On Beşinci Mesele:


Geçerli olan âdetlerin şer'an dikkate alınması zarurîdir. Bunla­rın aslında şer'î zaruretler olup olmamaları farketmez. Yani ister şer'î delillerle emredilmek veya yasaklanmak ya da tercihe bırakılmak su­retiyle ortaya konulmuş olsunlar, ister olmasınlar durum değişmez. Delil ile ortaya konulmuş olanların durumu açıktır. Delil ile konulma­mış olanlara gelince, onları dikkate almaksızın yükümlülüğün ikâmesi mümkün değildir, Meselâ Öteden beri âdet olduğu üzere zecrî (köklü) tedbirler suç işlemekten el çekmenin sebebidir.[393] Nitekim âyette: "Kısasta sizin için hayat vardır"[394]buyruîmuştur. Eğer bu âdet şer'an dikkate alınmasaydi kısas kesinlik kazanmaz ve meşru kılınmazdı; zira o faydasız bir teşrî olmuş olurdu. Halbuki, du­rumun öyle olmadığı "Kısasta sizin için hayat vardır" buyruğu ile red­dedilmektedir. Aynı şekilde tohum ekinin bitmesi için, nikâh neslin devamı için, ticaret malın çoğalması için Öteden beri (âdeten) sebeb ol­maktadır. "Allah'ın sizin için yazdığı şeyi isteyiniz" [395] "Allah'ın lut-fundan isteyiniz[396]"Rabbinizin lutfundan istemenizde size bir gü­nah yoktur"[397] gibi âyetler, devamlı olarak müsebbeblerin sebeblerine bağlı olarak meydana geldiklerini göstermektedir.[398]Eğer müsebbeb-ler,[399]sebeblerin meşru kalınması sırasında Şâri'ce amaçlanmış olma­saydı,[400] bu durum kesin delil ile ters düşerdi. Dolayısıyla kesin delil­lerle ters düşecek bir neticeyi doğuracak şey bâtıldır.
İkinci bir husus, daha önce âdiyyâtın bilinmesi konusunda geçen izah[401]aynen burada da geçerlidir.

Bir üçüncü husus, biz kesin olarak biliyoruz ki, Sâri', teşrîde mas­lahatları dikkate almaktadır. Bu, mutlak surette âdetleri» dikkate alınmış olmasını gerektirecektir. Çünkü madem ki şeriat herkes için hep aynı ölçüde gelmiştir; bu maslahatların bu ölçü üzerinde gerçekle­şeceğini gösterir. Teşriin esasını maslahatlar oluşturur. Teşrî devam­lıdır; maslahatlar da öyle olacaktır. Şâri'in teşrîde âdetleri dikkate al­mış olmasından kastedilen de işte budur.
Bir dördüncü husus da şudur[402]: Eğer âdetler dikkate ahnmayacak olsaydı bu durum takat üstü yükümlülüğe sebebiyet verirdi. Takat üstü yükümlülük ise caiz değildir veya caiz olsa bile vuku bul­mamıştır. Şöyle ki, hitap esnasında yükümlü tutulan şey hakkında bilgi ve onu yapmaya kudret ya dikkate alınmış olacaktır veya olmaya­caktır. Yükümlülüğün yönelmesi esnasında sözkonusu âdetlerle (âdiyyât) ilgili bir hitapta eğer bilgi ve kudret dikkate alınmış ise, za­ten bir mesele yok ve bizim demek istediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmamış ise, bu şu anlama gelir: Yükümlülük bilene ve kadir olana olduğu kadar bilmeyene ve kadir olmayana da yönelmiş; manii olanla olmayan aynı kefeye konulmuştur. Bu ise tâküt üstü yükümlülüğün bizzat kendisidir. Bu konuya ışık tutacak deliller açık ve çoktur.

