Onuncu Mesele

Daha önce şer'an müsebbeblerin, sebeblerin işlenmesi üzerine tertîb edilmiş olduğu, Şâri'in sebeblere yönelik hitaptan kasdının müsebbebler olduğu belirtilmişti. Bu durumda mükellefe nisbetle —eğer

ona itibar ederse— şu hususlar ortaya çıkacaktır:
1. Müsebbeb şer'an, esbaba tevessül edene nisbet edildiğine gö­re,   mükellefin   sebebi   işlerken  müsebbebe  iltifat  etmesi,  kendi hesabında olmayan, aklından geçmeyen şeylerin vâki olmasını gerek­tirecektir. Esbaba tevessül emredilmiş olabileceği gibi, yasaklanmış da olabilir. Tâatler bahsinde esbaba tevessül, kişinin aklından geçme­yen hayırları kendisi için ortaya koyabileceği gibi, masiyet olan bir ko­nuda olduğu zaman da, yine hiç düşünmediği şeylerin kendi başına gelmesi gibi bir netice verecektir. Nitekim âyet ve hadîsler bu hususa delâlet etmektedir. Tâatler hakkında olmak üzere bazı şu âyet ve hadîslere bakılabilir: "Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bü­tün insanları diriltmiş gibi olur.[105] "Kim güzel bir çığır açarsa, onun sevabı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin sevabı kendisine yazılır.[106] "insan Allah'ın rızâsını mûcib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dere­ceye ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar ona hoşnudluk hali yazar.[107]
Masiyetler hakkında ise: "Kim bir kimseyi haksız yere öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur,[108]"Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun günahından Âdem'in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü yeryüzünde ilk kan akıtma çığırını açan odur,[109] "Kim kötü Hr çığır açarsa onun ve kıyamet gününe kadar onu işleyen­lerin günahı kendisine yazılır.[110]"însan Allah'ın gazabını mûcib söz söyler ve onun ulaşmış olduğu dereceye ulaşacağını zannetmez. Allah, o söz sebebiyle kıyamete kadar onun aleyhine gazab hali yazar.[111] Ve benzeri deliller.
İmâm Gazzâlî, Dıyâ ve diğer eserlerinde bu. mânâyı yeterince açık bir şekilde ortaya koymuş ve "Kitâbu'l-kesb"de [112]şöyle demiştir: "Düşük ayar akçenin (dirhem)[113] ödeme sırasında kullanılması ve böylece ona revâc verilmesine girişilmesi zulümdür. Çünkü, eğer alıcı onun düşük ayar olduğunu bilmiyorsa bu takdirde zarar görecektir. Eğer bile bile almışsa, o da onu bir başkasına verecek, üçüncü, dördün­cü. .. şahıslar da hep aynısını yapacak ve böylece o para elden ele dolaşacak, neticede zarar umûmileşecek, fesâd yaygın hâle gelecektir. Bü-   1229] tün bunların günah ve vebali ilk kez onu piyasaya süren kimseye dö­necektir. Çünkü bu kapıyı ilk açan odur." Gazzâlî daha sonra "Kim güzel bir çığır açarsa..." hadisiyle istidlalde bulunmuştur.
