Yirminci Mesele:

Dünya Yüce Allah'ın kudretinin bir tecellî yeri olsun diye yaratıl­mış ve nimetlerle donatılmıştır. Bunun neticesinde kullar onları elde edecekler ve onlardan faydalanacaklar, Allah'ın bu nimetlerine karşı şükürde bulunacaklar; sonunda da âhiret hayatında Kur'ân'da ve ha­dislerde belirtildiği üzere hesap verecekler ve karşılık göreceklerdir. Bu durumda, bize bu hususları bildiren şeriatın,her nimete karşı nasıl şükredileceğini ve yeryüzüne yayılan bu nimetlerden genel olarak na­sıl istifade edileceğini de bildirmesi gerekecektir.
Şeriatta gözetilen bu iki kasıt deliliendirmeye ihtiyaç gösterme­yecek şekilde gayet açıktır. Meselâ şu âyetlere bir bakalım: "Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükre­dersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir[491]"Oysa, sizin için ku­laklar, gözler ve kalhler veren O'dıır. Pek az şükrediyorsunuz[492]"Ar­tık Beni anın, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etme­yin[493] "Ey inananlar! Sizi rızıklandırdığunızın temizlerinden yiyin; yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin[494]"Eğer şükreder­seniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım pek çetindir.[495]Şükür, sana nimet olarak verilen şeyi, nimet verenin rızası doğrultusunda kullanmandır. O halde şükür, O'na küllî olarak yönelmek anlamına gelir. Küllîliğin mânâsı ise, her durumda gücü Ölçüşünce O'nun rızasının gereği doğrultusunda hare­ket etmektir. "Allah'ın kullar üzerindeki hakkı, O'na kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O'na ortak kaşmamalarıdır[496] hadisinin mânâsı da işte budur.                                                                                                        

Bu hususta ibâdet konuları ile âdetler arasında fark yoktur. İbâdetler, asla ortaklık kabul etmeyen Allah haklarından olmak­tadır. Onlar O'na yöneliktir.
Âdetlere gelince, bunlar da küllî bir yaklaşımla ele alındıklarında Allah hakkından olmaktadır. Bu yüzdendir ki, iyi ve temiz şeylerden olup da helal bulunan nimetlerin haram kılınması caiz değildir: Yüce Allah: "Allah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıklan haram kılan kimdir'? 'Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gü­nünde de yalnız onlar içindir'de[497] "Ey inananlar! Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın.[498]bu­yurmakta ve helal olan birşeyi haram kılmayı yasaklamakta ve böyle bir tutumun Allah hakkına karşı bir tecavüz olduğunu bildirmektedir. Bazı sahabîler, helal olan bir kısım şeyleri kendilerine haram kılmaya yeltendiklerinde Hz. Peygamber onlara tepki göstermiş ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir[499]buyur­muştur. Yüce Allah, temiz olan şeylerden bazılarını kendisine haram kılan kimseleri yermiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah, kulağı çentilen, salıverilen, erkek dişi ikizler doğuran, on defa yavrulamasından ötürü yük vurulmayan hayvanların haram kılınmasını (adanmasını) em­retmemiştir; fakat inkâr edenler Allah'a karşı yalan uydururlar ve ço- ğu da akletmezler[500] "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden baş­kasının yemesi yasaktır; bir kısım hayvanların sırtlarına yük vurmak da- haramdır iddiasında bulunarak...   O'na iftira ederler"[501]  Bu âyetlerde Yüce Allah, ekinler ve hayvanlarla ilgili düzdükleri yanlış inançlarından dolayı onları yermiştir. Bazı şeyleri haram kılmaları da bu düzmece inançlarından olmaktadır. Bu konudan amaçlanan da bu­dur.
Aynı şekilde âdetler bahsinde, kazanma fkesb) ve onlardan fay­dalanma yönünden de Allah'ın hakkı bulunmaktadır. Çünkü başkala­rının hakkı da şer'an koruma altındadır ve bu konuda hak sahibi dışın­daki diğer insanların o hakkı düşürme yetkileri bulunmamaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu hak Allah hakkı olmaktadır. Cüz'î ola­rak ele alındığı zaman kul kendi hakkını düşürebilmektedir; küllî ola­rak ele alındığında ise böyle bir yetkisi bulunmamaktadır.[502] Bizzat mükellefin kendisi dahi bu hak içine girmektedir. Mükellefin kendi canına kastetmesi ya da organlarından birini itlaf etmesi gibi bir yet­kisinin bulunmaması bu hususu ortaya koymaktadır.

Şu halde, âdetlerle ilgili konularda da iki açıdan Allah hakkı bu­lunmaktadır:
(1) Zarûrîyyât altına dahil bulunan ilk küllî vaz' (konuluş) açı­sından.
(2) İnsanlar arasında adaletin teminini, üstün hikmet doğrultu­sunda maslahatın gerçekleştirilmesini gerektiren tafsîlî vaz' açısından. Bu durumda tamamı üç kısım olmuştur,[503]

Aynı şekilde âdetlerle ilgili konularda iki açıdan kulhakkı bulun­maktadır:
(1) Âhiretyurdu açısından. Bu açıdan sözkonusuhakkulunhak karşılığında cennet nimetleriyle karşılanması, cehennem azabından da korunmasıdır.
(2) Dünya hayatı açısından. Dünya hayatı ile ilgili konularda ni­metlerin kula ulaşması en kâmil şekli üzere olacaktır. Ancak bu, "Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gü­nünde de yalnız onlar içindir"[504] âyetinde de ifade edildiği üzere herkese kendinde bulunan bir özellik ölçüsünde ola­caktır.[505]
Tevfîk ancak Allah'tandır. [506]
[1] Bu, şeriatın konulusunda Sâri' tarafından gözetilen bir diğer amaç olmakta­dır. Bu nevi birinci nev'ide belirtilen maksattan farklıdır. Orada, Şâri'in maksadının, hem dünya ile hem de âhiretle ilgili maslahatları genel bir biçimde ortaya koymak olduğu belirtilmişti. Orada açıklanan kasıtla burada söz edilecek olan maksat arasında bir zıtlık bulunmamaktadır. Aralarında şu fark vardır: Birinci nev'ide, tabi olan ve uygulamada kusur göstermeyen kimseler için dünya ve âhiret saadetine kefil olan ilâhî bir nizamın konul­muş olduğu işlenmiştir. Dördüncü nev'ide ise, kuldan bu ilâhî nizam altına girmesi, ona boyun eğmesi, heva ve heveslerinin peşinden koşturmam asının isteneceği işlenecektir.
[2] Zâriyât 51/55-57.
[3] Tâ hâ 20/132.
[4] Bakara 2/21.
[5] Bakara 2/177.
[6] îsâ4/36.
[7] Sâd 38/26.
[8] Nâziât 79/37-38.
[9] Nâziât 79/39-40.
[10] Necm 53/3-4.
[11] Câsiye 45/23.
[12] Mü'minûn 23/71.
[13] Muhammet! 47/16.
[14] Muhammed 47/14.
[15] Mü'minûn 23/71.
[16] Mü'minûn 23/115. îlayır, aksine sizi, yükümlülüğünüzü ve karşılığını gör­meniz için öldükten sonra diriltiimenizi gerektiren bir hikmetten ötürü ya­rattık. Âyet, içlerinde bulundukları gaflet sebebiyle kâfirleri azarlamakta­dır
[17] Sâd .38/27. Âyette geçen "bâtıl" hikmetsiz, boşuna demektir. Bu âyet, insanla­rın öldükten sonra tekrar dirütileceğini ve hesaba çekileceklerini, bunun da ancak şeriatla açıklamada bulunulduktan sonra olabileceğini ifade eden bir önceki âyetin içeriğini pekiştirmektedir. Bir sonraki âyet de böyledir. Çünkü oyun, oyalanma ve eğlence hikraetsiz şeylerdir. Bu açıklamalar noktasından bakıldığı zaman âyetlerin delil olarak kullanılışı açıklık kazanır ve, "Bu âyetler yaratılışla ilgilidir; şeriatın konulmasıyla ilgisi yoktur" diye bir itira­za meydan kalmaz.
[18] Duhân 44/38-39.
[19] Fıkıh, bir şeyi ince ve. derin bir anlayışla kavramak demektir. Fakîh de, İslâm'ı gereği şekiide ve iyice kavrayan ve onu kendi zamanında yaşanabilir şekilde hüküm kalıplarına koyabilen kimse demektir. Kurrâ ise, Kur'ân'ı iyi okuyan kimse demektir. (Ç)
[20]  Bunların amelleri, şehvetlerinin, arzu ve heveslerinin ortaya çıkmasından önce başlar. Bu durumda bunları o amellere iten başka bir motif vardır. Bu motif de Allah'ın teşrî kıldığı hususlara uymak ve boyun eğmek olmaktadır, Onların arzuları, amellere başlandıktan sonra ortaya çıkmaktadır; dolayı­sıyla amellere itici motif olmaktan uzaktırlar. Sonuç olarak bunlar, heva ve heveslerine tâbi durumda değillerdir. Diğergrubagelince;onlar amellere an­cak heva ve hevesleri gözüktükten sonra başlarlar; amellerde ağır basan hu­sus arzu ve heveslerinin tatmini olur ve o amele itici motif bunlarda heva ve hevesleridir. Dolayısıyla birinci grupla bunlar arasında büyük farklar var­dır.
[21] Muvatta, Sefer, 88.