Fasil:

Âdetler şer'an dikkate alındığına göre, onların bazen olağanlığım yitirerek fevkalâdelik arzetmesi, genelde olağanlıklarını sürdürdük­leri sürece onların dikkate alınması esasını zedelemez. Burada âdetlerin olağanlıklarını yitirip fevkalâdelik arzetmesi konusu üze­rinde durulacaktır:
Âdetlerin olağanlıklarını yitirip fevkalâdelik arzetmesi, onların özel bir duruma (cüzîye) nisbetle ortadan kalkması demektir. Bu du­rumda onun yerini ya insanlar arasında mutat olan özür hallerinden biri, ya da daha başka bir hal alır. Eğer olağanlığın ortadan kalkması bir özür sebebiyle ise, konu ruhsat konusudur. Eğer başka bir hal al­mışsa bu da: (a) Olağan olan şey (âdet) ya devamh olan başka bir âdete yerini bırakacaktır; artık devamlı olarak idrarını vücudunda açılan bir delikten dışarı atan kimsenin durumunda olduğu gibi. Bu durumda ilk âdetin hükmüne dönülecek (ve o delikten idrarın atılması normal organdan atılma hükmünü alacaktır), ruhsat hükmüne gi­dilmeyecektir, (b) Ya da geçiş, âdet olmayan başka bir hale olacaktır (c) Veyahut da ilk âdeti tamamen ortadan kaldırmayan yeni bir âdete geçilecektir, Olağandişıbk yeni bir âdete dönüşüm şeklinde olur ve fa­kat bu ilk âdeti ortadan kaldırın azsa, onun dikkate alınacağı açıktır.Ancak bu ruhsat konusuna dönük olarak yapılacaktır. Mesela: İki na­mazı birleştirerek kılmak, orucu tutmamak ve namazı kısaltarak kıl­mak vb. gibi durumlara nisbetle mutat hastalık[403] ve mutat yolculuk gibi.

Mutat olmayan başka bir olağandışı duruma dönüşmesi halinde acaba bu halin bizzat kendisine ait bir hükmü olur mu, yoksa ona uy­gun olağan adetlerin hükümlerine mi tâbi olur?

önce mutlaka misallendirinek, sonra da o hükümlerin olağan dı­şı durumlardaki yerlerine bakmak gerekir.
Bu türden örnekler[404]: Ömer b. Abdulaziz, zekat vermeyenleri zorlama konusunda duraksamış ve kendisine bu konuda yazan kimse­ye "Onu bırakınız" demiştir. Rıb'ıyy b. Hıraş olayı da bu türdendir: Haccac öldürmek için ona oğlunun yerini sordu. O da haber verdi. Ba­ba oğluna yapılmak istenen şeyi bilmekteydi;[405]Ebû Hamza el-Horasânî kuyuya düştüğünde üzerine kuyunun ağzı kapanmış, buna rağmen o imdat çağrısında bulunmamıştı. Ebu Yezid, hizmetçisiyle beraberken yanlarına Şakîk el-Belhî ile Ebû Türap en-Nahşi geldiler. Hizmetçiye: "Bizimle beraber ye" dediler. O: "Ben oruçluyum" dedi. Ebû Türap: "Ye! Senin için bir ay oruç sevabı vardır:! dedi. Hizmetçi ya­naşmadı. Şakik: "Ye! Senin için bir sene oruç sevabı vardır" dedi. Hizmetçi yine yanaşmadı. Bunun üzerine Ebu Yezîd: "Allah'ın gözünden düşen kimseyi bırakın" dedi. O genç bir sene sonra hırsızlık suçundan tutuklandı ve eli kesildi. Issız sahraya azıksız girmek, vahşî bölgelere dalmak da bu türden olup her ikisi de kendi kendini tehlikeye atmak kabilinden gözükmektedir.
Şeriata muhalefet etmenin doğru olmadığı bilindikten sonra bu konuda denilecek söz şöyle olmalıdır: Bu gibi şeyler asla şeriata muhalefet şeklinde yorulmamahdır. Zira bu işleri yapanlar dindar, takva ve fazilet sahibi, iyi halli kimselerdir. Dolayısıyla bu gibiler hakkında iyi zan beslemek gerekir. Nitekim biz gerek ashap ve gerekse takva konu­sunda onların yollarını takip eden selef-i salihimize karşı bu gibi dü­şüncelerimizden1 dolayı sorumluyuz. Netice olarak bu olağan dışı hal­lerin seran caiz olan şeyler doğrultusunda cereyan ettiği düşünülmeli­dir.