Seleften bazılarının, düşük ayar tek bir dirhemin revaç bulması için çalışılmasının, yüz dirhem çalmaktan daha şiddetli olduğunu be­lirttiklerini ifâde eden Gazzâlî, devamla şöyle der: "Çünkü hırsızlık tek bir masiyettir, o da tamamlanmış ve şer kesilmiştir. Düşük ayar paranın piyasaya çıkarılması ise, dînde ortaya konulmuş bir bidattir, kendisinden sonra diğer insanların da işlemeye devam edecekleri kö­tü bir çığırdır. Dolayısıyla ölümünden sonra yüz sene, iki yüz sene tâ o para ortadan kalkıncaya kadar meydana gelecek günah üzerine ola­caktır. Sebebiyet verdiği bütün zarar ve noksanlıklar aleyhine kayde­dilecektir. Ne mutlu o kimseye ki, öldüğü zaman günahları da kendi­siyle birlikte ölür; yazıklar olsun o kimseye ki, kendisi ölür gider de, yüz sene, iki yüz sene veya daha fazla günahları devam eder; bu yüz­den kabrinde azab görür; ta ortadan kalkıncaya kadar ondan dolayı sorguya çekilir! Yüce Allah : 'Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz.'[114] buyurmuştur. Yani: Biz onun önceden gön­derdiklerini yazdığımız gibi, geride bıraktığı amellerinin neticelerini de yazarız; demektir. Benzer bir âyefe de: 'Ogün, insanoğluna önce­den gönderdiği, geride bıraktığı ne varsa bildirilir.[115]buyrulmuştur. Hiç şüphesiz amellerinin neticelerini geride bırakanlar, başkalarınca takip edilen kötü bir çığırı başlatan kimseler olmaktadır." Gazzâlî'nin sözleri bunlar. Kaide olarak, sebebin işlenmesi, müsebbebin ortaya konulması mesabesindedir. Daha önce bu konu açıklanmıştı.
Gazzâlî, "Şükür" bahsinde sözü daha da ileri götürür. Orada ni­metleri, cinslerine ve nevilerine ayırıp yeterli tafsilâttan sonra şöyle der: "Hatta diyorum ki: Gözünü kapayacak yerde açmak suretinde de olsa, tek bir bakışta Allah'a isyan eden kimse, Allah'ın göklerde, yer­yüzünde ve ikisi arasında ne var ne yok bütün nimetlerine karşı küf-rânda (saygısızlıkta, inkarda) bulunmuş olur. Şöyle ki: Allah Teâlâ'-mn bütün yarattıkları; melekler, gökler, hayvanlar, bitkiler hepsi bir­den her bir ferdin istisnasız istifâde etmiş olduğu bir nimet olmakta­dır." Gazzâlî, daha sonra gözkapaklarının göze olan faydalarını anlat­tıktan sonra şöyle devam eder: "O kişi Allah'ın kendisine bahşettiği gözkapak nimetine küfrânda bulunmuş olur. Gözkapakları gözsüz t230] olamaz. Gözler başsız olamaz. Baş bütün bedensiz yapamaz. Beden gı­dasız edemez. Su, toprak, hava, yağmur, bulut, güneş, ay... olmadan gıda olamaz. Bu saydıklarımızın kıyamı için de göklerin bulunması gereklidir. Melekler olmadan ise gökler duramaz. Görüldüğü gibi, herşey birbirine irtibatlı olmak üzere tek bir vücût gibidir. Aynen beden­deki organların birbirlerine olan irtibatları gibi. O yüzdendir ki, haber de "insanların bir araya geldikleri ve toplandıkları yerler, onlar dağıl­dığında ya onlara lanet eder ya da onlar için istiğfar ederler." denilmiş­tir. Keza hadîste 'Alime her şey, hatta denizdeki balıklar dahi istiğfar eder...'[116]buyrulmuştur. Bunlar, âsînin tek bir göz kırpmasıyla yerde gökte olan herşeye karşı cinayette bulunmuş olduğuna, yaptığı kötü­lüğü imha edecek bir iyilik yapıncaya ve böylece hakkındaki lanetle­rin istiğfara dönüşünceye kadar kendi nefsini helak etmiş olacağına işaret etmektedirler." Gazzâlı daha sonra sözlerine devam etmiştir. Esbaba tevessül eden kimsenin, sebeblerin müncer olacakları netice­lere baktığı zaman, belki de bu tutum, onun bu gibi şeylerden sakın­masında bir motif olabilecektir. Zira neticelere aldırış etmediğinde kıyamet gününde, hiç aklına gelmeyen şeylerle karşılaşabilecektir. Böyle bir neticeden Allah'a sığınırız.

