[1] Âmîdî gibi bazı müellifler vaz'î hükümleri beş ile sınırlandırmışlardır. Ke­mâl İbnu'l-Hümâm, Tahrîr adlı eserinde buna ilavelerde bulunmuştur. îbn Hâeib sıhhat ve butlanın aklî bir durum olduğunu, şer'îbir büküm olmadığı­nı söylemiş ve onların vaz'î hükümlerden sayılmasını kabul etmemiştir. Ba­zıları da vaz'î hüküm diye bir hüküm bulunmadığını, bunların teklîfî hü­kümlere dönük bulunduğunu; çünkü vaz'î hitabın neticede iktizâ ya da tahyîr mânâsına varacak olduğunu ...demişlerdir. Zira bunlara göre, zi­nanın haddin vücûbuiçin sebeb kılınmasının mânâsı, zinanın meydana gel­mesi halinde haddin vâcib olması demektir. Mebîiıı sıhhati için temizlik şar­tının koşu] m ası, bu şartın bulunması durumunda onunla faydalan manın ca­iz olması, bulunmaması durumunda da onun haramlığı demektir. İktizâ ve tahyîr sarih oldukları gibi böyle zımnî de olurlar. Doğrusunu söylemek gere­kirse, bunlar pratik bir neticesi olmayan ihtilafl ar mâhiyetinde bir görünüm arzetmektedir
[2] Burada, bu tür şeylerin üzerine bir şer'î hükmün meşru kılmm ası ya da vaz'ı gibi bir neticeden sarf-ı nazarla ele alınmaktadır. Bu itibarla ele alındığında buradaki bahsimiz içerisine girmemektedir. Çünkü bizim buradaki bahsi­miz, kendileri sebebiyle bir hükmün meşru kılınması ya da vaz edilmesi açı­sından fiiller olmaktadır. Mesela, alış veriş akitleri faydalanmanın helalliği için konulmuşlardır; yoksa bizzat faydalanmak için değil. Keza nikâh da, bizzat neslin çoğalması için konulmuş şer'î bir sebeb ya da şart değildir.
[3] Fiillerin birinci açıdan ele alınmasında, sebeb, şart... olmaları dikkate alın­mamıştı. Burada ise, onların şart ... olmalarına itibarladır
[4] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/183-185
[5] Konuya şu şekilde özetlemek mümkündür: Sebeblere taalluk eden teklifi hükümler, onların müsebbeblerine de lâzımî olarak taalluk etmezler. Şöyle ki, bazı müsebbebler zaten kulun kudreti haricinde olan şeylerdir. Mesela ruhun alınması, bizzat yakma işi, rızkın yaratılması gibi. Bunlara, sebebleri-ne taalluk eden hükmün taalluk etmesi bir yana, herhangi bir şer'î hükmün taalluku bile söz konusu değildir. Bazen de müsebbeb mükellefin kudreti da­hilinde olur; fakat o sebebinin hükmünden daha farklı bir hüküm alabilir. Mesela domuzu boğazlamak haram değildir; ama bunun müsebbebİ olarak onun yenilmesi haram olmaktadır-Bir hayvan satın almak mubahtır: fakat o hayvanın bakımı vâcib olmaktadır. Bazen de müsebbeb mükellefin gücü dâhilinde olduğu gibi, sebebinin hükmünü aldığı da olmaktadır. Ribevî akitler gibi- Bu haram olduğu gibi bunun müsebbebi olarak o akitler­den faydalanma yoluna gitmek de haramdır. Şer'î usûie uygun olarak boğaz­lama mubahtır; müsebbebi olmak üzere boğazlanan hayvanın yenilmesi de mubahtır- Kısaca söylemek gerekirse, bu örnekler de gösteriyor ki, sebeb iie müsebbeb arasında hüküm bakımından birtelâzum (zorunlu olarak birbiri­ni gerektirme durumu) bulunmamaktadır. Müsebbeb sebebinin hükmünü alabilir de, almayabilir de.
[6] Bey' (satış) akdi, mebî ile faydalanmanın helalliği konusunda sebeb olmak­tadır. Bey' akdi emri, faydalanmanın helalliği hususunda bir sebeb değildir. Çünkü bey' akdinin müsebbebi olan helallik, Allah'ın bir hükmü olmaktan Öte başka bir şey değildir. Dolayısıyla sebebe taalluk eden şer'î hükmün, ona taalluk etmesi söz konusu değildir. Aynı şey nikâh için de söylenir.
[7] Tâhâ, 20/132.
[8] Hûd, 11/6.
[9] Zâriyât, 51/22.
[10] Talâk, 65/2.
[11] İbn Mâce, Zühd 14; Tinnizî, Zühd 33; Ahmed, 1/30.
[12] Tirmizî, Kıyâme 60. Hadiste devenin korunması için sebeb teşkil eden bağ­lanmasıyla, Allah'a tevekkül edilmesi bir arada ifâde edilmiştir. Eğer mü­sebbeb olan "koruma" ile de, sebeb gibi memur olunsaydı, o takdirde bağla­ma ile tevekkül bir arada ifâde edilmez, aynı zamanda onun korunması da talep edilirdi veyahut da en azından tevekkül ifâdesinden bahsedilmez, sü­kût geçilirdi. Dolayısıyla bağlama ve tevekkülün birlikte ifâdesinden, mü­sebbeb üzerine şer'î bir hükmün taalluk etmediği anlaşılmaktadır.
[13] Vakıa, 56/58-59.
[14] Vakıa, 56/63-64.
[15] Vakıa, 56/68-69.