[22] Ve bunun neticesinde içerisinde bulunduğu halin yani nefsinin aldığı lezzet ve nimetlerin, duyduğu haz ve güzelliğin artması, kerametler etde etmesi, herkes tarafından sevilen bir kimse olması... için namaz, oruç, ibadet için halvete çekilmek gibi şeylere rağbeti artar ve şiddetlenir. Bütün bunlar arzu ve heveslerdir ve övgüye değer amellere karışmışlardır. Ancak bazen olur ki, bu heva ve hevesler varlık bakımından şeriata uymuş olma motifinden önce­lik arzeder ve asıl durumuna geçer; bu halde kişi mertebesini kaybeder.
[23] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/169-177
[24] Burada mükellefin korumakla memur olduğu ve kendisi için bir hazzm bu­lunmadığı miktarın açıklanmasına ihtiyaç vardır. Burada kastedilen nefsini koruması, mesela kendisini uçurumdan atmak gibi, onuhelakolmaya maruz kılıcı davranışlardan kaçınması yoluyla; dinini koruması, kendisine arız ola­cak şüpheleri uzaklaştıracak kadar gerekli şeyleri öğrenmesi yoluyla; akimi koruması, onu giderecek ya da örtecek şeylerden kaçınması yoluyla; neslini koruması, şehvetini ancak Allah'ın kendisine iz in verdiği yollardan giderme­si suretiyle; malmı koruması, onu yararsız bir şekilde yakmak, ya da başka türlüyollarla telef etmekten koruması yoluyla olacaktır. Müellifin "Mükelle­fin bunların aksi istikamette davranışta bulunmayı tercih etmesi takdirinde kısıtlılık (hacr) altına alınması..." şeklindeki sözü böylece açıklık kazana­caktır. Bununyanmda, hayatının gereklerinden olan giyecek ve mesken ihti­yacının temini için sanat icrasında bulunmak ve esbaba tevessül etmek yo-tuyla nefsini korumasına gelince, her ne kadar bunlar da zarûrîyyâttan ise de bunlar ikinci kısımdan yani mükellef için bir haz içeren tâbi ma ksatlar-dan olmaktadır. Nitekim açıklaması gelecektir.
[25] Müellif zahirde diye kayıtlamıştır. Çünkü bunlar her ne kadar kendilerine arzedilen bir davaya bakmaktan dolayı, davada taraf olanlardan bir ücret al­mıyorlarsa da, beytülmalden bir ücret ahyorlardır. Beytülmalin geliri de da­vada taraf olanlar da dahil oimak üzere halktan toplanmaktadır. Ancak alı­nan bu tür ücret, davada taraf olanlardan doğrudan alınan ücret gibi değil­dir; bu kadıyı bir töhmet altına sokmayacağı gibi, onu taraflar arasında uy­gun gördüğü doğru bir hükmü değiştirmeye sevkedecek bir özellik de arzet-mez. Nitekim durum açıktır.
[26] Yani meselâ rüşvet alma gibi. Bu gibi durumlar genel mefsedetlere yol açar­lar ki, bunlar üstlendiği kamu velayetinin gereklerini yerine getirme konu­sunda taraf tutma gibi töhmete maruz kalması, hak ve hakikattan sapması ve zulme saplanması gibi şeylerdir.
[27] Çünkü bu gibi-zarurî esaslarda kişiye yönelik bir haz bulunmamaktadır ve onun bu tür yükümlülüklerden sıyrılıp çıkması gibi bir seçenek hakkı da yok­tur.
[28] Tabiî bu, bu tür görevlerin üstleniimesinin herhangi bir yolla son çare olarak belirmesi (taayyün etmesi) durumunda sözkonusudur.
[29] Bunlar, mükelleften belirlenmek suretiyle yapılması istenmeyen ve onun tercihine bırakılan çeşitli esbaba tevessül kabili nden olan şeylerdir. Mesela mükellef, illâ da ticaret yapacaksın, ya da sanatla iştigal edeceksin veya zirâatia değil de öğretmenlikle uğraşacaksın... gibi bir mecburiyet altına so­kulmaz. Ancak hayatını sürdürmek için gerekli olan faaliyetlerden birini yapmak, esbaba tevessül etmek zorundadır. Bun! arın tamamı, aslî o] an mak­satların tamamlayıcısı durumundadır ve onların hiz metindedirler. Çünkü aslî maksatların ayakta durabilmesi ancak bunların varlığına bağlıdır. Eğer bu tâbi durumunda olan maksatlar (zarûriyyât) tümden ortadan kalkarsa; varlık bakımından kendilerine bağîı olan aslî maksatlar da gerçekleşemez. Aralarında bir başka fark daha vardır: Aslî olanlar vacip iken tabî olanlar mubahtırlar (tabiî Mubah bahsinin ikinci meselesinde de geçtiği gibi cüzî açı­dan ele alındığında bu böyledir). Bir sonraki meselede, bunlar da aslî maksatlar gibi zarûriyyâttan sayılacaktır.
[30] Nûr 24/19.
[31] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/177-181
[32] Müellif, talep konusu diye kayıtlamıştır; çün kü kamu velayetlerinde olduğu gibi kifâî farzlarda da peşin bir haz bulunmaktadır. Meselâ, başkanlığın ver­diği ayrıcalık, memurların âmirlerine gösterdikleri saygı... gibi. Ancak bu hazlar, şer'an talep ediimiş (maksut) şeyler değillerdir; aksine bu gibi nazla­ra yönelik bir arzunun bulunması şiddetle yasaklanmıştır. Talep konusu hazdan ne kastedildiği ileride gelecektir.
[33] Bakara 2/275.
[34] Cum'a 62/10. Yasaktan sonra gelen emir kipleri ibaha hükmü ifade ederler. Ya da bazılarına göre. yasak hükmünü eski haline döndürürler. Burada ya­sak hükmü, cuma saatinde ahş-veriş yapılmaması hakkındadır. (Ç)
[35] Bakara 2/198.
[36] A'râf7/32.
[37] Tâ-hâ 20/81.
[38] Burada: "Eğer kifâî vacip olursa, o zaman böyle olabilir; aksi takdirde beş teklifi hüküm birbirine girer" denilebilir. Ancak buna şöyle cevap verilebilir: Burada sözü edilen şeyler cüzî olarak rnendupturhır, ancak külli olarak ele alındıklarında kifâî vacipolurlar. Nitekim bu konu, Hükümler bahsinde geç­mişti. Dolayısıyla, cüzî olarak ele alındıklarında mendup olan zarurî esasla­rın bütün olarak terke dilmeleri halinde günahkâr olunması doğru olacaktır.
[39] Bunların nafakalarını temin için çalışmak vacip olmaktadır.
[40] Sâd 38/26.
[41] Buharı, Ahkâm, 5, 6; Müslim, İmâre, 13; Ehıı Davud, İmâre, 92.
[42] Meseiâ bir hadisle: "Eğer bir kul halk üzerine başkan, kılınır ve o, halkına karşı nasihat ve ihlasla davranmazsa, asla cennetin kokusunu alamaz" huy-ruîmuştur (bkz. LJuhârî, Ahkâm, 8; Müslim, İman, 227, 228, İmâre, 21).
[43] Zümer39/3.
[44] Ta-ha 20/132.
[45] Talâk 65/2
[46] el-Câmiu's-Sağîr'cit' Hatîb'den rivayet edilmiştir, isnadı zayıftır. Muteber kitaplar içerisinde; Concordance ve fihristler aracılığı ilt. bulunamamıştır.
[47] Yani, onun sebebiyle, mükellef için haz içermeyen ve yapılması istenilen amel meydana gelir. Meselâ, yeme, içme, giyme, barınma vt; benzeri sebep­lerle hayatın korunması gibi. Mükellef için haz içeren kısım neticesinde, içe­risinde mükellefe yönelik haz içermeyen kısım meydana gelir.
[48] Yaklaşık olarak bkz. Buharı, Rikâk, 38.
[49] Bu gibi muamelelerde aynî zarurî esaslar bulunduğu gibi kifâî zarurî esaslar da bulunur.
[50] Nisa 4/6.
[51] Mirasçılar arasında mirası ve burada vakıf gelirlerin taksimatını yapan ve küçüklerin hakkını koruyan şorîat memuru. (Ç)
[52] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/181-187
[53] Buruda şöyîe bir mütâlâa ileri sürülebilir: MüeÜif, bu meselej'i erteleyerek, hu bölümün ikinci kısmına yani bizzat mükellefe ait maksatlar bahsine eko­seydi ve burada Şâri'in teklifle gözettiği maksatlar bahrinde işlemcsseydi da­ha uygun olurdu. Çünkü bu konu öne?,, mubahın mükellefin kasdı (niyeti) ile ibadet, haline dönüşnıesiyle ilgilidir. Sonra da, durum böyle olunca acaba, o fi­il ibadet hükmünü alır ve sahibi kamu velayeti üstlenen bir kimse gibi oîur mu? Yoksüokişimn hükmü, haz sahibi bulunan ve kendisine tevdi edikm bîr konuda istediği gibi tasarrufta bulunan kimsen İn hükmünde olmaya devanı mı eder?

Biz bu mütâlaaya şöyle a-vap verebiliriz: Bu meseleden ası! maksat hu so­nu ucu problemdir ve konuyln ilgili iki bakış açısı bulunmaktadır. Bu iki ba­kış açısı, şu anda işlemekte bulunduğumuz dördüncü nev'i ile daha sıkı trl-i-hailı haldedir. Mesele başında getirilen açıklama ise, sadece bir giriş mahiye­tindedir. Dolayısıyla itiraz yerinde değildir.