Bu takdirde onların düşüncelerini üzerine bina ettikleri şey: a. Ya olağan cinsinden garip bir şey olacaktır, b. Ya da olağan cinsinden olmayacaktır.
Eğer birinci kısımdansa, o takdirde onlar olağan şeylerin hüküm­lerine katılacaktır. Meselâ, orucu bozma emri. Çünkü böyle bir emir, belki de nafile olarak oruç tutanın nefsinin emiri[406] olduğunu gören bi­rinin görüşü üzerine bina edilmiş olabilir. Bu gibiler de çoktur. Bu du­rumda müridin (öğrencinin) kabulden kaçınması, inat ve nefse uyma olur. Böyle birisinin akibetinden korkulur. Özellikle de fazileti ve Al­lah'ın velî kulu olduğu herkesçe bilinen kimselere uyma konusunda. Ömer b. Abdulaziz'in zekatı vermeyen kimseyi bırakmayı emretmesi de aynı şekildedir. Belki de onun bu tavrı bir tür ietihad idi. Zira o, onu dinî kurallardan gaflet içerisinde bulunan bir kimse gibi kabul etmiş ve onun bizzat kendi kendine o durumdan vazgeçmesini ve halini dü­zeltmesini beklemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. O kişi kendi kendi­sine düşünmüş ve kendisine vacip olan zekatı ödemiştir. Ömer bu tav-nyla o kimsenin tümden bırakılmasını kastetmiş değildir. Aksine o, bu şekilde onu uyarmış ya da onu denemiştir. Eğer o kişi böyle bir dav- . ranıştan sonra vermemekte ısrar edecek olsaydı, zekat vermemekte direnenlere ne lâzım geliyorsa, o kişi hakkında da onu uygulayacaktı.
Rib'iyy b. Hıraş olayı da aynı. O hayatında asla yalan söylememiş bir kimsedir, Haccac, bu yüzden oğlunun yerini kendisinden sormuş­tur. Bu gibi yerlerde doğruluk azimettir, yalan söylemek ise sadece bir ruhsattır ve gereği ile amel etmemek caizdir. Hatta azimetle amel et­mek daha sevapiı olmaktadır. Nitekim küfrü gerektirecek bir söz söy­leme konusunda durum böyledir. Küfür söz ise yalanın başıdır. Yüce Allah: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun"[407]buyurmuştur. Bu âyet sefere katılmayıp geride kalan üç kişi­nin haberi anlatıldıktan sonra sevkedilmiştir. Bu üç kişi, yalan söyle­diklerinde yalanlan kabul edilebilecek bir konumda iken yalan söyle­memişler ve doğruluğu benimsemişlerdir. Bu yüzden de Allah onları Övmüş ve böylece onlar "Korku yolunda emniyet umulur" sözünün ge­reğince doğruluk yolunda işlerini düzene koymuşlardır. Nitekim ariflerden birisi şöyle demiştir: "Doğruluğayapış! Onun sanazarar vereceğinden korktuğun yerde o sana fayda verir. Yalanı da bırak! Onun sana fayda vereceğini düşündüğün yerde o sana zarar verir." Bu, doğru ve yerinde şer'î bir esas olmaktadır.
