Altıncı Mesele:

Bir sınır ve miktar belirlemeksizin mutlak surette gelen emir ya da nehiy konusu olan her haslette, ilgili emir ya da nehiy o has­letin altına giren bütün cüz'îlere   nisbetle hep aynı yeknesaklıkta değildir: Meselâ: Adalet, ihsan (iyilikte bulunma), ahde vefa, affın güzel ahlâktan oluşu, câhillerden yüz çevirme, sabır, şükür, yakın­lara, yoksullara ve fakirlere yardımcı olma, harcama ve biriktirme konularında orta yolu muhafaza etme (iktisatlı davranma), müca­delede hasmı en iyi yolla savma, korku, recâ, dünyadan sıyrılma ve Allah'a yönelme, ölçü ve tartının hakkını verme, doğru yola uyma, Allah'ı zikretme, sâlih (yararlı/ihlâslı) ameller işleme, istikâmet sa­hibi olma, Allah için icabette bulunma, haşyet, görmemezlikten gel­me ve bağışlama, mü'minleri kollama ve onlara karşı merhamet ka­natlarım indirme, Allah yoluna davette bulunma, mü'minler için dua etme, ihlâslı olma, işleri Allah'a havale etme, boş şeylerden uzak durma, emaneti koruma, geceleri ibadetle geçirme, dua ve ni­yazda bulunma, tevekkül etme, dünyada zâhidâne bir hayat sürme, âhiret için çalışma, Allah'a dönme, iyiliği emir, kötülüğü yasakla­ma, takva sahibi olma, alçak gönüllü olma, Allah'a muhtaç olma, nefsi her türlü kötülüklerden arındırma, hak ile hükmetme, en güzele tâbi olma, tevbe, Hakk'ın karşısında irkilme, şahitliği yerine getirme, şeytanın iğvâsı ve dürtüklemesi sırasında eûzü çekip Al­lah'a sığınma, kendini Allah'a verme, câhil kimselerle sohbetten ka­çınma, Allah'ı ululama, düşünme ve Allah'ı anma, tahdis-i nimette bulunma, Kur'ân okuma, Hak ve hakikat yolunda dayanışma içeri­sinde olma, korku ve ümit arasında olma gibi. Aynı şekilde doğru olma, murakabe, iyi söz söyleme, hayırda yarışma, öfkeyi yutma, akrabalık haklarını gözetme, anlaşmazlık halinde meseleyi Allah ve Rasûlüne götürme, Allah Teâlâ'mn emrine teslim olma, işlerde sebatkâr olma, susma, Allah'a yapışma, ara bulma, huşu, Allah için sevme, kâfirlere karşı sert, mü'minlere karşı ise merhametli olma, sadaka verme de böyledir.
Bütin bu saydıklarımız[47] emredilenlerle ilgili örneklerdir.
Yasaklananlara gelince bunlar: Zulüm, fuhuş (her türlü çirkin­likler), yetim malı yeme, saptırıcı kimselerin yollarına tâbi olma, is­raf, pintilik, günah işleme, gaflet, büyüklenme, âhirete aldırmayıp dünya ile avunma, Allah'ın gazabından emin olma, arzu ve hevesle­rin peşine düşerek hiziplere ayrılma, bağy, Allah'ın lutfundan ümit kesme, küfrân-ı nimette bulunma, dünya ile sevinme, dünya ile öğünme, ona karşı tutku besleme, ölçü ve tartıda hile yapma, yer­yüzünde bozgunculuk çıkarma, körükörüne ataların yoluna uyma, taşkınlık, zâlimlere destek verme, Allah'ı anmama, ahdi bozma, her türlü kötülükleri işleme, anne ve babaya isyan etme, savurganlık, asılsız kuruntuların peşine düşme, böbürlenerek yeryüzünde yürü­me, arzu ve hevesleri peşinde giden insanlara tâbi olma, Allah'a kullukta ortak koşma, şehevî arzulara uyma, Allah yolundan çevir­me, cürüm işleme, kalplerin Allah'ı unutarak eğlenceye dalması, te­cavüzde bulunma, yalancı şahitlikte bulunma, yalan söyleme, dinde aşırılığa kaçma, Allah'tan ümit kesme, kibirlenme, dünya ile mağ­rur olma, hevâya uyma, tekellüfe girme, Allah'ın âyetleri ile istih­zada bulunma, aceleci davranma[48], nefsi temize çıkarma, söz taşı­ma, cimrilik (şuhh), feveran etme, çaresizlik ve şaşkınlık göster­me[49], başa kakma, bahillik, kaş göz hareketleri ile alayda bulunma, namazdan gaflette bulunma, riya, kazma kürek gibi iğreti alınacak şeyleri esirgeme, dîni istismar ve az bir paha karşılığında Allah'ın âyetlerini satma, hakkı bâtıl ile karıştırma, ilmi saklama, kalp katılığı, şeytanın yoluna uyma, kendi kendini tehlikeye atma, verilen sadakadan sonra başa kakma ve eza verme, müteşâbih âyetlere uy­ma, kâfirleri dost edinme, yapmadığı şeye karşı Övülmesini isteme, hased etme, Allah'ın hükmüne boyun eğmeme, Tâgût'un hükmüne razı olma, düşmanlara karşı zafiyet gösterme, hıyanette bulunma, suçsuz kimselere iftirada (bühtan) bulunma, Allah ve Rasûlüne muhalefet etme, mü'minlerden başkalarının yoluna uyma, doğru yoldan sapma, aşikâre kötü söz söyleme, günah ve taşkınlıkta da­yanışma, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeme, hükümlerin iptali için rüşvet alma, kötülüğü emirde bulunma, iyiliği yasaklama, Al­lah'ı unutma, nifak (münafıklık etme), Allah'a kullukta yan çizme ve dinin sadece bir kısmını benimseme, suizan, tecessüs, gıybet, ya­lan yemin... vb. gibi.