[54] Müellifin sözünün zahirinden anlaşılan odur ki, burada sözü edilen her iki yaklaşım da, fiilin şahsî harlardan armdınimasını kabul sonrası ile ilgilidir ve işin hu noktasında gorüif ayrılığı yoktur. Üzerinde durulan konu, sadece, bu durumda olan bir kimsenin fiili, acaba birinci kısımdan o lan yani rnükelie-fe ait bir baz içermeyen fiillerin hükmüne katılabilir mi ve dolayısıyla o fiil karşılığında bir bedel alamaz ve aynî ve kifâî olmak üzere her iki nev'i ile bi­rinci kışının hükmü gibi olur mu? Müellifin sözünden anlaşılan işte budur ve soruyu, sadece hükümde birinci kısma kati labilir mi noktasına hasretmekte­dir. Sanki bu soru öncesine kadar olan her konuda görüşbirliği varmış gibi davranmaktadır. Halbuki ikinci vechin izahı sırasında, "hepsi, hazların bu­lunup bulunmaması konusu üzerine kuruludur" ve yine "Hu sabit olursa, bu kısmın hazların tümden bulunmaması konusunda birinci kısma eşit olmadı­ğı ortaya çıkar" demektedir. Halbuki, hu konu meselenin başında kabul edil­miş ve bu nokta ile ilgili bir şüphe ya da soruya yer bırakılmamıştı. Oysaki, birazdan gelecek olan izahlarından da anlaşılacağı üzere bu noktanın da tar­tışmaya açı im ası uygun olacaktı.
[55] Yani içerisinde mükellefe yönelik haz içeren bir fiilin, tafsilat üzere değil de genelde hiç haz içermeyen fiil mis gibi muamele görmesine. Çünkü bulunacak hazzı pek çok ve sıkı şartlara bağlamıştır; öyle ki, bütün bu şartlardan sonra kalacak olan haz neredeyse yok olmuş ve arada kaybolup gitmiş gibidir.
[56] islâm hukukunda buna'gabin' denilmektedir. Bir eşya nm gerçi; k değerinin her zaman için tesbiti gerçeklen çok zordur. O yüzden şeriat herkesin aldan a-bileceği bir (ıranı (gabn-i yesîr) muamelelerde hoşgörü ile karşılamış, ama herkesin a k!a nam ayacağı miktara ulaşan bir gabni (gahn-i fahiş) akdin fes­hine bir sebep saymıştır. Gabn-i fahişin oranı: Ticaret mallarında yirmide bir; hayvanlarda onda bir, akarda beşte bir, dirhemde kırkta bir ve  daha fazla olan miktarlardır, (bkz. Bilmen, Kamus,6/11). (Ç)
[57] Yani aynî ve kifâî olanlarda. (Ç)
[58]  Yani hazdan soyutlanmış olması, ancak hiç haz içermeyen fiillerin hükmünü almadıkça tamamlanmış olmaz.
[59] Yani amelin Allah için halis kılınmış olması isteği, ancak o fiilin daha başlan­gıçta hiçbir haz içermeyen fiilin hükmünü alması ile mümkün olabilecektir ki, o tür hükümler de, ibadetleri ve kamu velayetlerini içerisine alan kısım­dır. Çünkü, kişi mâlî ve diğer tasarruflarında serbest kalınca, nazlarından tümden arınimş olmaz. Geriye "Onun şer'î bir taleple istenilmiş olup olma­ması arasında fark yoktur" sözü üzerinde durmak kalıyor. Çünkü eğer orta­da iyi huy, güzel ablak çağrısı şeklinde de olsa şer'î bir taiep olmazsa, o zaman bahsin özerinde temelden durmanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bahisten gö­zetilen amaç, mükellefin zatî hazlar içeren amelleri işlemesi sırasında niyeti­ni Alİah için halis kılarak, onu kendisine yönelik hazlardan tamamen arın­dırması ve o fiili sırf Allah'ın emrine uy muş ol m ak için ya da onu Allah'ın ken­disine bir hediyesi telakki ederek işlemesi durumunda, acaba o kimseden yaptığı işleri, mükellefe yönelik baz içermeyen ikinci kısımdan amellerin ta­lep edildiği gibi mi işlemesi isten ilecek ve dolayısıyla mesela kendi malından ancak ihtiyacı kadarını mı alabilecek; yoksa bununla beraber malında ve di­ğer konularda serbest olacak ve istediği gibi biriktirip uygun gördüğü şekilde harcayabilecek mi? Eğer bahis, şer'î bir talep üzerinde olmazsa, o zaman konu tümden ortadan kalkacak ve amaçsızoiacaktır. Müellif, meselenin sonunda bu tür davranışların mükelleflerin kendi kendilerini icbar etmeleri neticesinde olduğunu yoksa daha başlangıçta vacip olan şer'î bir icbanıı bu­lunmadığını ifade edecektir. Dolayısıyla öyle de olsa bu, şer'î bir durumdur ve Şâri'inyüklenıesiyle olmasa bile şer'.an makbul ve isUmilen bir durum olmak­tadır.
[60] Buhârî, îman, 42; Müslim, îman, 95.
[61] Bu istidlal, birinci yaklaşımdaki "içerisinde haz bulunan şeyin istenilmesi, içerisinde haz içermeyen şer'î kayıtlarla kayıtlıdır" sözü ileri sürülerek red­dedilir ve bu durumda onda bir haz bulunması mümkün olmaz. Burada ona şöyle karşılık verilir: Bu siniri ar sadece hazzma ulaşmak için birer vasıtadır­lar ve maksadın vasıtanın hükmünü a İması zorunlu değildir. Dik kat edilecek olursa görülecektir ki, uslî kasıtla mükellef için haz içeren meslekler, ticaret ve bedelli akitler gibi şeylerde kişi kendi nazlarına ancak başkaları nın çıkarlar: yoluyla ulaşabilir. Bununla birlikte, bunlarda gözetilen mak­sat, bunlar esnassnda ortaya çıkan başkalarının maslahatına ait hükmü al­maz ve. bunların içerdiği kişiye yönelik hazlar asıl, başkalarına yönelik haz­lar da arızî sayılır.
[62] Başkalarına ait faydalar da içermesine rağmen, bu faydalar arızî ofarak orta­ya çıkmaktadır. Dolayısıyla maksat, bu vesilenin hükmüne girmemektedir.
[63] Çünkü kişinin başkalarının çıkarlarını ihlal etmesi, netice olarak kendisine yansır ve verilecek cezalar, zecrî tedbirler, telef edilen malların ödetilmesi, isyanlar ve günahlar sebebiyle inen musibet ve âfetler yibi yollarla kendi çı­karları ihlal edilmiş olur. Yüce Allah, kendisine tecavüz edilen (mağdur) kimseye, tecavüz edene karsı, yapılan tecavüz ölçüsünde (kısas) karşılık ve­rebilmesine dair izin vermiştir. Dolayısıyla, bir başkasının m aslahatını ihîat demek, sonuç itibarıyla kişinin kendi çıkarlarını ihlal etmesi demektir.
[64] Fussılet 41/46.
[65] Fetih 48/10.
[66] Müslim, Birr, 55.
[67] Şûrâ42'30.
[68] Bakara 2/194.
[69] Yani, tevessül ettiği esbab neticesinde ortaya çıkan şeylerden hiçbir şey al­mazlar, aksine onları başkalarına verirler. Esbaba tevessül neticesinde orta­ya çıkan herzeyi halk için î.urürler. Bununla birlikte esbaba tevessül eden, meslek icra eden onlardır. Bunlar kendilerine ulaşan şeyleri tamamen Al­lah'ın bir lutfu olarak görürler ve kendilerini onlar üzerinde dağıtımı yap­mak için görevli birer vekil gibi telakki ederler ve kendileri içi n hiçbir şey ol­madığı düşüncesini taşırlar. Bunlar, en yüce mertebeyi teşkil ederler. Bun­dan sonra gelenler nefislerini ihtiyacı olunca alan vekil gibi kabul ederler. Bunlar rütbece daha geridedirler.
[70] Haşr59/9.
[71] Nâşir'in notu ile birleştirilerek olumsuz olarak tercüme edilmiştir. (Ç)
[72] Ki kendisi "el-Eş'arî" nisbesiyle tanınır, (Ç)
[73] Buhâri, Şerike, 1; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 167.
[74] Asını b. Ahvel, Knes'e: "Sana Rasulullah'm 'İslâm'da pakı (ahidleşme) yok­tur.' buyurduğu ulaştı mı?" diye sordum. O, Hz. Peygamber'in kendi evinde Kureyş iie Ensar arasında (kardeşlik) paktı (ahidleşmesi) oluşturduğunu söyledi. (Bubari, İtisam, 16, Kefalet, 2; Müslim, FedâîluVsahâbe, 204.
[75] Çünkü Ensar, Muhacir kardeşlerine mallarını araları uda paylaşmayı teklif etmiştir. Hatta bazıları, eğer Mııhacir kardeşleri dilerlerse eşlerinden arzu ettiklerini boşayıp onlarla evlendirme teklifinde dahi bulunmuşlardır. Onlar ise, Ensar kardeşlerinin tekliflerine yanaşmamışlar, ziraat ve ticaretle uğ­raşmışlardır.
[76] Yaklaşık ifadelerle bkz. Müslim, Zekat, 41, 95; Dârimî, Zekât, 21; Keşfu'I-hafâ, 1/23-
[77] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/188-196
[78] Yani, katkısız ibadet İmlinde bulunan ameller veya arızî olarak içerisinde haz bulunduran ameller gibi. Müellifin buradaki ifadesi, aslî maksatları "mükellef için bir haz içermeyen maksatlar" şeklindeki tarifi ile çelişmez.
