Yedinci Mesele

Üzerinde durulduğu zaman hafifletme sebebi olarak düşünüle­bilecek meşakkatlerin iki kısım olduğu görülecektir:

a) Hakîkî meşakkatler: Ruhsatların söz konusu olduğu hu­suslardaki mevcut meşakkatlarin büyük çoğunluğu bu kısımdan­dır. Hastalık, sefer ve benzeri mevcut muayyen sebebi olan meşak­katler gibi.

b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar: Bunlar, ruhsat hükmünü gerektiren sebebin ya da sebebin hikmetinin bulunmadı­ğı meşakkatlerdir. Bunlar mutad olan meşakkatlerin üzerinde olmayan meşakkatlerdir.

a) Hakîkî meşakkatler:

Bu tür meşakkatlerin bulunması durumunda mükellefin azî-met hüküm üzerinde ısrar etmesi, ya onu şer'an veya bedenen al­tından kalkılamayacak bir sıkıntıya sokacaktır ve bu durumda me­şakkat kesin olacak; zan ya da vehim dahilinde bulunmayacaktır; ya da böyle (kesin) olmayacaktır. Eğer birinci neviden ise, o takdir­de ruhsat hükümle amel edilmesi matlûp olacaktır ve bu nevi, üze­rinde herhangi bir anlaşmazlık bulunmayan ruhsatın birinci kısmı­na dâhil bulunacaktır. Çünkü bu durumda ruhsat Allah hakkı için olmaktadır.

Eğer ikinci neviden yani meşakkatin bulunmasının zan dahi­linde olması halinde ise, zanlar farklılık arzedeceğinden asıl olan, azimet hükmü üzerinde kalmak olacaktır. Bu durumda azîmet hükmün gereği, zan tarafı güçlendikçe zayıflayacak, zayıfladıkça da güçlenecektir. Mesela Ramazan'da oruç tutmamayı mubah kıla­bilecek bir hastalığa yakalanan kimsenin, bu hastalıkla birlikte kendisinin oruç tutamayacağını zannetmesi gibi. Ancak bu zan:
1. Ya belli bir sebebe müstemden olur: Mesela oruca baylar fnkat t»mninİHvnmıty»cağını anlar ve bozar veya namaza Bynkt.H iknn bn^lıır l'akal. devamına güç yetiremez ve otura­rak tamamlar. Mu birinci kısımdan olur ve onun hükmünü alır; zira mükellef üzerine götüreme,yeceği yük yüklenme-inektedir.
2.   Ya da pek çok tecrübeden alınmış olan bir sebebe müsteni­den olur ve sebeb de fiilen mevcut bulunur. Yani hastalık mevcuttur ve böyle bir hastalıkla oruç tutmaya ve ayaktn namaz kılmaya veya abdest için su kullanmaya âdeten tfüç yetirilemez. Buuları bizzat kendisinin tecrübe etmiş olmalı da gerekmez. Bu da bazan bir önceki kısma katılır. Bunun bir önceki kısma katılması sebebin fiilen bulunması açısın­dan olur. Ondan ayrı mütâlâa edilmesi ise şu açıdandır: Mükellefin kadir olmadığı bizzat kendisince sabit olmamış­tır; çünkü gerçekten kudretinin olmadığı, ancak ibâdete başlaması ve kendisini denemesi halinde ortaya çıkar. Bu ise azîmet üzere istenildiği şekilde ibâdeti yapmaya girişmemiştir ki, onu tamamlamaya kadir olup olmadığı ortaya çıksın. Dolayısıyla bu durumda daha uygun olanı, üzerine hüküm bina edilecek şey ortaya çıkıncaya kadar azîmet hükümle amel etmektir.