Fasıl:
Bir diğer husus da şudur: Kişi sebebleriyle birlikte müsebbeblere iltifatta bulunduğunda, muhtemelen hâlihazırda mevcut bulunan se­beblerin hükümleriyle, daha önceden geçen sebeplerin hükümlerinin tearuzu (çatışması) sebebiyle, şeriatta vârid olduğunu zannettiği bazı problemler ortadan kalkmış olacaktır. Şöyle ki: Sebebin hükmü, o se-bebten rücû etse veya tevbe etse bile bazan onu işleyen kimsenin üze­rinde kalmada devam edecektir. Bununla birlikte kişi sebebten rücû ettiğinde müsebbebin hükmünün kalkacağını zannetmektedir. Hal-[23i]    buki durum öyle değildir.
Misal: Bir kimse gasbedilmiş bir araziye girse, sonra tevbe ede­rek oradan çıkmak istese bakılır: Bu adam oradan çıkmakla memur ol­duğundan ve onu da yaptığından zahir olan odur ki, adam (oradan çık­ma fiilinden dolayı) âsî değildir ve bu işinden dolayı da sorgulanmaya-caktır. Çünkü bir insanın aynı anda hem emre itaat hem de isyan içe­risinde olması mümkün değildir. Keza, aynı cihetten olmak kaydıyla hem emre hem de nehye muhatap olması imkansızdır. Çünkü böyle bir şey teklîf-i mâ lâ yutaktır (takat üstü yükümlülüktür). Kişi oraya girmesi halinde mümkün olan bir yolla mutlaka oradan çıkmış olmak­la yükümlüdür. Bu da nehy (yasak) hükmünün bizzat çıkma hakkın­da bekası ile mümkün olmayacaktır. Netice itibarıyla, çıkma konu­sunda mutlaka nehiy hükmünün kalkmış olması gerekecektir.Ebû Hâşim [117]ise: "O kişi çıkmahalinde de masiyet üzerindedir ve gasbediîmiş araziden ayrılmadıkça bu hükümden çıkmayacaktır." de­miştir. Eski ve yeni âlimler onun bu görüşünü reddetmişlerdir. İmâmu'l-Harameyn el-Cüveynî (Ö.438/?) el-Burhân adlı eserinde, isyandan ibaret olan sebebin aslına itibarla bunun tasavvuruna ve sahîhliğine işarette bulunmuş, dolayısıyla tevbe ile (tecâvüz hali) kalksa bile sebebiyet verme hükmü üzerinde bakî kalacaktır, demiş ve daha sonra da benzeri meseleleri zikretmiştir. İmâmın bu yaklaşımı sözü edilen esasa itibarla sahih olmaktadır. Çünkü asıl sebebiyet ver­me, kendi nazarında olmayan müsebbebler (neticeler) ortaya çıkar­mıştır. Eğer çoğunluk âlimler bu neticelere bakacak olsalardı, gasbe-dilen araziden çıkana kadar masiyet hükmüyle birlikte emre imtisal keyfiyetinin birlikte bulunacaklarını uzak görmeyeceklerdi. Keza bu, müsebbebin mükellefin yetki ve kudreti dâhilinde olmadığı şeklinde­ki bir telakki üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu durumda çıkma işi­nin iki yönü olduğu anlaşılacaktır:

a) Araziye girmek suretiyle işlediği haddi tecâvüzden kurtuluş için onun bir sebeb olduğu yön vardır, ki bu onun kesbinden ol­maktadır.

b) Çıkışın daha başlangıçta oraya girmiş olmasının bir neticesi olması. Bu açıdan bakıldığında çıkmak kendi kesbinden ol­mamaktadır. Zira ondan kaçınacak bir gücü bulunmamakta­dır.    .
Bu meselenin benzerleri: Kişinin okunu doğrultup öldürmek için attıktan sonra, henüz ok hedefe ulaşmadan önce öldürme işinden tev­be etmesi. Bir bidati ihdas edip insanlar arasında yaydıktan sonra, he­nüz kabul görmeden önce tevbe etmesi veya kabulden sonra ve insan­ların ondan rücû etmelerinden önce tevbe etmesi. Hüküm verildikten sonra fakat infazından önce hükme medar olan şehâdetten rücû etme­si. —Ve kısmen— tam olarak sebebi işledikten sonra fakat tesirinden E232"1 ve mefsedetinin ortaya çıkmasından önce veya ortaya çıkmasından sonra ve fakat —eğer ortadan kalkma imkanı varsa— kalkmasından önce (rücû etmesi). Bu örneklerde isyanın bekasına rağmen emre imti­sal halinin mevcudiyeti gözükmektedir. Bu ikisi —ilk misalde olduğu gibi— bir fiilde bir arada bulunduğuna göre, kişi aynı anda hem âsî hem de emre uymuş olur. Ancak bu tasvirde ona yönelik emir ve neh-yin aynı anda birlikte vârid olması söz konusu değildir. Çünkü isyan açısından mükellef onunla yükümlü olmamaktadır.[118] Emre imtisal açısından ise yükümlü olur. Çünkü emre imtisâle kadirdir ve oradan çıkmak ve böylece emre uymakla memurdur. İmâm'ın kasdetmiş ol­duğu mânâ da işte budur. Ona ve Ebû Hâşim üzerine yöneltilen itiraz­lar, bu açıdan ele alınma imkanı varken —dikkatlice düşünülürse— yerinde değildir.[119]

Allahu a'lem!

Fasıl:

Bir diğer husus da şudur; Yüce Allah carî olan âdet-i ilâhîye göre, müsebbebleri sebeblere paralel olar ak ortaya koymakta; sebebler yer­li yerinde ise müsebbebleri de tam, sebebler eksikse müsebbebleri de ona göre eksik olarak var etmektedir.
Bu noktadan hareketle, eğer müsebbebde bir kusur varsa fukahâ sebebin işleniş tarzına bakmışlar ve onun tam olarak işlenip işlenme­diği üzerinde durmuşlardır. Eğer sebeb tam olarak ortaya konulmuş-. sa, müsebbebde noksanlık bulunsa bile, mükellefe yönelik bir kınama söz konusu edilmemiştir. Eğer sebeb tam olarak konulmamışsa o tak­dirde mükellefe kınama, sorgulama ve mesuliyet yöneltilmiştir. Ör­neğin câhil tabîb, hacamatçı, aşçı ve benzeri zenâatkârlar, eğer ger­çekten o sanata sahip olmamak gibi ya da sanatlarını icra ederlerken ihmal göstermek gibi kusurlu bulunmuşlar s a, verdikleri zararı tazminle sorumlu tutulmuşlardır. Sanatlarım icra sırasında ihmal göstermemeleri halinde ise aksine zarar vermiş olsalar bile tazmînle sorumlu tutulmamışlardır. Çünkü müsebbeblerin sebeblerine uygun olarak vuku bulmaması çok nadir şeylerdendir; dolayısıyla da sorum­luluk getirmezler. Gerekli bütün çabaların gösterilmemesi ve ihmâl [233] durumu ise böyle değildir, bu durumlarda müsebbeblerin yanlış ola­rak vukuu çoğu kez söz konusudur; tabiatıyla bu durumda muâhaze (mesuliyet) gerekir.
Başka açıdan değil, sadece sebeblerin sıhhat ve fesadı açısın­dan[120] onlar hakkında müsebbebleri alâmet kabul eden kimseler, sebeblerin meşruiyet çerçevesinde işlenilip işlenilmediğini tesbit için çok önemli bir kıstası elde etmiş olmaktadırlar. Bu noktadan hareket­ledir ki, şerîatte zahir olan ameller, bâtın (kalpte, içeride) olan şeylere delîl kılınmışlar ve eğer zahir sakatsa bâtının da sakat olduğuna; eğer zahir yerli yerinde ise bâtının da aynı şekilde yerli yerinde olduğuna hükmedilmiştir. Bu gerek fıkıhta ve gerekse diğer tecrübî ve âdetlerle (âdiyyât) ilgili hükümlerde genel bir esas olmaktadır. Konuya bu açı­dan bakmak şeriatın tamamında gerçekten çok faydalı olacaktır. Bu kıstasın doğruluğuna dâir pek çok delîl bulunmaktadır. Mü'minin îmânına, kâfirin küfrüne, itaatkârın itaatine, âsînin isyanına, âdilin adaletine, cerh edilen kimsenin kusuruna hep bu kıstasla hükmedil­miş olması onun sıhhati için yeterli bir delildir. Akidlerin in'ıkad bul­ması, ahidlerin bağlanması vb. gibi hususlar hep bu yolla olmaktadır. Hatta bu kıstasa, özellikle de özel ve genel İslâmî şeâirin sınırlarının ikâmesi konusuna nisbetle, teşriin genel esaslarından biri ve teklifin esâsı dememiz bile mümkündür.