[79] iznin, emir ve yasaktan sonra zikredilmesi, onun ibaha (mübaMık) anlamın­da «3 m asını gerektirir. Ancak ib aha, aslî maksatlardan değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, asli maksatlar, aynıya dakifâî vacipler olmaktadır. Bu itibarla mücOîif, burada izin kelimesini kullanmadaydı daha iyi olurdu. Bu hususa daha sonra gelecek olan "onun fiili zarurivyât ve onu çevreleyen (ta­nı anı tay ıcrunsurlari üzere işlenmiş oiur" sözü de delalet eder. Ancak burada müellife hak vermek için şöyle denilebilir: Dördüncü meselede geçtiği üzere, içerisinde mükellefe yönelik haz içeren yani tâbi maksatlardan bulunan bir fiii, nefsî hazlardan arındırılarak emredilmiş birşey mesabesine çıkarılabi­lir. Bu durumda da iznin zikredilmiş olması bir problem arzetmez.
[80] Yaklaşık ifadelerle bkz. Müslim, Zekat, 41, 95; Dânmî, Zekât, 21; Keşfu'l-hafâ, 1/23.
[81] Çünkü şer'î bir vacibi yerine getirmiştir ve bu haliyle o övgüye değerdir.
[82] Yani her ne kadar işlenen fiil, Şâri'in kasdına uygun düşmüş ve ona muhalif olmamışsa da, ancak heva ve heveslerinin güdümünden çıkmış olabilmesi için bu yeterli değildir. Kişi bu tür davranışlarında, Şâri'in hitabınınki emir, nehiyyada izin olabilir gereğini dikkate alarak işlemiş değildir; aksine Şâri'in hitabı dikkate alınmaksızın sadece kendi şahsî ihtiyaçlarının gide­rilmesi ve şehevî arzularmm tatmini için işlemiştir.
[83] Yani, aslî maksatlar doğrultusunda hareket etmek.
[84] Müzemmil 73/5.
[85] Yani amelini, hem haz peşinde hem de emre uymuş olma amacıyla iş lemis kimse. Böyle birinin bu makamdan nasibi, haztanna olan riayetinin azhğı ölçüsünde olmaktadır. Müellif faslın sonunda, "Tâbi olan maksatlarih-îassızhğa daha yakındır" diyecektir.
[86] Daha önce geçti. bkz. c. 2/139.
[87] Çünkü bu heva ve heveslerin en güçlü itici motifleridir. Şeriat ise, kulu onun ilmeğinden çıkarıp Rabbine kui etmek için konulmuştur.
[88] Gâşiye 88/2-4.
[89] Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, 142 vd.
[90] Hadisin lâfzı tercümesi: "Heryaş ciğer sahibi için ecir vardır" şeklindedir, (bkz. Buharı, MüsâkAt, 9, Mezâlim, 23: Müslim, Seiam, 153.
[91] bkz. Buhârî, Bud'u'1-haik, 16; Müslim, Tevbe, 25.
[92] Ebu Davud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Ahmed, 4/123.
[93] Buhârî, Bedu'1-vahy, 1; İman, 41; Müslim, İmâre, 155.
[94] Hadis için bkz. Buhârî, Cihad, 48; Müslim, Ze.kâl, 24.
[95] bkz. Mâide 5/32.
[96] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/196-207
[97] Yani yoliar içerisinde mubah olan yolu araştırması ve bulması, onun sadece Şâri'in iznini gözönünde bulundurması neticesinde olacaktır. Dolayısıyla onun bu fiili, yukarıda geçen söz kuvvetinde olur.
[98] Müellifin maksadı, tâbi maksatlarla, haz kastimin bir arada bulunmasının sahih olacağını ve bunun heva ve heveslere uyma anlamına gelmeyeceğini açıklamaktır.
[99] Çünkü, yasak olan heva ve hevese uymuş olur. Zira hazların bulunması, b<' raberinde bulunduğu emre uyma kasdını düşürecek olursa, zikredilen netin-kaçınılmaz oturaktır.
[100] Ki bu amel, huy ittin kurtarılmasına yönelik ibadet dışı bir vacip olmaktadır.
[101] Münâvî, Künûzul-hakâik'de Beyhakî'den rivayet etmiştir. el-Makdisî, Tezkiretul-ıiH'vzûâtadlı eserinde, bu hadisin senedinde Sevr'den münker hadisler rivuyul eden Abdullah b. Üzeyne'nin bulunduğunu söylemiştir. (N) Concordano* vefihristler aracılığı ile temel kitaplari çerisinde bulamadık.(Ç) Gerçi konu dışı olmakla birlikte bazıları, cinlerle görüşmek, onlarlıı ko­nuşmak, evlenmek, kurbanlar takdim etmek suretiyle onlara yaklaşmak,., gibi konularda gelen bütün söylentilerin, tamamen hurafe ve islâm'ın il k dcı-virlerinden sonra ortaya çıkmış bayağı inançlar olduğunu ileri sürerlerse de, cinlerin görülmesi konusunda hadislerin bulunduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.
[102] İbn Esir, İbn Abbas'ın rivayet ettiği: "Bedevilerin cömertlik gösterisi olmak üzere kestiklerinden yemeyin. Ben onların, Allah'tan başkası adına kesilmiş hayvanlardan olmadıkları konusunda emin değilim" hadisini aldıktan son­ra açıklama sadedinde şöyle der: Bu akr yoluyla olurdu. (Akr; devenin [ya da koyun vb.] ayakta iken, sinirine vurarak hayvanı düşürmek ve kesmek de­mektir.) tki adam, sehavet ve cömertlikte birbiri ile iddialaşır, biri bir deve keser, öteki de keser ve bu böyle devam ederdi. Sonunda bu işi götüremeyen kimse pes eder ve öbürünün daha cömert olduğu ortaya çıkardı. Bunu, riya, kendi nefislerini tatmin ve övünç vesilesi olmak üzere yaparlar; Allah rızası için yapmazlardı. Bu yüzden Hz. Peygamber, onları Allah'tan başkası adına boğazlanmış hayvanlara benzetti, (bkz. Nilıaye,3/272
[103] Ebu Davud, Atime, 7.).
[104] Tard, illetin bulunması sebebiyle hükmün de bulunmasını gerektiren (sübutta telâzum). Cennet umudu ve cehennem korkusu bir hazdır; erli miş olmasının önemi yoktur. Eğer dünyada ibadet dışı haz içeren amelle hazların dikkate alınması durumunda bâtıl olurlarsa, aynı haz sebebiy İr detlerin de bâtıl olması gerekir. Halbuki, kimse böyle bir sonucu kabul m mektedir. (Ç)
[105] İnsan 76/9-10.
[106] Hadisin tamamı şöyle: " Müslümanlarla yahudi ve hıristiyanların beiuutrı bir cemaatin benzeri gibidir ki, bu cemaati bir gün geceye kadar ken dişine iş işlemek üzere muayyen bir ücretle bir kimse istihdam etm istir. Ka kat bunlar günün yarısına kadar müstecir hesabına çalışıp sonra:

—Senin bize vermeyi şart kıldığın ücrete ihtiyacımız yoktur; işlediğimiz, iş de bâtıldır, bir ücrete karşılık değildir, demişlerdir. İş sahibi (müatecir)

bunlara:

—Mesâinizi heder etmeyiniz, geri kalan işinizi tamamlayınız da ücretini­zi tam olarak alınız, dediyse de bunlar çalışmaktan kaçınıp işi terketmişlur dir. İş sahibi de bunlardan sonra başkalarını tutup bunlara:

—Şu günün geri kalan kısmını siz tamamlayınız da şunlara ücret olarak şart kıldığım ecri siz kazanınız! dedi. Bu defabunlar çalışmaya başladılar. Ta ikindi namazı vakti olunca bunlar da:

—Şimdiye kadar işlediğimiz iş bâtıldır, bir ücrete tâbi değildir. Bu iş de, bize vermeyi şart kıldığın ücret de senin olsun dediler, çalışmadılar. İş sahibi bunlara da:
—Öyle yapmayınız! Geriye kalan işinizi tamamlayınız da ücretinizi alı­nız! Şurada gündüzden az bir zaman kaldı, dediyse de bunlar da çalışmaya yanaşmadılar. İş sahibi bunların günlerinin geri kalan kısmını tamamlamak ve kendisi için çalışmak üzere bir cemaat daha istihdam etti. Bunlar güneş batıncay a kadar evvelkilerin geride bıraktıkları işi tamamlayarak çalıştılar ve evvelki îki grubun işlerinin ücretini tam ve eksiksiz olarak aldılar. İşte bu da müslümanların ve tevhid ile Hz. Muhammed'in peygamberlik nurunu ka­bul edenlerin-benzeridir. (bkz. Buharî, İcare, 8, 11, 13; Tecrid, 7/32.) (Ç)
[107] Bu meyanda şöyle buyurmuşlardır: "Rabbim için ileri süreceğim şart, O'na kulluk etmeniz ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamanızdır; benim ve ashabım için ileri sürdüğüm şart da, bizi bağrınıza basmanız ve bize yardımcı olma­nız, kendi nefislerini koruduğunuz gibi bizi de korumanızdır." (Ahmed, 4/120).
[108] Ki, bunların yerine getirilmesinde mutlak anlamda maslahatların gerçekleş­tirilmesi; muhalefeti durumunda dıı mutlak an lamda mefsedetlerin doğması sözkonusudur. Müellif buradaki amellerden asaleten ibadet olmayan amel­leri kastediyor; çünkü meselenin konunu bunlardır.
[109] En'âm 6/149.
[110] Beyyine98/5,
[111] Kehf 18/110.  
[112] Hadisin tamamı: "Kim bir amelde bulunur ve o amelde başkasını bana ortak kılarsa;onu şirkiyle başbaşa bırakırım." (Müslim, Zühd, 46).
