On Dokuzuncu Mesele:


Taabbudî olduğu sabit olan hususlar (asıl kabul edilerek) üzerine ayrıntılar getirilemez.[464] Taabbudî olmayıp taşıdığı mânâların dikka­te alındığı hususlarda ise, mutlak surette kulluk icrasında bulunma (taabbud)[465]gereği aşağıdaki yönlerden dolayı lazım gelecektir. (1)
Yükümlü olması açısından mükellef, kaçınılmaz olarak iktizâ[466] [sın ya da tahyîr[467] ile muhataptır.[468]Hükmün meşru kılmış sebebini bilip bilmemesi arasında fark yoktur. Maslahatların dikkate alınması ise böyle değildir; çünkü o icbarî değildir. Şöyle ki: Mükellef bir kuldur; efendisi kendisine bir emirde bulunduğu zaman, sağduyu sahipleri­nin ittifakı ile onun emrine uyması gerekir. Maslahatların durumu ise böyle değildir; çünkü tahkik erbabının görüşüne göre mükellef, bir kul olması açısından sözkonusu maslahatları dikkate almak mecburiyetinde değildir. Durum böyle olunca, taabbud icbârîdir (lâzım) ve bu ko­nuda tercih hakkı yoktur; maslahatların dikkate alınması hakkında ise tercih hakkı bulunmaktadır. Hakkında tercih hakkı bulunan bir-şeyin yapılıp yapılmaması aklen mümkündür. Şer'an bir emir ya da yasakta bulunulduğu zaman onların bulunmaması'[469] aklen sahih de­ğildir; çünkü bu muhaldir. Şu halde iktizâ ya da tahyîrin gereği ile kul­luk icrasında (taabbud) bulunmak mutlak surette[470] icbârîdir; (emir ya da yasak yerine getirilirken) maslahatların dikkate alınması ise keza Allah üzerine en iyi olanı yapmak vaciptir' görüşünde olanla­rın aksine mutlak olarak mecburî değildir. Taabbudîlik, 'Allah üze­rine en iyi olanı yapmak vaciptir' görüşünde olup hüsün ve kubhun (güzellik ve çirkinliğin) aklen bilinebileceği görüşünü benimse­yenlere[471] göre de icbarı (lâzım) olmaktadır. Çünkü efendi kölesine bir maslahattan dolayı bir emir verdiği zaman —-ki bu maslahat aklen emrin illeti olmaktadır sırf emri dikkate alarak ona uyması lazım gelir; çünkü emre muhalefet etmesi çirkin olur. Maslahatın dikkate alınması açısından da durum aynıdır; çünkü maslahatın elde edilmesi bil-farz aklen vacip olmaktadır. Sonuç olarak her iki mezhebe göre de taabbud icbârîlik (lüzum) arzetmektedir. Onlardan hiçbiri 'Kölenin, maslahatı dikkate almaksızın efendisine muhalefette bulunması çir­kin değildir' dememektedir. Aksine onların görüşüne göre bu muhale­fet çirkin olmaktadır. Bu da taabbudün icbârîliği anlamına gelir.
(2)                                                                              
Biz iktizâ ya da tahyîr sebebiyle hükmün meşru kılınışında müs­takil bir hikmet bulunduğunu kavrasak bile, bundan bir başka hikme­tin, ikinci ya da üçüncü veya daha da fazla sayıda maslahatın bulun­mayacağı sonucu çıkmaz. Bizim ulaşabileceğimiz son nokta, hükmün meşru kılınışına müstakil olarak uygun düşebilecek dünyevî bir mas­lahatı anlamak olacaktır ve dikkate alman maslahatın sadece o biline­ne münhasır olduğunu ve hükmün onun gereği olmak üzere konulmuş bulunduğunu bilmesek bile, şer'î iznin gereği ile hareket ederek onu dikkate almış olmaktayız. Bu konuda kesin bilgi ya da (gâlib) zan sahi­bi olmadığımız zaman, hükmün bizim için belli olan maslahatından başka maslahatı yoktur diye kesin hükümde bulunmamız doğru olma­yacaktır. Çünkü bu delilsiz gayba dair hükümde bulunmaktır. Böyle birşey ise caiz değildir. Hükmün meşru kılınmasına sebeb başka bir  hikmetin bulunması imkan dahilindedir. İşte bu açıdan ele alındığı zaman biz, (hükümden gözetilen maslahat kesin olarak şudur yargı­sında bulunmamak suretiyle) taabbud sınırında[472] durmuş olmaktadır.
İtiraz: Eğer bu husus caiz olursa, o zaman biz hiçbir şekilde hük­mün sirayetine hükmedemeyiz. Çünkü, bilinen hikmet ve maslahat­tan başka hikmet ya da maslahatın (ya da maslahatların) bulunabile­ceğini caiz kabul edersek, o takdirde hükmün sadece ona[473] has oldu­ğuna kesin olarak hükmedemeyiz.[474] Çünkü o, illetin bir cüzü olabilir[475] veya fer' (kıyas yapacağımız mesele) bizim bildiğimiz illeti içerse de, bilmediğimiz hikmetten hali olabilir. Bütün bunlar imkan dahilinde iken, açık bulunandan başka bir illetin bulunmadığını ke­sin olarak ortaya koymadığımız sürece ilhak ve tefrîde[476] bulunma­ya imkan kain? az. Aynı şekilde kıyas yolu da tamamen kapanmış olur ve hiçbir zaman şu hükmün şu illetten dolayı meşru kılındığına dair kesin olarak hükümde bulunulamaz.
Cevap: Hükmün sirayeti doğrultusunda hükmetmek, o şeyin taabbudîliğinin cevazına[477] mani değildir. Çünkü kıyasın, şer'î bir delil olduğu sahih olarak bilinmektedir. Kıyasın şer'îliği,hiç şüphesiz ki ge­nelde onu uygulayabileceğimiz bir şekilde olacaktır. Şöyle ki: Hükmün meşru kılınması için illet olmaya elverişli müstakil bir vasıf gördü­ğümüzde, biz onun dışında başka vasıfların olmadığını ortaya koy­makla yükümlü değiliz. Çünkü usûlcüler, illetin kendileri için'zahir olanın dışında başka bir vasıf olabileceğini veya zahir olan vasfın ille­tin tümü değil de illetin bir kısmı olabileceğini; ancak zahir olan vasfın müstakil illetliği, ya da illet olmaya elverişliliği hakkında zann-ı galibin bulunmasınınhükmün fer'e geçirilmesi için yeterli olabileceği­ni belirtmişlerdir.

