Dördüncü Mesele


Burada şartın meşrutu ile olan ilişkisinin, aynen sıfatın mevsûfu ile olan ilişkisi gibi olduğunu; onun bir cüz'ü olmadığını açıklamamız gerekmektedir. Bu konuda dayanağımız şer'î şartların istikraya tabi tutulmasıdır. Dikkat edilirse görülecektir ki, senenin dolması nisabın husulünün hikmeti için —ki zenginlik olmakta­dır— bir tamamlayıcı olmaktadır. Çünkü kişinin nisaba sadece mâlik olması durumunda, ondan çeşitli şekillerde tasarruf imkanı­nı elde etmedikçe hüküm takarrür etmez. Sâri', nisabın üzerinden bir yılın geçmesini, sahibinin zenginlik yönünü ortaya çıkaracak olan bu imkana bir mesned (menât) kılmıştır. Yemini bozmak (hıns), yeminin gereğinin (keffâretin) bir tamamlayıcı unsurudur. Çünkü yemin için keffâretin konulması, yeminin gereğini ye/ine ge­tirmeme durumunda —her ne kadar belirlenmesinde ulemâ ihtilaf etmişlerse de— Allah'ın ismine karşı bir nevi cinayet anlamı bulun­duğu içindir. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, cinayetin gereği an­cak yeminin bozulması (hıns) halinde tahakkuk eder. İşte o anda yeminin gereği tamamlanır. Ruhun çıkması keza, katilin kısası ya da diyeti gerektiren fiilinin gereğinin bir tamamlayıcı unsuru ol­maktadır. Yine aynı şey, ölüm hastalığında bulunan kimsenin malı üzerinde vârislerin haklarının belirmesi için tamamlayıcı bir un­sur olmaktadır.[19] Muhsanlık, recmi gerektiren zina cinayetinin ge­reği için bir tamamlayıcı unsurdur. Diğer bütün şer'î şartların meşrûtlanyla olan ilişkileri de aynıdır.

Bu arzettiklerimiz karşısında şöyle bir mesele ortaya atılabilir:Akıl teklîf için şarttır; îmân ibâdet ve kurbetlerin sıhhati için şart­tır. Çünkü eğer akıl olmasa teklîf (yükümlülük), hayvanların ve cansızların yükümlü tutulması gibi hem aklen hem de naklen muhal olur. Bu durumda, "Akıl tamamlayıcı bir unsurdur." nasıl denilebilir? Zira o değil tamamlayıcı bir unsur olmak, teklifin sıh­hati için umde ve esâstır. Keza îmân için, "O ibâdetlerin tamamla­yıcı bir unsurudur." demek doğru olamaz. Çünkü kâfirin ibâdetinin bir hakikati yoktur ki, îmânın onu tamamlaması söz konusu olsun. Daha buna benzer pek çok şey, şartın sizin arzettiğiniz gibi olmadı­ğını ortaya koymaktadır.

Bu mesele (problem) iki şeyle ortadan kalkar:
1.  Bunlar aklî şartlardan olup, şer'î şartlardan değillerdir. Bizim sözümüz ise şer'î şartlar hakkındadır.
2.  Aslında akıl da, teklîf mahalli için —ki insan olmaktadır— tamamlayıcı bir şarttır; yoksa bizzat teklifin şartı değildir. Aklın insana nisbetle tamamlayıcı unsur olduğu da ma­lûmdur, îmâna gelince, biz onun bir şart olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü ibâdetler onun üzerine bina edilmekte­dir.  Dikkat edilirse görülecektir ki, ibâdetlerin mânâsı Mabûd'a hem kalb ile hem de dış organlarla huşu ve tazîm içerisinde yönelmek demektir. Bu ise îmânın bir uzantısıdır. Bu durumda bir şeyin aslı ve üzerine bina edildiği
kaidesi olan şey, aynı şeyin nasıl şartı olabilir? Böyle bir netice makûl değildir. îman hakkında şart tabirini kulla­nanlar, mecazî anlamda müsamaha yoluyla kullanmışlar­dır, îmânın şart olduğu bir an kabul edilse bile, teklif hak­kında değil, mükellef hakkında olacaktır. îmân, îmânla yü­kümlülük konusu hâricinde —usûlcülerin "kâfirlerin furû ile yükümlü olup olmamaları" meselesinde zikrettikleri üzere— bazılarına göre sıhhat şartı, diğer bazılarına göre de vücûb şartı olmaktadır. [20]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..