[113] Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 155.
[114] Zümer39/3.
[115] Haz kasdının emre uyma kasdı ile bir arada bulunması durumunda İhlasın zayıflayacağı konusunda söz yok. Tartışma konusu da bu değil. İhlasın azal­mış olmasından, o amelin temelden bâtıl olması lâzım gelir mi? Tartışmanın odak noktası bu olmaktadır.
[116] Gazzâlî, böyle bir amel ile kulluk icrasında bulunulamayacağım söylememiş­tir. Halbuki, buradaki tartışma konusu budur. Aksine Gazzâlî esnek ve genel bir ifade kullanmıştır ve onun bu sözünü "ihlâs tanı olmaz" şeklinde yormak mümkün olduğu gibi, daha önce geçen ve asıl problemi teşkil eden böyle nefsânî nazlarla birlikte bulunan bir amel ile kullukta bulunulmuş olunmaz" şeklinde de yormak mümkündür. Dolayısıyla problemi teyit için bu u/un nakle gerek yoktu
[117] Sâffât 37/40-44.
[118] Yoksa, ibadet işlerken mutlak surette başka birşeyi dikkate almamak an­lamında değildir.
[119] Ankebût 29/6.
[120] Yani, "Dünya ve âhiretle İlgili tüm hazlardan arındırılmış bir ihlâs şekli ger­çekten çok zordur ve ona ancak seçkinler üstü seçkinler (havâssu'l-havâs) ulaşabilirler" sözüyle. Bu mümkündür ve bu durumda "Böyle bir iddiada bulunan kâfirdir" diye nasıl söylenebilir.

Ebu Hâmid bu iki söz arasını bulmaya çalışıyor ve şöyle diyor: Seçkinler üstü seçkinlerin haziardaıı uzak olmalarından maksat,yemek, içmek, giyin­mek, hurilerle ilişkide bulunmak gibi cennet ehli için vadedilen nimetlerden İstifade amacından uzaklıktır; yoksa her çeşit hazlar değildir. Marifetullah, münâcat, Allah'a bakma vb. gibi şeyler seçkinler üstü seçkinlerin hazları ol­maktadır. Eğer bu tür hazlar da kastedilecek olursa, onların dahi asia haz­lardan soyutlanmış olmaları mümkün olmayacaktır
[121] el-Utbiyye, Kurtubah el-Utbî (ö. 255/869) tarafından telif edilmiş ve Endü­lüs'te tutulmuş Mâliki mezhebine ait temel kitaplardan biri.
[122] Tâ-hâ 20/39. Muhtemelen ilgiyi şöyle kurmak mümkün: Yani, onu görünce insanların ona karşı bir sevgi duymaları, Şâri'in istediği birşeydir. Dolayısıy­la başkalarının da böyle bir duyguya kapılmış olmaları durumunda Şâri'in maksadına ters düşülmüş olmaz. (Ç)
[123] Şuarâ 26/84.
[124] Yani Hz. Peygamber'in mü'mini benzettiği ağacm. (Ç)
[125] Buhârt, İlim, 4, 5, 15.
[126] .   Yani İbn Ömer hadisinde sözü edilen ilim. Çünkü Hz. Peygamber'in meclisin­de idiler; ona ilimden sormuşlardı; ayrıca ibadet mahallinde de bulunuyor­lardı. Hz. Ömer'in sözü, ilim talebinde bulunmak suretiyle ifada bulunulan ibadet haiinde kendisine yönelik bir haz bulunmuş olmasından endişe etme­di anlamına geiir.
[127] Bakara 2/160.
[128] Bu durumda bu haz, sadece aslî kasıtla istenilmiş genel bir maslahat ve hal­kın yararı olacakUr. Kişiye dönecek şey (haz) ise, (hu genel maslahata) sade­ce tâbi durumda kalacaktır.
[129] Yani, birbirinden ayrı olarak ele alma imkânı bulunduğu halde; ki, bu Gazzâlî'nin de görüşü olmaktadır.
[130] İbnu'l-Arabi'nin görüşünü desteklemektedir.
[131] Bakara 2/198.
[132] Sâffât 87/39.
[133] Şuarâ 26/21
[134] Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1. Buna benzer bir başka örnek de: "Dedim ki: Rabbin izden bağışlama dileyin; doğrusu O çok bağışlayandır. Sise gökten bol yağmur indirsin..." (Nuh 7 l/l 1) âyetidir. Bu âyette, istiğfar—ki bir çeşit ibâdettir- üzerine dünyevi ha/1 arın tertip edildi­ği görülmektedir.
[135] Halef b. Abdulmeîik b. Mesüd el-Endulusî. Tarihçi, araştırıcı bir âlimdir. Kurtııba'da doğmuş ve ölmüştür. îşbiliyye kadılığını üstlenmiştir. H. 578= M. 118,7de vefat etmiştir. (Ç)
[136] Ebu Bekir Muhammed b. Yebkâ b. Zerb. Endülüs'ün büyük kadı ve hatiple­rinden birisidir. Kurtuba kadılığı yapmıştır. H. 381 = M. 99 l'de vefat etmiş­tir. (Ç)
[137] Müellif gerçek anlamda bir hasır olduğunu kastetmiş olmamalıdır,
[138] Geç kalanın yetişebilmesi için onu rükûda beklemek dünyevî bir iş midir?! Yoksa ibâdet için tamamlayıcı bir davranış mıdır? Aynı şey, bir sonraki ör­nekte namazın hafif tutulması ile ilgili olarak da söylenebilir.
[139] Daha önce geçti (2/144).
[140] Bu hüküm mensuh olmalıdır. (Ç)
[141] Selâmın alınması ve müezzinin söylediklerinin tekrar edilmesi dünyevî bir iş mi ki?! Evet bunlar, namazın hakikatinden hariç şeylerdir; ancak dünyevî şeyler de değillerdir; aksine ibadettirler.
[142] Rûm 30/21.
[143] Yunus 10/67.
[144] Bakara 2/21.
[145] Kasas 28/73.
[146] Nebe'78/1O.
[147] Bakara 2/216.
[148] Yani, bu da, onların hoşuna gitmeyen bir şeyin hayırların a oları bir yükümlü­lük olduğunu belirterek bir in'am ve ihsanda bulunma tarzi olduğu heHrtil-miştir. Savaşın bizzat kendisi nefsî haz içermeyen biryükümlülük olmakta­dır ve bu tür şeylerde Allah'ın in'âm ve ihsanını n bulunduğundan höz etmek istisnaîdir. Burada şöyle bir mütâlâa ileri sürülebilir: Aslında burada istisnaya ihtiyaç yoktur; çünkü burada sftzü edilen in'am ve ihsan bi/.zat yü­kümlü tutulan savaşın kendisiyle değil de neticeleri gibi bir başka şeyle ol­maktadır. Yüce Allah, hangi türden olursa olsun hoşlanılmadık şeyleri bizim hayrımıza çevirmektedir ve bunun sonucunda hiç hoşumuza gitmeyen bir şey bizim için sırf hayır haline dönüşmektedir. Allahin in'am ve ihsâm işte bu açıdan olmaktadır.
[149] Yani, muhalefet niyeti ile yapmış olmakla birlikte meşru yola uygun d,üşen muamelât türünden olan amelleri muteberdir yani bâtıl değildir, ona sahih ameller gibi hükümler verilir. Meşru olan şekle ters düşmesi durum unda ise, o amel bâtıl olur ve meşru amel hükmünü alamaz.
[150] Yani o amelin üzerine sevap gibi herhangi bir uhrevî netice bağlanmaz anla­mında bâtıl olur.
[151] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/207-228
[152] Müellifin burada haccı örnek göstermesi açık değildir. Çünkü sözünün gelişi şöyle olmalı: Eğer muamelâttan olan bir şey, hem malî ve hem de ceza anlamı içeriyorsa o zaman konu ictihâdîdir: Keffâretlerde olduğu gibi.... Hac böyle değildir. Çünkü hac bir ibadettir; fakat içerisinde mâlî yön de bulunmakta­dır. Hangi taraf ağır basarsa, o tarafa itibar edilir. Aynı şey kurban hakkında da söylenebilir. Müellif, şayet taksimi üçlü yapsa ve bahsettiği iki kısma ibâdetlerle, mâlî muameleler arasında yor alan bir üçüncü kısmı daha ekle­miş olsaydı daha iyi yapmış olacaktı.
[153] En'âm 6/164.
[154] bkz. 17/15; 35/18; 39/7.
[155] Necm 53/39.
[156] Fâtır 35/18.
[157] Ankebût 29/12.
[158] Bakara 2/139.
[159] En'âm 6/52.
[160] İnfıtâr 82/19.
[161] Lokman 31/33.
[162] Bakara 2/48
[163] bkz. Müslim,. İman, 348.
[164] Son âyet hariç. Çünkü n Medine'de gelmiştir.
[165] Yani izmar, hakikat, mecaz... gibi bilinen on husus.
[166] Bu konu ile ilgili olarak Deliller bahsinde geniş ve yeterli bilgi verilecektir.
[167] Buharı, Celiniz, 33, 34; Müslim, Cenâiz, 18, 18, 19, 22-24.   .
[168] Müslim, İlim, 15; Nesâî, Zekât, 64; Ahmed, 4/357
[169] Müslim, Vasiyyet, 14.
[170] Buharı, Cenâiz, 32; Müslim, Kasâme, 27.
[171] Tûr 52/21
[172] Nesâî, 2/5; Neylu'l-Evtâr, 5/J1.
[173] Buhâri, Savm, 42; Müslim, Siyam, 153.