Keza usûlcülerin çoğunluğu (cumhur) bir hükmün birden fazla il­letle talîlde bulunulmasını caiz görmüşlerdir. Bu illetlerin her biri müstakil ve hepsi de bilinen şeyler olmakla birlikte, biz bunlardan biri . ile hükmü talilde bulunuyor ve diğerlerini dikkate almıyoruz. Bu du-rum fer'ide bulunacak illetin, asılda esas aldığımız illetten başkası olması veya bulu nmaması imkan dahilinde olsa da kıy asa mani de­ğildir. Bu durum, zahir olanda kıyasa mani olmadığına göre, zahir olmayanda mani olmaması öncelikli olarak sabit olacaktır. Durum böylâ olunca ileri sürülen itiraz yersiz olacaktır. Aksi sabit olmadıkça, üzeri­ne hüküm bina etmek durumunda olduğumuz şey zahir olandır ve bu­nun ötesinde yapacağımız başka birşey de yoktur. (3)

Üçüncü yön: Sâri Teâlâ, bize yükümlülüklerde gözettiği masla­hatların iki kısım olduğunu bildirmiştir:
(a) Usûl   kitaplarında  bilinen  illeti  belirleme  yollarıyla mesâliku'1-ille denilen icmâ, nass, işaret, sebr ve taksim, münâsebet vb. gibi yollarla ulaşılması mümkün olan mas­lahatlar (illetler). Bu kısım, hükmü kendileri ile talîlde bu­lunduğumuz ve hükmün meşru kılınması işte bunlar sebe­biyledir dediğimiz kısım olmaktadır.
(b) Bilinen illeti belirleme yollarıyla ulaşılması mümkün olma­yan ve ancakvahiy yoluyla vakıf olunabilen illetler. Sâri'tarafından bolluk ve bereketin, İslâm'ın azamet ve izzetinin sebebi olarak gösterilen hükümler; keza muhalefet duru­munda çeşitli cezalara maruz kalmaya, düşmanın musallat olmasına, içlerine korku  salınmasına, kıtlık ve benzeri dünyevî ve uhrevî musibetlere duçar olunmasına sebeb ola­rak gösterilen hükümler bu kısımdan olmaktadır.[478]