Ebu Hamza olayında da durum aynıdır. O da azimetle amel et­miştir. Çünkü o kendi kendisine, Allah'tan başkasına güvenmeme ko­nusunda söz vermişti. Bu azmini bozarak ruhsat yoluna başvurmadı. Bu da dinde yeri olan bir esastır. Onun bu durumuna şu âyet de delâlet etmektedir: "Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter."[408] Allah'a tevekkül etmek başkalarına güvenmekten daha büyüktür, Hûd Hepi­niz bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a güvenirim.[409] Ebu Hamza kendi kendisine azmedip Allah'tan başkasına güvenmeyeceğine dair söz verince ken­disinden, "Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini y erine get irin"[410] âye­ti gereğince sözünde durması istenildi. Yine bazı imamlar ondan şöyle naklederler: O bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber'e hiçbir kimseden bir-şey istememek üzere beratta bulunduklarım ve bunun neticesinde bi­nit üzerinde iken kamçısı düştüğünde onu kimseden kendisine verme­sini istemediklerini işitti ve bunun üzerine şöyle dedi: "Ya Rabbi! Bun­lar Senin Peygamberini gördüklerinde onunla ahidleştiler. Ben de as­la hiçbir kimseden bir şey istememek üzere seninle ahidleşiyorum" de­di. Sonra haccetmek amacıyla Şam'dan Mekke'ye doğru yola çıktı ve söz konusu olay başına geldi. Bu da aynı şekilde azimetle amel etmek kabilinden olmaktadır. Zirao,kendi kendisine kendisinden dahafa-ziletli olan insanların (sahabe) ahdi gibi söz vermişti. Bu haliyle o, şer'î esaslar haricinde hareket etmiş olmuyordu. Bunun içindir ki, İb-nu'1-Arabî bu olayı anlatınca: "Bu Allah'a ahidde bulunmuş bir kimse­dir ve ahde vefayı kemâl üzere bulmuştur. Uyun ona, Allah'ın izniyle doğru yolu bulursunuz" demiştir.
Vahşî hayvanların bulunduğu tehlikeli yerlere girmek, keza azıksız ıssız çöllere dalmak da aynı şekildedir. Hükümler bahsinde de belirtildiği üzere bazı insanlara göre sebeblerin varlığı ile yokluğu ara­sında bir fark yoktur. Çünkü sebebleri de müsebbebleri de yaratan Al­lah'tır. Durumu böyle olan bir kimse için sebebler yok hükmündedir. Dolayısıyla onun için bir yaratıktan korku duyma ya da ondan umut [292] bekleme gibi bir durum olmayacaktır. Zira Allah'tan başka ne korku­lacak ne de^kendisinden umut beklenecek hiçbir şey yoktur. Böyle bir anlayıştan kaynaklanan bu tür hareketler, helake atılmak değildir. Ama yanında azık olmadan çöle girdiği zaman ya da vahşî hayvana yaklaştığında helak olacağına inanıyor ve buna rağmen bu tür davra­nışlarda bulunuyorsa, kendi kendisini tehlikeye atmak işte o zaman gerçekleşmiş olacaktır. Kaldı ki, İmanı Gazzâlî, çöle girme konusunda tahammül ve sabredebilme, bitkilerle idare edebilme alışkanlığının olmaması şartını getirir.

