamlayıcı bir unsur şeklinde geldiğin­den, aslî teklif olan azimet yönü bir nevi ağır basmaktadır. Şu kadar var ki, ruhsata başvurma prensibini de ihlâl etmemek­tedir. Çünkü aslî teklifin temellenmesi o tamamlayıcı (mü-kemmil) unsurla olmaktadır. Bu hususa[154] imâm mâlik'in mezhebinde itibar edilmiştir. Bu mey anda şunları örnek ve­rebiliriz: bir kimse ramazan ayında dört berîd[155] mesafeden daha az bir yere yolculukta bulunsa ve bu yüzden orucunu bozmasının kendisine mübâh olduğunu zannetse ve bozsa, kendisine keffâret gerekmez. Her ne kadar dayanağı1[156] ilmî değilse de tevîl yoluyla orucunu bozan kimsenin durumu da aynıdır. Hatta bu tevil yolu ile işlenilen her hususta geçerli­dir: örnekler: sarhoşluk verici bir şeyi, öyle değil zannıyla iç­mek; müslümam kâfir zannıyla öldürmek; kendisine haram olan bir malı helâldir zannıyla yemek; temiz zannıyla pis olan suyla taharetlenmek vb. Gibi.
2) İctihâd hataları: içtihadında hata eden müctehidin durumu da bu nevidendir. Ebû davud'un rivayet ettiği bir hadise göre ibn mesûd bir cuma günü mescide gelmişti. Hz. Peygamber hutbe îrâd ediyordu. O'nu: "oturun!" derken işit­miş ve hemen kapının yanına oturmuştu. Hz. Peygamber kendisini görmüş ve:
—Yâ abdullah b. Mesûd! Buraya gel." buyurmuşlardı.[157] bundan anlaşılmaktadır ki, ibn mesûd, her ne kadar emir­den başka bir şey kasdedilse de, hz. Peygamber'in 1 emirlerine imtisâlde ihmâl göstermiş olmamak için mücer-red emrin zahiriyle amel etmiş olmaktadır. Benzer bir olay da şöyledir: abdullah b. Ravâha yolda iken, hz. Peygamber'!"oturun!" derken işitmiş, hemen oracıkta yolun or-tasınaoturmuştu. Hz. Peygamber yanma geldiğin­de kendisine:

— Burda ne yapıyorsun? Diye sormuş, o:

—Yârasûlallah! Sizi "oturun!" derken işittim, bu yüzden he­men buraya oturdum; demiş. Hz. Peygamber de kendisine:

—Allah tâatini artırsın! Diye mukabelede bulunmuştur. Bu olaydan şu anlaşılmaktadır: aslında hz. Peygamber onun yolda oturmasını kasdetmemiştir. Ancak o emri işitin­ce, emre imtisâlde kusur göstermemek için hemen oturuver-mistir. Nitekim hz. Peygamber'in kendisini yol or­tasında oturur gördüğünde niçin oraya oturduğunu sorması da emirdeki kasdm o olmadığını göstermektedir. Başka bir hadiste de şöyle anlatılır: ahzâb muharebesinden döndüğü gün hz. Peygamber bize:

— Sakın kimse ikindiyi benî kureyza yurdundan başka bir yerde kılmasın! Diye seslendi. Yolda iken namaz vakti girdi ve bazı insanlar:
—Vakti geçirsek bile biz namazımızı ancak hz. Peygam­ber'in emrettiği yerde kılarız; dediler. Ötekilerde hz. Peygamber'in amacı o değildir; dediler (ve vak­tin geçeceğinden korkarak namazı benî kureyza yurduna varmadan yolda kıldılar.) Durum hz. Peygamber'e intikal ettirildi. O iki gruptan hiçbir kimseyi azarlamadı.[158]
3) Tercih: iki delîl arasında tercîhde bulunmak,, birinin imâli, diğerinin de ihmâli demektir. Eğer râcih olan çağır basan) delilin ihmâli farzedilirse, bu mercûh olan delile itibarın bir neticesi olmaktadır. Mercûh olan delîl de zahirde itimâda şayan bir delîl olmaktadır. Dolayısıyla bu durum da af kapsa­mına girmektedir.
4) Mensûh ya da sahih olmayan delille amel etmek: çünkü bu durum da, kısmen de olsa benzeri itimada şayan bir delilin zahiriyle amel etmek olmaktadır.

