Dördüncü Mesele:[111]

Serî delillerin konulmasından gözlenen amaç, mükellefin fiille­rini uygun oldukları yere oturtmak ve onlara hukukî bir yapı ver­mektir. Bu hususta herhangi bir tartışma yoktur. Ancak mükellefin fiilleri iki açıdan ele alınarak değerlendirilebilir: a) Onların zihin­deki makûllükleri açısından, b) Hariçteki (akıl dışında varlık âleminde) varlıkları açısından.

Şöyle ki: Yapılması ya da terki ile yükümlü kılınan ya da terci­he bırakılan fiil, mahiyeti itibarıyla ona ilave edilecek ya da eklene­cek özelliklerden soyutlanarak ele alınacaktır; bu özelliklerin zo­runlu olarak ortaya çıkıp çıkmaması (lâzımı olması) arasında fark yoktur. İşte bu aklî itibar oluyor.

Ayrıca bir de mahiyeti itibarıyla, ancak b.u kez zorunlu (lâzı­mı) olarak ortaya çıksın çıkmasın varlık âleminde kendisine ekle­necek ya da katılacak Özellikler ve vasıflarla ele alınırlar. Buna da haricî itibar diyoruz. Meselâ emredilmiş olan namaz, bu iki itibarla da ele alınabilir. Taharet, zekat, hac, diğer ibadetler ile; nikah, alış-veriş, icare vb. gibi âdetleri de aynı şekilde ele almak mümkündür. Bu iki itibar arasındaki fark, meselâ gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz veya bir kerahet içeren namaz ya da kemalini noksanlaştı-ran bir özellikle birlikte eda edilen namaz gibi konularda kendisini gösterir. Tabî bu durum sadece namaz örneğine de has değildir.
Aklen bu iki itibar da sahih olduğuna göre, deliller bu iki yön­den hangisine tevcih edilecektir? Fiilin aklen makûllüğü yönüne mi, yoksa varlık âleminde (hariçte) meydana geliş şekline mi? Bu nokta ictihad mahallidir ve dolayısıyla ihtilaflara gebedir. Bu ihti­laflar, gasbedilen yerde namaz meselesinde kendisini gösteren gö­rüş ayrılıklarının bir gereği olmaktadır.[112]Bu konuda mezheplerin görüş ve delilleri usûl ilminde ele alınmış ve açıklanmıştır. Ancak biz burada bir nokta üzerinde yoğunlaşmak ve böylece bu iki itibar­dan her birinde Şâri'in maksadını yakalamaya çalışmak istiyoruz:

Birinci yani zihnî itibarın sıhhatine delalet eden hususlar var­dır: 1.
Emredilen veya yasaklanan ya da tercihe bırakılan şeyler, o isimlerin haklarında kullanıldıkları fiillerin hakikatleri olmakta­dır. Bu ise itibar konusunda zihnî bir durum olmaktadır. Çünkü biz fiili gerçekleştirdiğimizde, o fiili zihnimizde olan bu mânâya vuru­ruz: Eğer işlenen fiil ile zihindeki birbirinin aynı olursa, fiil sahih olur; aksi takdirde sahih olmaz.İkinciyi yani haricî itibarı esas alan kimseler ise şöyle diyebi­lirler: Emir, yasak ya da tercihe bırakmadan maksat, mükellefin onların gereğini yerine getirmiş olmasıdır. Böylece onlar varlık âleminde yer alan fiiller olacaklar, zihnî durum olmaktan çıkacak­lardır. Hatta zihnî durumlar, hitaptan anlaşılan şeylerdir; hitaptan maksat ise bizzat onların anlaşılır olmaları değil, onlara uyma ve gereğini yerine getirmedir. Bunlar ise zihnî değil haricî fiillerle olur. Bunların amelî ya da itikâdî olmaları arasında fark da yok­tur. Haricî fiiller ise mutlaka nitelenmiş olarak meydana gelecek­lerdir. Hakkında verilecek hüküm de ona göre olacaktır.[113] 2.
Eğer biz fiillerde zihnen makûl olanı dikkate almayacak olur­sak, o zaman Hükümler (Mubah) bahsinde izah edilen el-Ka'bî'nin mezhebi[114] gibi çirkef bir görüşle karşı karşıya kalırız. Çünkü ona göre her fiil ya da söz sonuç itibarıyla, varlık âleminde bir haramın terki demektir ve bu görüşüyle o daha önce geçenlerin hepsini bir tarafa itmektedir. Onun bu görüşünün sakatlığı daha önce belirtil­mişti.
ikinci itibarı esas alan kimseler de şöyle diyebilirler: Eğer biz haricî özelliklerinden soyutlayarak sadece zihnî makûllüğü esas alırsak, o zaman haricî özelliklerin mutlak surette dikkate alınma­ması gibi bir sonuç lazım gelir. Bu ise ittifakla batıldır. Çünkü sedd-i zerîa İslam'da bir prensip olarak vardır ve o bu tarzda alın­mış bir prensiptir.[115]Aslında caiz olmakla birlikte, iyilik ve takva­da ya da kötülük ve günahta yardımlaşma anlamını içeren bütün fiillerde de durum aynı olurdu.[116] Bayram günü oruç tutmanın, güneş doğarken ya da batarken namaz kılmanın yasaklanması doğru olmazdı. Bu konu gerçekten geniş bir sahadır. 3.
Eğer biz fiilleri sadece haricî özellikleri itibarıyla dikkate ala­cak olursak, o zaman mükellefin fiilleri çok nadir olarak sahih ola­bilir. Çünkü fiiller ve terkler birbirleri ile iç içedir.[117]Bunlar, bor­cunu ödeme vakti gelen bir kimsenin namaz kılması meselesini or­taya koyarak, o zaman muhaliflerin böyle bir namaza bâtıl demele­rinin gerekeceğim söylemişlerdir; çünkü bu kişi namaz sebebiyle bir vacibi terketmiş olmaktadır. Salih bir amel ile kötü bir işi birbi­rine karıştıran herkesin durumu da böyle olacaktır. Çünkü varlık âleminde salih amel yanında kötü bir durumun da bulunması ha­linde sâlih amelin bâtıl olması lazım gelecektir. Bu ise Allah'ın "Onlar iyi (sâlih) işi kötüyle karıştırmışlardı"[118] âyetindeki mera­mına ters düşecektir. Çünkü hariçte, bunların birinden diğeri la­zım gelecek ve onlardan biri diğerinin bir vasfı gibi olunca; o zaman salih amel, salih (kötü amel de kötü) olmayacaktır ve o takdirde iki amelin birbirine karıştırılması gibi birşeyden de söz edilmeyecek; ya iyi ya da kötü olmak üzere sadece tek amel söz konusu olacaktır. âyet ise iki ayrı amelden bahsederek bu sonucun batıl olduğunu be­lirtiyor. İbâdetler için sözü edilen bu durum aynı şekilde âdetlerle ilgili konularda[119]da geçerlidir. Bu da, önemli olan hususun, hâriç­teki değil de zihindeki amelin makûllüğünün dikkate alınması ol­duğunu gösteriyor.
İkinci itibar taraftan olanlar şöyle diyebilirler: Haricî işlerden soyutlanmış olarak sadece zihinlerde mevcut olan durumlar yapılamazlar. Yapılamayan şeylerle de yükümlü tutulamaz.[120] Yapılama­yan şeylerle yükümlü tutulmaması açıktır. Hariçteki varlığından soyut olarak zihnî durumların yapılamaz olmaları da aynı şekilde açıktır. Duyular alemiyle ilgili olarak meselâ insanı ele alalım: Onun akılda yer eden canlılık ve konuşma özelliğinden mürekkep hakikati hariçte sabit değildir. Çünkü o, —hususiyet kazanıncaya kadar— bir küllî olmaktadır. Şahıs haline gelmedikçe de (teşahhus) husûsîleşmeyecektir. Şahıslaşmış diğerlerinden başka özelliklerle ayrıcalık kazanmadıkça da şahıs halini almayacaktır. Bu durumda insan türü: a) Cinse vasıf özelliği taşıyan küllî Özelliklerin bulun­masını gerektirmektedir. Gülmesi, ayakta dik durması, tırnakları­nın çıkması vb. gibi. b) Şahsî özelliklerin bulunmasını gerektir­mektedir: İnsan cinsinin bireyleri işte bu özellikler sayesinde birbi­rinden ayrılırlar. Eğer bunlar olmasaydı, o zaman insan varlık âleminde asla gözükemezdi. Şu halde haricî ve arızî olan bu du­rumlar, insanın varlık alemindeki vücudu için zarurîdir.