[174] Ruhârî, Vasâyâ, 19; Ebu Davud, Eymân, 24.
[175] Hamasî bir cümledir. Bununla problemi güçlendirmek ve böylece onun mâlî bir :jâib€; bulunmayan sahada da yürümesini istiyor.
[176] Yani muhalifi çok az olan. Bu konuda İlâmul-muvakkıîn'e bakılabilir.
[177] Tevbe 9/113.
[178] Medine münafıklarının reisi. (Ç)
[179] Tevbe 9/80.
[180] Tevbe 9/84.
[181] Abdullah b. Abdullah b. Übey, Hz. Peygamber'den babası için istiğfarda bu­lunmasını talep etmişti. Hz. Peygamber de mağfiret talebinde bulundu. Bu­nun üzerine "Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları hağışlamayacaktır" âyeti indi. Hz. Peygamber: "Ben de yetmişten fazla İstiğfar edeceğim* buyurdu, lîu kez de "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı, başında da dur­ma..." âyeti geldi. (Geniş bilgi iğin bkz. Kurtubî, Tefsir, 8/218 vd.).
[182] el-Münâvî, Künûzu'l-hakâik'da el-Bezzâr'dan nakletmiştir.
[183] Rasuiullah (as).sorar: "Müflis kinidir? Biliyor musunuz?" Ashap cevap verir: "Müflis bizce, parası pulu olmayan kimsedir." Hz. Peygamber cevap verir; "Gerçek müflis şudur: Ümmetimden tutmazını kılmış, orucunu  tutmuş, zekâtını vermiş kimseler huzura getirilir. Ama şuna küfretmiş, buna iftirada bulunmuş, şu mm. nıalmıyenıiş, onun. kanını akıtmış, şunu doğmuştur. Yap­mış olduğu iyilikler onlar arasın da bölüştürülür. Eğer yeterli gelmezse bu kez onların günahları alın ir ve onun üzer ine yüklenir, sonra da cehenneme atılır. İşte gerçek müflis budur." (iVlüsHm, Birr, fiO; Ahmed, 2/303).
[184] Yani sırf Allah'tan gelen musibetlerse.
[185] Buharı, Hars, 1; Müslim, Müsâkât, 7-10; Ahmed, 3/147.
[186] Hadis manen ve muhtasar olarak rivayet edilmiştir. Daha önce geçti. (bkz. 2/205).
[187] "Gece namaz kılma âdeti bulunan bir kimse hu niyetle yatar ve uyku galebe çalar ve namaza kalkamazsa, ona sanki namaz kılmış gibi sevap yazılır ve uykusu da kendisine bir sadaka olur"(MuvaLla, Salâtu'i-leyl, ]; Ebu D.ıvud, Tatavvu, 20). "Medine'de öyle adarrdar vardır ki, onlar aldığınız her yolda, hatettiğiuiz her vadide hep sizinle beraberdirler. Onları size katılmaktan hastalık alıkoymuştur" (Cuhârî, Cihad, 35; İbn Mâce, Cihad, 6).
[188] Tirmizî, Zühd, 17; İbn Mâce, Zühd, 26; Ahmed, 4/230.
[189] Buhârî.Rikâk, 31; Müslim, İman, 206.
[190] Hadisin devamında ashap sorar: "Ya Rasulallah! Katilin durumunu anladık. Peki maktul niye öyle?" Hz. Peygamber cevap verir: "Çünkü o d-a kardeşini öldürmeye azmetmişti" (Neseî, Tahrim, 29; tbn Mâce, Fiten, 11).
[191] Çünkü, bu durumda niyet bulunmakta, niyet edilen şey de, her ne kadar bir başkası tarafından da olsa ortaya konulmuş olmaktadır.
[192] Burada, kişi bu tür kötülükleri işlemeyi aklına koymuş, önlemlerini almış, ancak kendi iradesi dışında bir sebepten dolayı amacına ulaşamamıştır. İşte bu insan, onu bilfiil işlem iş gibi günahkâr olur. Yoksa m aksat, bunları sadece zihninden geçiren kimse olmamalıdır.
[193] Tur 52/21.
[194] Leheb 1.1 1/2.
[195] Tür 52/21
[196] Muztarib: Bir ya da daha fazla raviden farklı şekillerde ri vay v.l edilen c bu rivayetler arasında herhangi bir yolla tercih yapılamayan hadislerdir. (Ç)
[197] Muhtemelen İkmâlu'l-mu'lim bi fevâidi Müslim olmalıdır.
[198] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Sıyâm, 153.
[199] Tâbi durumda oldukları için meyve ve maldaki bilinmezlik akdi bozmamak­tadır. ıÇ)
[200] Necm 53/39.
[201] Necm 53/39.
[202] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Siyanı, 153.
[203] Nisa 4/13-14.
[204] Vakıa 56/24.
[205] Nahl 16/32.
[206] Ne ilgisi var? Daha önce geçen, onun bir mâlî tasarruf şeklinde olduğu idi Sanki o malı, tasaddukta bulunana vermiş ve o sadece sarf konusunda onun yerine geçmiş gibi idi. Mala ise bizzat kendisi malik olmuştu. Sevap ise tama­men başka bir şeydir
[207] Nahl 16/97.
[208] Ne ilgisi var? Daha önce geçen, onun bir mâlî tasarruf şeklinde olduğu idi Sanki o malı, tasaddukta bulunana vermiş ve o sadece sarf konusunda onun yerine geçmiş gibi idi. Mala ise bizzat kendisi malik olmuştu. Sevap ise tama­men başka bir şeydir
[209] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/228-242
[210] Yani sebepleri yenilenen ibadetlerde. Meselâ, nisap bulunduğu için bu yıl farz olan zekât, ertesi sene nisabın bulunmaması durumunda vacip olma'/. Sebeplere bağlı diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Dolayısıyla müellifin sö­zünü, kayıtlamak gerekmektedir.
[211] Meâric 70/23.
[212] Pek çok yerde geçer. Meselâ bkz. Bakara 2/3
[213] Bakara 2/43. vb.
[214] Buharı, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 215, 216.
[215] Daha önce: geçti. (1/343).
[216] Ebu Davud, Tatavvu, 27; Müslim, Müsâfirîn, 141.
[217] Buhârî, Savm, 64, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 2İ7.
[218] Hadid 57/28.
[219] Hz. Peygamber (as) çeşitli kimselere çeşitli münasebetlerle, zikirler (evrâd) öğretmişti. Tabiî bu virdleri verirken, iyi bir doktorun hastasının durumunu gözönünde bulundurduğu gibi, karşıdaki kişinin halini, vaktini, işini vb. gö-zönünde bulunduruytırve onun devamlı yapabileceği bir virdi kendisine öğ­retiyordu. Daha sonra gelen mürşidlerin de aynı şekilde davranmaları ve müridlerinin hallerine, vakitlerine uygun virdler vermeleri gerekir. Zam anı­mızda, bazı sofuların Hz. Peygamber'den gelen bütün virdleri toplayarak —ki saatler alabilir— okuduklarını görmekteyiz. İnancımızca bu tutum, işi zorlaştırmanın, altından kalkılmayacak bir yükün altına girmenin ve Hz. Peygamher'in gösterdiği tavrı kavrayamamanın bir örneği olmaktadır.(Ç)
[220] Bakara 2/45.
[221] Bakara 2/46.
[222] Daha önce geçti (2/138).
[223] Daha önce geçti (2/145).
[224] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/242-244
[225] Tağlîbyani galebe çaldırma yoluyla mubahla ilgili hükümler de buna dahil­dir. Yoksa mubah da, bazı kimselere has ol mayan şer'î teklifi bir hükümdür. Geriye talep içermeyen yani vazî hükümler kalıyor. Müellifin bu kaydı mak­satlı kullandığı (kaydın ihtirazı olduğu) açık değildir. Zira meselâ zı:vâî vak­ti, öğle. namazının farz olması için bir sebeptirve onun sebepîiği genel olup sa­dece bazı mükelleflere has bir durum değildir. Aynı şey diğer vazî hükümler hakkında da geçerlidir.
[226] Sebe' 34/28. Yaygın olarak bilindiği üzere âyetin anlamı: "Biz neni bütün in­sanlara bu şeriatla ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir" şeklin­dedir ve bu itiharla şeriatın tamamının bütün insanlara tebliğ edilmesi em-redilmektedir. "Ey Peygamber! Sana indirileni tebliğ et" (5/67) âyetinde de şeriatın tamamının tehliğ edilmesinin vacipliğine del alet bulunmaktadır. Bu iki âyetin bir arada değerlendirilmesi, meselede ortaya konulmak islenen ne­ticeyi tam olarak verecektir. Âyetlerin teker teker ele alınması durumunda ise, maksat tam hasıl olmayabilir. Çünkü peygamberin herkese gönderilmiş olmakla birlikte, gönderilen şeyin bir kısmını açıklamakla görevlendirilmiş olması mümkündür. Bu durumda şeriatın bir kısmı, sadece bir kısım insan­lar için olmuş olabiür. Böyle bir ihtimal, ancak şeriatın tümünün bütün in­sanlara tebiiğ edilmesi gereğinin ortaya konulmasıyla kalkar. Bu netice de ancak iki âyetin birlikte değerlendirilmesi ile ortaya çıkar. Gerçi şöyle denile­bilir: Mefûlün hazfedilmiş olması genellik bildirir. Hazfedilen de "bu şeriatla" kelimesidir. O takdirde getirmiş olduğu her iki âyet de maksadı ifa­deye yeterli olur.