Bu izahtan sonra sanırız siz, velayet mertebesine ulaşmış evliya­nın ellerinde gerçekleşmiş bulunan şeyin, olağan (normal) hükümlere dönecek şekilde bir izahının bulunduğunu göreceksiniz. Hatta şunu da diyebiliriz, Allah'ın izniyle ancakonların böyle olduklarını görecek­siniz.

Fasıl:

(Davranışlarını) üzerine bina ettikleri şey mükâşefe gibi olağan dışı birşey ise, bu durumda onlara verilecek hüküm, carî bulunan âdetlerin (olağan hallerin) hükmü müdür; dolayısıyla kendilerinden diğer insanların üzerinde bulundukları durumlara tâbi olmaları iste-,nir mi? Yoksa onlara, insanlar arasında câri bulunan olağan hallere (zahir âdetlere) ait hükümlerden farklı dış görünüşte şerîata muha­lif de olsa ayrıcalıklı bir muamelede mi bulunulur ve gerekçe olarak da gaybî keşfin tahkiki neticesinde muhalefet yok, muvafakat vardır mı denilir?

On ikinci mesele ile daha önceki bahislerden anlaşıldığına göre burada da olması gereken şey, onlara Özel bir hükmün bulunmaması ve herkes için geçerli bulunan zahir hükümlere onların da tabi olmala­rıdır; mürşidin bunu onlardan kesinbir tarzda istemesigerekir. Buko-nuya delil olacak şeyler daha önce geçmişti. Ayrıca aşağıdaki hususlar da konuyla ilgili delil olacaktır: 1.

Eğer hükümler, olağandışı durumlar dikkate aîmarakkonulacak olsaydı, o zaman onlarla ilgili olarak hiçbir kaide düzen tutmaz ve hiç­bir mükellef ile onların hükmü arasında irtibat meydana gelmezdi. Çünkü o takdirde bütün fiillerin hem muvafık hem de muhalif olmala­rı imkân dahilinde olacaktır. Hiçbir durum söz konusu edilemez ki, onun aynı anda hem sahih hem de fâsid olması mümkün olmasın. Bu durumda hiçbir kimse hakkında yaptığı bir fiilin fâsid ya da sahih ol­duğuna kesin olarak hükmetmek mümkün olmayacaktır. Haliyle fiil­lere sevap ya da ceza verilemeyecek, onu işleyen için ikram ya da aşa­ğılama olmayacak, kanlar korunamayacak ya da heder edilemeyecek, hiçbir hâkimin verdiği hüküm infaz edilemeyecektir. Böyle bir sonuca götürecek birşeyin, meşru kılınması özellikle de şeriatın temelini oluşturan maslahatlar dikkate alınıp dururken sahih değildir. 2.

Olağandışı haller, üzerine dayanılacak bir hüküm olabilecek kadar bidüziyelik arzetmezler. Çünkü bunlar belli bir zümreye has özel hallerdir. Sadece belli bir zümreye has olduğuna göre, başkaları hak­kında carî olmazlar. Bu durumda dış görünüşle ilgili (zevahir) kaide­ler onları kapsamayacaktır. Keza, onlarla, onlardan olmayan diğer in­sanlar arasında da carî olmayacaktır. Zira her iki grubun ittifakı ile, olağandışı hal sahibi olmayan kimseler hakkında fevkalâdelikler doğ­rultusunda hükümlerde bulunmak sahih değildir. Yani normal insan­larla ilgili hükümler verilmesi sırasında demek istiyorum. Zira hâkim ya da sultanın, velînin keşfini esas alarak onun lehinde hükümde bu­lunması ya da bizzat sultanın kendi keşfine dayanarak velî olmayan bir kimse hakkında zahiren konulmuş sebeblere dayanmaksızın hü­kümde bulunması, keza bir konuda iki velinin mahkemeye başvurma­sı durumunda hâkimin ke şfe dayanarak hükümde bulunması gibi yet­kileri bulunmamaktadır. 3.