Bu madde halinde zikrettiklerimiz ve daha başka benzerleri zik­ri geçen 'afv' mânâsının altına girmektedirler.
Biz burada kural olarak "çelişeni (muarız) güçlü olan bir delilin gereğiyle amel etmek" dedik ve tearuz şartını koştuk; çünkü eğer delilin bir çelişeni yoksa o zaman 'afv' kapsamına girmez. Çünkü delîl ya emri ya nehyi ya da tahyîri gerektirmektedir ve mükellef onun ge­reğini yapmıştır; dolayısıyla zahir hükmüne göre on da tasavvur edile­bilecek herhangi bir azarlama, ona lâzım gelecek herhangi bir sorgu­lama bulunmaz ki, 'afv' mahalli olsun. "çelişenin güçlü olması" kaydı-nı da ilâve ettik; zira çelişeni güçlü olmadığı zaman bu neviden olmaz. Hatta bundan sonra gelecek olan nev'iden de sayılmaz. [159]çünkü o ne­vide kasıtsız olarak ya da tevîl yoluyla bir delilin terki söz konusudur. Burada yani çelişenin güçlü olmaması durumunda ise, her ne kadar bir delilin imâli söz konusu ise de, onun imâli meseleyi ele alan kişi açı­sından onun daha güçlü olması sebebiyledir veya haddizatında o muarızı olmayan bir delilin imâli gibi olmaktadır.bundan da bir muâhaze doğmaz. Dolayısıyla muarızın güçlü olmaması durumunda bir afv mahalli söz konusu değildir. Bu yüzden zikri geçen kayda gerek duyulmuştur.

B) Delilin gereğinden kasıtsız olarak ya da tevîl yoluyla çık­mak:
Meselâ ki şi mübâh olduğu inancıyla bir iş işler; çünkü kendisine onun haranılığma ya da mekrûhluğuna dâir olan delîl ulaşmamıştır; yahut da kendisine vâcib ya da mendûb olduğunun delili ulaşmadığı için mübâh itikadıyla bir şeyi terkeder: yeni müslüman olan bir kim­senin şarabın haram olduğunu bilmemesi ve içmesi; guslün farziyeti-ni öğrenmediği için gusül yapmaması gibi. Nitekim ilk zamanlarda ensârın cima sırasında inzal vuku bulmadan sadece sünnet mahalli­nin girmesiyle de guslün yapılması gereğinden haberleri olmamış ve konumuza örnek teşkil edecek bir uygulama yaşanmıştı. Bu tür pek çok şey müctehidler için söz konusu olmuştur. Rivayet edildiğine göre imâm mâlik, abdestte ayak parmaklarının hilalienmesini sünnete uygun bulmazdı ve bunu bir aşırılık sayardı. Sonunda kendisine "hz. Peygamber'in ayaklarını hilallediği"[160] hadisi ulaşmıştı ve görüşünden dönerek hadisin gereğiyle amel etmişti. Keza ebû yûsuf ve imâm mâlik arasında 'müd' ve 'sâ' hakkında da böyle durum olmuş­tu da, sonra (ebû yûsuf imâm mâlik'in görüşü doğrultusunda) görü­şünü değiştirmişti.[161]hata ve unutma yoluyla işlenilen muhalefet[162] de bu kı­sımdandır. Bu meyanda rivayet edilen "ümmetimden hata, unutma ve tehdîd (ikrah) altında yapılan şeyler kaldırıldı (yazılmadı)."[163] ha­disi bunu ifâde etmektedir. Hadisin senedi eğer sahîhse ne âlâ, ne gü­zel; değilse bile mânâsı üzerinde ittifak bulunmaktadır. Kasıt bulunsa da, bu konuda hata ve unutma mevkiinde tutulacak bir diğer hususu da, hadiste ifâdesini bulan 'ikrah'yani zorlama ve tehdîd altında yapı- lan işler oluşturmaktadır.
Bundan daha açık olanı, itibar sahibi kimselerin sürçme kabilin­den işledikleri şeyleri affetme konusudur. Çünkü bu gibi insanların yaptıkları kabahatlerin affedilmesi ve işledikleri sürçmelerden ötürü diğer insanlara yapılan muamelelere tabi tutulmaması talebi şerîatte sabit bir husus olmaktadır. Nitekim hadiste "itibar sahihi kimselerin (had cezaları hariç) sürçmelerini affediniz."[164] yine başka benzer bir hadiste: "mürüvvet ve iyi hal sahibi insanları cezalandırmaktan uzak durunuz."[165] buyurulmuştur. Muhammed b. Ebî bekir amr b. Hazm'-m bu doğrultuda uygulamaya gittiği de rivayet edilmiştir. Şöyle ki: hz. Ömer'in sülâlesinden olan bir adam bir başkasının başını yarala­mış ve onu dövmüştü. İbn hazm ona, "sen (hadiste geçen) önemli ve itibarlı kimselerden birisin." diyerek kendisini serbest bırakmıştı. Başka bir haberde de şöyle ifâde edilmiştir: abdulazîz b. Abdullah b. Abdullah b. Ömer b. El-hattâb şöyle der: selâmu'l-berberî adında ya­ralamış olduğum bir kölem, beni ibn hazm'a şikâyetle kısas talebinde bulunmuştu. İbn hazm bana geldi ve:

—Onu yaraladın mı? Diye sordu. Ben de: —evet! Dedim. O şöyle dedi:

—Teyzem amra'dan   işittim: hz. Âişe, hz. Peygamber'in

İtibar sahihi kimselerin sürçmelerini affediniz." buyurdu­ğunu söylemiş. Sonra ibn hazm adamı serbest bırakmış ve cezalan­dırmamış tır.
Bu aynı zamanda izzet sahibi yüce Allah'ın da sünnetinden ol­maktadır. Çünkü bir âyette: "Allah iyi davrananlara, —Ufak tefek kabahatleri bir yana—büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçı­nanlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir."[166] buyrul-muştur. Ancak âyet uhrevî hükümlerle ilgilidir. Bizim burada sözünü ettiğimiz 'afv' ise dünyevî ahkâmla ilgilidir.[167]şüphe sebebiyle hadlerin düşürülmesi de bu nev'e yakın ol­maktadır. Çünkü hadlerin ikâmesi konusunda delil, zan mertebesin­de olmak üzere kâim bulunmaktadır. Bununla birlikte zayıf da olsa bir şüphe arız olduğunda, bu şüphenin hükmü galebe çalarak hadde maruz kalan kimseyi 'afv' kapsamı altına sokmaktadır.[168] hadlerin şüphe ile düşürülmesi sahası, tevîl yoluyla delile muhalefette bulun­mak kısmından da sayılabilir ki, o da bu ikinci neviden olmaktadır.[169]delilden haberdar olmakla birlikte, tevil yoluyla ona muhalefet­te bulunmaya misal olarak da içki hakkındaki "inananlara ve yararlı iş işleyenlere —sakınırlar, inanırlar, yararlı işler işlerler, sonra ha­ramdan sakınıp iyilik yaparlarsa— tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur."[170] âyetinin yorumu hakkında cereyan eden şu olayı vermek istiyoruz: kudâme b. Mazûn, hz. Ömer'e:

—Eğer ben içti isem, sen bana had tatbik edemezsin! Demiş. Hz. Ömer de niye diye sorunca:

—Çünkü yüce Allah: "inananlara ve yararlı iş işleyenlere tat­mış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur." buyuruyor demiş. Hz. Ömer kendisine:

—Ey kudâme! Şüphesiz sen yanlış tevilde bulundun. Eğer sen takvalı davransaydın, Allah'ın haram kıldığından da sakınırdın; diye karşılık vermiştir. El-kâdî ismail şöyle demiştir: sanki o, bu durum daha önce geçen içki içmeden doğacak günahlara keffâret olur demek istemiştir. Çünkü o, takva sahibi olan, inanan ve sâlih ameller işleyen bir kimse idi ve yorumda hata etmişti, içkiyi helâl görenin durumu ise hz. Ali hadisinde olduğu gibi böyle değildir. Kudâme hadisinde ona had vurulduğundan söz edilmemiştir.
(mâliki) mezhebinde mevcut bulunan bir örnek de şudur: özür sahibi bir kadın (müstehâza), özürlü bulunduğu süre içerisinde na­mazlarını bilgisizliğine binâen kılmasa, bu süre içerisinde terketmiş olduğu namazlarını kaza etmesi gerekmez. Muhtasaru mâ leyse fi'1-muhtasar'da şöyle denilir: özür sahibi kadınla lohusa kadının gördüğü kan uzasa da lohusa üç ay, özür sahibi kadın da bir ay boyun­ca namaz kalmasa, eğer gördükleri kandan dolayı namaz kılınmaz şeklinde kendilerince bir yorum yapmışlarsa, geçen sürenin namazla­rını kaza etmezler. Özür sahibi kadın hakkında "normalde hayıza tekabül eden günlerinden sonra kısa bir süre namazını kılmamışsa, [173] onları iade eder, fakat uzun süre kılmamışsa onları vâcib olmak üzere kaza etmesi gerekmez." de denilmiştir. Ebû zeyd de imâm mâlik'ten: "özürlükadın, ihtiyat gününden sonra, namazlarım kendisine gerek­liliğini bilmediği için kılmamışsa. O günlerin namazlarını kaza et­mez." şeklinde işitmiş tir. İbnu'l-kâsım, bu durumda kadının namaz­larını kaza etmesini müstahab bulmuştur.

Bütün bunlar, bilgisizlikten ya da yapılan bir yorumdan dolayı delile muhalefet olmaktadır ve bunlar 'afv kabilinden sayılmışlardır.

Yine bu kabilden olmak üzere şunları da misal olarak vermek mümkündür: yolcu fecir vaktinden önce memleketine dönmüştür ve güneşin batmasından önce dönmeyen kimse için orucun farz olacağını zannetmemektedir. Keza, hayız gören bir kadın fecir vaktinden önce temizlenmiştir; fakat oruç tutabilmesi için güneş batmadan önce te­mizlenmiş olması gerektiğini zannetmektedir. Burada her ikisi için de keffâret söz konusu değildir. Her ne kadar delile muhalefet varsa da, kendilerince bir yorumu bulunmaktadır. Burada keffâretin düşürül­mesi işte 'afv mânâsında olmaktadır.

C) Re'sen hükmü sükût geçilen şeyi işlemek:
Hakkında sükût geçilen şeyle amelde bulunmak nev'ine gelince bu konu üzerinde biraz durmak gerekmektedir. Çünkü bazı vak'ala-rın Allah'ın hükmünden hâlî olmaları ihtilaflı bir konudur. Hâlî olabi­leceği görüşünü esas aldığımızda bir problem çıkmaz. "şâri'in sükût geçmiş olduğu şey aftır."[171]hadisiyle daha önce geçen benzer delillerin gereği de bu olmaktadır. Diğer görüşe göre ise, hadîs bir problem ar-zetmektedir. Çünkü hiçbir şekilde "meskûtun anh" yani hakkında sükût geçilen bir şey yoktur. Aksine her şey ya nassla ya da kıyasla be­lirlenmiştir. Kıyas da şer'î deliller cümlesindendir ve hiçbir yeni olay yoktur ki, şerîatte ona dair bir hüküm mahalli bulunmasın; bu müm­kün değildir. Dolayısıyla da "meskûtun anh" yani hakkında sükût ge­çilmiş bir şey yoktur.

