Dördüncü Mesele:

İslâm şeriatının ümmîliği ve onun ilk muhatapları bulunan Araplarca bilinen hususlar dışına çıkmadığı neticesi üzerine bazı kaideler kurulacaktır;
1. Birçok insan Kur'ân üzerindeki iddialarında sınırı aşmışlar ve ona tabiat ilimleri, matematik ilimleri, mantık, ilm-ihurûf vb. gibi ön-cekilerin-sonrakilerin bütün ilimlerim yüklemişlerdir. Bir önceki me­selede ortaya konulan esasa vurulduğunda bu iddianın doğru olmadı­ğı görülecektir. Kaldı ki, sahabe, tabiîn ve onları takip eden nesiller­den oluşan selef-i sâlih Kur'ân'ı ve Kur'ân ilimlerini, Kur'ân'da bulu­nan esrarı en iyi bilen kimselerdi; bununla birlikte onlardan hiçbir kimsenin bu iddia doğrultusunda söz ettiği bize ulaşmamıştır. Onlar   tso] Kur'ân'dan, sadece bir önceki meselede geçen tevhid delilleri, teklîfî hükümler, âhiretle ilgili hükümler ve bunlarla ilgili konuların isbatı-na çalışmışlardır. Eğer onların bu iddia doğrultusunda çabaları ve in­celemeleri olsaydı, meselenin esasına delâlet edecek şeyler mutlaka bize kadar ulaşırdı. Böyle bir şey ulaşmadığına göre, bu iddianın on­larda mevcut olmadığı anlaşılacaktır. Bu da Kur'ân'da onların iddia ettikleri gibi bütün ilimlerin esaslarının bulunmadığına bir delildir.[135] Evet, Kur'ân bazı ilimleri içermektedir; ancak bunlar Arapların bil­dikleri ilimlerdir, yahut onların bildikleri ilimler üzerine kurulu olan ve akıl sahiplerinin taaccüb ettiği, işaretleri gösterilmedikçe, yolları aydınlatılmadıkça üstün akıl sahiplerinin dahi kavrayamayacağı tür­dendir.[136] Kur'ân'da bunların dışında başka bir şeyin bulunması nokta­sında ise; cevap, hayır olacaktır.İddia sahipleri muhtemelen kendilerine delil olarak şu âyetleri kullanmaktadırlar: "Sana her şeyi açıklayan kitabı indirdik[137]"Ki­tapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık.[138] Ayrıca onlar sûrelerin başın­da bulunan harfleri ki bunlar Arapların alışkın olmadıkları şeyler­di,özellikle de Hz.Ali olmak üzere seleften bazılarından nakledilen sözleri delil olarak kullanmaktadırlar.
Delil olarak kullandıkları âyetlerden maksat, müfessirlere göre yükümlülük ve Allah'a kulluk icrasında gerekli olan hususlarla ilgili şeylerdir, yahut da "Kitapta Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık[139] âyetinden maksat Levh-ı mahfûz'dur. Onlar, bütün aklî ve nakli ilim­lerin tamamını içerdiği anlamını gerektirecek bir şey söylememişler­dir.
Sûre başlarındaki harflere gelince; âlimler bunlar hakkında. Arapların bilgisi bulunduğunu gerektirecek şekilde açıklamalarda bulunmuşlardır. Mesela bunlara, siyer müelliflerinin anlattığı üzere Arapların ehl-i kitaptan Öğrendikleri cümmel hesabı[140] gibi yorumlar yapılmıştır. Yahut da bunların, Allah'tan başka hiçbir kimsenin bile­meyeceği müteşâbihâttan olduğu söylenmiştir. Bunları Arapların hiç bilmediği şekildeki yorumlarına gelince; bu asla caiz değildir ve selef­ten hiçbir kimse böyle bir iddiada bulunmamıştır. Dolayısıyla iddiacı­ların ellerinde kendi davalarına delâlet edecek hiçbir delilleri yoktur. Hz. Ali ve daha başkalarından nakledilen şeyler ise sabit değildir. Kur'ân'm gerektirdiği şeylerin inkârı caiz>olmadığı gibi. ona onun ge­rektirmediği şeylerin nisbet edilmesi de caiz değildir. Dolayısıyla onu anlamak için hassaten Araplara nisbet edilen ilimlerle yetinmek gere­kecektir.[141]Kur'ân içerisine konulan serî hükümlere ancak bu yolla ulaşılabilecektir. Kur'ân'ı anlamak için, bundan başka yollar arayanlar onu asla anlayamayacaklar; Allah ve Rasûlü'ne kas de tme dikleri anlamları nisbet edecekler; onlara söylemediklerini söyleteceklerdir. En iyisini Allah bilir ve başarı ancak O'ndandır.

İkinci kaide: Şeriatı anlamak için mutlaka ümmîlerin yani Kur'ân'm kendi dilleriyle indiği Arapların bildiği hususlara tâbi ol­mak gerekecektir. Eğer onların dillerinde süregelen bir örf mevcutsa, şeriatı anlamak için bu örfü terketmek asla doğru olmayacaktır. Eğer böyle bir örf yoksa, şeriatı anlamak için onlarca bilinmeyen bir yola başvurmak sahih değildir.

Bu kaide, hem anlamlarda, hem lafızlarda ve hem de üsluplarda geçerlidir. Örnek: Araplar ötedenberi, anlamları korumak şartıyla la­fızlara değiştirilemez metinler gözüyle bakmazlar. Bazen de lafızların korunmasına özen gösterirler. Bu durumda iki tutumdan biri kesin olarak onlarca benimsenmiş değildir. Aksine bazen bu iki tutumdan birini, bazen de diğerini benimser bir tavır sergilemişlerdir. Bu tutum onların dillerini ve dilin düzenliliğim zedeleyici değildir.