Serî olan şeylere gelince, meselâ namazın kıyam, rükû, sücûd, kıraat ve diğer rükünlerden mürekkep hakikati, çeşitli hal, şekil ve kalıplar olmaksızın asla varlık âlemine çıkmaz. Bu şekil ve kalıp­lar, namazın mahiyetinin hakikatine hüküm için esas teşkil eder ve o namazın tam ya da noksan olduğuna veya sahih ya da bâtıl oldu­ğuna hükmedilir. Bunlar namazı müşahhaslaştıran Özelliklerdir; aksi takdirde onun sahibi hakkında bir hükümde bulunmak sahih olmazdı. Çünkü zihinde bunlar sanki yok hükmündedir. Öyle olun­ca da, namaz hakkında dikkate alınacak şey, onun hariçteki vücu­du olacaktır. Onlar da, özel ve lazım bazı durumlarla nitelenmiş ya da aksi şekilde bulunan fiillerden başka birşey değillerdir. Her mü­kellef özel olarak onunla yükümlüdür. Şu halde o, kendisi için ha­riçte vücud vermesi sahih olacak şeyle yükümlüdür. Bu ise, o fiille birlikte hâriçte zorunlu olarak bulunması gereken şeylerden hali ol­ması durumunda imkânsız olur. Dolayısıyla o, başkalarıyla değil, onlarla (yani haricî zorunlu unsurlarla) yükümlüdür. Varılmak is­tenen netice de işte budur. Eğer bir vasıf fazla ya da noksan olarak meydana gelirse, o zaman fiil, gerçek hakikati üzere değil başka bir hakikat üzere meydana gelmiş olacaktır ve yükümlü tutulduğu şey henüz gerçekleşmiş olmayacaktır.
İtiraz: Bu durumda "Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı"[121]âyetinin anlamı bir problem arzetmeyecek midir? Sonra namaz ba­zen eksik ya da fazla olarak icra edildiği halde bile sahih olmakta­dır. Bu da dikkate alman hususun, genel anlamda namaz diyebile­ceğimiz birşeyin bulunması olduğunu gösterir ki, bu da zihnî itibar oluyor.
Cevap: Ayette sözü edilen iyi ve kötü amellerin ayrı ayrı za­manlarda işlenmiş ameller olması mümkündür. Nitekim âyetin iniş sebebi de bunu göstermektedir. Dolasıyla orada sözü edilen hüküm­leri zıt amellerin, birbirlerinin lâzımı sonuçları olması doğru değildir. Biribirini gerektirici şekilde olsalar ve bunun sonunda biri di­ğerinin sıfatı gibi olsa; eğer sıfat selbî nitelik gibi ise, telâzıımun (birinden diğerinin lâzım gelmesi) olmaması konusunda bir prob­lem olmayacaktır. Çünkü selbî özellik, nitelenen için tamamen itibarî olup, vücûdî bir nitelik değildir. Eğer vücûdî bir nitelik ise ya da vücûdî nitelik gibi[122] ise, o zaman o hâriçte hâsıl olana râci olacaktır; böyle birşey ise âyetin altına girmeyecektir.[123] Sıhhati ip­tal etmeyen ziyade ya da noksanlığa gelince, bu durumda itibar hariçte vücuda gelene olmakta ve o yükümlü tutulan yerine kon­maktadır; çünkü noksan namaz hariçte tam namaza benzemekte­dir; dolayısıyla da tam namaz muamelesi görmüştür. Yoksa bu, bir anlamda da olsa zihnî itibarın dikkate alınmış olmasının bir sonu­cu değildir. Bu konu üzerinde araştırma dallanmakta ve üzerine pek çok fıkhı meseleler bina edilmektedir.