Bu görüşe göre sükûtun şu şekillere hamledilmesi mümkündür:
1) Muhtemel bir gerekçe bulunmasına rağmen tafsile gitmeye­rek sükût etmek.
2) Istishâba hamlederek carî olan âdetler hakkında sükût et­mek.
3) Daha önceden hz :ibrahim şeriatından alınan amel­ler hakkında sükût etmek.
Birincisine örnek: Önce şu âyete bakalım: "kendilerine kitâb verilenlerin yiyecekleri sizin için helâldir."[172] bu âyetin umûmu zahir manâsıyla, müslümanlara onların bayram günleri ve mabedleri için kestikleri hayvanların etlerinin de helâl olduğunu gösterir. Bu açıdan mânâya bakıldığında problem doğar. Çünkü bayram günleri için kes­tikleri hayvanlarında, islâm ahkâmıyla bağdaşmayacak ek bir husus daha bulunmaktadır. Dolayısıyla bunun üzerinde durmayı gerektirici bir sebep bulunmaktadır. Ancakmekhûl'e bu durum sorul­duğu zaman o: "sen ye! Allah onların ne dediklerini biliyor ve o bize onların boğazladıkları hayvanların yenilmesini helâl kılmıştır." şek­linde cevap vermiştir. —Allahua'lem— oşunudemekistemiştir: her ne kadar o hayvanların yenilmesine ters düşen bu özel durum varsa da âyetin umûmu tahsis edilmemiştir. Allah bunun gereğini ve bu özel durumun âyetin umûmu altına gireceğini biliyordu. Bununla birlikte o, onların boğazladıkları hayvanların böyle arızî durum olanını da ol­mayanını da helâl kılmıştır; ancak bu onların helâlliğine aykırı gözüken bu özel durumun affı hükmüyle olmuştur. Hz. Peygamber'in şu sözleri de bu mânâya işaret olmaktadır: "Allah bazı şeyler hakkında da, unuttuğundan değil, size olan merhametinden dolayı sükut etmiştir (afi)). Onları deşelemeyiniz." [173] keza hac hakkındaki "her sene mi yâ rasûlallah! " sorusuna verdikleri cevapla ilgili hadîsi de bu şekildedir. Çünkü lafza itibar onun ömür boyu için yeterli olduğu intibaını vermektedir. Bu yüzden hz. Peygamber onun so­rusundan hoşlanmamış ve ona bu gibi şeyler hakkında soru sorma­mak gereğinin sebebini açıklamıştır.[174] yine: "en büyük cürüm işle­yen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir."[175] hadisi de bu kabildendir. Çünkü haram olmayan bir şeyden suâl edilmesi ve sonra bu soru yüzünden o şeyin haram kılınması çoğu kez, sadece o şeyin haramlığını gerektirecek bir yönün[176] ortaya çıkarılması cihe­tinden olur. Oysa ki, —her ne kadar kendi içerisinde furûu farklılık gösterse de veya o esasdan çıktığı intibaını veren bir mânâ bulunsa da— meselenin helalliği için dayanılacak başka bir esas daha bulun­maktadır. Benzeri bir başka örnek de: "ben sizi terkettikçe, siz de be­nim üstüme gelmeyiniz."[177]hadisidir. Daha başka örnekler de vardır.
İkincisine örnekler: bu kısma örnek olarak islâmm ilk yılla­rında ikrar edilen ve daha sonraları tedricen haram kılman şeyleri vermek mümkündür: şarap gibi. Bilindiği gibi şarap (içki), cahiliyye devrinde yaygın olarak kullanılıyordu. Sonra islâm gelmiş ve hicret öncesinde ve bir süre de hicret sonrasında olmak üzere ona dokunma­mış, kendi hâli üzere bırakmıştı. Bir süre böyle devam etmiş ve hak­kında şer'î bir nass gelmemişti. Nihayet "sana içki ve kuman soruyor­lar. .."[178] âyeti gelmiş ve bunlarda faydaların da zararların da bulun­duğunu, ancak zararlarının faydalarından daha büyük olduğunu be­yan etmiş ve maslahatın gerektirdiğ ihükmü iseter kederek açıklamamıştı. Bu hüküm tabiî ki, onların haramlığı idi. Çünkü şer'î bir kaide olarak, mefsedet maslahata galebe çalarsa hüküm mefsedet yönüne ait olmaktadır. Mefsedetler ise engellenir; dolayısıyla her ikisinin de haramlıkyönü ortaya çıkar.