[16] Vakıa, 56/71-72. İlk üç âyetin delâleti açık bulunmaktadır. Çünkü her üçün­de de sebebiyet kullara nisbet edilmekte ve müsebbeblerin de Allah tarafın­dan ortaya konulduğu belirtilmektedir. "Söyleyin; içtiğiniz suyu bulutlan indiren siz misiniz ? Yoksa onu indiren Biz miyiz?" âyetinde ise sebebiyetin kullara ııisbetî bulunmadığı için burada zikri pek uygun düşmemektedir. Ancak âyet "Söyleyin içtiğiniz su ile kanma durumunu yaralan sizler misi­niz? Yofzsa Biz miyiz?" şeklinde olsaydı sebebiyeti kullara nisbet edilen şey olsaydı, uygun olacaktı.
[17] Saffât, 37/96
[18] Zümer, 39/63.
[19] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/185-189
[20] Daha öncede görüldüğü üzere, bu istisnasız değildi. Müsebbebi erden bir kıs­mı kulun kudreti altında bulunmaktadır. Dolayısıyla sebebîe ilgili olan aynı hitab ona da taalluk etmektedir. Bey' akdinde mebî ile faydalanmak gibi.
[21] Meselâ ammevelâyetlerinin pek çokmüsebbebleri vardır. Bazaıı bunlardan bîrine yönelik bir kasıd, şer'an matlûp olmasına rağmen, o velayetin üstle­nilmesi yönünde esbaba tevessüle engel olabilmektedir. Mesela şahsî çıkar elde etmek için kamu velayetine talepte bulunulması durumunda, her ne kadar o velayet şer'an matlûp ise de bu kasıd yüzünden matlûp olmaktan çıkmaktadır. Sâri, böylesi görevlere talepte bulunulmasını, onda gözetilen çıkarların bulunduğuna delil kılmış ve bu yüzden de onları isteyen kimsele­re verilmesini menetmiştir. Müscbbebeyönelik kasıd şer'an matlûb olan bir şeyi gayrimatlûp kılıyorsa, hatta mubahı mübâhhktan çıkarıyorsa, bu du­rumda evlâ olan, elbette müscbbebe yönelik bir kasıdla mükellefi ilzam et­memektir
[22] Ruhârî, Zekât 79; Müslim, Zekât 110, m;Ahmed, 1/17-21 ...
[23] Buhâri, Zekât 47-50; Müslim, Zekât 96-98; Ahmed, 3/7, 21.
[24] Ahmed, 3/21; Neseî, Zekât 81.
[25] Buhârî, Tefsîr 31/2; imân 37; Müslim, imân 57; Ahmed, 1/27.
[26] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/189-191
[27] Yani sebebler üzerine terettüp edecek müsebbebler maslahatlar ya da mef-sedetler olduğuna göre, bütün hükümler de maslahatlar ya da mefsedetler için vaz' edilmiş olduklarına göre, eğer müsebbebler göz önünde tutulmamış olsaydı, o zaman sebeblerin sebeb olarak vaz'ı söz konusu olmayacaktı.
[28] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/191-192
[29] Sâffât, 37/96.
[30] Zümer, 39/62.
[31] İnsan, 76/30.
[32] Şems, 91/7-8.
[33] Buhârî, Tib 25; Müslim, Selâm 101; Ebû Dâvûd, Tıb 24.
[34] Buhârî, Merdâ 30; Müslim, Selâm 98; Muvatta, Medine 22.
[35] Kısmen bkz. Keşful-hafâ, 1/398.
[36] Nice kez sebeb bulunmuş, müsebbeb bul un mamış, nice kez de müsebbeb se-bebsiz olarak meydana gelmiştir. Yüce Allah dilerse âdet-i ilâhîyi bozarak harikuladelikler (mucize, keramet gibi) ortaya koyabilir.
[37] Mekâsıd bölümünde Şâri'in maksadları bahsinin dördüncü nev'inde
[38] Câsiye, 45/12.
[39] Rûm, 30/23.
[40] Cuma, 62/10. Sanki şöyle denilmiş olmaktadır: Yeryüzüne dağılmak gibi esbaba tevessülde buluıîarak Allah'ın rızkına ve lutfuna yöneliniz. Bu sebeb-ler ile müsebbebe yönelmek olmaktadır.
[41] Talak, 65/11. Bu âyette mükelleften müsebbeblere yönelik bir kasdın bulun­duğuna delâlet edecek bir un sur bulunmamaktadır. Ancak "Allah'ın 1 ut fun­dan arayınız, isteyiniz ..." ifadelerini taşıyan yukarıdaki âyetlerde delâlet açıktır ve müellifin amacına uygun deîîl olabilecek vaziyettedirler. Âhiret iş­lerinde mükellefin müsebbebe yönelik kasıd bulundurabİlmesinin sıhhati­ne şu âyetlerde açık delâlet bulunmaktadır: "Allah'ın kitabına uyanlar, na­mazı kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızık lan gizli açık sarfederüer, tüken­meyecek bir kazanç umabilirler." (35/29); "Geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, Rabbinin rahmetini uman kimse inkar eden kimse gibi olur mu? " (Zürner, 39/9).
[42] bkz. Buhârî, Ahkâm 13; Müslim, Akdıye 16; Ebû Dâvûd, Akdiye 9...
[43] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/193-197
[44] Zümer, 39/62. 38/a.   Sâffât, 37/96.
[45] bkz. Buhâri, Ezan 156; Müslim, îmân 125; ...Ahmed, 4/117.
[46] Daha önce geçti, bkz. s. 193.
[47] .   Hûd, 11/7.
[48] Mülk, 67/2.
[49] Kehf, 18/7.
[50] Yûnus, 10/14.
[51] Kehf, 18/12.
[52] Âl-i İmrân, 3/141-142.
[53] Âl-i İmrân, 3/152.
[54] Kehf, 18/110
[55] Zümer, 39/2.
[56] Müsebbebe iltifatın bulunduğu üçüncü mânâya işaret etmektedir.