b) Vehme dayanan (hayalî) meşakkatlar:
Bunlar vehme dayanan hayalî meşakkatlerdir. Ortada meşak­katin ne sebebi ne de hikmeti vardır. Bu kısımdan olan meşakkat­lerin sebeblerinin daha sonra olacağına dair değişmez (muttarid) bir âdet vardır veya yoktur: Eğer birinci kısımdan ise bu takdirde sebeb ya bulunacaktır ya da bulunmayacaktır. Eğer sebeb mevcut ise ve ruhsat da yerinde vâki olmuşsa, işte bu durumda ihtilaf bu­lunmaktadır. İhtilaf; baştan mükellefin ruhsat hükme yeltenmesi konusunda olmayıp, ruhsatla amel etmesi durumunda, bunun mü­kellef için yeterli olup olmayacağı konusundadır. Zira bir hükmün henüz ortaya çıkmamış sebeb üzerine bina edilmesi sahîh değildir. Hatta kendisi bulunsa bile şartı bulunmayan bir sebeb üzerine dahi hüküm binasına gidilmesi sahîh değildir. Hükmü gerektiren sebeb-tir. Sebebin şartı bulunmadığı zaman bile hüküm binasına gidile-mediğine göre, ya bizzat sebebin kendisinin bulunmaması duru­munda vaziyet nasıl olacaktır? Burada üzerinde durulan şey, âdet olan nöbetlerine göre yarın kendisini sıtma tutacağını bilen ve he­nüz nöbeti gelmeden önce orucunu bozan kimse gibileri hakkında­dır. Keza bugün hayız görmeye başlayacağı zannıyla orucunu bozan bir kadının durumu da böyludir. Bütün bunlar gerçekten zayıf mesnedlerdir. B»i» âlimlir bu mesnedleri keffâretlerin düşürülmesi ko-nuHunda itibâra almanın sahîh olacağına dâir şu âyetle istidlalde bulunmuşlardır: "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm ol­madaydı, aldıklarınızdan (ganimet) ötürü size büyük bir azab eri­şirdi.[120] Bu âyet, müslümanlardan cezanın düşürüldüğünü belirt­mekte ve gerekçe olarak da onlara ganimetin ilm-i ilâhîde helal kı­lınmış olduğunu göstermektedir.[121]Bu bizim burada üzerinde dur­duğumuz konu ile ilgili değildir. Çünkü konumuz mükellef üzerine terettüp eden şer'î hükümlerle ilgilidir. Burada azabın terettübü şer'î bir düzenlemeye yönelik değildir; aksine o insana günahları sebebiyle ulaşan diğer cezalar (ukubet) gibi ilâhî bir durum olmak­tadır. "Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediğiniz­den ötürüdür.[122]âyetinde de böyle bir durum vardır.

Eğer sebebin bulunacağına dair değişmez bir âdet yoksa, o takdirde bir problem de yok demektir.
Bu taksimin özeti şudur: Kesin olmayan zan ve varsayımlar, vehme dayalı ve hayalî meşakkatler kısmına dâhil bulunmaktadır. 18M1 Bunlar ise çeşitlidir. Nefislerin arzu ve hevesleri de aynı şekildedir. Çünkü nefisler aslı olmayan şeyleri var sayarlar. Bu durumda doğ­ru olan hareket tarzı, ihlal edici bir meşakkatin bulunmaması ha­linde aslî azîmet hükmü ile amel etmek olacaktır. Çünkü insanın akıl ve dînine etki etmediği sürece meşakkate metanet ve sabır gös­termek daha hayırlı bir şeydir. Hakîkî meşakkatin bulunması de­mek, mükellefin ona sabredememesi demektir. Sabırla emredilmiş olanlar ancak ona takat getirebilecek kimselerdir. İstikra neticesin­de görülmektedir ki, meşakkatlerin mevcudiyetine dâir vehimler, bizzat o meşakkatlerin hükmünü almamakta, daha hafif bir hükme tabi tutulmaktadır. Çünkü vehimler bir çok hallerde isabetli değil­dir. Şu halde vehim durumunda gerçek anlamda bir meşakkat bu­lunmamaktadır. Gerçek meşakkat, ruhsat için konulmuş olan illet olmaktadır. O da olmadığına göre, hüküm bağlayıcı olmayacaktır. Ancak mazinne —ki sebeb olmaktadır— hikmet makamına geçerse, o takdirde sebeb bağlayıcılık için değil de câizlik için dikkate alına­bilecektir. Çünkü mazinne (illetin muhtemelen bulunduğu yer) illet demek olan hikmeti kemâli üzere gerektirmez. Dolayısıyla daha uy­gun olan davranış şekli asıl olanla amel etmek olacaktır. Sonra vehme dayalı olan meşakkatlerin dikkate alınması hakîkî meşak­katlerden olabilir şeklindeki bir ihtiyata yöneliktir. Hakîkî olan ise vuku bakımından aynı düzeyde bulunmamaktadır. Dolayısıyla vehme dayalı mi|tkkıibr ttitrin» hüküm bina edilmeli mümkün de­ğildir.
Nefislerin arzu ve heveslerinden kaynaklanan meşakkatlor ise, birincinin zıddı olmaktadır. Zira bilindiği gibi şer'î hükümlerin konulmasında Şâri'in maksadı, nefisleri arzu ve heveslerinden kur­tarmak,  alışkanlıklarından  çıkarmaktır.  Dolayısıyla  ruhsatların meşruiyetinde nefislerin arzu ve istekte bulunduğu şeylere nisbetle söz konusu olacak meşakkatlere itibarda bulunulmayacaktır. Dik­kat edilirse görülecektir ki, Yüce Allah kendisine ruhsat verilmesi için nefislerin arzularıyla ilgili bir konuyu ileri süren ve sefere ka­tılmamasına bunu mazeret, olarak gösteren kimse hakkında zemde bulunmuş ve şöyle buyurmuştur: "Onlardan 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme' diyen vardır. Bilin ki onlar zaten fitneye düşmüş­lerdi. Cehennem inkar edenleri şüphesiz kuşatacaktır.[123] Bu âyet, el-Ced b. Kays'ın Hz. Peygamber'e Tebük seferi için "Bana sefere katılmamam için izin ver; beni sarışın kızlarla fitneye düşür­me; çünkü ben onlara karşı sabır gösteremem." sözü ile ilgilidir. Keza Allah şöyle buyurmuştur: '"Sıcakta savaşa çıkmayın' dediler. De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır.' Keski buseydiler![124]  Allah daha sonra gerçek özrü belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: "Güçsüzle­re, hastalara ve sarfedecek bir şeyi bulunmayanlara, Allah ve pey­gamberine bağlı kaldıkları müddetçe sorumluluk yoktur.[125] Al­lah burada gerçek özür sahiplerini açıklamıştır. Bunlar cihada ta­kat yetiremeyen kötürümler, çocuklar, yaşlılar, deliler, körler vb. gibi kimselerdir. Keza asla yol tedâriki için gerekli hiçbir şeyi bu­lunmayan, bir başkasınca da masrafları karşılanamayan kimseler de mazurdurlar. Âyette "Allah ve peygamberine bağlı kaldıkları müddetçe" kaydı getirilmiştir. Bunun bir gereği de, Allah'a taat ko­nusunda nefislerine herhangi bir pay bırakmamalarıdır. Şu âyete dikkatle bakmak gerekecektir: "İsteyen, istemeyen hepiniz savaşa çıkın.[126] "Çıkmazsanız Allah size can yakıcı azâbla azâb eder ve yerinize başka bir millet getirir.[127] Hal böyle iken, özrü sadece nef­sinin arzu ve hevesleri olan kimsenin durumu nasıl dikkate alına­rak, onun hakkında ruhsat verilecektir.