Çeşitli yerlerde, mükellefin kavrayabildiği maslahat dışında da­ha başka maslahatların da olabileceği şeriat tarafından belirlenmiş, mükellefin onları çıkaramayacağı ve ona dayanarak hükmü başka bir yere sirayet ettiremeyeceği ifade edilmiştir. Zira diğer mahallin ki fer' olmaktadır o illeti içerip içermediğini kesin olarak bilmeyecek­tir. Bu durumda kıyas yoluyla o illetin dikkate alınmasına imkan yok­tur. Dolayısıyla burada mahza taabbud esası üzere durmak mecburi­yeti doğacaktır. Çünkü o illetle talilde bulunulan asıl için, yine o illetle talilde bulunulan mutlaklık ya da umumîlik altına giren dışında bir benzer (fer') ortaya çıkmamıştır. Bu durumda kendisiyle talilde bulu­nulan hükmü almak taabbud olacaktır. Buradaki taabbudun mânâsı Şâri'in belirlediği sınırda ileri geri gitmeksizin durmak demektir. (4)

Bir kimse hâkime: "İnsanlar arasında öfkeli iken niçin hükümde bulunmuyorsun?" diye sorsa; o da "Çünkü böyle bir davranış bana ya­saklandı" diye cevap verse, o hâkim cevabında isabet etmiş olur. Nite-kim:"Çünkü öfke zihnimi karıştırır. Böyle bir hal sağlıklı bir hükme varamama ihtimalini doğurur" diye cevap vermesi durumunda da isa­bet etmiş olur. Birinci cevap mahza taabbudîlik arzetmektedir, İkinci cevap ise yasaktaki amaca bakmaktadır, Bunların her ikisinin bir ara­da bulunması ve birbirine münafi olmadıkları caiz olduğuna göre, taabbudîliğe yönelmek caiz olacaktır. Taabbudîliğe yönelmek caiz olunca da bu, ortada bir taabbudîliğin bulunduğunu gösterecektir. Ak­si takdirde madum ya da olup olmaması mümkün bulunan ve bu yüz­den kendisine yönelinmesi sahih olmayan birşeye yönelmek sahih ol­mayacaktır. Mutlak surette yönelme sahih olduğuna göre, kendisine yönelmen de mutlakolarak sahih olacaktır ki, bu taabbud yönüolmaktadır. Varmak istediğimiz sonuç da budur. (5)
Maslahatın hükümde gözetilen bir maslahat olması aynı şekilde mefsedetin de hükümde gözetilen mefsedet olması tamamen Şari'e ait bir durumdur. Bu konuda aklın bir yeri olmamaktadır.[479]Hüsün ve kubhun aklî olmadıkları kaidesi bunu gerektirmektedir. Sâri' hükmü herhangi bir maslahat için koymuş olduğunda O, onu maslahat olarak belirlemiş/koymuş olmaktadır. Aksi takdirde aklen maslahatın öyle olmaması (yani maslahatın maslahat olmaması) imkan dahilinde ola­caktır. Zira bütün eşya ilk konumuna nisbetle birbirine eşittirler ve akim bunların güzellik ya da çirkinliğine hükmetme imkanı yoktur. Şu halde maslahatın maslahat olması, Sâri' tarafından aklın kabul edebileceği ve insan tabiatının benimseyeceği şekilde olmaktadır. Sonuç olarak maslahatlar maslahat olmaları açısından ele alındı­ğında onların taabbudî olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Taabbudî olan şeyler üzerine kurulan şeyler de taabbudî olmak zorun­dadır.