[57] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/198-202
[58] Daha önce âlimin basma gelen ve onu ne yaptığından habersiz kılan gaflet halinden bahsedilmişti; orada gören bir İnsanın gafletten dolayı görme du­yusunun bir anda fonksiyonunu yitirdiğinden ve önüne çıkan çukura düşe­bileceğinden ... bahsedilmişti. Bu gibi arız olan engeller aslî yükümlülüğe engel teşkil etliği içi n ve burada söz konusu da sebebin yasak olması ve mü­kellefin de ona tevessülde bulunmaması konusu olduğu için, söz konusu en­geli "Daha önce zikri geçen engelden farklı " diye kayıtlamıştır
[59] Yani onun mertebesindedir, onun netice ve hükümlerini alır.
[60] Ve bu telakkinin sahibi ilmîlik halinden, hâl mertebesine yükselemenıiştir.
[61] Bakara, 2/195.
[62] Beşinci Meselede.
[63] Hadisin kısmen rivayeti için bkz. Keşful-Hafâ, 1/398.
[64] Bakara, 2/195.
[65] Salimen döneceğine itikad ediyorsa denize açılır, aksi takdirde açılmaz.
[66] Tâ hâ, 20/132.
[67] bks.İbn Kesîr, 3/171.
[68] Tirmizi, Kıyamet, 60.
[69] Leyi, 92/5-7.
[70] bkz. Buhârî, Tefsir 92/3-5,7;Kader4;Müslim,Kader6-8;EbÛDâvûd, Sün­net 16; İbn Mâce, Mukaddime 10; Ahmed, 1/6; 69 ...
[71] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/202-209
[72] Müshil diye tercemeettiğimiz metindeki"sakamûnyâ"kelimesi"mahmûdie otu" veya "mahmude" adı verilen ve ishal ilacı yapımında kullanılan bir ot­tur. (Ç)
[73] Mâide, 5/32. Müellif âyette geçen öldürme ve diriltmeden maksadın müseb-beb olduğu esâsından yürümektedir. Bunlar da ruhun çıkması ve hayat ol­maktadır. Bu durumda müsebbeb —ki ölüm ve hayat olmaktadır— esbaba tevessül eden kimseye (mütesebbib) nisbet edilmiş olmaktadır. Daha önce ikinci meselede ise, öldürmeyi müsebbeb değil, sebeb olarak kabul etmişti. Aynı şeyin kasdedilmesi burada da mümkündürve o takdirde âyette konuy­la ilgili delîl bulunmayacaktır
[74] Daha fince geçti. bkz. s. 130.
[75] Daha Önce geçti. bkz. s. 130.
[76] Buradan meselenin sonuna kadar, müsebbebin, sebebi işleyen kimseye (mü­tesebbib) nisbeti açık bulunmaktadır. Hadîs müellifin iddiasına delâlet ba­kımından açıktır
[77] Buhârî, Hars 1; Müslim, Müsâkât 7-10; Ahmed, 3/147 ...
[78] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/209-212
[79] Mâide, 5/87. Haram kılınmadan söz edildikten sonra âyetin devamında "Al­lah'ın size. verdiği rızıktan te.rn.lz ve helal olarak yiyin ..." buyrulmuş olma­sıyla, daha önce zikri geçen yasaklanmış olan haram kılma girişiminin boş (lağv) olduğu belirtilmiş ve sanki şöyle buyrulmak istenmiştir: ''Haram kıl­mış olduğunuz bu helâl rızıktan yiyiniz..."
[80] Bu Mâliki mezhebi üzerine bina edilmiş bir sözdür-Onlara göre "Falan kabi­leden evlenirsem ...r gibi bir tahsise giderse, talik caiz olmaktadır. Ancak "Evleneceğim her kadın ..." gibi bir genellemeye giderse o zaman onlara göre de talîk caiz değildir. Şafiî mezhebine göre talikin her türlüsü boştur (lağv). Hanefî mezhebine göre de talîk mutlak olarak sahihtir ve şartın vukuunda talâk vuku bulmaktadır, (bkz. Şeltût ve A.Sâyis, Mukârenetu'I-mezâhib, 104).
[81] Kitâb burada Ktır'ân mânâsında değil, hükmünde manasınadır.
[82] bkz. Buhârî, Şurût 13; Müslim, Itk 8, 10, 11; Tirmizî, Büyü 33. Berîre hadîsinden alınmış bu ifâdeler konuya şu şeklide delâlet etmektedir: Sâri Teâlâ velâ hakkını, azâd sebebi üzerine terettüb etmek üzere azâd eden kim­seye vermiştir. Dolayısıyla azâd işini kim yaparsa velâ hakkı onun olur. Bu hakkı ondan kaldırmayı kasdeden kimse muhal bir şeyi kasdetmiş, kaldır­ma yetkisine sahip bulunmadığı bir şeyi kaldırmaya yeltenmiş olur. Şartla ilgili kısım da aynı şekildedir. Şu kadar var ki, hadisin öncesi özel bir konuy­la ilgiliyken, şart kısmı genel bir kapsam içermektedir.
[83] Çünkü fîillerve terkler, kasıddan ârîbulunduklarında lağv (boş) olmakta­dırlar. Nitekim Hükümler bahsinin altıncı meselesinde geçmişti.
[84] Boşanan zevceyi birinci kocaya helal kılmak isteyen ve hadîste ödünç teke olarak nitelendirilen kimse. (Ç)
[85] Net olmayan bu iki bakış açısı arasındaki fark şudur: Abdesti, her ne kadar namazın bir şartı ise de, ondan sarfı nazarla tanı ve müstakil bir ibâdet ka-bui eden kimselere göre, abdestin tamamlanmasından sonra onun iptaline gidilmesi herhangi bir tesir doğurm ayacaktır. Abdestİn namazın bir şartı ve sanki onun bir parçası gibi olduğu görüşünde olanlara göre de, onun tamam­lanması ancak namazın edası ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla namazın ifâsından Önce onun iptaline gidilmesi, onda etkin olacaktır.