Bu Tezin Delilleri:
1) Arap edebiyatının pek çok yerinde bidüziyelik arzeden kural­ların gereklerinden çıkılmış olması, nesir olan ifadelerde ihtiyaç olma­dığı halde, manzum olan metinlerde başvurulan hususiyetlerin kulla-
Kaldı ki, Arapların daha önceden Tabiat Târihi adı verilen canlıların ha­yatını konu edinen ilimle uğraştıklarına dair bize herhangi bir nakilde bulu­nulmamış, bu ilimle uğraşan bir kimsenin olduğu nakSedilmemiştir. (Müellif burada Arap dediği zaman Hz. Peygamber devrinde yaşayan Arapları kas-detmektedir. Bu nokta unutulmamalıdır.) Bu durumda müellifin görüşüne göre, Nahl sûresinde bulunan sütün ve balın oluşumu ve bunların yaratılışı sırasındaki Ranbinıizin ortaya koyduğu acaiblikler ile ilgili âyetleri (16/66-67) anlamak için arının ve süt veren hayvanların büny e veyaşantıl arım konu edinen ilimlerden yararlanmamız caiz değildir. Halbuki, pek çok âyetin biti­minde "Bunda düşünen yahut, akıl eden kavimler için âyetler vardır" şeklin­de belirtilen ibret alma ve dikkat çekilen hususlardan kendisine bir pay çı­karma amacının gerçekleşebilmesi için, meselâ burada balın ve sütün nasıl vücuda geldiğinin iyice bilinmesi gerekecektir. Aksi takdirde amaca tam ola­rak uiaşm ak zordur. Bu ise arımıı ve süt veren canlının hayatını konu edinen ilimle mümkündür. Keza bal hakkında "Onda insanlar için şifa vardır" âyetinin de tam olarak anlaşılabilmesi için, balın kimyasal analizinin ve hangi türden hastalıklara nasıl şifa olduğunun, hangi tür hastalıklara da aksine zararlı bulunduğunun bilinmesi gerekecek ve buna göre âyetteki "nâs = insanlar" kelimesinin başındaki el takısının (ön ek) cins için mi, ya da umûm için mi olduğu anlaşılacaktır. İşte böyle. Vakıa Allah'ın kitabı sade­ce Araplar için değil bütün insanlar için konulmuştur ve herkes ondan ken­di kabiliyet ve ihtiyacı ölçüsünde alır. Aksi takdirde bütün Arapların kitabı anlama konusunda birbirleriyle eşit olmaları gerekirdi. Halbuki durum hiç de öyle değildir.kullanılmasi,[142] meramı ifadede daha uygun olan yolların terkedilmesi. Bu tür tasarruflar Arap dilinde az değildir ve bunlar dil bakımından zayıf da kabul edilmemektedir. Aksine, asıl kurallar gereği olan kullanış şe­killeri daha çok olsa da, bunlar da çoktur ve güçlü kullanış şekilleridir.
2) Arap dilinin bir özelliği olarak, ifade edilmek istenen anlam bozulmuyor s a, bazı lafızlar kullanılarak onların müteradiflerinden ve yakın anlamlılarından müstağni olunur. Bu konuda Kur'ân'm, hepsi de yeterli ve eksiksiz olan yedi harf (ahruf-ı seb'a)[143] üzere inmiş ol­ması bizim için yeterli bir delildir. Bu mânâda hadislerde ve Kur'ânı iyi bilen selefin sözlerinde çok örnek vardır. Kıraat imamları, kendile­rince sahih olan ve Mushaf hattına uygun düşen kıraat rivayetleriyle amel edegelmişlerdir ve bu rivayetleriyle onlar hiç kuşkusuz ve üm­met içerisinde tartışmasız Kur'ân okuyucularıdır, Her ne kadar ilk ba­kışta bu kıraatler arasında anlam bakımından farklılıklar var gibi gö­zükse de, bunun bir zararı yoktur. Çünkü bu durumlarda kelâm, baş­tan sona bir anlam bütünlüğü içerisindedir ve hitaptan gözetilen amaç itibarıyla  arada  bir farklılık bulunmamaktadır.   Meselâ,   Fatiha süresindeki kelimesinin okunması;  âyetinin[144] şeklinde okunması; âyetinin[145] şeklinde okunması gibi. Bunun pek çok örnekleri vardır ve bunların bir zararı da yoktur. Çünkü bunların hepsi, hitaptan ne kastedildiğinin anlaşılması konu­sunda birbirleriyle aynıdırlar ve aralarında bir farklılık yoktur. Dilde bu tür tasarruflarda bulunmak Arapların âdeti idi.

İbn Cinnî, İsa b. Ömer'den bir başkasından da nakledilmiştir şöyle nakleder: Zü'r-Rümme'yi şu şiiri okurken işittim:
Bunun üzerine ona: Bu şiiri daha önce bana şek­linde okumuştun?!" dedim. O: aynıdır, diyecevapverdi.[146]Dikkat edilecek olursa, Zü'r-Rümme, beytin anlamı her iki şekle göre de doğru olduğu için bu iki kelime arasındaki farka aldırmamış­tır. Ebu'l-Abbâs el-Ahval rivayetinde ise:ve aynıdır, demiştir. Tabiî bu aynılık, kelimenin lügat anlamı itibarıyla değil, sözden gözetilen amacı ifade açısındandır.[147]