Olağandışı haller belli bir zümreye has olup, herkesi kapsamadı­ğına göre, bu şeriatın genelliği, onun hükümlerinin herkesi ve her hali kapsadığı ilkesine ki daha önce delillendirilmişti ters düşecektir. Nasıl olabilir? Onlar "Veli bazen isyan edebilir; onun için günahlar ca­izdir" diyebiliyorlar. Hiçbir fiil yoktur ki, onun zahiri şeriatın zahirine muhalif olsun da, onun bir isyan olduğu ilk etapta ortaya çıkmasın. Bu durumda şeriatın zahirine uymayan olağandışı bir durumun (hariku­ladelik) meşru olmasının sübutu sahih değildir. Çünkü pek çok ihti­maller vardır. İşte bu husus da konumuza delil olan üçüncü bir nokta olmaktadır. 4.
Yaratıklar içerisinde fevkalâde hallere en layık olan Önce Hz. Peygamber sonra da sahabedir. Şeriatın bizzat belirlediği ve sırf kendisine Özgü haller haricinde Hz. Peygamberle ilgili olarak bu kabilden birşey meydana gelmemiştir. Kendisi: "Allah, peygamberi için dilediğini helâl kılar"; "Sen bizim gibi değilsin. Allah senin gelmiş ve gelecek günahını affetmiştir" diyenlere karşı tepki göstermiş ve onlara kızarak: "Muhakkak ki ben, sizin içinizde Allah'tan en çok kor­kanınız ve ondan sakınılacak şeyleri en iyi bileniniz olmayı cidden ümit ederim"[411]buyurmuştur. Bilindiği üzere Hz. Peygamber ile te­vessülde bulunulur ve onun duasından şifa beklenirdi. Bununla bir­likte zevcesi ya da cariyesi dışında, onun elinin yabancı bir kadının te­nine değdiği asla sabit olmamıştır. Kadınlar ona bey'atte bulunurlar­dı; buna rağmen elleri hiçbir kadının eline asla değmemişti. Aksine o, her durumda, işin iç yüzünü bildiği halde zahire göre amel ederdi. Ba­ha önce bu türden örnekler geçmişti. Kaideleri koyan o idi ve onlardan hiçbir veliyi müstesna tutmamıştı. Eğer velî ya da olağanüstü hal sa­hipleri bu hükümlerden istisna tutulacak olsaydı, bu istisnaya başta kendisi lâyık olurdu, sonra da sırasıyla sahabe ve tabiîn nesli gelirdi.Zira onlar gerçekten Allah'ın velî kulları, gerçek fazilet sahibi kimse­ler idiler.
Rübeyyi' olayında[412] bu husus açıklanmaktadır: Onun velisiya da her kimse: "Allah'a yemin ederim ki, onun dişi kırılmayacak" demiş, Hz. Peygamber de "Allah'ın hükmü kısastır" buyurmuştu. Hz. Peygamber 'Allah'ın kulları içerisinde öyleleri vardır ki, şayet Allah adına yemin etseler Allah onların yeminlerini doğruya çıkarır" diyerek işi ertelemek ve böylece yeminin sonucunu ortaya çı­karmak yoluna gitmemiş, aksine en büyük bir sıkıntı demek olan kısas hükmünün uygulanacağım bildirmiştir. Sonunda mağdur tarafı, kar­şı tarafı affederek kısas hakkından vazgeçmişlerdi. Af sonunda da Hz. Peygamber: "Allah'ın kulları içerisinde öyleleri vardır ki, şayet Allah adına yemin etseler Allah onların yeminlerini doğruya çıkarır" buyur­muş ve Allah'ın söz konusu yemini doğruya çıkardığını haber vermiş­tir. Ancak af durumu ortaya çıkıncaya kadar o böyle bir hükümde bu­lunmamıştı, Af, zahirde kısas hükmünü düşürmek için bir sebep ola­rak ortaya çıkmıştı. 5.
Harikuladelikler çoğu kez şer'î kurallara muhalif olarak meyda­na geldiklerinden, şiirde vezin zarureti gibi de olsa onlar (bir hü­küm olarak) sabit olabilecek bir durumda değillerdir. Çünkü onların sübutu, meşru kılınmış esaslara muhalefet ve onların içermiş oldukla­rı maslahatları ortadan kaldırmak olur. Bilindiği üzere Hz. Peygam­ber münafıkların bizzat kim olduklarını ve müshimanlar arasında na­sıl fitne ve fesat çıkardıklarını yakinen biliyordu. Bununla birlikte on­ları öldürmekten kaçınıyordu, çünkü dikkate alınması gereken ve "İn­sanlar: 'Muhammed, adamlarını öldürüyor' diye konuşmamalılar" şeklinde ifade ettikleri daha üstün bir mâni bulunmaktaydı. Olağa­nüstü haller gösterebilen kimseler hakkında da aynı şekilde davranı-îarak onlara bu olağanüstü şeylerle ilgili hükümler uygulanmaz. Böy­lece durumdan haberi olmayan kimseler "sûiîlerin ayrı bir şeriatı ol­duğu" düşüncesine kapılmazlar. Bunoktadanhareketledirki,fukahâ Ebû Yezîd'in hizmetçisi ile ilgili davranışım tepki ile karşılamışlar ve onun hatalı olduğunu söylemişlerdir. Olağanüstü haller gösteren kimselerin herkesle ilgili hükümlerden ayrı Özel hükümlerle ayrıcalık göstermeleri, insanların kalplerinde şer'an kaçınılması istenilen çe­şitli düşünceleri doğuracak bir durum olur. Dolayısıyla onların diğer insanlardan ayrı hükümlerle temayüz etmeleri yakışık almaz. Bu yüz­dendir ki yine onlar içerisinde aşırı gidenlerden birçoğu ibaha mezhebini[413] benimsemişler ve duydukları şeylerle de kendi görüşleri­ni teyit etmeye çalışmışlardır. Bu da onların kötü anılmalarına sebep olmuştur.