[86] Ni tekim EbûHanife ve da ha başkaları da, evlenil mesi haram olan kadınlar­la evlilik durumunda haddin gerekmeyeceğini ve nesebin sabit olacağını söylemişlerdir. Bunlar: Bu, akdin bir hükmü olmamaktadır; aksine bu. akid suretine girmiş bir şüphenin hükmüdür; demişlerdir. Diğer üç imâm ise bu görüşe katılmamışlar ve haddi gerekli görmüşler ve nesebin de sabit olma­yacağını ifâde etmişlerdir.
[87] Ama devamlı müsebbebe bakacak olursa, umut tarafı kendisine galehe çala­caktır. Tabiî bunun neticesinde de himmeti zayıflayacak ve kendisine yükle­nilen amelleri işleme konusunda giderek gevşeklik göstermeye başlayacak­tır.
[88] bkz. Keşftıl-hafâ, 2/310.
[89] Nahl, 16/97.
[90] Ahmed, 5/299, 311. Hadisi şöyle anlamak uygun olacaktır: Feleğe/zamana sizin beklentilerinize uygun düşmüyor, amellerinizin neticeleri (müsebbeb-leri) arzu ve istekleriniz doğrultusunda olmuyor diye sövmeyin. Çünkü za­man içerisinde vâki olan bu neticeleri yaratan bizzat Allah'tır.
[91] bkz. İbn Mâce, Mukaddime 23; Zühd 2.
[92] Yani, bizzat kendisi onunla arncl etmek İçin talep ediyorsa, bununla ilgili ilim azdır, zihnini karıştıracak kadar çok değildir.
[93] bkz. Keşful-hafâ, 1/532.
[94] En'âm, 6/33.
[95] Şuarâ, 26/3
[96] Mâide, 5/41. 88-   Hûd,n/12. 89.   Nahl,16/127.
[97] Ra'd,13/7-
[98] Hûd.11/12.
[99] Âl-i İmrân. 3/128.
[100] Tevbe, 9/128.
[101] Müslim, Kader 34; îbn Mâce, Mukaddime 10, Zühd 14; Ahmed, 2/366.
[102] Müslim, Birr 55.
[103] Fussilet, 41/46
[104] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/212-225
[105] Mâide, 5/32.
[106] Daha önce geçti. bkz. s. 130.
[107] Buhârî, Rikâk 23, Tirmizî, Zübd 12; İbn Mâce, Filen 12; Muvatta, Kelâm 5; Ahmed, 2/334 ...
[108] Mâide, 5/32.
[109] Daha önce geçti. bkz. s. 130.
[110] Daha önce geçti. bkz. s. 130.
[111] (15) notu dipnottaki hadisin devamı.
[112] İhya, 2/73.
[113] Zâif, ç. züyûf: içerisine başka madde karıştırılmış gümüş para. (Ç)
[114] Yâsîn, 36/12.
[115] Kıyâme, 75/13.
[116] Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.
[117] Mu'tezilîve usûlcü, kendisine ait fikirleri bulunan Abdusselâm b. Muham-medfö. 321/933). "Aynı şeyin tek bir yönden hem vâcib hem de haram olması müstahîldir" konusu için ayrıca usûl kitaplarına bakılabilir.
[118] Aksine teklif girme sebebinin bir neticesi olarak devam etmektedir. Sebebin işlenmesi müsebbebin ortaya konulması gibidi r. Dolayısıyla kişi, kendi kud­retinde olmasa bile müsebbebden dolayı muâhazc edilir.
[119] Burada problemi ortadan kaldıran şey konunun şu kaide üzerine oturtul­masıdır: "Müsebbebler şer'an sebeblerin işlenmesiyle itibara alınırlar ve on­ların üzerine terettüp ederler." Buna göre müsebbebler mevcut bulundukça sebebler ortadan kalksalar bile onların hükmünü alırlar.
[120] Müsebbebe yönelik iltifat ve kasıdda bulunmak, mükellefin kudreti dâhilin­de olup olmamak gibi daha önce geçen açılardan değil de sırf sebeblerin sa­hih olarak işlenilip işlenilmediğinin tesbiti açısından. Burada müsebbeble-re bakış, haddizatında müsebbebin kendisiyle ilgili değildir; aksine sebebin durumunun ortaya çıkarılması içindir. Böylece üzerine şer1! hükümleri te­rettüp ettirilecektir veya ettirilmeyecektir
[121] Burada İmâm Mâlik tarafından rivayet edilen bir hadîse işaret edilmekte­dir: "Bir kavim içerisinde hiyânet ortaya çıkarsa, mutlaka Yüce Allah onla-rınkalbinekorkU'Saiar. Birkavimiçerisinde zina yayıldığı zaman, mutlaka Allah onlar içerisinde ölüm olaylarını çoğaltır, ölçü ve tartıda hile yapıldığı zaman, mutlaka Allah onların rızıklarını keser. Haksız yere hüküm lerde. bulunulmaya haşlandı mı, mutlaka onlar içerisinde kan dökme olayla­rı yay ılır. Bir kavim ahde vefâ göstermediği saman da mutlaka, onlar üzeri­ne düşmanları tasallut edilir    
[122] Yani geçen mesele ve fasıllar içerisinde açıklanmıştır. Çünkü oralarda mün­cer olacağı mefsedetler, ulaştıracağı maslahatlar açısından müsebbebe atf-ı nazarda bulunmak konusu açıklanmıştı
[123] Yanİseb^bleri getiren hitâbta müsebbeblere itibar edilmiş olduğu esası. Bu esas bu meselenin başında zikredilmiştir.
[124] Müsebbeblerin mükelleflerin kudreti dâhilinde olmadıkları ve onunla yü­kümlü bulunmadıkları. Keza müetehide göre, "Sebebin işlenmesi müsebbebin ortaya konulması mesabesindedir." esası ile birinci esasın zahiri arasında da tearuz bulunduğu varsayilabilir.