Evet! Şer'î hükümlerin, nefsî arzuların Şâri'in maksadına tabi olması üzere konulduğu doğrudur. Yüce Allah bir mefsedete sebebi­yet vermeyecek biçimde kulların şehvetlerini giderebilmeleri, ni­metlerden istifâde etmeleri konusunda genişlik göstermiştir. Getirilen yükümlülüklerle, mükellefe bir meşakkat binmemesi ve belir­lendiği üzere yapıldığında onun nimetlerden istifâde etmesini en­gelleyecek bir neticeye müncer olmaması istenilmiştir. Bu yüzden de daha baştan selem, kırâz (mudârabe), müsâkât ve benzeri geniş­lik getiren ruhsatlar —her ne kadar bir başka kaidede bunları en­gelleyen unsurlar bulunsa da— meşru kılınmış; dünya menfaatle­rinden pek çok şey helal kılınmıştır. Bu durumda her ne zaman nefsi taşkınlık gösterir ve Şâri'in kendisi için helal yoldan giderme­sini helal kıldığı bir şehvet ve arzunun peşine düşer; onu helal yol­dan gidermeyerek gayrı meşru yollara başvurursa, bu şeytanî ve mutlaka uzaklaşılması vâcib olan bir arzu ve heves olmuş olur. Me­sela bir günaha düşkünlük gösteren kimsenin durumu gibi. Böyle bir kimseye düşkün olduğu o konuda asla ruhsat yoktur. Çünkü bu­rada ona verilecek ruhsat, bizzat şeriatın kendisine muhalefet ol­maktadır. Daha önce geçen ruhsatlar ise böyle değildir. Çünkü on­lar tam kıstasa vuruldukları zaman şeriata bir uygunluklarının bu­lunduğu görülmektedir.

Bu açıklamalardan da anlaşılmıştır ki, arzu ve hevaya muha­lefetten doğacak meşakkatten dolayı asla ruhsat verilmeyecektir. Hakîkî meşakkatin bulunması durumunda ise şartları ile birlikte ruhsat vardır. Şartı bulunmadığı zaman ise, zimmetini mesuliyet­ten tam olarak temize çıkarmak isteyen kimse için lâyık olan azî-met hükme yönelmesi ve onunla amel etmesidir. Ancak bu durum yani azîmet hükümle amel, bazan mendûb kabilinden bazan da vâcib kabilinden olur.