Haşa, Allah'ın veli kullan mutlak surette bu gibi olağandışı keha­netlerden uzaktırlar. Ancak söz, bu konu üzerine dalmaya doğru kay­mıştır. Onların hem zahiren hem de bâtınen şeriatın koymuş olduğu sınırları korumuş oldukları bilinmektedir. Onlar, sünneti layıkı gibi yerine getiren; ona uyma konusunda titizlik gösteren kimselerdir. An­cak bu zamanlarda ve daha öncelerde onların anlayışlarında meydana gelen sapma yüzünden onların hallerinde şu anda mevcut bulunan (menfî) durumlar ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de bu meseleler üzerin­de söz etmek gerekli hal almıştır. BöyleceAllah'ın izniyle onların örnek yollarının gereği olmak üzere maksatları anlaşılır bir hal almış ve hallerim vurabileceğimiz bir kıstas konulmuştur. Allah onları ve onlarla (bizleri) faydalandırsın!
Şimdi konuya[414] tekrar dönelim: Ne gaybî olan şeylere vâkıf ol­mak ne de doğru keşif, normal hükümler doğrultusunda hareket et­meye mani değildir. Bu konuda rehber, önce Hz. Peygamber sonra da selef-i sâlihînin takip ettikleri tutum olacaktır. Âdetlerin ola-ğandişılık göstermesi durumunda, onların üzerine zahir hükümlerle ilgili binada bulunmak da uygun düşmeyecektir. Hz. Peygamber, "Al­lah seni insanlardan korur"[415]âyetinin de ifade ettiği üzere koruma altına alınmıştı. Allah'ın koruması altında olmasından Öte daha başka birşey de olamazdı. Bununla birlikte o, zırh ve miğfer ile korunur ve âdeten sakınılması gerekli şeylerden sakınır di. O bu haliyle bulundu­ğu yüce mertebesinden daha aşağı mertebelere düşmüş olmuyor; aksi­ne daha da yüceliyordu.