[125] Müsebbebin sebeb üzerine ve onun hükmünü alacak şekilde tertibi açısın­dan bakıldığı zaman, bu yolculuğun ruhsat hükümlerini getirmemesi gere­kecektir. Ancak müsebbeb, sebebten ayrı olarak ele alındığında, sefer (yolcu-luk)için şart koşulan müddetin bulunması durumunda, onun için sefer ruh­sat hükümleri tanı nacaktır; çünkü, o bir yolcudur. Yolculukta mün demicbu-lunan isyan kasdı yani sebebiyet verme yoluyla isyanının ruhsat hükümleri­nin doğması konusunda herhangi bir etkisi yoktur..
[126] Yani ona sebebiyet verdiği ve vâcib olmayana girdiği noktasından sarf-ı na­zarla, onun bilfiil oruçlu olduğu ve amelini iptal etmiş olduğu noktasından eie alındığında o orucu kaza etmesi vâcib olacaktır. Çünkü biz bu durumda müsebbebi sebeb üzerine tertîbedilmiş olarak almıyoruz ki, neticede müseb­beb sebebin hükmünü alsın. Ama böyle bir itibarda bulunulursa , o takdirde sebebiyet verme (tesebbüb) vâcib olmadığı için, müsebbeb de aynı şekilde vâcib olmayacak ve dolayısıyla kaza gerekmeyecektir.
[127] Çünkü zaruret olmaksızın yolculuğa çıkmaktadır; ancak başına gelen bir zaruret onu orucunu bozmaya mecbur etmiştir, bu yüzden de sefere çıkmak ve böylece mazur olmak istemektedir. Acaba buzarûret muteber telakkîedi-lerek peşi peşineîik şartı bozulmuş olmaz mı? Çünkü müsebbebin, sebebin durumundan ayrı kendine has durumu vardır; dolayısıyla da hükümlerinde sebebten ayrı mütâlâa edüir mi denmelidir. Yoksa müsebbeb sebebin hük­münü alır; kişi özürsüz olarak sefere çıkmıştır; dolayısıyla sebebin hükmü müsebbebe etki eder ve ortaya çıkan bu özrü itibara alınmaz ve neticede bu yolculukla peşi peşindik durumu kesilmiş olur mu denilecektir.
[128] Yani, eğer sebebden sarf-ı nazarla sadece müsebbebe bakılır dersek, bu tak­dirde oradan çıkması üzerine kendisine bir günah olmadığını söyleriz. Yok sebebiyet söz konusu olduğu için sebebe itibar edilir dersek, o takdirde de, oradan tamamen çıkıncaya kadar günahın devam edeceğini söylememiz ge­rekecektir.
[129] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/225-234
[130] Hatalı da olsa hâkimin verdiği hüküm bozulmaz. Ancak icmâ, kesin nass ya da şer'i bir kaideye muhalif olması durumunda bozulabilir.
[131] Yani, yasak olan bu seseblerin yol açtığı bu müsebbebler aslında birer masla­hattır. Burada maslahattan maksad, bir şeyin Şâri'ce itibara alınmış olması ve o tür sahîh bir tasarrufdan doğan şer'î hükmün onun üzerine de bina edil­mesidir. Mesela gasb halini ele alalım: Gasbda bulunan kimsenin gasbettiği şey üzeninde gerçekleştirdiği fiillerine mâlikin tasarruflarının sıhhati gibi hükümler bina edilmektedir. Keza fâsid nikah sebebiyle nesebe katılan ço­cuğun mirasçı olması, yine babanın çocuklar üzerindeki haklan, çocuğun ba­ba üzerinde hakları gibi hakların sübûtu, keza velayet haklarının sübûtu gi­bi hükümler sabit olmaktadır. Maslahatı bu anlamda ele aldığım da burada: "Gasb halinde mülkiyetin ası) sahipten gasbedone intikâli nasıl maslahat olarak nitelenebilir? Halbuki, gayr-ı meşru yollarla asıl mâlik­lerinin elinden yi km ası ve böylece mülkiyet hakkının bir istikrar bulmam ası mah/.a tir mefsedettir." denilemez.ız
[132] Sadece bununla talîl edilemez. Gasb sebebiyle mülkiyet hakkının adem-i istikrarı gibi bir durumun ortaya çıkması en büyük İçtimâi bir mefsedet ol­malıdır.
[133] Olayın meydana gelmesinden sonra, mevcut, hilafı göz önünde bulundurma konusu ileride gelecektir. Hatta Öyle ki, mıictehid olayın vukuundan sonra daha önceki görüşünü değiştirerek o olayla İlgili farklı bir hüküm verebil­mekte dir.
[134] Yani ölçülüp tartı labilen şeylerden (misliyyât)ise mislini, ölçülüp tartılama-yan şeylerden (kıyemiyyâttan) ise kıymetini tazmin eder. (Ç)
[135] Değişikliğin piyasanın yükselmesi durumunda olmasıyla, müşterinin bir masrafı ya da katkısı (emeği) olmaksızın meydana gelen değişiklikler duru­munda bu husus gözükmez. Mesela mebîi n gebe bir hayvan olması ve doğur­ması haîinde fıatı epey yükselecektir- Bu ve benzeri durumlarda "Mebîi üze­rinde önemli değişikiikler meydana gelmiştir. Dolayısıyla gasbeden kişi üzerine gasbedilen şeyin gasb günündeki kıymetini ödemesi gerekir, "de­mek uygun olmayacaktır. Çünkü böyle bir durumda özellikle mal sahibinin mağduriyeti söz konusu olacaktır. Bu yüzden bu gibi konularda fukaha ara­sında farklı görüşler meydana çıkmıştır.
