On Birinci Mesele

Usûl âlimlerinin beyanı üzere kifâî (içtimaî) talep (farz-ı kifâye) herkese yöneliktir. Ancak, içlerinden bir kısmı onu ye­rine getirdiği zaman diğerlerinden yükümlülük düşmektedir.
Usûlcülerin bu söyledikleri talebin küllîliği açısından doğrudur. Cüz'îliği açısından ele aldığımızda ise tafsilât vardır ve kısımlara ayrı­lır; belki de söz iyice dallanır ve uzar. Ancak hepsi için geçerli olacak ve bir araya toplayacak kural (zabıt) şudur: farz-ı kifâyede "talebin be­lirli bir kesime yönelmiş olması"dır. Bu da rast gele bir kesim de­ğil, bilakis istenilen fiili yapmaya ehil olan kesimdir. Yoksa talep ge­nel olarak herkese yönelmez.[186]

Delilleri:

Bu konuya delâlet eden delillerin başında ilgili nasslar gelmekte­dir: "inananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir
Taifenin dîni iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz [187]burada mevzu bahis olan teşvîk sadece bir taife içindir, bütün toplum için değildir. "sizden iyi­ye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden bir cemâat ol­sun..[188] "ey muhammedi sen içlerinde olup da namazlarını kıl­dırdığın zaman, bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahla­rını da yanlarına alsınlar..."[189] kur'ân'da bu türden pek çok şey var­dır. Bütün bunlarda talep, herkese değil sadece belli bir kesime yöne­lerek gelmiştir.
İkincisi, bu konuda sabit olan kat'î şer'î kaidelerdir. Devlet baş­kanlığı (imâmet-i kübrâ)[190] ve diğer amme velayetleri (kamu idareci­likleri, imâmet-i suğrâ) gibi. Çünkü bunlarla ilgili talepler kendilerinde aranılan şartları taşıyan insanlara yöneliktir ve onlar için taay­yün[191] etmektedir; yoksa herkes için değildir. Diğer amme velayetleri de aynı durumdadır. Bunlar ittifakla, kendisinde bu görevleri yerine getirmek için gerekli olan ehliyet ve yeterliliğe sahip olanlardan iste­nilmekte, görev için bunlar taayyün etmektedir. Aynı şekilde cihad çağrısı da farz-ı kifâye olması durumunda bu iş için gerekli olan cesaret ve kahramanlık vb. Gibi vasıflara hâiz olan kimselere yönelik olacaktır. Zira bu gibi önemli mükellefiyetlerle ne yapacağını bileme­yen âciz kimselerin yükümlü tutulması doğru değildir. Bu tür kifâî yükümlülüklerle ehil olmayan kimseleri muhatap tutmak mükellef açısından teklîf-i mâ lâ yutak, elde edilmesi istenilen maslahat veya uzaklaştırılması istenilen mefsedet açısından da abes kabilinden ola­caktır ki, her ikisi de şerîatte bâtıl olmaktadır.
Üçüncüsü: bu konuda vâki olan ulemâya aitfetvâlar (yani uygu­lama) ve yine bu kabilden olmak üzere şerîatte vuku bulan örnekler: bunlardan olmak üzere hz. Peygamber'in ebû zer'e olan şu sözlerini görüyoruz: "ey ebû zer! Gerçek şu ki, ben seni zayıf görüyo­rum. Ben kendim, için sevdiğim şeyi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi üzerine (de olsa) emirlik (yöneticilik) yapmayasın, yetim, malı üzerinde vesayette bulunmayasın."[192] hadiste sözü edilen her iki hu­sus da kifâî (içtimâi) farzlardandır. Bununla birlikte hz. Peygamber ebû zer'i bunları kabul etmekten nehyetmistir. Şayet bu iki kifâî yükümlülüğün diğer insanlar tarafından ihmal edildiği varsa­yılsa, ebû zer'in de söz konusu ihmâl günahı altına gireceğini söyle­mek sahih olmayacaktır. Ebû zer gibi olanların durumu da aynı ola­caktır. Hadiste "emirlik isteme..."[193] buyrulmuştur. Bu nehiy emirliğin bütün insanîarayönelik bir vücûb olmadığını gerektirir. Hz. Ebû bekir bazı insanları, emirlikten nehyetmiştir. Hz. Pey­gamber vefatettiğizamanhz. Ebûbekir hilâfeti üstlenmiş­ti. Kendisine o adamlardan biri geldi ve:

—Sen beni emirlikten nehyettin, sonra kendin kabul ettin? Diye sormuştu. Hz. Ebû bekir:

—Evet, ben seni emirlikten şimdi de nehyediyorum, dedi ve kendisinin hilâfet görevini üstlenmek mecburiyetinde kaldığını belirterek mazeretini bildirdi.

Rivayete göre temim ed-dârî hz. Ömer'den va­izlik yapmak için izin istemişti. Hz. Ömer ona izin vermedi. Halbuki, vaizlik —temîm ed-dârfnin yapmak istediği vaizliği kasdediyo-rum— kifâî farzlardan bulunuyordu.

Buna benzer bir olay da hz. Ali'den nakledilmiştir.bir çok farz-ı kifâyenin ortaya konulması ve îzâhı konusunda ulemâ, işte bu geniş ve açık yol üzerinden yürümüşlerdir: nakledildi-

Fasıl:

Burada konunun vuzuha kavuşması ve doğruluğunun ortaya çıkması için Allah'ın izniyle biraz tafsilatta bulunmak istiyoruz: şöy­le ki:
Yüce Allah insanları hem uhrevî hem de de dünyevî maslahatla­rının ne olduğunu ve onları nasıl elde edeceklerini bilmez bir vaziyette yaratmış, ana rahminden çıkarmıştır. Nitekim "ve Allah sizi annele­rinizin karnından hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı."[194]âyetinde bu husus gayet açık bulunmaktadır. Sonra yüce Allah onları tedrîc ve terbiye esası üzerine dayalı olarak bilgilendirdi. Bu bazan ilham yo­luyla oldu: çocuğun hemen doğum sonrasında annesinin memesini ağzına alması va sormaya başlaması gibi. Bazan da eğitim öğretim (terbiye) yoluyla oldu. İnsanlar eğitim ve öğretim yoluyla, her türlü maslahatları celbetmek ve her türlü mefsedetleri de defetmek üzere, kendi fıtratlarında gizli bulunan melekeleri, ilhama dayalı doğuşları­nı ortaya çıkarmak için ilâhî talebe muhatap oldular. Çünkü bu iş bü­tün detaylarıyla maslahatlarını gerçekleştirebilmek için ilk ve temel unsur oluyordu. Bu eğitim ve öğretim fiiller, sözler, bilgiler, inançlar, şer'î ve örfi muaşeret kuralları... Gibi şeyleri kapsıyordu. Bu eğitim ve öğretim itina ile uygulanırken her insanda mevcut bulunan fıtrî mele­ke ve çeşitli hal ve durumlarla ilgili olan özel istidadlar belirecek, güç-lenecekve ortayaçıkacaktı. Böylece ilgi duyduğu ve ilgili yeteneklere sahip olduğu alanda kişi, kendisi gibi olmayan diğer akranlarına kar­şı temayüz edecekti. Daha aklı ermeye başlama zamanı geldiğinde, artık ilk yaratılışı sırasında içerisine konulan fıtrî kabiliyetler iyice kendisini gösterecektir. Bakarsın biri ilim tahsili için vardır, diğeri riyaset için hazırlanmıştır; bir diğeri ihtiyaç duyulan sanatlardan bi­risine yatkındır; bir dördüncüsü boğuşma, vuruşma ve mücâdele için yaratılmıştır ... Böylece ihtiyaç duyulan her iş ve mesleğe uygun isti­dat ve kabiliyetler bulunur.