Allahu a'lem!

Fasıl:

Bu yolda ortaya çıkacak faydalardan birisi de, hakkında tartış­ma bulunan kısımla ilgili olmak üzere, ruhsatlardan kaçınma ve bu konuda ihtiyatlı davranma, onların içerisine girmekten sakınma olmaktadır. Çünkü bu konu net değildir ve karıştmlabilen bir ko­nudur; şeytanın her türlü desiseleri, nefsin uğraşıları, arzu ve he­ves peşinde körükörüne koşturma buradan neşet etmektedir. Bu yüzdendir ki, sûfi şeyhleri mürîdlerine ruhsatlarla amel etmeyi ta­mamen terketmeyi tavsiye etmişler ve azîmetlerle amel etmeyi kendilerine bir usûl kabul etmişlerdir. Allah onlara rahmet etsin! Elde ettikleri faydalı neticelerden de belli ki, bu sahîh ve güzel bir yoldur. Ruhsatlardan, ancak durumu kesin olanların veya ibâdetlerde olduğu gibi yapılması istenilen şer'i bir vaııf ulmitilin duru­munda ya dn hâel olduğu için müsâkât ve karz gibi dank baftan ruhsat olarak meşru kılınan şeylerin işlenmesi uygun olur. Bualt« rın dışında kalan konularda ise azîmet hükme yönelinilir ve onunla amel edilir.
Bir diğer fayda da, güçlüğün kaldırılması hakkında vârid olan delillerin mertebelerine göre mânâlarının anlaşılmış olmasıdır. Mo sela "Allah ruhsatlarının işlenmesini sever.[128] hadîsinde söz konu­su olan 'ruhsat' hakkında talep bulunduğu sabit olan ruhsat olmak­tadır. Çünkü biz burada sözü edilen meşakkati, benzeri hakkında Hz. Peygamber'in Yolculukta oruç tutmak iyilik ve tak­vadan değildir.[129] buyurduğu meşakkate yoracak olursak, bu du­rum Yüce Allah'ın şu buyruklarına uygun düşecektir: "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[130]"Allah sizden yükü­nüzü hafifletmek ister.[131] Allah bu buyruklarını, birincisi hakkın­da "Oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır" , ikincisi hakkında da "Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır" buyurduktan sonra söyle­miştir. Şu halde şer'î meseleler üzerinde duracak kimselerin, şer'î hükümlerin nasıl cereyan ettiğini yakînen anlayabilmesi için bu in­celikler üzerine eğilmeleri gerekmektedir. Bu konuda vârid olan şer'î delilleri araştıran kimse için, bu zikredilen husus en güzel bi­çimde aydınlanmış olacaktır.

Tevfîk ancak Allah'tandır.           

Buraya kadar arzettiklerimiz, azîmet ve ruhsat konusunda azîmet hükümle amel etmenin daha uygun olacağı görüşünün iza­hına yönelik idi.

Fasıl:

Arzedilen görüşün aksine, azimetle amel etmenin daha uygun olmayacağı görüşü de ileri sürülebilir. Bu görüş şu şekilde destekle-
nir:[132] 1.

Azimet hüküm kat'î olduğu gibi, ruhsatın aslını oluşturan hü­küm de kat'î olmaktadır. Dolayısıyla biz 'mazinne'yi (hikmetin muhtemel bulunduğu yer, sebeb) bulduğumuz zaman ona itibar ederiz. İster kat'î olsun ister zannî olsun. Çünkü Sâri Teâlâ, hü­kümlerin düzenlenmesi konusunda zannı kat'iyet mertebesinde tutmuştur. Dolayısıyla her ne zaman hükmün sebebinin mevcu­diyeti zan ile bilinecek olsa, o sebeb itibara alınmaya hak kazanmış olacaktır. Zan-nî delillerin furûda (fıkhın konusu olan fer'î mesele­lerde), kat'î delîller yerine geçtiğine ve o ayarda sayıldığına dair ke­sin delîller bulunmaktadır.

Kat'î olan zannî olanla tearuz halinde olursa, zannî olan itibar­dan düşer, şeklinde bir itiraza da yer yoktur.

Çünkü bu durum ancak delîllerin birinin diğerinin hükmünü tamamen ortadan kaldıracak şekilde tearuzlara durumunda olur. Ancak delîllerin durumu, hâss delîlle birlikte âmm ya da mukayyed delille birlikte mutlakm durumu ne ise, burada da aynı olacaksa o takdirde bir tearuzdan bahsedilmeyecektir. Bizim meselemiz işte bu sonuncu kısımdan olup, birinci kısımdan değildir. Çünkü azimetler, mükellefler üzerine güçlük olmamak kaydıyla yüklenil-mişlerdir. Eğer güçlük varsa, o takdirde güçlüğe itibarda bulunula­rak, onun gereği olan ruhsatla amel etmek sahîh olacaktır.