Ahmed b. Yahya da şöyle anlatır: İbnu'l-Arâbî bana şu şiiri oku­du:              
Adamlarından biri: Böyle değil. Bize daha önce şeklinde okumuştun" dedi. Bunun üzerine İbnu'l-AVâbî: "Sübhanal-lah! Şu kadar zamandır bizimle kalıyor da ilekelime­lerinin aynı olduğunu bilmiyor!" diye cevap verdi.[148]

Arap şiirleri farklı rivayetlerde farklı şekillerde, birbirinden ayrı lafızlarla gelmiştir. Bütün bunlar, Arapların meramlarını ifadede özel olarak tek ve katı bir şekle bağlı kalmadıklarını, bir kelimenin müte­radifi ya da ona yakın başka bir kelime kullanıldığı zaman bunu bir ayıp ya da kelamda zaaf saymadıklarını gösterir. Ancak başka türlüsü olmayacak yerler bundan bir istisna teşkil eder. Sonuç olarak diyebili­riz ki, bu konuda Araplarca uygulanagelen tavır, çoğunlukla müsa­maha şeklidir.
3) Araplar, lafzın bazı hükümlerini genelde dikkate alsalar da kısmen ihmal ederler. Meselâ, merfu bitişik zamir üzerine yapılacak atfı mutlak surette hoş bulmazlar ve bu zamirin gizli olanı ile lafzı açık olanı arasında bir ayırım yapmazlar.demeyi hoş görme­dikleri gibi, demeyi de hoş görmezler. Ridfde[149] herhangi bir yadırgama göstermeden kelimesi ile kelime­sini bir araya getirebilirler. Halbuki, kelimesi med bakı­mından daha güçlüdür. Tamamen farklı olmalarına rağmen keza  kelimesiyle kelimesini  de  bir  araya  getirirler.

Beytin anlamı şöyle:"Odunun kurusuyla/sertiyle ateşi destekle, ona karşı saba rüzgarından yararlan ve eüerini ona karşı bir siper et."Nazarî olarak ele alındığında bu ve benzeri lafızların gereği olan pek ince hükümler vardır ki, Araplar bunlara pek dikkat etmezler ve onla­rı ihmal ederler. Tabiî bütün bunlar, onların kullanılacak kelimeleri seçmede aşırı bir titizlik göstermemeleri ve müsamahakâr olmalarının bir neticesinden başka bir şey değildir.
4) Arap dil otoritelerine göre övgüye değer olan Arap edebiyatı ör­nekleri, tabiî olan ve yapmacıktan, tekellüften uzak bulunan metin­lerdir. Bu yüzdendir ki, eğer şâir şiirleri üzerinde sonradan çalışır ve kullandığa kelimeleri ayıklamaya tâbi tutarsa, onun şiirinin örnek alı­nıp alınmayacağı konusunda ihtilâf edilmiştir. Asmaî şâir Hutay'a'yı ayıplardı ve gerekçe olarak da şöyle derdi: "Onun bütün şiirlerini pürüzsüz, güzel buldum. Bu da beni, onun şiirleri üzerinde sonradan çalıştığı ve kullandığı kelimeleri ayıklamaya tâbi tuttuğu neticesine götürdü, Yaratılıştan şâir olan kimse böyle olmaz. Anadan doğma şâir dediğin, iyisiyle kötüsüyle sözü geldiği gibi söyler; ne diyeceği nasıl söyleyeceği üzerinde düşünmez." Onun bu sözü dilcilerce bir metot ve açık bir yol olarak benimsenmiştir. Kısaca demek gerekirse, bu konu­ya ışık tutacak deliller pek çoktur. Arap diliyle uğraşan kimseler bu konuda yeterli bilgiye sahip olacaklardır.
Durum bu şekilde olunca, Allah'ın Kitabı ve Rasûlü'nün sünneti üzerinde söz edecek kimselerin tekellüfe, girerek, Arap dilinin hususiyetlerini aşan anlamlar çıkarmaya çalışmaları doğru olmaya­caktır. Onların yapacağı şey, Arapların önem verip özen gösterdiği hu­suslarla ilgilenmek ve onların durduğu yerde durmak, sınırı aşmamak olacaktır.[150]
Üçüncü kaide: Sözü doğru anlama ve ona doğru anlam ve­rebilme için verilecek anlamların bütün Araplarca anlaşılabi­lir olması gerekecektir. Söze gerek lafız ve gerekse anlam bakımın­dan Arapların tümü tarafından anlaşılamayan mânâlar yüklemek gi­bi bir zorlamaya gitmek caiz değildir. Çünkü bütün insanlar anlayışta ki teklif bunun üzerine gelmektedir aynı seviyede değillerdir, bir­birlerine yakın da değillerdir. Bütün insanlar ancak müşterek olan hususlarda birbirlerine yaklaşırlar. İnsanların dünyadaki maslahat­ları da işte bu yolla gerçekleşir. Onlar fümmî Araplar) hiçbir zaman ne sözlerinde ne de işlerinde derine dalmaz, külfete girmezlerdi. Ancak maksadın ihlâl edilmemesi ölçüsünde titizlik gösterirlerdi. Bunun ya­nında özel bazı durumları yine belirli insanlar için kasdettikleri olur­du. Bunlar gizli kinayeler, uzak rumuzlar gibi çoğunluğa gizli kalan, fakat kasdedilen kimse tarafından anlaşılan şeylerdi. Bunların dışın­da konuşulan söz, yapılan iş herkes tarafından anlaşılacak bir şekil ve tarzda idi. Eğer bu kaideye riâyet edilmezse, o takdirde Araplarca bili­nen hususlar dışına çıkılmış olacaktır.Aynı şekilde Kitap ve sünnetin de bu şekilde anlaşılması gereke­cektir. Onlara verilecek anlamlar bütün Araplarca anlaşılabilen mânâlar olacaktır. Bu yüzdendir ki Kur'ân yedi harf (ahruf-ı seb'a)[151] üzerine indirilmiş ve böylece bütün lehçeler onda birleşmiş ve dolayı­sıyla bütün kabilelerin onu anlaması temin edilmiştir.Yükümlü kılma (teklif) esası da bu kaide dışına çıkamaz. Çünkü ne zayıf güçlü gibi, ne küçük büyük gibi, ne de kadın erkek gibidir. Bunlardan her birinin geçerli olan âdet-i ilâhîye içerisinde varabile­cekleri son bir sınır vardır. Bununla birlikte teklif getirilirken bunla­rın hepsinin müştereken güç yetirebileçekleri bir seviye esas alınır ve artık üzerlerine konulan bu yükümlülüklerle getirilen delliller, güzel öğütler vb. yollarla ilzam edilirler. Eğer Allah dileseydi onları takat üstü yükümlülüklerle mesul tutar, herhangi bir ikna edici delil de ge­tirmez, nasihat ya da hatırlatmada da bulunmazdı; anlayamadıkları şeyi anlamakla yükümlü tutar, bilemeyecekleri şeyin bilgisini isterdi. Onun üzerine hiçbir kimsenin kısıtlılık getirmesi mümkün değildir. Çünkü her şeyin Mâliki olan Allah'ın hücceti her zaman için vardır: "Üstün delil Allah'ın delilidir[152]âyeti bunu söyler. Ancak Yüce Allah böyle yapmamış, onlara bildikleri yol ve şekillerle hitap etmiş, onlara güçleri yetebilecek olan şeyleri yüklemiş, bunu yaparken de içlerinde­ki eğrilikleri düzeltecek, zaaflarını ortadan kaldıracak, azim ve sebat­larını artıracak metotlar kullanmıştır: Bu zümreden olmak üzere on­lara hitap ederken bazen korkutucu bazen de müjdeleyici üslup kul­lanmış, bazen güzel mevizeler (kıssalar) anlatmak ve böylece ruhları­nı okşamak istemiş; geçmiş milletlerin yaşantılarını anlatmış ve onlar üzerindeki sünnet-i ilâhînin tecellîsini açıklamış, daha başka üslûp­lar kullanmıştır. Böylece onların, eskilerin durumunu öğrenmek suretiyle bu tür yükümlülüklerle sadece kendilerinin yükümlü tutul­madığını, bu yükümlülüklerle herkesin mesul tutulduğunu anlamala­rını ve bu yüzden bir sıkıntı duymamalarını[153] istemiş; hatta geçmiş milletlere nisbetle yükümlülüklerinin azaltıldığını, ancak tahammü­lüne güçlerinin yettiği konularda onlarla müşterek olduklarını, fazilet ve sevaplarının ise katlandığı belirtmiştir. Allah her şeyi bilen ve her şeyi yerli yerince yapandır.
Tirmizî'nin, sahihliğini de beyan ederek eserine aldığı bir hadis şöyledir: Übey b. Ka'b anlatır: Rasûlullah Cibril ile karşı­laştı. Ona: "Ey Cibril! Ben ümmî bir ümmete gönderildim; onlar içeri­sinde koca karılar, yaşlı erkekler, çocuklar, cariyeler, hayatında hiç bir kitap okumamış insanlar var" dedi. Cibril: "Ey Muhammedi Kur'ân yedi harf üzerine indirilmiştir" diye cevap verdi.[154]