[136] Burada müellifdaha önce geçen meseîeyi biraz daha açıklamak ve"Yasaklanmış sebebler nasıl olur da maslahatlar İçin sebeb olamazlar? Zira akıllı olan bir kimse ancak kendi maslahatları ve amaçlarına hizmet edecek şeyleri yaparlar, "şeklindeki bir istifhamın izâlesi için bu fasih açmış bulun­maktadır. Özeti şudur: Maslahat ve mefsedetten maksat insan nefsinin hoş gördüğü ya da nefret duyduğu şey değildir. Aksine onlar Sâri' Teâlâ'nm iti­bar ettiği ve üzerlerine gereklerini tertîb ettiği şeylerdir.
[137] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/235-241
[138] İleride Mekâsıdbölümünün dördüncü nev'in ikinci meselesinde gelecektir. Aslî kasıdla mükellef için bir haz içermeyen şeyler kasdedilmektedi r. Bunlar aynî ve kifâî farzlar olmaktadır. Bunların mukabili de mükellef için içerisin­de bir haz içeren ve Sâri' tarafından, cibillî motiflere istinaden fazla ısrarlı bir şekilde talepedilmeyen ihtiyaçların giderilmesi, şehvetlerin elde edilme­si gibi şeylerdir.
[139] Çoğalmak nikahtan gözetilen aslî amaç olmaktadır. Zira Hz. Peygamber. (as) hadislerinde "Doğurgan ve sevecen kadınlarla evleniniz. Çünkü ben si­zinle diğer ümmetlere kar,şı öğüneceğim." buyurmuşlardır. Ünsiyet peyda etmek, mal, güzellik ... gibi diğer maksatlar ise tâbi durumdabulunmakta-

dır.
[140] Ki bu müsebbeb olmaktadır. Ona yönelik bir kasdınm olması da gerekme­mektedir. Çünkü kendi fiili dâhilinde değildir.
[141] Yani her ne kadar bazaıı üzerine müsebbebi terettüp etse de bu sebebden Şâri'in kasdetmediği şeyler. Mesela nikah ve satış akidlerine nisbetle talak ve azâd neticelerinin doğması gibi. Talakın olması için nikâhın, azâdm olma­sı için'de mülkiyetin bulunması şarttır. Aynen binanın yıkılması için, onun Önceden inşâ edilmiş olmasının gerekliliği gibi. Ancak nikah, alış-veriş ve evin inşâsından kasdedilen talak, azâd ve yıkım değildir.
[142] Yani buradaki nehiy, namazın zatı yada sıfatı ile ilgili olmayıp tamamen on­dan ayn bir hususiyetten dolayıdır. Bununla birlikte-, bilindiği üzere, bu ko­nuda onun fesadı ve adem-i fesadı hakkında ihtilaf bulunmaktadır.
[143] Ancak ebedî nikaha niyette bulunmakla, nikah akdi sırasında belli bir müd­det için nikah niyetinde bulunmamak arasında fark vardır. İmam Malik'in şart koştuğu da işte budur. Ibnul-Arabi'nin benzer diye arzettiği mesele de aslında benzer olmaktan uzaktır. Çünkü orada kişi, eğer iyi geçinebüirse ebedî olarak evlenme niyetindedir. Böyle bir niyette ise müt'a nikahı mânâ­sım içeren kesin bir süre belirleme unsuru bulunmamaktadır.
[144] Hülle nikahı meselesinde.
[145] Delillerin bu tür esbaba tevessülün caiz olmadığını göstermesi.
[146] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/241-247
[147] Mekâsıd bölümünde, onuncu mesele içerisinde. Yani madem ki, mahal hik­metin vukuunu haddi zâtında kahûi etmektedir; dolayısıyla özel bir mesele­de, haricî bir unsur sebebiyle hikmetin tahakkuk etmemesi, hükmün bidüzi-yeliğini (muttaritliğini) zedelemez. Mesela maiyetiyle birlikte konfor içinde yolculuk yapan bir kralı ele alalım. Bu kimsenin bu yolculuğunda meşakkat bulunmayacaktır. Bununla birlikte böylesi istisnaî durumlar, sefer hükmü­nün bidüziy el iğini ortadan kaldırmayacaktır. Bu yüzden talakı nikaha taiîk eden kimse hakkında: "Mahal hikmeti kabûi edici mâhiyettedir; mâni ise haricî bir unsurdur. Dolayısıyla burada esbaba tevessü! aslî meşruiyeti üze­re carî olacaktır." denilecektir.

Bu, fıkhî konularla ilgili genel bir delîl olmakta ve sadece sebebîerde hik­metlerin bulunup bulunmaması konusuna has olmamaktadır.
[148] Bu itiraz; mücerred mahallin hikmeti kabul ettiğini esas almaya reddiye ol­mak üzere ve konfor içerisinde yolculuk yapan kral meselesinde hikmetin fi­ilen mevcut bulunmamasına, keza, dinarın misli dînârla değiştiri mesi vb. meselelere istinaden yapılmaktadır. Yani şöyle denilemez: Biz kon­for içerisinde yolculuk yapan kral meselesiyle, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadın meselesi arasında bir mukayese yapmıyoruz. AksLnebizim yap­mamız gereken mutlak yolculukla, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadı­nın nikâhı arasında mukayese yapmaktır. Yani sefer her ne kadar bazı nadir hallerde —kralın yolculuğu gibi mesel a— bazı ferdler için yorucu olmasa da, haddizatında bünyesinde meşakkati içeren bir şeydir. (Yolculuk meşakka­tin mazinnesidir). Talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikahı mese­lesi ise böyle değildir. Nadir de olsa hiçbir zaman ve hiçbir ferd için, böyle bir nikahta, nikahtan beklenilen hikmetlerin bulunması mümkün değildir. Do­layısıyla bu meselenin bu kısımdan kabul edilmesi doğru değildir. Yani ma­hallin kabulünü varsaysak bile bu tamamen zihnî bir kabuldür; tahakkuku asla mümkün değildir. Kral ve dînâr meseleleri ise böyle değildir. Orada ma­hal kabulkâr olduğu gibi, mutlak seferde hikmetin mevcudiyeti de tahakkuk eder. Çünkü makîsun aleh (merine kıyas yapılan şey) mutlak anlamda se­ferdir. Çoğu kez ise, seferlerde hikmeti (meşakkat) bulunur. Talakına talîk yoluyla yem in edilen kadının nikahı meselesinde İse hikmet, tek bir ferdde dahi olsa asla tahakkuk etmez.