Fasıl :

Burada sözü edilen iki itibarın geçerliliği, biri diğerine vasıf durumunda olan muhtelif fiillerde sozkonusu olur. Böyle olmayan fiillerde ise, iki itibar geçerli olmaz.

Şöyle ki: Aralarında telâzum bulunan fiiller, ya biri diğerinin vasfı olur ya da olmaz. Eğer ikincisi ise, aralarında gerçek anlamda telâzum yok demektir. Meselâ zina veya hırsızlığın terki ile birlikte namazın terki gibi. Çünkü bu iki terkten biri diğeri için bir vasıf durumunda olmaz. Zira işleme konusunda aynı anda bir arada bu­lunma (tezahüm) durumu yoktur. Çünkü mükellef için, meşru ve­ya gayr-ı meşru her fiili terketmesi mümkündür. Bu durum, mü­kellef için onların aynı anda ve aynı zamanda bulunması gereken şeyler olmadığı içindir. Bunun da sebebi, onların selbî bir duruma dönük olmalarıdır. Selbî olan şeyler, tamamen itibarî şeyler olup bir hakikatları yoktur. Eğer birinci durum sozkonusu ise, fiillerden biri diğeri için ya selbî bir vasıftır ya da vücûdî bir vasıftır. Eğer selbî bir vasıf ise, ya onun itibara alınmış olduğu özel olarak şer'îatta sabittir ya da değildir. Eğer birinci şıktan ise, o zaman haricî olan şeklin dikkate alınacağı konusunda bir problem bulun­mamaktadır: Meselâ, namazda taharetin, kıbleye yönelmenin ter-kedilmesi gibi. Eğer ikinci şıktan ise, selbî vasfın dikkate alınma­yacağı konusu açıktır. Borcunu ödemekten kaçmak için namaza sıgınan bir kimsenin borcu ödemeyi terkle birlikte namaz kılması gi­bi. Çünkü bu namaz, her ne kadar bir vacipten kaçış diye nitelense de, bu hariçte varlığı olmayan tamamen takdirî itibarî bir vasıf ile olmaktadır. Eğer vasıf vücûdî ise, bu konu üzerinde durulması gereken bir husus olmaktadır: Gasbedilen yerde namaz kılma, gas-bedilen bıçakla hayvan kesme, özü haricinde kalan özelliklerinden dolayı fâsid olan alış-veriş türleri vb. gibi.
Hasılı, terkler —terk olmaları hasebiyle- hariçte telâzum ya­ni birinin varlığından diğerinin lazım gelmesi durumunu doğur­mazlar. Şer'an bir telâzum sabit olmadıkça, fiillerle terkler arasın­da da böyle bir durum olmaz. Meselenin asıl kaynağı şudur: Terk­ler, vücûdî fiil için vücûdî vasfın yokluğu durumunda ancak itibara alınırlar. Meselâ namaz için taharet gibi. Fiillerle fiillerin bir arada bulunmasına gelince, hariçte bir araya geldiklerinde telâzum doğu­ran işte bunlar olmaktadır. Bu durumda onlardan belli bir nitelik­le anılan tek bir fiil ortaya çıkar ve bu durumda daha önce de geçti-ği gibi hem o fiile hem da o vasfa birden bakılır. Allah-u a'lem! Bu meselenin, emir ve nehiy bahsi ile de ilgisi bulunmaktadır. [124]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..