Yukarıda belirtilen ve Allah'ın kudretine nisbetle âdetlerin varlı-! ğı ile yokluğunun eşit olması da, âdetlerin hükümlerini onların gereği doğrultusunda icra etmeye engel değildir.
Daha önce de geçtiği gibi, sahabe tevekkül rütbesine ulaşmış kimselerdi ve onlar nimetlerin kendilerine ulaşmasını sebeblerden değil inamda bulunan Allah'tan biliyorlardı. Bununla birlikte onlar yapılması istenilen normal (âdı) sebeblere tevessülde bulunmayı terk cihetine gitmemişlerdir. Hz. Peygamber, onları sebeblerin hükümleri­ni düşüren ve âdetlerin (normal hallerin) ortadan kaldırılmasını ge­rektiren bir hal üzere bırakmamıştır. Bu, onların (âdetlerin) Sâri' ta­rafından getirilen azimetler olduklarını gösterir. Çünkü âdetlerin ola­ğan halini yitirdiği demler, üzerinde durulacak bir makam değildir.Onlar olsa olsa daha önce de geçtiği gibi ruhsat mahalleridirler. Dikkat edilirse Hz. Peygamber "Onu bağla veöyle tevekkül et!" buyurmuştur.[416] Sûfiyyeden kemal sahibi kimseler, Hz. Peygam-ber'in âdâbıyla ahlâklanmış olmak için esbaba tevessülden geri dur­mazlardı ve Tüce Allah'ın, yaratıklarla ilgili halleri carî bulunan belli kalıplar içerisine koyması, şer'î maksadın onların hükümleri altına girmek olduğunu gösterir', diye düşünürlerdi ve en üstün olanı bıraka­rak daha az önemli olan şeylerle asla uğraşmazlardı. Hızır ola­yına gelince, "Ben onu kendiliğimden, yapmadım[417] âyetinden anla­şıldığı üzere o bir peygamber idi. Bir grup âlim bu âyete dayanarak onun peygamber olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bir peygambe­rin kendisine bildirilen vahye tâbi olarak hareket etmesi ise tartışma­sız caiz olmaktadır. (Onun peygamber olmadığı) bir an için kabul edil­se bile, o bir ferdî olaydır; üstelik bizim şeriatımızda cereyan etmiş bir olay da değildir. Bunun delili şudur: Nebi dışında ne bir veli, ne de bir başkası, ergenlik çağma ulaşmamış bir çocuğu onun kâfir tabiatlı ol­duğunu ve asla iman etmeyeceğini, eğer yaşarsa azgınlık yaparak ve küfre düşerek anne ve babasına eziyet edeceğini bilse de öldürmesi ca­iz değildir. Bu konuda kendisine gaybı bilen (Allah) tarafından izin ve­rilse de bunu yapamaz. Çünkü şeriat emir ve yasakları koymuştur ve onların dışına çıkılamaz. Hızır'la ilgili olay, öyle anlaşılıyor ki başka birşerîatçerçevesindecereyanetmiştir. Hz. Musa'yı azarlama­sı ve ona olayın içyüzünü bildirmesine bakılırsa, ortada onun (Musa) bilmediği başka bir ilim ve daha başka durumlar bulunmaktaydı.

Sonra velînin, gayb âleminden öğrendiği herşey ile amel etmesi caiz değildir. Aksine bu tür gaybî bilgiler iki kısımdır;

(a) Kendisiyle amel edilmesi durumunda şeriatın zahirine ters düşen ve tevil edilmesi imkânı da bulunmayan kısım. Bu tür gaybî bilgilerle amel edilmesi asla caiz değildir.
(b) Amel edildiğinde şeriatın zahirine ters düşülmeyen, ihtilaf meydana gelse bile sağlam bir değerlendirme ile şeriata da­yandırma imkânı bulunan gaybî bilgiler. Bu kısımdan olan   [297] gaybî bilgilerle amel etmek caizdir. Nitekim daha önce açık­lanmıştı . Doğru olan yol işte bu yoldur; mürşidin bu yol üzere irşadda bulunması gerekecek, sülük erbabının himmetlerini
bu noktaya bağlayacaktır. Böylece önderlerin efendisi Ra-sûlullah'a uyulmuş olacaktır. Bu yol, nefsânî haz-ların gereğinden kurtulmanın en kestirme ve ayakların sabit kalıp kaymamasınm en emin yoludur. Böyle bir durumda o bilginin sahibine tâbi olunması ve ona uyulması uygun ola­caktır. Allahu a'lem! [418]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..