[179] şu kadar var ki, her ne kadar anlaşılı-yorsa da buna rağmen haramlığı üzere açıkça temas edilmediği için, alışılagelmiş âdetlere uyarak daha önceden kendileri için sabit bulu­nan esas ile amel ederek içmeye devam etmişlerdir. İşte bu dönemden mâide süresindeki "... Ondan kaçınınız!"[180] âyeti ininceye kadar olan dönem arasında içilen içkiler 'afv' kapsamı altına girmektedir. Artık kesin yasağı açık olarak getiren bu âyetle haramlık hükmü yerleşmiş ve 'afv' hükmü kalkmıştır. Buna "inananlara ve yararlı iş işleyenlere tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk (günah) yoktur."[181] âyeti de delâlet etmektedir. Çünkü içki yasağı kesin olarak geldiğinde, içe­rek ölen kimselerin durumu nasıl olacak diye sormuşlar ve bunun üze­rine de bu âyet inmişti. Günahın kaldırılmış olması, sözünü ettiğimiz 'afv' mertebesi olmaktadır. Cahiliyye döneminde ve islâmm ilk yılla­rında uygulanan ribâ da aynı şekildedir. Keza o dönemlerde araların­da carî olan, "beyu'l-medâmîn" ve "beyu'1-melâ-kîh"[182] gibi, kurutul­madan önce meyvelerin satılması vb. Gibi ga-rarlı[183] muameleler, bü­tün bunlar meskûtun anh yani hakkında sükût geçilmiş şeylerdi. Hakkında sükût geçilen şeyler ise "afv" mânâsı altma girmektedir. Daha sonra gelen nesih bu mânâyı kaldırmaz. Çünkü bunlardan bir kısmı hâlâ islâmm eski ikrarı üzere bakîdir. Kırâz (nıudârabe), miras ve daha başka konulara nisbetle hünsâ [184]konusunda verilen hüküm vb. Gibi âlimlerin dikkat çektikleri konular bunlardandır.
Üçüncü kısma örnekler: bunlar nikah, talak, hac, umre ve bunların diğer fiilleri gibi. Ancak bunlardan bir kısmım değiştirmiş­lerdir. İslâmdan önce cahiliyye döneminde de bunları yapıyorlardı; nikâhla sifâh (zina) arasını ayırıyorlardı ve boşuyorlardı; bir hafta sü­reyle kabe'yi tavaf ediyorlardı, hacer-i esvede el sürüyorlardı, safa ve merve arasında sa'y ediyorlardı, telbiye getiriyorlar ve arafat'ta vakfede duruyorlardı, müzdelife'ye uğruyorlardı, şeytan taşlıyorlar ve haram aylara tazim ediyorlar, onlarda kan dökmeyiharam sayıyor­lardı; cünüblükten dolayı yıkanıyorlardı; ölülerini yıkıyorlar, onları kefenleyip üzerlerine namaz kılıyorlardı; hırsızın elini kesiyorlar ve yol kesiciyi asıyorlardı. Bunlar ve buna benzer daha başka hususlar hep halil ibrahim peygamber'in dîninden geriye kalmış şeylerdi. İslâm gelinceye kadar onlar bu hükümler üzere bulunuyorlardı. So­nunda islâm bunlardan bir kısmını benimseyerek iyice sağlama bağ­ladı, islama muhalif bulduklarını da nesh etti. Bu geçen ameller içeri­sinde olup da haklarında kabul edildiklerine dâir yeniden ek bir nass gelmeyen ve bir süre devam edip de sonrahükümleri neshedilen amel­ler 'afv5 kapsamına girdi. Bunlardan neshedilenler neshedilmiş, ibkâ edilenler de eski halleri üzere bırakılmışlardı.

Bu geniş açıklamayla, 'afv mertebesi'nin şerîatte söz konusu ol­duğu yerler ortaya çıkmış ve —Allah'a hamd olsun ki— sübûtuna delâlet eden delillerin imâli neticesinde vaziyetine en yakın şekilde tesbit edilmiştir. Geriye bir husus kalmıştır: acaba 'afv bir hüküm müdür? Yoksa değil midir? Eğer 'afv' bir hükümdür, denilirse o takdir­de bu teklifi hüküm mü olur yoksa vaz'î hüküm mü? Bütün bunlar muhtemel şeylerdir. Şu kadar var ki, bunların üzerine herhangi bir amelî netice terettüp etmemektedir; dolayısıyla bunun beyânına gir­mek lüzumsuz bir hal almıştır ve o yüzden de terki evlâ görülmüştür.
Doğruya muvaffak kılan ancak Allah'tır. [185]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..