Sözün özü; bu konuda yapılması gereken şey, şeriatı anlamaya çalışırken ona ümmî Araplarca anlaşılabilecek anlamlar verilmesi ve dilin müşterekliğinin korunması olacak; ona çoğunluğun anlamadığı anlamlar yüklenmeye kalkışılmayac aktır.
Dördüncü kaide: Hitapta anlamlara önem verilmesi, en Önemli amaçtır. Çünkü Araplar anlamlara önem veriyorlar, lafızları sadece anlamlar için kalıplara döküyorlardı. Bu kaide Arap diliyle uğ­raşanlar için bilinen bir husustur. Lafız, amaçlanan mânânın ortaya konulması için sadece bir araçtır; sözden asıl amaç mânâdır. Sonra her mânâ da değil, amaç olan terkîbî (cümlenin bütünlüğü içerisindeki) mânâdır. Çünkü, eğer terkîbî mânâ anlaşıhyorsa kelimelerin yalnız başlarına sözlük anlamları pek önemli olmayabilir. Nitekim —daha önce   de   geçtiği  gibi Zü'r-Rümme okuduğu bir şiirde, geçenkelimesi yerine okunmasına amaçlanan mânâ her iki durumda da ortaya çıktığı için hiç aldırış etmemiştir.Konuya delâlet etmek üzere bundan daha açık bir örnek Hz. Ömer'in tavrıyla ilgilidir. Sahîh-i Buhârî fşartı) üzerine tahric edilen ve Câmiu'l-İsmâîlî'de yer alanhadise göre E ne s b. Mâlik şöyle anla­tır: Bir defasında Hz. Ömer âyetini[155] okur ve: nedir?" diye sorar. Sonra vazgeçer ve: "Bize tekellüf ve derine dalma yasaklanmıştır" der. Yine onun, Kur'ân'da yer alan "mürselât," "âsıfât" vb. kelimeler hakkında sık sık soru sorduğu için Dabfı tartak­ladığı meşhurdur.Bütün bunlardan anlaşılan odur ki, Hz. Ömer terkîbî mânâ genel hatlarıyla anlaşılıyorken ve bu kelimeler üzerine herhangi bir teklîfî hüküm de gerekmiyorken, bunların üzerine düşüp onlarla meşgul ol­mayı ve daha Önemli olan şeyleri terketmeyi bir nevi tekellüf saymış­tır. Bu anlayışın şeriatta sahih bir dayanağı da bulunmaktadır: Yüce Allah bu anlayışa: "Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevir­meniz iyi olmak demek değildir. Lâkin iyi olan Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitâb'a, peygamberlere inanan, O'nun sevgisiyle, yakınla­rına, yetimlere, düşkünlere... mal verendir.[156] âyetinde işaret etmiş­tir. Ama böyle değil de, terkîbî mânânın anlaşılması lafızların sözlük anlamlarının anlaşılmasına bağlı olsa, o zaman onu öğrenmek için gösterilecek çaba bir tekellüf sayılmayacak, aksine zarurî olacaktır. Nitekim yine aynı Hz. Ömer'den şöyle bir rivayet bulunmaktadır: 