Evet! Her ne kadar herkes hemen her işe az çok yatkın kılınmışsa da, çoğu kez mutlaka bunlardan bir kısmının diğerlerine galebe çaldığı görülür. Dolayısıyla teklif, o kimseye üzerinde bulunduğu ka-
Nun unda bütün insanların günaha gireceği anlamında hakîkî bir vücûb ol­madığını gerektirmektedir. Eğer "mecazî olarak vâcib denilir" şeklindeki sö­zünden serî mânâda vâcib mânâsını kasdetmiyorsa, o takdirde paragrafın sonundaki "bu şekildeki bir yaklaşımla hilafın dayanağı da ortadan kalkmış olacaktır." sözü tamamlanmış olmayacaktır. Eğerbu sözüyle hakîkî anlam­da herkes üzerine farz olacağını ve yapılmaması durumunda herkesin gü­nahkar olacağını kasdediyorsa, o zaman sözü biribirini tamamlayacaktır. Ancakbukez de meseleyi tamamıyla daha önceki mukaddimelerde bahsetti­ği hiçbir neticesi olmayan kısım mâhiyetine sokacak ve ilmin ne özünden (sulbünden) ne de tâli unsurlarından (mülahmdan) sayılmayacak hale geti­recektir.biliyetler doğrultusunda eğitilmiş, öğretilmiş ve terbiye edilmiş haliyle yapılır. Bu takdirde her bir mükellefe kifâî taleplerden kendi istidadı doğrultusunda olan bir yükümlülük terettüp edecektir ve bu insanları yetiştirmek durumunda olan kimselerin de bu hususu göz önünde bulundurmaları ve herkesi kendi istidad ve kabiliyetleri doğ­rultusunda yönlendirmeleri; her bir yükümlülüğün doğru bir yol üze­re ona ehil kimselerin eline verilmesini temine çalışmaları; ehil insan­ların o işi üstlenmelerine yardımcı olmaları, onun îfâsı konusunda de­vamlı olmalarını temin ve teşvik etmeleri bir görev olarak kendisini göstermektedir. Böylece daha ilk andan itibaren herkes, kendisinde rıso] galip bulunan istidat ve kabiliyetler doğrultusunda ortaya çıkarıla­cak, sonra bunlar o dallarla ilgili ehil insanların ellerine teslim edile­ceklerdir; onlar da o ilim, sanat, meslek ve benzeri dallarda ehil olarak yetişebilmesi için onlara uygun gelen muameleyi gösterecektir. Eğer geliştirilen bu istidat ve kabiliyetler; kazandırılan beceriler, kendileri için fıtrî bir meleke, ondan ayrılması mümkün olmayan bir vasıf hali­ni alırsa; artık beklenen netice hâsıl olmuş, uygulanan eğitim ve öğre­timin (terbiyenin) amacı gerçekleşmiş olur.

Meselâ farzedelim ki, bir çocuğun diğer vasıflara da sahip olması yanında özellikle son derece zeki olduğu, parlak bir anlayış gücüne sa­hip bulunduğu, işittiklerini anlama ve ezberleme istidadında olduğu görülse, bu çocuk sahip olduğu bu kabiliyetler istikametinde yönlen­dirilecektir. Bu, o çocuğun sorumluluğunu üstlenen kimse üzerine bir anlamda vâcib olmaktadır. Çünkü onda istikbalde eğitim ve öğretim maslahatını üstlenme ve onu gereği gibi ifâ etme kabiliyeti gözük­mekte ve bu netice umulmaktadır. Dolayısıyla bu çocuğun eğitilip öğ­retilmesi, her ilim dalı için gerekli olan temel bilgiler ve âdâb-ı muaşeret kurallarının kendisine verilmesi istenilecektir. Bundan sonra mutlaka nihâî hedefe ulaşabilmek için gerekli merhalelerin kı­sım kısım ele alınması ve çocuğa yardımcı olunması gerekmektedir. Ancak bu konuda mutlaka rabbânî âlimlerin yani terbiyecilerin ön­gördükleri programa riâyet edilecektir. Çocuk kısımlardan birine başlayıp da, tabiatı özel olarak o kısma meyledince, o kısmı diğerlerin­den daha fazla sevince, bu sevdiği kısımla başbaşa bırakılır ve ehline teslim edilir. O kısımda çocuğun ihmâle uğramadan, gereklerine riayetsizlikler söz konusu olmaksızın kapasitesi ve kabiliyetleri ölçü­şünce alması için imkanların hazırlanması sorumlu kişiler üzerine vâcib olur. Sonra o kısımla yetinirse, tabiî bu güzel bir şeydir. Ancak çocukbaşka dallarda dayetişmekistiyorsa, o takdirde daha önce yapı­lan şey burada da yapılır. Böylece en son noktaya ulaşıncaya kadar de­vam edilir.