Fasıl:

Müsebbebler bazan özel (hâs) olurlar bazan da genel (âmin) olur­lar. Müsebbeblerin özel olmalarının anlamı, onların sebebin vukuu hasebiyle meydana gelmiş olmalarıdır. Mebî ile faydalanabilmenin mübâhhğı için sebeb olarak satış akdinin ortaya konulması, kendisiy­le kadından istifâdenin helal kılınması için nikâh akdinin yapılması, kendisiyle helâlliğin sabit olduğu boğazlama ameliyesinin icrası ve benzerleri gibi. Nehiy yönü de aynı şekildedir. İçki içilmesinden neşet eden sarhoşluk, boğazın kesilmesinin sebebiyet verdiği ruhun çık­ması gibi.
Genel oluşuna gelince, bundan mesela tâatin cenneti kazanmak için bir sebeb olması, keza masiyetlerin cehenneme girmeye sebeb ol­ması gibi bir mânâ kasdedilmektedir. Yeryüzünde fesada sebebiyet veren günah nevileri de aynı şekildedir. Mesela ölçü ve tartıda hile yapmak rızkın kesilmesine, adaletle hükmetmemek kan dökülmesine ve bunun yaygınlaşmasına; ahde vefa göstermemek düşmanların ta­sallutuna; hiyânet insanların içerisinde korkunun yer etmesine... se­bebiyet vermektedir.[121] (Yani işlenilen bu masiyetler üzerine genel olarak bu müsebbebler terettüp edilmiştir.) Hiç şüphesiz bu işlerin zıtlan da, onlara zıt müsebbeblerinin vücûduna sebebiyet verecektir. Kişi işlemekte olduğu amelinin sebebiyet vereceği hayır ya da serleri göz Önünde bulundurduğunda, yasaklanmış olan fiillerden kaçınma, emredilmiş amelleri de yerine getirme konusunda, Allah'tan hem umarak hem de korkarak, gayret sarfedecektir. Bu yüzden şeriatte amellerin karşılıkları ve sebeblerin müsebbebleri belirtilmiş olmak­tadır. Kullarının maslahatlarını en iyi bilen Allah'tır. Kısaca bu esas­lar üzerine bina edilecek olan faydalar gerçekten çoktur.

Fasıl:
Burada şöyle bir itiraz serdedilebilir: Bundan önceki meselede, müsebbebi dikkate almanın mefsedetler doğuracağı ortaya konul­muştu. Buna göre kişinin sebebi ortaya koyarken müsebbebe yönelik bir iltifatta bulunmaması gerekmektedir. Şimdi burada ise müseb-beblerin göz önünde bulundurulmasının faydalarından bahsedildi. Bunun gereği olarak da sebebler ortaya konulurken müsebbeblere yö-[235] nelik bir kasıt ve iltifatın bulunması istenilecektir. Eğer bu iki yakla­şım mutlak surette olup, belli bir kayıttan uzaksa o takdirde bir tenakuz söz konusudur. Eğer mutlak değilse, o takdirde de mutlaka maslahatlara müncer olacak iltifat ve kasıdla, mefsedetlere sebebiyet verecek iltifat ve kasdın yerlerini bir alâmetle belirlemek ya da kendi­sine başvurulacak ve onların yerlerini ayıracak bir kıstas geliştirmek gerekecektir.
Cevap: Bu konu başka yerde[122] açıklanmıştır. Ancak bu konuda konulacak kıstas (dâbıt) şöyle olacaktır: Eğer müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat; sebebi güçlendirici, onu tamamlayıcı ve onu tamamla­mada teşvik edici bir mahiyet arzediyorsa, o maslahat celbedici kasıd ve iltifat olacaktır. Aksine müsebbebe yönelik kasıd ve iltifat, sebebin iptaline veya onun zayıflatılmasın a ya da onu umursamazlığa götüre­cek bir mâhiyette ise o da, mefsedete müncer olacak kasıd ve iltifat olacaktır.