Hz. Ömer, kendisi minberde iken:  âyetindeki  kelimesini hazır olanlara sormuş ve Hüzeyl kabilesine mensup bir adam kalkarak, bu kelimenin kendi dillerinde yani azar azar nok s anlaştırmak manasına geldiğini söylemiş ve Örnek vermek üzere de şu beyti okumuştur:

"Keser, yay yapılan ağacıKân! nasıl yontar,

Semer de ondan kıvırcık tüylü hörgüçü aldı azar azar."

Bunun üzerine Hz.Ömer: "Ey insanlar! Câhiliyye devri şiirlerini­zi toplamaya bakınız; çünkü onda Kitâb'mızm tefsiri bulunmaktadır" demiştir.

Bu iki haber arasında bir çelişki yoktur. Çünkü burada âyetin mânâsının anlaşılması, sorduğu kelimenin anlamının bilinmesine bağlıdır. Birinci olayda ise durum böyle değildir.

Durum böyle olduğuna göre, yapılması gereken şey, ilâhî kelâmın mânâsını anlamaya Özen göstermektir; çünkü sözden gözeti­len amaç mânâ olmaktadır. Daha başlangıçta hitap mânâ üzerine ku­rulmuştur. Kitap ve sünnet üzerinde çalışan birçok kimseler, bu nok­tadan habersiz olmakta; hiç uygun olmadık yollarla onlardan anlam­lar ve sırlar çıkarılmaya çalışılmaktadır. Tabiî bu durumda, ona ulaş­mak isteyen kimseye mânâlar açılmayacak, Arapların maksatlarına vâkıf olmayan araştırmacılara anlamlar gizli kalacaktır. Bu durumda, bu gibilerin çabaları boşa gidecek, yanlış yolda güçlerini tüketmiş olacaklardır. Bu tür durumlara düşmekten rahmetiyle koruyucu olan Allah'tır.

Beşinci kaide: Hem itikadı hem de amelî mükellefiyetle­rin, ümmî bir insanın kavrayabileceği bir düzeyde olması ge­rekir ki, mükellef onun hükmü altına girebilsin.

İtikadı (inançlarla ilgili) yükümlülükler, kavranması kolay, akla yatkın olmalıdır. Öyle ki, keskin zekalı olsun, kalın kafalı olsun herkes tarafından anlaşılabilir düzeyde olmak durumundadır. Çünkü, eğer sadece üstün vasıflı insanlar tarafından kavranabilecek düzeyde ol­saydı, o durumda şeriat ne genel olurdu ne de ümmî. Halbuki, daha ön­ce şeriatın genel ve ümmî olduğu ortaya konmuştu. Şu halde, şeriatın öğrenilmesini ve inanılmasını isteyerek getireceği itikâdî yükümlü­lüklerin de mutlaka kolay anlaşılır olması gerekecektir.
Eğer şeriatın getireceği itikâdî yükümlülükler, belirttiğimiz şe­kilde olmazsa, o zaman büyük çoğunluğa nisbetle takat üstü yüküm­lülük gibi bir netice lâzım gelir. Halbuki, usûl ilminde de belirtildiği gi­bi, şeriatta böyle bir yükümlülük mevcut değildir. Bu noktadan hare­ketledir ki, şeriat Rabbânî konuları açıklarken anlaşılabilecek bir ifade ve üslup kullanmış, herkesçe anlaşılamayacak konuları bırakmış, isim ve sıfatların gerekleriyle tarife çalışmış, (Allah'ın zâtı üzerinde değil) mahlûkât üzerinde düşünülmesine teşvikte bulunmuş ve ben­zeri tavırlar göstermiştir. Bunun dışında işin karıştırılmasına sebep olabilecek konuları da "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur"[157] şeklindeki genel bir tenzih kaidesine havale etmiştir. Akılların kavrayamayaca-ğı konuları gündeme getirmemiş, onlar hakkında sükût geçmiştir. Evet, genel olarak anlayışların farklı olduğu inkâr edilemez. Ancak bi­zim burada sözünü ettiğimiz husus, yükümlü tutulan miktarlarla ilgi­lidir.