Keza, zann-ı gâlib bazan daha önceden bulunan kesin delîlin hükmünü ortadan kaldırabilir. Mesela bir şeyde asilliğin haram ol­ması ve sonra onu helal kılacak zannî bir sebebin ortaya çıkması gi­bi. Avcı, av hayvanının ölümünün sebebinin kendisinin vurması ol­duğunu zann-ı gâlibiyle bilse bu zannının gereği ile amel etmesi sahîhtir. Oysa ki, başka bir sebebten dolayı ölmüş olması veya ölümüne başkasının yardımcı olması pekâlâ mümkündür. Buna rağmen bu ihtimaller dikkate alınmaz ve zann-ı gâlible amel edilir. Burada asıl olan haramlıktır ve bu kesindir. Ancak bu aslın bu zannî olan karşı delîlle birlikte hâlâ bulunması mümkün değildir. Çünkü burada zann ile hatta şüphe ile birlikte hâlâ kesin haramlı-ğın bulunacağını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla bizim ko­numuzda da durum aynı olacaktır. İşin gerçeği şudur ki, zann-ı gâlib daha önceden bulunan kat'î aslın hükmünü bırakmamakta­dır. Gâlib olan zanlar muteberdir. Ruhsatlar bahsinde de aynı şe­kilde olmalıdırlar.
2. Ruhsat esası her ne kadar azîmet hükme nisbetle cüz'î ise de,bu durum onda etkin değildir. Aksi takdirde, ruhsat hükmün işle-nilmesi istenilen konularda durumun izahı zor olurdu. Aksine küllî bir asıldan müstesna edilen cüz'î de, bizzat kendisi hakkında itiba­ra alınır. Çünkü böyle bir istisna, bir nevi umûmun tahsîsi ya da mutlakın takyidi kabilinden olmaktadır. Usûl-ı fıkıhta ise, kat'î ola­nın zannî ile tahsis edilebileceği kabul edilmiştir. Durum böyle olunca bu da öncelikli olarak sahîh olacaktır.[133] Keza; nasıl ki, hü­küm zannî olan tahsîse olup, kati olan umumîliğe değilse, burada da aynı olacaktır. Yine nasıl ki, bazı cüzlerinin düzenlilik gösterme­mesi yüzünden küllî, küllîliğini yitirmiyorsa —nitekim bu konu bu kitapta ilgili yerinde ortaya konulmuştur— burada da aynı olacak­tır. Aksi takdirde yapılması emredilen ruhsatların da ortadan kalk­ması gerekecektir. Böyle bir netice ise fâsiddir. Fâsid bir neticeye götüren şey de fâsiddir. 3.
Bu ümmetten güçlüğün kaldırıldığına dâir olan delîller katiyet mertebesine ulaşmıştır: "Allah dinde size bir güçlük kılmamış-tır.[134] âyetiyle bu mânâya gelen "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[135]"Allah sizden yükünüzü hafifletmek ister. Ve insan zayıf yaratılmıştır.[136] "Allah'ın peygambere farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur.[137] "...onların ağır yüklerini indi­rir, zor tekliflerini hafifletir.[138]gibi âyetler bu hususu ortaya kor. Bu dîn, ihtiva etmiş olduğu kolaylaştırma ve hoşgörüden dolayı "müsamaha dîni olan Haniflik" diye isimlendirilmiştir. Ruhsatların mübâh olduklarına dâir delîller daha önceden geçmişti. O delîllerin tamamı ve benzerleri aynen burada da geçerlidir. (Bunları) ruhsat­ların tamamına değil de sadece bir kısmına tahsiste bulunmak, delilsiz tahakkümde bulunmaktan başka bir şey değildir.

Meşakkatler eğer kat'î iseler muteberdirler; zannî olanlar ise dikkate alınmaz, şeklinde bir itiraz ileri sürülemez.