Bu noktadan hareketledir ki, alimler şöyle derler: Yükümlülük­lerden bazıları vardır ki, sadece Allah hakkıdırlar ve tamamen taabbudî özellik gösterirler. Ayrıca kul hakkı olanlar vardır. Bu ikinci türden olanda da Allah'a ait bir hak bulunmaktadır. Meselâ: Kasten birisini öldüren kimseye öldürülen kimsenin yakınları tarafından affedildiğinde yüz değnek vurulur, bir yıl da sürgün cezası verilir. Suikast yoluyla öldüren kimse asla affedilmez. Kısas haricinde iftira, hırsızlık gibi hadler devlet başkanına intikal ettiği zaman, hak sahibi tarafından bağışlansa bile affolunmazlar. Cariyeyi satan kimse istib-ra hakkını, karısını boşayan kimse iddet hakkını düşürse bile kadı­nın rahminin temizliğinin öğrenilmesi kendi hakkı olsa bile bu fera­gati dikkate alınmaz. Ve diğer benzeri taabbudîliğin dikkate alındığını gösteren meselelerde olduğu gibi. Her ne kadar bir hükmün meşru kılınmasını gerektiren mânâ (illet) akılla kavranabilse de, o hüküm mutlak suretle bir taabbudîlik yönü içermektedir. Şu halde bütün yü­kümlülükler bir bakıma Allah hakkı olmaktadır. Şöyle ki: Allah hakkı için olanlar zaten belli. Kul hakkı için olan ise, içerisinde Allah'a ait bir hak içermesi ve kulun hakkının Allah'ın haklarından olması açısm-' dan Allah hakkı olmaktadır. Zira Allah o hakkı kula asla tanımayabi­lirdi.

Yine bu noktadan hareketle âlimlerden birçoğu şöyle demişler­dir: "Yasak, mutlak surette yasak edilen şeyin fesadını gerektirir." Ya­sağın içerdiği mefsedetin bilinip bilinmemesi arasında fark yoktur. O işe yasaklamayı gerektiren sebep bulunsun ya da bulunmasın netice değişmez; yasak sınırında durmak gerekir. Çünkü, O'nun hakkıdır. Yasaktan geri durulmasıise, Şâri'in gözetmiş olduğu maksat olmakta­dır. Maksat hasıl olmadığı zaman, o amel mutlak surette bâtıl olacaktır. Sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, her yükümlülük mutlaka bir taabbudîlik unsuru içermekten uzak değildir. Taabbudîlik unsuru içerince de, taharet ve diğer ibadetlerde olduğu gibi niyete ihtiyaç gös­terecektir.

Ancak, kul hakkı içeren yükümlülükler iki kısımdır:

(a) Niyetsiz olarak yapılması sahih olanlar. Bunlar, Sâri' tara­fından kul hakkı galebe çaldırılan yükümlülükler olmakta­dır. Emanetlerin ve gasbedilen malın geri verilmesi, zorunlu olan nafaka mükellefiyetlerinin yerine getirilmesi gibi.

(b) Niyetsiz sahih olmayanlar. Bunlar da Allah hakkı ağır basan yükümlülükler olmaktadır. Zekât, hayvan boğazlama ve av gibi.

Niyetsiz yapılması sahih olanlar, niyetsiz yapıldıklarında bir se­vap kazandırmazlar. Emre uyma niyetiyle yapılmaları durumunda ise, taabbud yani Allah'a kulluk niyeti olduğu için sevap getirecekler­dir. Terklerde de durum aynıdır; eğer yapılmaması istenilen şeyler ni­yetle terkedilmişlerse, onlar da sevap getireceklerdir. Bu konu üzerin­de ittifak vardır. Eğer bunlar katkısız kul hakları olsa ve içerisinde Al­lah hakkı içermeselerdi, o takdirde asla onlardan dolayı sevap bulun­mayacaktı. Çünkü sevabın meydana gelmesi, o şeyin emredilmiş ve kesbedilmiş olması hasebiyle tâat olması neticesini gerektirir. Emro-lunan şeyler, kendisiyle Allah'a yaklaşılman şeylerdir. Her tâat, Al­lah'a itaat olması açısından ele alındığında ibadet olmaktadır. Her ibadet de niyete muhtaçtır. Şu halde bu işler de, tâat olmaları açısın­dan niyete muhtaçtırlar.