Bu konuya ışık tutacak bir diğer delil de şudur: Sahabenin Al­lah onlardan razı olsun bu tür konulara daldıklarına dair bize her­hangi bir bilgi ulaşmamıştır. Dolayısıyla bu konulara dalanlara, tekel-lüfe girenlere tutunabileçekleri bir asıl olacak onlardan gelen hiçbir şey yoktur. Bizzat şeriatın sahibi Hz. Muhammed'den de bu konuda hiçbir şey gelmemiştir. Sahabe neslinden sonra gelen tabiîn de, aynen onların yolunu tutmuşlardır. Aksine Hz. Peygamber'den ve ashâbtan bu konuda bize ulaşan haberler, bu tür meselelere dalınma­ması ve onlardan uzak durulması doğrultusundadır. Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: 'İnsanlar münakaşa edip duracaklar ve birbirlerine:
'Allah, her şeyin yaratıcısıdır. Peki, Allah'ı kim yarattı?' diye soracak­lar[158] Fazla soru sormak, faydası dokunmayacak hususlarda fmâlâyanî) tekellüfe girmek hem itikâdî konularda hem de amelî ko­nularda genel olarak yasaklanmıştır. İmam Mâlik, önceki nesillerin, pratik bir değeri olmayan konularda söz etmekten hoşlanmadıklarım bildirmiştir. İmam Mâlik'in burada kastettiği şey, akılla kavranıla-mayacak olan ve hakkında vahyin sükût geçtiği konular ya da nadir de olsa müteşâbihâttan olup da tenzih âyetine havale edilen konular ol­maktadır.

Buna göre, bu gibi konularda araştırma yapmak, çoğunluk insan­ların anlayamayacağı neticeler çıkarmaya çalışmak, ümmî İslâm şeriatının konuluşunun ruh ve gereklerinden uzaklaşmak olur. Allah bilir ya, nefisler, kendilerinden istenilmeyen şeyi öğrenmek için gemi azıya almakta ve sonunda da kaçınılmaz olan karanlıklar içerisine düşmektedir. Şâir ne güzel demiştir:

'Aklın melekeleri vardır, koşturur bir yere kadar, Aştı mı o sınırı, artık yalpalamalar başlar."

Fırka ve mezheplerin tamamı ya da büyük çoğunluğu, işte hep bu tür insanların üstlerine elzem olmayan hususlara dalmaları sonucun­da ortaya çıkmıştır.
Amelî konulara (ibâdetler, muameleler vb.) gelince; bu konular­da ümmîliğe riâyet prensibi sonucu olmak üzere, yükümlülükler her­kesçe belirgin ve açık olan şeylere bağlanmış, kesin isabet istenmemiş işlerin yaklaşık olarak yerine getirilmesi ile yetinilmiştir. Meselâ, na­maz vakitleri herkesçe gözlenebilen gölge boyu, fecrin doğuşu, güneşin doğuş ve batışı, şafakın batışı gibi hissî olaylara bağlanmıştır. Aynı şe­kilde oruç hakkındaki: "Beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırdedilince-ye kadar yiyin, için,[159] âyetindeki beyaz iplik ve siyah iplik kelimele­rini hakikat anlamında anlayanlar olunca, "Tan yerinde" kaydı getiri­lerek ilâhî maksadın herkes tarafından anlaşılması sağlanmıştır. Ha­diste de hep ümmî açıklamalar getirilmiştir. Meselâ: "Gece şuradan yönelmeye, gündüz de şuradan uzaklaşmaya haşladığında, güneş de battığında oruçlunun iftar vakti girmiş demektir[160] "Biz ümmi bir ümmetiz; hesap kitap bilmeyiz. (Elleriyle işaret ederek) Ay böyle ve böyledir[161] "Hilâli görmedikçe oruca başlamayın. Onu görmedikçe bayram dayapmayın. Eğer hava bulutlu olur (da hilali göremezdeniz) o zaman sayıyı (Ramazan ayını) otuza tamamlayın[162] hadislerini örnek olarak alabiliriz. Allah bizden, gerek namaz ve gerekse oruç için, güneşin hilalle birlikte ajan konaklarındaki seyri hesabını esas alma­mızı istememiştir. Çünkü bu Araplarca bilinmeyen şeylerdendi, onla­rın sahip oldukları ilimler arasında böyle bir ilim yoktu; üstelik böyle bir hesap ilmini esas alma ince bir işti ve ona ulaşma zordu. Bu yüzden Allah ona itibar etmedi ve bizim hakkımızda zann-ı galibi yakîn yani kesin bilgi mesabesinde kabul etti. Yine Yüce Allah cahili mazur gördü ve ondan günahı kaldırdı; hatayı bağışladı, buna benzer çoğunluk in­sanların müşterek oldukları daha pek çok noktayı hep dikkate aldı. Bu durumda, şeriatta belirlenen sınırlardan çıkmak, onun getirdiği ve is­tediği şeylerin Ötesinde daha başka şeyler aramaya kalkışmak doğru değildir; böyle bir tavır doğru yoldan sapmaya götürecek, ayakların kaymasına sebep olacaktır.
İtiraz: Burada şöyle bir soru akla gelebilir:[163]Sizin bu dedikleri­niz, önceki nesillerden onların bize ulaşan tavırlarına aykırıdır. Çün­kü onlar hükümlere ulaşmak için ince tetkiklerde bulunmuşlar; şüp­helerden uzaklaşmak, riya ve insanlar için yapmacık hareketlerden kaçınmak, helake götürecek hususlardan uzaklaşmak için aşırı çaba göstermişlerdir. Halbuki bu konular çoğunluk insanların anlayama­yacağı, ancak seçkin insanlar tarafından kavranılabilecek hususlar­dır. Onlarca çok büyük sayılan bazı şeyler vardı ki, çoğunluk insanla­rın onları anlaması mümkün değildi. Yine, eğer durum sizin dediğiniz gibi olsaydı, o durumda âlimlerin diğer insanlara karşı bir meziyetleri olmazdı. Sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen nesiller içerisinde seçkin bir zümre, bir de bunların yanında geniş bir halk kitlesi vardı. Bu seçkin zümrenin şeriattan anladıkları mânâ elbetteki sıradan halk kitlelerinin anladığı mânâdan farklı idi. Gerçi herkes Araptı ve hepsi de üm mî bir ümmetti; ama anlayışlar farklıydı. Zamanımıza kadar ge­len diğer asırlarda da durum hep aynı olmuştur. Bunu sizin dedikleri­nizle nasıl izah edeceğiz? Hem sonra şeriat bütün Araplarca anlaşıla­bilecek hususlar içerdiği gibi, sadece âlimler tarafından anlaşılabile­cek keza, Allah'tan başka hiç kimse tarafından anlaşılamayacak şey­ler de ki bunlar müteşâbihât[164] olmaktadır içermektedir. Buna gö­re şeriatın içeriğini: (a) Mutlak surette anlaşılabilenler, (b) Mutlak surette anlaşılamayanlar, (c) Sadece bazıları tarafından anlaşılabi­lenler, olmak üzere üç kısımda toplamak mümkündür. Bu durumda, onun içeriğinin sadece çoğunluk insanlar tarafından anlaşılabilecek olan hususların olduğu şeklindeki iddianız nerede kaldı?
Cevap: Müteşâbihât konusunun bizim burada işlediğimiz ko­nuyla ilgisi yoktur. Çünkü onlar ya Şâri'in anlaşılması için hiçbir kim­seye kapı aralamadığı ve tenzih âyetine havale edilmesini istediği Rabbani durumlarla ilgilidir, ya da hükümleri birbirleriyle tearuz (çe­lişki ) arzeden serî kaidelerden kaynaklanan durumlarla ilgilidir.[165] Bu ise konumuzu teşkil eden ve herkes için genel olan bir durum üzerine kurulmuş özel bir husustur. İtirazlara çeşitli açılardan cevap vermek " de mümkündür: (1)
Bunlar izâfı konulardır ve geçen delillerden de anlaşılacağı üzere ilk plânda bunlarla kullukta bulunulması istenilmemiştir. Bunlar, şeriat ilminde derinleşen, teklifi hükümler üzerinde çalışan ve kendi­sinden bir açıdan ümmîlik vasfı kalkacak şekilde serî nassları anla­mada çoğunluk insanlarda bulunmayan bir anlayış gücüne sahip bu­lunan insanlara arzedilir. Bunların (kendilerince) açık olan nasslar üzerinde tetkikte bulunmaları, kendi derecelerine ulaşamayan diğer insanlara nisbetle yapılan tetkik gibi olur. Neticede, böyle kimselerin anladıkları şeye olan nisbet, sıradan bir kimsenin anladığı şeyenisbet olur. Nisbet korununca da, daha önce geçenlerle soruda sorulanlar  arasında bir çelişki olmadığı anlaşılır.[166] (2)