Çünkü, kat'iyetle zan hükümde eşittirler Fark ancak tearuz durumunda ortaya çıkar. Burada ise, her ikisinin de aynı anda iti­bara alınmaları durumunda bir toûruz durumu bulunmamaktadır. Bu durumda tızîmet hükmü almak, ruhsat hükmünü almakten daha ültün olacak değildir. Hatta bunun aksini yani ruhsatla amal etmenin daha üstün olacağını söylemek mümkün olabilecek­tir. Çünkü ruhsatlar hem Allah hem de kul haklarını birlikte içer-moktodirler. Ruhsatla emredilmiş bulunan ibâdetler (icra edildikle­rinde) yerini bulmaktadırlar; şu kadar ki ruhsat üzere icra edilmiş olmaktadırlar; hiçbir zaman baştan düşmüş olmamaktadırlar. Azimet hükümler ise farklı olarak sadece Allah hakkı içerirler. Yü-c« Allah âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. İbâ­detler, nihâî olarak hem dünyada hem de âhirette kulun hazzına yöneliktir. Dolayısıyla her iki hakkı da içermesi bakımından ruh­satla amel edilmiş olması daha uygun olacaktır. 4.
Şâri'in ruhsatları meşru kılmasından maksadı, meşakkatler karşısında mükellefe nfk ve kolaylık göstermektir. Bu itibarla ruh­satların mutlak surette alınmaları Şâri'in kasdına muvafık olacak­tır. Diğer taraf ise böyle değildir. Çünkü hep azimet hükümlerin a-lınması, dinde aşırılık, tekellüf ve lüzumundan fazla düşkünlük gi­bi istenilmeyen tavırlar için bir mazinne (muhtemelen onlara götü­rebilecek bir davranış) olabilir. Nitekim bazı âyetlerde bu tür dav­ranışlar yasaklanmıştır: "Ey Muhammedi De ki: "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddia eden kim­selerden (tekellüfte bulunanlardan) de değilim.[139] "Allah sizin hakkınızda kolaylık diler, zorluk dilemez.[140] Meşakkatlerin üstle-nilmesinde ise   tekellüfe girme ve zorluk vardır. İsrail oğullarına bir sığır boğazlamaları emredildiğinde hemen emre uymayıp işi zorlaştırmışlardı. Onların hakkında İbn Abbas'ın: "Eğer herhangi bir sığır boğazlasalardı, kendileri için yeterli olacaktı. Ancak onlar aşırı gittiler, tekellüfe girdiler; Allah da zorlaştırdıkça zorlaştır­dı.[141] dediği rivayet edilmiştir. Hadiste de Hz. Peygamber "Aşırılık gösterenler helak oldu.[142] buyurmuşlar; ruhbanlığı (ev­lenmemeyi) yasaklamışlar ve "Kim benim sünnetimden yüz çevirir­se benden değildir.[143]demişlerdir. Hz. Peygamber bu hadişlerini, duvamlı h«r nün oruç tutmak, geceleri devamlı nam M lttl> inak, kadınlara yaklaşmamak ve benzeri daha önctkl ümmetlif için geçerli olan fakat Yüce Allah'ın "...onların ağır yüklerini indi» rir, zor tekliflerini hafifletir."[144] buyruğu ile bu ümmetten kaldırdı­ğını bildirdiği ağır işlere yeltenen ve böyle bir hayat Hürmoyn az­meden kimseler hakkında söylemişlerdir. Hz. Peygamberin ™mSm bizzat kendileri de, hem insanlar içerisinde iken hem d« tonhııda bulunduklarında[145] ruhsatlardan istifâde etmişlerdir.-Mesela yolcu-luk esnasında namazını kısaltması ve orucunu tutmaması, (atlım düşüp[146] yanı soyulduğu zaman namazı oturarak kılması, şişman­layınca gece namazlarını ^oturarak kılması, rükû etmek istediği za­man ayağa kalkıp biraz okuyup sonra rükûya gitmesi gibi. Hz.lVy-gamber'in ashabı da aynı yola girmişler ve hiçbir zaman bu sebebten dolayı birbirlerini kınamamış ve azarlamamışlardır, Nitekim hadiste bu yüzden asla birbirlerini ayıplamadıklarını H'Ade etmişlerdir.[147] Bu mânâya delâlet edecek deliller çoktur. 5.
Sebebinin zan ölçüsünde bulunmasına rağmen ruhsatların ter-kedilmesi, hayırda yarışmadan kopmaya, usangaçlığa ve sıkılmaya, ibâdetlere kendini vermekten kaçmaya, amel işlemekten hoşlajıma-maya ve devamlılığı terketmeye sebebiyet verebilir. Bu iddianın doğruluğu üzerine şeriatta getirilmiş birçok delîl bulunmaktadır. Çünkü insan bir zorluğun bulunduğunu düşündüğü zaman veya kendisinden zor bir şey istendiği zaman bundan hoşlanmaz ve usa­nır. Belki de bu usanç duyması yüzünden bazı zamanlarda o şeyi yapmaktan acziyet hisseder. Zira bazan sabreder bazan da sabır ve tahammül gösteremez. Teklif ise daimîdir. Takat üstü yükümlülük haddine ulaşmadığı sürece kişi önüne ruhsat kapıları açılmadığı zaman, şeriatı kendisine zor geliyor sayabilir. Bunun neticesinde de güçlüğün kaldırıldığına delâlet eden delîller ve onların medlulleri hakkında yanlış anlamalara gidebilir, veya (kulluktan) kapabilir ya da, şer'an hoş görülmeyen bazı şeylerle karşı karşıya gelebilir. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi bulunmaktadır. Eğer o, bir çok işlerde size uymuş olsaydı şüphesiz kötü duruma (sıkıntıya) düşerdiniz.[148] "Ey ina­nanlar! Allah'ın siza helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hu­dudu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.[149] Riva­yete göre bu âyet, nefis aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma sebebiyle inmiştir ve böyle bir davranış "haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. Hadislerde de "Amellerden güç yetirebileceğiniz şeyleri yapmaya çalışınız. Çünkü siz usanmadıkça Yüce Allah asla (sevap vermekten) usanmayacak-tır.[150] "Hz. Peygamber iki şey arasında muhayyer bıra­kıldığında, —günah olmadığı sürece— hep en kolay olanı seçer­di.[151] buyrulmuştur. Hz. Peygamber visal orucunu[152] ya­saklamıştı. Fakat onlar bundan vaz geçmeyince onlarla birlikte vi­sal orucu tuttu, bir gün sonra bir gün daha ekledi sonra hilâli gör­düler. Peygamber efendimiz yasağa uymayıp da visal orucuna yel­tenen kimselere bir ders (taciz) mahiyetinde: "Eğer ay gecikseydi ben mutlaka visal orucuna gün ekleyerek devam ederdim. (Tabiî siz de buna güç yetiremezdiniz.) " buyurmuşlardır.[153]   Keza başka bir hadiste "Eğer ay uzasaydı ben mutlaka visal orucuna devam eder­dim ve o zaman aşırılık gösterenler aşırılıklarını terkederlerdi.[154]buyurmuşlardır. Abdullah b. Amr b. el-Âs, yaşlandığı zaman "Keş­ke Hz.Peygamber'in ruhsatını kabul etseydim.[155] demiş­tir. Hadiste şöyle anlatılır:

"Hz. Peygamber'e:

'"—Şu el-Havlâ bt. Tuveyt! Dediklerine göre gece hiç uyumaz-mış;' dediler. Hz. Peygamber:
"'—Gece uyumaz mı?! Gücünüzün yettiği kadar ibâdet edin.[156] buyurdular ve onun bu davranışını tasvip etmediler. Muâz'ın imamlığı ile ilgili hadislerinde 'Muâz! Sen fitneci misin?' diye çok ağır söz söylemişlerdir. Bir adam gelerek Hz. Peygamber'e:
'"—Ya Rasûlallah! Ben Falan yüzünden sabah namazından ge­ri kalıyorum. (Yatsı namazını) çok uzatıyor' demişti. Ravi, Hz. Pey-gamber'in bunun üzerine sinirlendiği gibi hiçbir zaman sinirlenme-diğini belirtir, donra da H*. Peygamber: 'tçinİMdt dindtn n«frtt et­tirenler var...' buyurmu|lnrdır.[157]

'"İki direğin artısında bağlı bir ip vardı. Efendimiz onun nt ol­duğunu sordu.
'"—Zeyneb'in. Namaz kılar, yorulduğu zaman ya da gnvftldik geldiğinde ondan tutar,' dediler. Efendimiz:                                         1844]
'"Çözün onu. Sizden her biriniz zinde oldukça kılsın; yoruldu' ğu veya gevşeklik hissettiği zaman otursun.[158] buyurmuşlardır,"
Benzeri delîller pek çoktur. Ruhsatın terki de bu kabildim ol­maktadır. Bu yüzdendir 4d Efendimiz 'Yolculukta oruç tutmak iyilik ve takvadan değildir.[159] buyurmuşlardır. Durum böyle olduğuna göre, ruhsatla amel etmenin daha uygu» olacağı it-bit olmuştur demektir. Eğer ruhsatla amel etmenin dahn uygun Oİ* madiği kabul edilse bile, azimetle amel etmenin daha uygun OİIBt* dığı da öncelikli olarak sabit olacaktır. 6.