Soru: Bunlar, sade kul hakkı olmaları açısından emredilmişler­dir; sevap da niyete muhtaç olan tâat olmalarından değil, kul haki yö­nünden meydana gelmektedir.

Cevap: Bu doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, o takdirde sevap ni­yet olmaksızın meydana gelirdi. Çünkü kul hakkı niyet olmaksızın sa­dece yapılan fiille gerçekleşmiş olmaktadır. Ancak sevabın gerçekleşmesiiçin niyete ihtiyaç bulunmaktadır. Keza, eğer sevap niyetsiz mey­dana gelecek olsaydı, gasbda bulunan bir kimsenin, gasbettiği malın elinden zorla alınması durumunda sevap alması gibi bir netice ortaya çıkacaktı. Halbuki durum, ittifakla kul hakkı yerini bulmuş olsa da böyle değildir. Doğrusu şudur: Amelin ibadet olması için niyet şarttır. Buradaki niyetten maksat, Allah Teâlâ'nın emir ve yasağına uyma niyetidir. Bu her bir fiil ya da terkte geçerli olduğuna göre, bun­dan yükümlü kılman amellerde genel anlamda taabbudî bir talep bu­lunduğu neticesi çıkacaktır.

Bu da mesele ile ilgili altıncı delil olmaktadır.

Soru: Bundan, her amelin niyete ihtiyaç göstermesi, niyeti olma­yan kimsenin amelinin sahih olmaması ya da âsî sayılması gibi bir ne­tice lâzım gelir.

Cevap: Daha önce de geçtiği gibi, kul hakkı içeren fiiller, bazen kul hakkı ağırlıklı bazen de taabbudî yön (Allah hakkı) ağırlıklı olur. Taabbudî yön ağırlıklı olan kısımla ilgili bu itiraz yerindedir. Kul hakkı ağırlıklı kısımda ise, burada kul hakkı, niyet olmaksızın da ye­rini bulmaktadır. Dolayısıyla bu kısımda işlenilen fiiller niyetsiz olarak sahih olurlar, ancak Allah için işlenmiş bir ibadet halini almaz­lar. Ama emir yönü dikkate alınacak olursa, o fiil bu açıdan ibadet hali­ni alır ve o zaman da niyet gerekli olur. Yani niyetsiz ibadet haline dö­nüşmez. Burada niyetin lâzım gelmesi ya da ona ihtiyaç duyulması an­lamı kastedilmemekte; aksine emre uymuş olma niyeti, o fiili ibadet haline dönüştürmüştür denilmek istenmektedir. Meselâ bir kimse­nin, müslüman kardeşini rahatlatmak amacıyla ya da dünyevî bir çı­kar elde etmek düşünce siyle ödünç (ikraz) vermesi durumunda niyeti­ne göre sevap alacak ya da alamayacaktır. Ahş-veriş, yeme, içme, nikâh, talâk vb. de aynı şekildedir. İşte bu düşünceden hareketledir ki selef-i sâlihîn , yaptıkları işleri niyetli yapmaya büyük gayret sarf ediyorlar di ve niyet haline ulaşıncaya kadar birçok fiilden geri du­ruyorlardı.

Fasıl:

Bu açıklamalardan şu netice ortaya çıkar:
Hiçbir şer'îhüküm Allah hakkından hali (uzak) değildir ve bu hu­sus taabbudî yönü teşkil etmektedir. Çünkü kullar üzerindeki Allah'ın hakkı, yalnız O'na kulluk etmeleri, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamala­rı, mutlak surette emirlerine uyarak yasaklarından da kaçınarak O'na ibadette bulunmalarıdır. Eğer ilk bakışta sırf kul hakkı olduğu sanılan bir fiil"[480] ile karşılaşılacak olursa, aslında durum hiç de öyle gö­ründüğü gibi değildir. Aksine (o hüküm içerisinde mutlaka Allah hakki da bulunur ancak) dünyevî hükümlerde kul hakkı tarafı ağır basar.
Aynı şekilde bütün şer'î hükümlerde, kullara ait olmak üzere ya dünya hayatına ya da âhiret âlemine yönelik bir hak bulunmaktadır. Çünkü şerîat sadece kulların maslahatlarının temini esası üzerine ku­rulmuştur. Bu yüzden de hadiste: "Kulların Allah üzerindeki hakkı, O'na kulluk et/neleri ve hiçbir şeyi ortak koşmamaları halinde, onlara azap etmesidir"[481] buyrulmuş ve kulların Allah üzerindeki hakla­rından bahsedilmiştir. Âlimler genelde Allah hakkını "şeriatta sabit olan ve akılla kavra nılabilir olsun olmasın mükellef için seçenek hak­kı bulunmayan şeyler" şeklinde; kul hakkını da "dünyada kulun kendi çıkarlarıyla ilgili olan şeyler" diye tarif ederler. Eğer maslahat, âhiretle ilgili maslahatlardan olursa o, Allah hakkı diye nitelenen kı­sımdan olmaktadır. Onlara göre taabbudun anlamı, özel bir tarzda[482] mânâsı (hikmeti, illeti.' akıl ile kavranamayan demektir, İbâdet konu­ları Allah hakkına, âdetlerle ilgili konular da kul haklarına yönelik ol­maktadır.

Fasıl:

Fiiller, Allah ve kul haklarına nisbetle üç kısımdır: (1)

Katkısız Allah hakkı bulunan fiiller. İbâdetler gibi. Daha önce de geçtiği gibi bunların esasını taabbudîlik oluşturur. Bu kısımdan olan fiiller, emre tam bir uygunluk gosterirlerse sahih olurlar; aksi halde sahih olmazlar.
Delili: Taabbudîlik, illetin akılla kavramlamaması demektir ve bu gibi konularda kıyas yürütmek sahih değildir. İlleti akılla kavram-lamadığına göre, bu Şâri'in o fiilden maksadının belirlenen şekil, kalıp ve sınırların korunması, öte aşılmaması olduğunu gösterir. Bu durum­da fiil tam istenildiği şekilde meydana gelirse, Şâri'in kasdına uygun düşmüş olur; aksi takdirde ise muhalefet edilmiş olur. Biz, fiilin illeti­nin akılla kavranamaz olmasının o şeyin taabbudîliğine, dolayısıyla belirlenen şekil ve sınırların korunması gereğine bir delil olamayaca­ğını bir an kabul etsek bile, (istenilene tam bir uygunluk göstermeden işlenilen) o fiilden zimmetin[483] temize çıkmaması /bu konuda delil !;îıyl olarak) yeterlidir. Zimmetin temize çıkmaması, sorumluluktan talebe uygun olmayan fiille değil, tam bir uyum gösteren fiille çıkılması zaru­retinin bir gereği olmaktadır.

Yasak (nehiy) da bu konuda aynen emir gibidir. Çünkü yasak, ya­saklanılan şeyin sahih olmamasını gerektirir. Bu ya "Yasak, yasakla­nılan şeyin mutlak surette fesadını gerektirir" kaidesine binaen böyle­dir. Ya da yasağın, yasaklanılan fiilin Şâri'in kasdına muhalif düşme­sini gerektirmesinden dolayıdır. Bu muhalefet de ya fiilin aslında olur: Altıncı bir namaz eklenmesi veya namazlardan birinin terkedil-mesi gibi. Ya da fiilin niteliğinde olur. Kuran okumanın (kıraat farzı­nın) rükûda ve secdede gerçekleştirilmesi, mekruh vakitlerde namaz kılınması gibi. Zira bunlar eğer Şâri'in maksadına uygun düşseydi, o takdirde onları yasaklamaz; ya emreder ya da tercihe bırakır, hakkın­da izin verirdi. Çünkü Şâri'in kasdı sebebiyle ilk anlaşılan şey, izin ol­maktadır; dolayısıyla onu öte aşmaz.

Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini gö­rürsen aşağıdaki ihtimallerden biri sebebiyle Öyle davrandığını bilme­lisin. Bunlar:

(a) Bu kimse, ya o konuda bulunan emir ya da yasağın sıhhatine inanmamaktadır.