[227] A'râf 7/158
[228] Hadiste şöyle denilir: "Bana beş şey verildi ki, benden ana' hiçbir peygambere verilmemişti: Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi; ben ise kır­mızı, siyah lıerkesegönderildim..." (Buhârî, Teyemmüm, 1; Salât, 56; Müs­lim, Mesâcid, 3)
[229] Dikkatlice düşünüldüğünde, kullanılan âyet delillerinde "bu şeriatla" kaydı­nın bulunması gerekmektedir. Çünkü, maksat için peygamberin mücerred bütün insanlar için gönderilmiş olması yeterli değildir; gönderildiği şeyin tü­münü de dikkate almak gerekmektedir.
[230] Yani bunlarla ilgili bulunan meselâ mallarının zekâtının verilmesi gibi teklifi hükümler, bunların kendilerine değil, velilerine yöneliktir.
[231] Çünkü insanlar, zarurî, hâcî ve bunların tamamlayıcı unsurlarından "lan şeylere karşı hep aynı ihtiyacı gösterirler; zira hepsi aynı yaratılışta bulun­maktadırlar.
[232] Ahzâb 33/50-51.
[233] Arâbî hadisesinde, yapılan bir alış-verişle ilgili olmak üzere Huzeyfe Hz. Pey­gamber lehinde şehadette bulunmuştu. Huzeyfe'nin şehadet konusundaki dayanağı, Hz. Peygamber'in doğruluğuna olan imanı idi. O Rahbiııden tebliğ gibi çok önemli konularda yal an söylemediği ne göre, boy îe basit işlerde yalan söylemeyeceği öncelikli olarak sabit olurdu. Bu akitte Huzeyfe'nin şehâ-detinin iki şahit yerine tutulması, Hz. Peygamber'in bizzat kendisine has özelliklerden dolayı oiduğu için, ona ait bu aidiyet doğnıdanllz. Peygamber'e ait bir özellik halini almaktadır. İbn Kayyım bu konuyu Mâmu'l-muvak-kiîn 'de açıklamış ve Huzeyfe'nin, orada hazır bulunan sahabelerden önce Hz. Peygamber'e has olan özelliğe intikalie, bilinen bu tavrını sergilediğini be­lirtmiştir
[234]  Ahmed, 4/303.
[235] Yani âyette ve iki hadiste. Hükmün şahsa özel olduğunu belirtmek de, bizzat böyle olmayan durumlarda şer'î hükümlerin herkese şamil olduğunu göste­ren başlı başına bir delil olur.
[236] Ahzâb 33/37.
[237] Ancak bizzat âyetin sonunda, bu özel uygulamanın genel şer'îbir hükme esas kılındığını belirten ifade bulunmaktadır. Dolayısıyla onun hususîliği vehmi­ni uyandıracak bir unsur içermemektedir.
[238] Yani, ben bununla velayetler gibi, şer'î hitapların genel olmayıp bazı kimse­lere has olabileceğini zannettiren hususları kastetmiyorum. Çünkü onlarda genellik kaidesi içerisindedirler. Soy le ki, bu tür velayetlerle, onlaraehil olan herkes genel olarak yükümlüdürler. Meselâ zekât, genel olarak yükümlü olunan bir görevdir. Ancak onunla bilfiil yükümlü olunması için nisap ve ben­zeri bazı şartlar aranır. Belirli şartlar aranan velayetler ile kifâî farzlarda da durum aynıdır. Onlar da bu noktadan bakıldığında genel kabul edilirler. Mü­ellif, yukarıdaki ifadesiyerine "genellik vasfından velayetler gibi şeyler hariç kalmaz..." deseydi konu daha kolay anlaşılırdı.
[239] Daha önce insanların iki kısım olduğu geçmişti: Nefsi nazlarından vaz-geççrtterve amelleri sırf şer'î yönden işleyenler...
[240] Yani hu gibi durum Itırda birinci, ikincinin muhatap olmadığı birşeyle muha­tap değildir ki bu, şeriatta hitabın tahsisi kabilinden sayılmış olsun.
[241] Yani amellere dalma ve onlara kendini verme mertebelerini, bu konuda in­sanların iki kısım olduğunu; onların (sûfîlerin) da diğer insanlar gibi yerleş­miş bulunan şer'î hükümler altına dahil bulunduklarım... iyice kavramak gerekmektedir
[242] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/244-249
[243] Nisa 4/105.
[244] Nisa 4/83.
[245] "Salât" kelimesi, Allah'tan olduğu zaman rahmet, meleklerden olduğu za­man mağfiret talebi, kullardan olduğu zaman da dua anlamına gelir. (Ç)
[246] Ahzâb 33/56.
[247] Ahzâb 33/43.
[248] Bakara 2/157.
[249] Duhâ93/5.
[250] Hac 22/59.
[251] Mâide 5/119.
[252] Fetih 48/2
[253] Fetih 48/5.
[254] Mâide 5/6.
[255] Nisa 4/163.
[256] bkz. Buhârî, Ta'bîr, 2,4,10,26; Müslim, Rü'yâ, 1; 2,6, 10; tbn Mâce, Rü'yâ, 1; Dârimî, Rü'yâ, 2; Muvatta, Rü'yâ, 1, 2; Ahmed, 2/18... Hadisin mânâsı şöyle olabilir: Vahiy henüz gelmeye başlamadan Hz. Peygamber altı ay süre île gün ışığı gibi rü'ya görmeye başlamıştı. Bundan sonra ise vahiy başladı. Vahiyle birlikte bu sürenin tamamı bir görüşe göre yirmi üç senedir. Bu durumda sâdık rüya devri, nübüvvet zamanının kırk altı cüzünden birini teşkil eder. Bu durumda ise hadiste, iddia edilen hususa bir delil bulunmaz. Rüyanm, bi­rim ne kadar küçük olursa olsun, nübüvvetten bir parça olm ası haddizatında makul birşey değildir. Çünkü nübüvvet şcr'î bir mahiyettir ve onun altına mücerred sâdık rüy^ ile bir cüzînin girmesi mümkün değildir. İbn Haldun, hadisin nübüvvet zamanına yorulmasının tahkikten uzak olduğunu sanmış­tır; ancak iddiasını isbat için ikna edici deliller de getirememiştir. Bazı riva­yetlerde bulunan sayıların ihtilaflı ohnası ve bu yüzden onları reddi boşuna­dır. Çünkü üzerinde durduğumuz hadis bazılarının mütevatir kabul ettiği sahih bir rivayet olmaktadır. Diğer peygamberlerin rüyalarının da aynı şe­kilde olduğunun sabit olmaması da zarar vermez. Çünkübiz hadisi vahiyden biraz önce bulunan ve gün ışığı gibi açık olan Hz. Peygamber'in rüyasına yo­ruyoruz. Bu durumda müellifin, hadisi genel olarak rüyaya yorması ve her­kesin de aynı şekilde bu Özellikte ortak olması iddiası destek bulmuş olmaya­caktır.
[257] Bakara 2/144.
[258] Ahzâb 33/51.
[259]  Âyetin konusu, dört kadından fazlasını nikâhında tutmasına izin hakkında değildir Âyette işlenen konu, kadınları arasındaki geceleme sırasına riâyet (nöbet, kasın) ve onlardan diifidiğini nikâhında tutup, dilediğini salıvermesi hakkındadır. Nitekim tefsir kitaplarına bakıldığında, bunun böyle olduğu görülecektir. Bazı araştırmacılar müellifin anladığı gibi anlamışlar; ancak müellifin sebep olarak gösterdiği şeyde ona katılmamışlardır. Onlar, âyetin anlamı konusunda değil de, bu muhalefette isabet etmişlerdir. Gerçi Hasan el-Basrî'niıı bu âyeti "Ümmetinin kadınlarından dilediğini nikâhlar; onlar­dan dilediğinin nikâhını da bırakırsın" şeklinde açıkladığı ve. "Hz. Peygam­ber bir kadını istediği zaman, ondan vazgeçmedikçe başkaları o kadını iste­mezdi" dediği nakledilmişse de, bu da âyet hakkında ileri sürülen ihtimaller ve nakillerden biri olmaktan öte geçecek durumda değildir.
[260] Yani benim düşüncem istikametinde vahiy geldi. (Ç)
[261] Bakara 2/125.
[262] Ahzâb 33/53.
[263] Hz. Ömer'in kızı Hafsa i]e Hz. Âişe validelerimiz de dahil olmak üzere, Pey­gamberinizin zevceleri, herkesten fedakârlık istendiği bir dönemde daha fazla dünyalık istemişler ve bunda ısrar da etmişlerdi. Durum bir hayli ciddî hal almıştı. Sonunda ya hallerine razı olmak ve böylece Hz. Peygamber'in eşi olarak kalmak ya da ondan ayrılmak arasında bir tercih yapmaları kendile­rinden istenmişti. Onlar da hep birden Hz.Peygam be r'i tercih etmişlerdi. (Ç)
[264] Tahrîm 66/5.
[265] Kocanın, karısını anasının sırtına benzetmesi ve "Sen bana anamın sırtı gibi ol!" demesi. Câhiliye devrinde mevcut olan ve ebedi haramlık doğuran bu muameleyi İslâm ıslâh etmiş ve haramhğın kalkması için keffâret hükmü ge­tirmiştir, bkz. Mücâdele 58/1-4 (Ç)
[266]  Mücâdele 58/1 vd. Bu âyette sözü ediien kadın Salebe kızı Havle'dir. Geniş bilgi için bkz. Zâdu 1-meâd, 5/413 vd. (Ç)
[267] Nûr 24/11 vd.
[268] Nûr 24/6-9.
[269] Buradaki makam şefaat makamıdır, bkz. Nihâye, 1/437. (Ç)
[270] İsrâ 17/79.