[149] Tasvir ettiğiniz mukayese doğru değildir. Çünkü mutlak ile mutlakm birbir­lerine mukayese edilmeleri gerekir. Burada mutlak olan, talakına yemin et­sin etmesin yabancı kadınla nikahlanmaktır. Mutlak seferle kıyaslanacak olan işte budur. Madem ki siz, kralın yolculuğu örneğinde olduğu gibi me­şakkat bulunmasa bile mutlak anlamda cevaz hükmü getiriyorsunuz; aynı şeyi, talakına talîk yoluyla yemin edilen kadının nikâhın da, nikahtan bekle­nilen hikmet tahakkuk etmese bile, yabancı kadınla evliliğin de mutlak surette cevazını getirmeniz gerekecektir.
[150] Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan çıktı? gibi .(Ç)
[151] Müellif, sözün doğru olması için genel anlamda kaydını kullanmıştır. Böyle­ce konfor içerisindeki kralın yolculuğu, talîk suretiyle talakına yemin edilen kadının nikahı meseleleri de kapsama dahil olacaktır. Detaylı olarak ele alındığında ise, onun itibara alınması, sebebin bidüziyeliği ile hükmedilen birçok meseleyi nakzedecektir. Bunlar her ne kadar hikmeti kabul edici de olsa vücûda gelmesine haricî bir engeli olan ve husûsî mahalde (hikmetin) bulunabilirliği ihtimali (mazinnesi) de olmayan şeylerdir.

Ancak, bu üçüncü delilin ifâde ettiği mânânın belirlenmesi üzerinde dur­mak gerekmektedir. Biraz düşündüğümüzde bu deîîlin, hikmete, bilfıü ma­halde mevcut olması esasına binâen itibar edilmesinin doğru olmayacağına getirilen ikinci bir delîl olduğunu görürüz. Müellif önce, buna böyle bir telakkinin bâtıl bir netice gerektireceği delilini getirmiştir ki; bu, kralın yol­culuğu sırasında sefer ruhsatlarından yararlanma, dirhemi misli dirhemle değişme gibi zikri geçen şer'î meselelerin bâtıl olması neticesiydi. Halbukibu meselelerin meşruluğu üzerinde ittifak vardır. Sonra burada aklî bir istidlalde bulunmuştur. O da şudur: Hikmet ancak sebebin vukuundan son­ra ortaya çıkar . Oysaki, biz sebebin vukuunu hikmetin vücûdundan sonra kabul ediyoruz. Bu ise bâtıl bir devirdir. Böyle bâtıl bir sonuca ulaştıran şey de —ki hikmetin mahalde mevcudiyetini esas alma oluyor—bâtıldır. Dolayı­sıyla mutlaka genel olarak mah allin hikmeti kabul edebilirliğine (yani muh­temelen hikmetin mahalde bulunabilirliğine) itibar edilmesi gerekecektir. Buna göre, bu "her ne kadar hikmetin mevcudiyetini haricî bir durum engel-lese bile, mahallin onu kabul edebilir olmasını esas almak yeterli olmalıdır" meselesi üzerine getirilen üçüncü bir delîl oluyorsa da, aslında üzerine bina edildikte-. hikmete, mahalde mevcudiyeti esas alınarak itibar edilmesi şek­lindeki kabul (varsayım) konusunda ikinci delille müştereklik arzetmekte-dir. Bu varsayım (kabul) "ikinci delîl" altında ortaya koyduğu iki varsayım­dan biri olmaktadır. Müellifin bu yaptığından dolayı, bu üçüncü delilin ko­nulması ve yönlendirilmesi konusunda biraz kapalılık bulunmakta dır. ikinci delil olarak kullandığı şeyin altında aslında üçüncü delîl de bulun­maktadır.

Bir nokta daha var. O da "Biz sebebin vukuunu hikmetin vücûdundan sonra kabul ediyoruz." şeklindeki sözüyle ilgilidir. Bu açık değildir. Çünkü varsayılan şey, sebebin mevcudiyeti değil, ona hikmetin vücûdundan sonra itibar edilmesidir. Bu durumda devir meydana gelmez. Ancak her birinin mevcudiyetinin diğerinin vücûduna bağlı olması durumunda devirden söz edilebilir. Hikmetin vücûdunun sebebin vukuuna bağh bul tınmasında devir yoktur. Dolayısıyla devir noktasından hareketle delîl tam olmaz. Ancak de­virden önce söylediği sözlerle delil olarak kabulü de mümkündür.
[152] Yani haddizatında mahallin kabulüne rağmen, sebeblcrin hikmetlerinin hârici bir unsurdan dolayı vuku bulmaması durumunda bu haricî unsurlar müessir midir? Değil midir? konusunda mene gidenler.
[153] Mesela talakı üzerine yemin edilen kadının nikahlanması gibi. Çünkü bu talikle birlikte, onda hikmetin husulünü aklen varsaymak muhal değildir
[154] Meninde ittifak bulunan mahrem yakın akrabalarla evlenmek gibi.