(b) Ya ona göre bu emir ya da yasak bağlayıcı türden değildir,

(c) Ya da fiilin özünden ayrılması mümkün olan bitişik bir özel­lik vardır ve emir ya da yasako özellikle ilgili bulunmaktadır. Ayrılması mümkündür görüşüne göre gasbedilen bir arazîde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi,

(d) Ya da meydana gelen olayı, hikmeti kavranılabilen ve masla­hatla talil edilebilen türden saymakta ve böylece onların hü­kümlerine tabi tutmaktadır. Daha Önce de geçtiği gibi sırf Al­lah hakkı içeren fiillerde bu durum son derecede azdır ve on­larda taabbudîlik esas umde olmaktadır. (2)

Allah hakkı ile kul hakkı karışık bulunan fakat Allah hakkı ağır basan fiiller. Bu kısım fiillerin hükmü de aynen birinci kısım fiillerin hükmü gibidir, Çünkü bu tür fiillerde kul hakka şer'an atılmış olunca, o sanki hiç dikkate alınmamış gibi bir hal almıştır. Eğer dikkate alın­saydı, o takdirde zaten muteber olurdu. Halbuki biz bunun tersi du­rumdan bahsediyoruz. Cana kıymak gibi. Zira bir kimsenin fitne ve benzeri şer'îbir zaruret olmaksızın kendi nefsini ölüme teslim etmesi gibi bir hakkı bulunmamaktadır.
Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini gö­rürsen bunun yukarıda belirtilen üç ihtimalden'[484]' biri sebebiyle olduğunu bilmelisin. Bir dördüncü ihtimal daha vardır: O da, bu gibi fiiller­de kul hakkının daha ağır bastığı görüşünde bulunmasıdır. (3)
Her iki tür haktan da içermekle birlikte, kul hakkı ağır basan fiil­ler. Bunların esasını, hikmetleri/illetleri akılla kavramlabilen fiiller oluşturur. Bu tür fiiller, gelen emir ya da yasağa uygun olarak işlenir­lerse, sahih olacakları konusunda herhangi bir tereddüt bulunma­maktadır. Çünkü kulun maslahatı bu şekilde ya dünyada hemen ya da âhirette istenilen biçimde gerçekleşmiş olmaktadır. Eğer emir ya da yasağa bir muhalefet söz konusu olursa, o zaman konu üzerinde dur­mak gerekecektir. Burada esas nokta kulun maslahatının korunması ilkesidir. Bu tür muhalif işlenen fiillerle birlikte fiilin vukuundan sonra da olsakul hakkı: (a) Ya emir veya yasağa uygun olarak işlen­mesi halinde gerçekleştiği ölçüde veya daha da fazla bir düzeyde ger­çekleşmiş olacaktır, (b) Ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer kulun hakkı­nın gerçekleşmediği farzedilecek olursa, o amel bâtıl olacaktır. Çünkü fiilde gözetilen Şâri'in maksadı gerçekleşmemiştir. Eğer kulun hakkı gerçekleşmişse ki bu hakkın meydana gelmesi, muhalif olarak işle­nen sebebten başka bir sebebin sonucu[485] olacaktır fiil sahih olacak­tır ve yasağın gereği kul hakkına nisbetle ortadan kalkmış olacak­tır,[486] Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, müşterinin azad etmesi durumun­da müdebber[487] kölenin satışını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu yasak akitte gözetilen amaç, azad işinin ortadan kalkmasını engellemektir. Ona göre azad işi müşteri tarafından gerçekleştirildiğine[488] göre, bu akdin kölenin hakkına nisbetle feshedilmesinin bir anlamı yoktur. Ay­nı şekilde, bir başkasının hakkı taalluk ettiği için yasak olan bir akit de, o kişinin hakkını düşürmesiyle sahih olur. Çünkü buradaki yasa­ğın, bir başkasının hakkından dolayı olduğunu kabul ediyoruz. O kişi de kendi hakkını düşürmeye razı oluyorsa, buna hakkı vardır. Bu kıs­mın örnekleri çoktur. Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde iş­lenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen bunun yukarıda belirtilen üç ihtimalden biri sebebiyle olduğunu bilmelisin.[489] [490]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..