' Şer'î düzenlemeler, her ne kadar arzu ve heveslere muhâltffct içinse de —nitekim bu kitabın ilgili yerinde açıklanmıştır— onların dünya ve âhiret maslahatlarını temin için konulmuş olduğunda di şüphe yoktur. Arzu, ancak şer'î düzenlemelere muhalif olduğu li­man yerilmiştir. Bizim konumuz ise böyle bir arzu ve heves değil­dir. Eğer arzu şer'î düzenlemelere uygunluk arzederse, o takdirdi yerilmemektedir. Konumuz da işte bu kabilden olan arzu ve hevtl-lerle ilgilidir. Zira Sâri' Teâlâ ruhsat için bir sebeb tayin eder Vf zannı gâlib üzere bu sebeb de bulunursa ve bu durumda biz onun gereğini yerine getirerek ruhsatla amel ettiğimizde bunun nerelin­de arzu ve hevâya uymak söz konusu olacaktır. Ruhsatlara tabi ol­mak yüzünden emir ve nehyin gereğinden çıkmak neticesi doğabile-cekse, aynı netice aşırılıklara gitmek, ruhsatlan terketmek, her-şeyin zoruna sarılmak durumunda da doğabilir. Bu durumda bun­lardan biri diğerinden daha öncelikli değildir. Ruhsatlar ve azimet­ler konusunda meşru bulunan sebeblere tabi olmak arasında bir fark yoktur. Zann-ı gâlib eğer azimetler tarafında ise, onlar itibara alınır; keza ruhsatlarda da durum aynı olur. Birinin diğerinden da­ha üstünlüğü yoktur. Kim bu ikisi arasını ayırır ve farklı mütâlâa ederse, icmâa muhalefet etmiş olur.Bu arzedilenler de bu tarafın delîl ve yaklaşımlarını teşkil et- mektedir.

Fasıl:
Buraya kadar verilen bilgiler ışığında, sebebinin gâlib zanla ya da kat'iyetle sabit olması durumunda[160] ruhsatın terkedilmesi tara­fının daha uygun olduğu, bazı hallerde de ruhsatla amel etmenin daha üstün olduğu, bazan da her iki tarafla da amel etmenin eşit olduğu ortaya çıkıyor. Ancak ruhsatın sebebinin bulunduğuna dair gâlib zan yoksa, o takdirde ruhsatla amel etmenin engelleneceğinde herhangi bir problem bulunmamaktadır.
Keza hafifletme doğrultusunda amel etmeye delâlet eden deliller âmm ve mutlak oluşlarına yorulur ve bunlardan bir kısmı belli yerlere tahsis edilme cihetine gidilmez. İki grup arasındaki ih­tilaf noktası kendisini şurada göstermektedir: Birinci gruba göre dikkate alınacak olan şey, illetten ibaret olan bizzat meşakkatin kendisidir. İlletin (meşakkatin) mazinnesi olan sebebe ise itibar edilmez. İkinci gruba göre ise, dikkate alınacak şey bizzat yolculuk ve hastalık gibi meşakkatin mazinnesi yani sebebtir. Bu duruma göre, eğer illet munzabıt (açık, istikrarlı) olmazsa,[161] illet için keza munzabıt bir mazinne de mevcut değilse, o takdirde konu net olma­yacak, karışıklıklara sebebiyet verebilecektir. İşte böylesi durum­larda çoğu kez "ihtiyatlı davranma" esasına başvurulacaktır. Çün­kü bu, yerinde de belirtildiği üzere sabit ve muteber bir esas olmak­ta*]    tadır.

Fasıl:

İtiraz: Arzedilenler tamamen birbirine karşı durumda olan delillerin arzından ibarettir. Bu ise konu ile ilgili problem getir­mekten başka bir şey değildir. Bundan bir çıkış yolu yok mudur?

Cevap:evet vardır ve iki açıdan problemden çıkmak mümkün­dür:
1.Konuyu müctehidin görüş ve değerlendirmesin» hııvAlo öt­mek. Burada her iki tarafın da delîl ve yaklaşımları herhangi hır tercihe gidilmeksizin arzedilmiş ve konu müctehidin değerlendir­mesine bağlı bırakılmıştır. O değerlendirmesini yapacak ve bu mm neticesinde bu iki taraftan biri öbür, tarafa ya mutlak sûretlo gnltt-be çalacaktır; yahut da onlardan biri bazı haller ve durumlar iyin, diğeri de başka hal ve durumlar için ağırlık kazanacaktır.
2.Burada arzedilenlerle, "Makâsıd" bölümünde arzod ilecek olan "Meşakkatlerin neviteri ve hükümleri" bahisleri birlikte değer­lendirilecektir. Eğer bu iş yapılır ve her iki konu birlikte ele alınır­sa, bu iki yoldan hangisinin doğru olduğu inşallah ortaya çıkacak­tır.
Tevfîk ancak Allah'tandır. [162]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..