Yüce Allah şeriatla yükümlü kimseleri çeşitli mertebelerde ya­ratmıştır, bunların hepsi aynı düzeyde değillerdir. Bir kısmını diğerle­rinden daha üstün kılmıştır. Nitekim dünya yaşantısında da durum aynıdır. Şerîatı anlamada daha üstün anlayışa sahip olan kimse, böyle olmayan gibi değildir; ancak hepsi de müşterek bir durum üzere yürü­mektedirler.Bu konuda kişilerin sahip oldukları hususiyetler, Allah tarafın­dan kendilerine yapılan hediyelerdir ve onları müştereklik hükmün­den dışarı çıkarmazlar; aksine onlar da diğerleri gibi onun içine girer­ler. Şu kadar ki onlar, bizzat bu müşterek olan konuda diğerlerinde bulunmayan bir fazlalıkla ayrıcalık gösterirler. Onların anlayış bakı­mından diğerlerinden ayrıcalık göstermeleri, onları müştereklik hük­münden dışarı çıkarmaz. Çünkü bu fazlalık, esasta müşterek olan bir durumla ilgilidir.
Bunu bir örnekle açıklayalım: Vera' (takva) genel olarak herkes­ten istenilmektedir. Bununla birlikte vera'ın bir kısmı vardır ki, apa­çık haram, ya da apaçık mekruh gibi, herkesçe ayan-beyan şeylerden sakınmakla olur. Bir kısmı da vardır ki, herkes tarafından açıkça bi­linmez; fakat belirli bir zümre için bunlar da açıktır ve sakınılması ge­rekir. Şimdi bu durumda ikinci türden olan vera' ehli, genel anlamda birinci zümre içerisine de dâhil bulunmaktadır; bununla birlikte bun­lar, birinci kısımda olanların açık görmediği için kaçınmadığı bazı şey­lerden kaçınmak suretiyle onlardan ayrıcalık göstermişlerdir. Çünkü bunlar, sözkonusu şeyin açık olması durumunda emin olarak; çok ince olması durumunda da emin olmayarak onun da sakınılması gereken şeylerden olduğuna tanık olmaktadırlar. Seçkin zümrenin sıradan in­sanlardan ayrıcalıklı olduğu diğer meseleler de aynı şekilde bu kuraİm dışına çıkmaz. Böylece herkesin çoğunluk tarafından anlaşılabilen müşterek bir durum üzere [167]yürümekte oldukları ortaya çıkmış oldu. (3)
Şeriatta farklılık bulunan hususlar, çoğu kez sadece mutlak olan ve belirli bir sınır konulmayan, aksine mükellefin değerlendirmesine bırakılan konularda bulunur.[168]Bu durumda her mükellef kendi kav­rayış ve değerlendirmesine göre sorumlu olur. Mesela, birisi böyle bir durumda şunu anlar, o onunla sorumlu olur; bir ikincisi onun anlayı­şından daha ileri gider, o da onunla sorumlu olur. Öbür taraftan mü­kellefin, altına girdiği yükümlülüğe göstereceği sabır ve metanet ölçü­sünde de farklılık ortaya çıkar. Herkes güç yetirebileceği mertebeden sorumlu olur. Güç yetiremeyeceği mertebede olan bir durumla sorum­lu tutulmaz. Daha önce arzedilenlere muhalif olduğu sanılan hususlar işte bu noktadan kaynaklanmaktadır. Allah en iyisini bilir.
Bizzat bu nokta göz Önüne alındığı içindir ki, amelî konularda hükümler, mükellefleri meşakkate düşürmeyecek ve bu yüzden onları usandırmayacak tarzda, dünya hayatını düzenli bir şekilde yürütme­sini ve çıkarlarını kollamasını sağlayan âdetlerini ortadan kaldırma­yacak biçimde konulmuştur. Şöyle ki: Ümmî olup ne şeriattan ne de aklî hükümlerden hiçbir şeyle uğraşmayan bir kimse, öteden beri alış­kın olduğu âdetlerinden bir anda soyutlanırsa, elbette ki onun kalbi kendisini bu duruma sokan şeyden sıkıntı duyacaktır. Daha önceden bu gibi şeylerden haberdâr olan kimseler ise böyle değildir. İşte bu nokta gözönünde tutularak Kur'ân yirmi (küsur) senede parça parça indirilmiş, yükümlülük getiren hükümler azar azar gelmiş; bir anda ve toptan gelmemiştir (Tedrîcîîik prensibi[169]). Bu, kalplerin bir anda şeriattan soğuyup ondan yüz çevirmemesini sağlamak için yapılmış­tır.
Rivayet olunduğuna göre Ömer b. Abdulaziz'e, oğlu Abdulme-lik[170] şöyle der: "Sana ne oluyor dahükümleri (umur) uygulamıyor sun.Allah'a yemin ederim ki, hak yolda beni de, seni de kazanlarda kay-natsalar, zerre kadar aldırmam!" Ömer ona:
"Acele etme yavrum, Allah içkiyi Kur'ân'da iki defa kötüledi, üçüncüde haram etti.[171]Ben hakkı toptan insanların üzerine yükledi­ğim zaman, onların da toptan onu reddetmelerinden ve bundan fitne kopmasından korkuyorum" diye karşılık vermiştir.