Mesela arapça öğrenimiyle işe başlasa. Zira en önce öğrenilmesi gereken arapça olmaktadır. Çocuk bu işin üstadlarına teslim edilir ve
            çocuk onların gözetim ve sorumlulukları altında olur. Onlar da çocuğu gözetir ve kollarlar. Onların çocuğu kendi yanlarında alıkoymaları, istenilen konuda hem kendilerine hem de çocuğa uygun gelecek şekil­de onu yetiştirmeleri gerekir. Eğer çocuk azim ve sebat sahibiyse bu böyle devam eder ve Kur'ân'da mehâret sahibi olması için Kur'ân ehli­nin gözetim ve sorumluluğuna tevdi edilir. Artık çocuktan mesul on­lar olurlar. Aynı şekilde hadis veya fıkıh ya da diğer şer'î ilimleri öğ­renme isteği durumunda da söz konusu olur. Kendisinde cesaret ve atılım gücü, idarecilik gibi hususlarda yeteneği ortaya çıkan çocuklar hakkında da aynı şekilde belli bir programa riâyet edilerek hareket [isi] edilir; önce onlara âdâb öğretilir ve temel bilgiler verilir, sonra da ön­celik sırasına göre ırâfe (kethüdâlık, reislik), nakîblik, askerlik, reh­berlik ve irşâd, imamet (devlet başkanlığı) vb. gibi durumuna uygun olan kısımlara geçilir. Böylece her bir kifâî farz (içtimaî yükümlülük) için yetişmiş ehil insanlar ortaya çıkarılmış olacaktır. Çünkü önce herkes aynı yola girecek ve herkes kendi kabiliyet ve istidadına göre yürüyecektir. Bunlar içerisinden artık devam edemeyip durmak zo­runda kaldığı nokta, insanların bir şekilde ihtiyaç duydukları bir nok­ta olacaktır. Eğer kendisinde güç varsa devam edecek ve kifâî yüküm­lülüklerin en son noktasına ve çok nadir olarak elde edilebilen merte­besine kadar ulaşabilecektir. Gerek şer'î sahada ve gerekse sevk ü idare konusunda ictihad mertebesine ulaşmak gibi. Böylece hem dün­ya hem de âhiret işleri düzene girecek ve her şey yerli yerince îfâ edile­cektir.

Görüldüğü üzere kifâî talep yolunda ilerleme tek bir tertip üzere olmadığı gibi, ne kayıtsız olarak herkese yönelmekte, ne de yine kayıt­sız olarak belli bir kesime yönelmektedir. Keza o vesileler göz ardı edi­lerek makâsıd açısından ya da aksi şekilde istenilmemektedir. Aksine ona böyle bir tafsile gidilmeden, İslâm ümmeti içerisinde böyle bir tevzîde bulunmadan tek bir açıdan bakmak doğru değildir. Yoksa farz-ı kifâye konusunda tutarlı bir söz etmek herhangi bir şekilde mümkün olmayacaktır.
Her şeyi en iyi bilen ve en doğruya hükmeden Allah'tır. [195]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..