[271] Ümmetimden Üveys b. Abdullah el-Karıû diye biri olacak. Onun. ümmetime şefaati Rebîa ue Mudar gibidir (yanı onların adedincedir)."  Bu hadisi, Tbıı Adiyy, el-Kâmil'de zayıf bir isnâdla rivayet etmiştir.
[272] İhyâ'da rivayet edilmiştir. el-Irâkî, isnadının zayıf olduğunu söylemiştir.
[273] İnşirah 94/1.
[274] Zümer 39/22.
[275] Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, l;İbnMâce, Zühd, 37;Ahmed, 1/5,281,295.
[276] Mâide5/54.
[277] Âl-İİmrân3/l.lO.
[278] Müellifin bu iddiası pek güçlü gözükmemektedir. Çünkü "Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed,, seni de bunlara şahit getirdiğimiz za­man durumları nasıl olacak?" (4/41)buyrulnıaktadırve raüfessirler her üm­mete getirilecek şahitten maksadın kendi peygamberleri olduğunu söylemiş­lerdir. Ancak maksadı, ümmetine şahitlik edecek yalnız başına kendisidir; diğer ümmetlerin durumu ise Öyle değildir. Çünkü onlarınpeyganıberleriyle birlikte kendisi de onlara şahitlikte bulunacaktır. Nitekim ümmeti de onlara şahitlik yapacaktır, şeklinde ise o zaman yerinde olabilir. Ancak müellifin sö­zünden bu zor anlaşılıyor.
[279] Bakara 2/143.
[280] Kurtubî şu açıklamayı yapar: "Ahmed, peygamberimizin ismi olmaktadır. Sıfattan nakledilmiş bir isimdir. Bu sıfat en üstünlük derecesi bildiren ism-i tafdi] kipidir. Yani en çok hamdeden demektir. Muhammed ise, çok ve tekrar tekrar Öğülmüş mânâsına gelir. Muhammed olmasını da Ahmed olmasına borçludur. Yani çok hamdettiği içindir ki, çok öğülen biri olmuştur. O yüzden İsa (as) öncelik arzeden Ahmed ismini tercih etmiştir. " (Özetle Kurtubî, 18/83-84). (Ç)
[281] Saff6l/6.
[282] Annesine mensup demek olan ümmî kelimesi belli bir tahsil yapmamış anla­mına, yahut okuma ve yazması bulunm ayan anlamına vb. gelmektedir. Mü­ellifin bu kelimeden ne kastettiği tenkitleriyle birlikte daha Önce genişçe açıklanmıştı. (2/69 vd.) (Ç)
[283] Ümmî olmakla birlikte ilim sahibi olma Hz. Peygamber hakkında açıktır ve bu onun mucizelerinden biridir. Bu konuda âyetler gayet açıktır. Ümmetin ümmîliğini ise âyetler açıklamaktadır. Ancak bu âyet ya da hadislerde, üm­metin, ümmîlikle birlikte normal olarak sahip olunamayacak olan ilme sahip olduklartnı gösteren unsur nerede? Bu âyet ya da hadislerden çıksa çıksa iman vasfı çıkar ve ona sahip olan bir kim şeye de mutlak anlamda ilim sahibi denilemez.
[284] Cum'a62/2.
[285] A'râf 7/158.
[286] Daha önce geçti. (bkz. 1/52; 2/69).
[287] Tevbe9/43.
[288] Al-i İmrân 3/152.
[289] İnşirah 94/4.
[290] Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'deıı rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (as) şöyle an­latmıştır: "Musa'ya (as) Tevrat inince onu okudu ve içerisinde bu ümmetin zikrini gördü... (Hadis bu ümmetin fazileti hakkındadır ve uzuncadır.) So­nunda Musa: Ta Rabbi! Beni Ahmed'in ümmetinden kıl!' dedi." Ebu Nu­aym'm rivayet ettiği başka bir hadiste de "Beni bu peygamberin ümmetinden kıl!" dediği rivayet edilmiştir.
[291] Ahzâb 33/57.
[292] Tirmizî, Menâkıb, 5S; Ahmed, 4/87; 5/55.
[293] Buharî, Rikâk, 38; İbnMâce, Fiten, 16. Ümmete dostluk beslemekten bahset­memiştir. "Kim benim bir velî kuluma eziyet ederse..." hadisinin muhalif mefhumu "Kim benim bir veli kuluma dostluk beslerse..." şeklindedir desey­di, o zaman maksat tam olarak hasıl olurdu.
[294] Nisa 4/80.
[295] En'âm6/87.
[296] Hacc 22/78.
[297]  Uzunca bir hadis içerisinde, bkz. Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, 1; İbn Mâce, Zühd, 37; Ahmed, 1/5, 281, 295.
[298] Fatır 35/32
[299] Neml 27/59.
[300] En'âm6/54.
[301] Rivayete göre CibrîlHz. Peygamber'e gelerek: "Ya Rasûlallahîîşte Hatice sa­na yönelmiştir. Beraberinde bir kap vardır ki, içinde katık yahut yiyecek ve­ya içecek vardır. Sana geldiği vakit ona Rabbi'nden ve benden selâm söyle. Hem kendisini cennette inci kamışından bir.evle müjdele. O evde ne gürültü olacak, ne de meşakkat!" dedi. (Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 71).
[302] İsrâ 17/74.
[303] İbrahim 14/27.
[304] Kalem 68/3.
[305] Tîn 95/6. Bu âyetlerde geçen "memnun" kelimesinin "kesintisiz" demek olan bir başka anlamı daha vardır. Bu takdirde âyetler maksada delil olmaktan çı­karlar
[306] Kıyâme 75/17-19.
[307] Kamer 54/17.
[308] Nisa 4/59.
[309] Buhârî, Cihâd, 109; Müslim, İmâre, 32.   
[310] Nisa 4/80.
[311] TâHâ 20/1-2.
[312] A'râf7/2.
[313] Tûr 52/48.
[314] Mâide5/6.
[315] Bakara 2/185.
[316] Nisa 4/28.
[317] Nisa 4/29.
[318] İbn Mâce, Fiten 8. es-Sehâvî, hadisin metin itibarıyla meşhur olduğunu, pek çok senedleri ve müteaddid şâhidleri olduğunu belirtmiştir
[319] Tirmizî, Kıyamet, 59; Ahmed, 1/293.
[320] Sâd 38/83.
[321] Buhârî, Cenâiz, 72, Rikâk, 53; Müslim, Fedâil, 30, 31; Ahmed, 4/149.
[322] Buna göre, Mesâbîh'te yer alan ve Tirmîzî tarafından da sahih bulunan: '"Hidâyete erdikten sonra hiçbir kavim sapmaz. Ancak ced ele girerlerse o ha­riç. ' Sonra da 'Sana böyle söylemeleri sadece cedele (tartışmaya)girmek için­dir' (43/58) âyetini okudu, hadisinin tevili gerekecektir. Ancak, müellifin ge­tirdiği deliller maksadı tam olarak ortaya koymamaktadır. "Ümmetim hata üzerinde birleşmez" hadisi, ancak ümmetin tamamı için geçerli olup fertler ya da belirli gruplar için değildir. "Sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım" âyetinde bahsedilen ihlâslı kullar da nihayet hidayete erdirilmişler içerisinde azınlıkta kalan bir kesimdir. "Allah'ı gözet..." hadisi dünya ve âhiretle ilgili konularda azgınlık, sapıklık ve benzeri serlerden ko­ruması için bir metot belirlenmesi şeklinde anlaşılır. "Vallahi, ben sizin hak­kınızda arkamdan şirke tekrar döneceğinizden asla endişe etmiyorum..." ha­disi, ümmetin tamamına ya da en azından büyük çoğunluğuna yöneliktir. Yoksa daha Hz. Peygamber devrinde bile dinden dönen insanların bulundu­ğu bilinmektedir. Ancak bu ferdî olaylar, hiçbir zaman hadiste kastedilen ço­ğunluk ümmet İçin bir endişe kaynağı olmayacaktır. Bu durumda, müellifin kasdı ferdî plânda değil de, genel olarak ümmetin sapıklıklardan korunmuş olması şeklinde olmalıdır. Ancak, müellifin ifadesi mutlaktır ve ferdî plânda anlaşılmaya da müsaittir. "Allah'ı gözet..." hadisinde tekil kipinin kullanıl­mış olması, her ne kadar ilk etapta o anlaşılıyorsa da, hükmün ferdlere de şâmil olmasını gerektirmez ve onunla ümmetten belirli kimselerin kastedil­miş olması uzak bir mana olur. Bu yaptığımız izahtan sonra, başta sözünü ettiğimiz hadisin teviline de gerek kalmayacaktır
[323] el-Mişkâtta, Müslim'den nakledilmiştir.
[324]  imamın ümmetten olacağı hk. bkz. Buhârî, Knbiyâ, 49; Müslim, İman, 249-İbn Mâce, Fiten, 33; Ahmad, 2/336.
[325] Buhârî, Fedâilu ashâbi'n-Nebiyy, 6; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 22; Ahmed 1/171.
[326] Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 26; Ahmed, 1/71, 6/288.
[327] Buhârî, Menâkıb, 28.
[328] Sâd 38/35.
[329] Bilindiği üzere Allah onun bu duasını kabul etmişti ve bunun neticesinde o, cinlero ve şeytanlara da hükmetmiştir. (Ç)
[330] bkz. Furûk, 2/144.
[331] Buharı, Ezan, 156; Müslim, İman, 125; Ahmed, 4/117.
[332]  Her gece Rab Teâlâ'mn dünya semasına tenezzülde bulunacağını (ineceğini) bildirenhadis. Buharî, Deavât, 14; Tevhîd, 35.


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..