Bu doğru bir mânâdır ve insanların yapageİçtikleri incelendiğin­de buna itibar ettikleri ortaya çıkacaktır. Uygulanan tedrîcîîik meto­du hem insanların maslahatlarını daha iyi bir şekilde ortaya koymuş, hem de ısmdıra ısındıra daha tesirli olmuştur. Hükümlerin çoğu mey­dana gelen sebepler üzerine gelmiştir. Hükümlerin olaylara paralel olarak inmesi ve şeriatın bu şekilde yavaş yavaş parça parça oluşması insanlar üzerinde hem daha tesirli olmuş ve hem de onların kabulleri­ni kolaylaştırmıştır. Çünkü şeriat böyle geldiğinde, inen her hüküm için, bir önce gelen (ve ona bir ön hazırlık durumunda olan} hüküm ar­tık yerleşmiş ve mükellefin daha önce yükümlülükten ve onun bilgi­sinden haberi olmayan nefsi ona alışmış oluyordu. Dolayısıyla her hü­küm indikçe, o bir sonraki için alt}'apı oluşturduğu için ikinci, üçüncü, dördüncü... hükümlerin kabulü gittikçe kolaylaşıyordu.

Yine bu yüzdendir ki, ilk muhatap olan Arapların başlangıçta, bu şeriatın ataları olan İbrahim'in şeriatı olduğu telkini ile aynen çocu­ğun işe, baba mesleği diye ı sındırılması gibi ona ünsiyet peyda etme-
leri teinin edilmek istenmiştir: "Babanız İbrahim'in şeriatı..[172] "Şimdi ey Muhammedi Sana, 'Doğruya yönelen (hanîfj, puta tapan­lardan olmayan İbrahim'in dinine uy'diye vahyettik[173]"Doğrusu îb-rahime en yakın olanlar, ona uyanlar, bu peygamber Muhammed ve inananlardır [174]ve benzeri âyetler [175]bu doğrultuda inmiştir.
Eğer tedrîcîlik prensibine uyulmasa da, Kur'ân bir defada top­tan indirilseydi, o zaman mükellef üzerine yükümlülük getiren hü­kümler bir anda çoğalacak ve insanlar bir ya da iki hükmü kabul eder, onlara boyun eğer gibi onların tamamım kabul edemeyecekti. Hadiste "Hayır âdettir"[176]buyrulmuştur. İnsan, hayır işlerden birini kendisi­ne itiyat haline getirdi mi, kalbinde onun sayesinde bir nur oluşur ve kalbi ona açılır. O şeyle ikinci defa karşı karşıya kaldığı zaman, nefsin­de ona karşı bir kabul duygusu bulunur. Yüce Allah'ın tâat ehli hak-195] kındaki âdeti böyledir. Nefiste yer eden bir başka âdet daha vardır: Nefis, daha önceden kendince alışkın bulunduğu bir fiilin türünden olan başka bir fiili kabule daha yatkındır. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber bunun (yani tedrîcilik, kolaylaştırma ve sevdir­me metodunun) zıddı olan şeylerden hoşlanmaz, ona uygun olan şeyle­ri severdi; yumuşaklığı sever, sertlikten hoşlanmazdı, derine dalmayı, tekellüfü, kaldırılamayacak yüklerin altına girilmesini yasaklardı. Çünkü bu tavır, nefislerce kabule daha yatkın ve çoğunluk insanlar için teşride uygulanacak daha kolay bir yoldu. [177]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..