Bir açıdan bu iki kısma ayrılır:

a) Mutlak olup izafî olmayan yani her mükellefe nisbetle aynı, her zaman ve mekandafarksız, mükellefin üzerinde bulundu­ğu hallere göre değişmez şekilde maslahat ya da mefsedete se­bebiyet veren kasıd ve iltifat.

h) İzafî (göreli) olan kasıt ve iltifat; yani bütün mükelleflere göre değil, sadece bazı mükelleflere göre veya sadece bazı zaman­lara göre ya da mükellefin içerisinde olduğu sadece bazı halle­re göre maslahat ya da mefsedete neden olan kasıd ve iltifat.

Keza bir başka&çıdan da yine iki kısma ayrılırlar:

a) Sebebi takviye ve zayıflatma konusunda kesin olurlar.

b) Zan ya da şüphe halinde olurlar. Bu durumda konu üzerinde

düşünmek ve durmak gerekir ve zannın gereği ile hükmolu-nur; zanların tearuzu durumunda ise tevakkuf edilir.

Bu arzettiğimiz kıstas, yeterince açıklanmamış öz bir bilgi ol­maktadır. Ancak daha önce geçen ve ileride gelecek olan malûmat göz önünde bulundurulduğu zaman Allah'ın izniyle bu öz bilginin mesne­di ortaya çıkacak ve mânâsı yeterince anlaşılacaktır.

Bu taksim müctehidlerin bakışları hâriç tutularak yapılmıştır. Çünkü müctehidlerin hem sebebler, hem de müsebbebler üzerinde durmaları gerekmektedir Çünkü bunun üzerine şer'î hükümler bina edilecektir. Bu arzettiğimiz taksim sadece amel durumunda olan mü­kellefler için söz konusudur.
Tevfik ancak Allah'tandır.                                                            [236]

Fasıl:

Bazan müetehidler nazarında bu iki esas tearuz (çatışma) hâlin­de gözükebilir ve bu durumda her bir müetehid kendi zann-ı galibine göre hareket eder:
Sarhoş birinin karısını boşaması veya azâdda bulunması veya üzerine had ya da kısas gerektirecek bir fiil işlemesi durumunda; bazı--ları ikinci[123] esasa itibarla ona bu fiilleri aklı başında bir kimsenin yapması durumunda ne gerekiyorsa o neticeler terettüp eder demiş­lerdir. Bazıları ise birinci esasa [124] itibarla onun mecnûn (deli) gibi kabûl edileceğini söylemişlerdir. Bunlarla ilgili tafsîlât fıkıh kitapların­da ele alınmıştır. Keza bu iki esasa bakışla, bir günah işlemek üzere yola çıkan kimsenin bu yolculuğunda yolculuk ruhsatı hükümlerinin tanınıp tanınmayacağı konusunda da ihtilaf etmişlerdir.[125]Yine nafi­le olarak tutulmaya başlanılan orucun kazası;[126] kendisine bir özür arız olduğunda ihtiyarî yolculukla (keffâret orucunda aranan) peşi pe­şine olma şartının bozulup bozulmayacağı konusunda[127] da ihtilaf et­mişlerdir. Aynı şekilde, bir günah irtikap etmek amacıyla çıktığı yol­culukta çaresiz kalsa ve meyte vb. gibi haram bir şey yemek zorunda kalsa, onu yemenin kendisi için helal olup olmayacağı konusunda da [237] ihtilaf edilmiştir. Bu meseleden önce Ebû Hâşim'le diğerleri arasında geçen ve gasbedilmiş bir araziye girip de oradan çıkmak isteyen kim­senin çıkmasının hükmü hakkında zikredilen ihtilâf da keza bu iki esas üzerine carî bulunmaktadır.[128] [129]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..