[155]   Yani mutlaka hikmetin mazinnesinin bulunması söz konusudur. Bu kralın yolculuğu meselesinde de aynı şekilde mevcuttur. Meşakkatler şahıslara ve ortamlara göre değişkendir. Konfor içerisinde yolculuk yapan kraİa dahi, kendisine göre bir meşakkat dokunur. Vakıa ona hiçbir meşakkat dokunma­dığı farzedilse bile bu zarar vermez; çünkü hükmün mesnedi munzabıt oİma-yan bizzat meşakkat değil, meşakkatin mazinnesidir. Mazinne ise kesin mevcuttur. Zikri geçen nikah ve azad meselelerinde ise, kesin olarak hikme-tinbulunması ihtimali(mazinnc)bulunmamaktadır.Aksinekesin olarak bi­linen, onların üzerine herhangi bir hikmetin terettüp etmeyeceğidir.
[156] Yani şüpheden uzak olan dinar ve dirhem, şüpheden uzak olmayan dinar ve dirhem gibi. Yani her ne kadar paraların bizzat kendilerinde ve iâzimî (zo­runlu) vasıflarında bîr farklılık olmasa bile, sonradan kazandıkları vasıf­larında farklı olabilirler.
[157]   Bu meselelerin izahı, talîk meselesinden çok daha kolaydır. Çünkü talik ko­nusunda bir maslahatın bulunması hiçbir şekilde mümkün değildir. Bunla­ra gelince bunlarda maslahatın tahakkuk etmesine, nikahtan gözetilen menfaatların ve şer'îmaksadlarııı ortaya çıkmasına mani bir durum yoktur.
[158]  Hem hülle yapana, hem de yaptırana Hz. Peygamber (as) tarafindan lanet edilmiştir, (bkz. Ahmed,l/448; Ebû Dâvûd, Nikâh 15;Tirmizî, Nikâh 28...) Belki de, en uygun izah yolu bu şekildeki sert nasslar sebebiyle ol malıdır. Aksi takdirde talîk meselesi, esbaba tevessül konusunda bundan çok daha uzaktır. Çünkü onun üzerine nikahtan beklenilen hiçbir maksat te­rettüp etmez. Mutlaka balcağızmdan tatma şartı bulunan hülle nikahında ise öyle değildir. Onda mesela şehvetini gidermek için yapılan nikahta oldu­ğu gibi bazı maksatlar bulunabilir. Ancak hakkında sert bir uslûbla nass vârid olmuştur. Çünkü içerisinde ahlâkî bir mefsedeti barındırmaktadır. Bu yüzden de Sâri' onu haram kılmak suretiyle defetmeyi uygun görmüştür.
[159] Bu konu müştebihât yani helal ile haram arasında bulunup da hangisin­den olduğu kesin belli olmayan şüpheli şeylerle ilgili kaide çerçevesine girmektedir
[160] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/248-257
[161] Yani her ne kadar Şâri'ce kasdedilme m işlerse de yasak oları sebebler ne­ticesinde şer'an itibara alınmakta ve üzerlerine hükümleri terettüp et­mektedir. Mesela daha önce de geçtiği gibi nikah üzerine talak terettüp eder. Çünkü nikaha mâlikiyet olmaksızın talakın mevcudiyeti düşünüle­mez. Maamâfîh, nikah talakın sebebi değildir.
[162] Kişinin kin duyduğu kimseyi öldürmesi ve böylece içinin rahatlaması bir maslahat sayılır mı? Keza, üzerlerine terettüp eden mülkiyetten kat-ı na­zarla, çalman ve gasbedilen şeyle mücerred faydalanılması bir maslahat sayılabilir mi? Zahir odur ki, bütün bunlara maslahat demek zordur. Maslahattan, şer'an muteber olan ve hükümleri bulunan durumları kas-dediyoruz. Mesela mülkiyet bir maslahattır ve ona tâbi bir çok hüküm bulunmaktadır. Buna göre müellifin bunu, üzerine bir maslahat terettüp eden gayrı meşru sebebler kısmına dere etmesi pek açık gözükmemekte­dir.
[163] Biraz düşünüldüğünde, öldürme ile gasb arasındaki fark anlaşılacaktır. Şöyle ki, öldürmede sedd-i zera hükmünü icra ederlerken gasbda icra et­memişlerdir. Korunması zarurî olan beş şey içerisinde nefsin korunması mertebesiyle malın korunması mertebesi eşit değildir. Yine gasb olayın­da, hakkı gasbedilen kimsenin bir kaybı olmamaktadır. Tazmin yoluyla zayi olan hakkının telâfisi mümkündür. Öldürme olayı gerçekleştikten sonra nefsin telâfisi ise mümkün olmamaktadır. Her bir katil için —mi­ras gibi ölümle ilgili hükümlerin ortaya çıkmasını kasdetmiş olsa bile— öc almak için öldürdüğü iddiasında bulunması mümkündür. Çün kü kasıd gizli bir şeydir. Eğer sedd-i zerîa yoluna gidilmeden, bu olduğu gibi alınsa ve ölüme tâbi hükümler carî kılınsa, öc alma perdesi arkasın­da nice nefisler taşkınlığa girer, kanlar heder olurdu
[164] Mutlak surette karşılıksız faydalanma arzusu.
[165] Kişi burada bizzat sebeble, Şâri'in sebeblerinden kılmadığı müsebbebin bizzat kendisini kasdetmiş olmaktadır. Mesela Sâri' katında ne gasb ne de hırsızlık mülkiyet sebeblerinden değildir. Fakat kişi bunlarla mülkiye­ti eîde etmeyi kasdetmiştir. Dolayısıyla onun bu kasdı, bizzat Şâri'in kas-dına muhalif düşmektedir.
[166] bkz. Tirmizî, Ferâiz 17; İbn Mâce, Ferâİz 8.
[167] Hz. Ebû Bekir (ra), Rasûlullah'm (as) takdir buyurduğu zekat miktarına dâir Enes b. Mâlik'e yazdığı bir mektubunda: "Zekat (artar veya eksilir) korkusuyla müteferrik zekat mail bir araya toplanmaz, toplu olanların arası da ayrılmaz. " demiştir. (Hadisin izahı için bkz. Tecrîd, 5/209 vd.)
[168] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/257-260


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..