Bu örneklerde sayılan ve mutlak surette gelen, herhangi bir  kayıt içermeyen, belirli bir sınır getirilmeyen emir ve yasaklar Kur'ân'da iki türden olmaktadır:
a) Herşey hakkında, her hal üzere[50] genel olarak ve mutlak surette gelmiş olabilir. Bu durumda emir ve yasaklar, her  makamın durumuna göre ve her yerde mevcut bulunan hal karinelerinin şehâdeti üzere hüküm alırlar; ne hep aynı yeknesaklıkta ne de hep aynı hükümde olmazlar.  Sonra bu konu bizzat mükellefin kendi değerlendirmesine bırakılır; o meseleyi kendi bakış açısı ile ele alır ve değerlendirmesini yapar ve bunun sonucunda   her bir tasarrufla ilgili olmak üzere şer'î deliller ile âdet edinilmiş güzellikler arasında en layık ve uygun olanını bulur: Adalet, ihsanda bulunma, ah­de vefa, malın ihtiyaçtan fazlasını infakta bulunma vb. ko­nularda olduğu gibi.     Meselâ hadiste: "Allah her şeyde  ihsanı yazmıştır [yani herşeyin güzel yapılmasını istemekte­dir.Dolayısıyla öldürdüğünüz zaman, öldürme işini de gü­zel yapın. Boğazlayacağınız zaman, güzel boğazlayın. Siz­den biriniz (hayvanı keseceği zaman) bıçağını keskinleştir-sin ve hayvanı rahatlatsın (ona eza vermesin)[51] buyurulur. Bu esastan hareketle "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder,[52] âyetinde sözü edi­len ihsan,  herşey hakkında kesin tarzda yapılmış bir emir ile emredilmiş değildir; keza aynı tarzda kesinlikle emredil­memiş de değildir. Aksine ihsanın hükmü, hükme esas olan şeye (menât)  göre değişir. Dikkat edilecek olursa ibadetle­rin rükünlerini yerine getirmek suretiyle iyi ve güzel yapıl­ması vacip olmakta, âdabına uygun olarak güzel kılınması ise mendûb olmaktadır. Hadiste işaret buyrulduğu üzere öl­dürmenin ve boğazlamanın da güzel yapılması vacip değil sadece mendup olmaktadır. Boğazlama işinin güzel yapıl­ması bazen olur —eğer şart ve rükünleri tamamlamaya yö­nelik ise— vacip hükmünü alır. Aynı şekilde tek bir papuç ile yürümeme konusunda gerçekleştirilecek adalet ile, kan ve mal konusunda verilecek hükümlerde gerçekleştirilecek adalet aynı olmayacaktır. Şu halde "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[53] âyeti hakkında (mutlak olarak) bu emir vücûb içindir yahut mendupluk içindir demek doğru değildir. Aksine durum taf­silata tâbi tutulmalıdır ve bu konuda yapılacak değerlendir­me bazen müctehide bazen de —her ne kadar mukallid olsa da— bizzat mükellefin kendisine dönük damalıdır. Bunlar mânânın açıklık ya da kapalılığına göre değerlendirmeyi ya­pacak ve bir sonuca ulaşacaklardır.
b) Emir ya da yasaklar (tekidin) en üst mertebesinde gelebilir.[54]Bu yüzdendir ki, çoğu kez yasaklarla birlikte azap tehdidinin de birlikte zikredilmiş olduğu görülür. Keza bu tür emirlerle istenilen şeylerin, Allah Teâlâ'nın övgü ile bahsettiği mü'minlerin özelliklerinden; yasak edilen şeyle­rin de kâfirlere ait yerilen niteliklerden olduğu görülür. Bu konuda istikra yapanlar için vahyin nüzul sebepleri de yar­dımcı olur. Kur'ân, hal ve vaktin gerektirdiği şekilde Önemi­ni vurgulayarak gayeleri (iki ucu) belirler, bu iki uç arasın­da dönen[55] (orta yola) işarette bulunur. Bunun sonucunda akıl iki uç arasında olana şer*î delilin delalet ettiği şekilde bakar ve bu iki taraftan birine olan yakınlık ya da uzaklığa göre mertebeler arasını ayırır. Böylece yerilmiş uca yakın olduğu için hep korku makamında veya övülmüş uca yakın­lığından dolayı hep ümit makamında oturmuş olmaz; ikisi arasında bulunur. İşte hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın terbiyesi böyledir.

Hz. Ebû Bekir'in ölümü sırasında Hz. Ömer'e yapmış olduğu vasiy-yette yer alan bu mânâda şu sözü rivayet edilmiştir: "Görmez mi­sin, genişlik ayeti şiddet âyeti ile, şiddet âyeti de genişlik âyeti ile birlikte inmiştir. Böylece mü'minin korku ile ümit arasında olması amaçlanmıştır. Bunun sonucunda mü'min Allah hakkında temenni­lere kapılıp hakkı olmayan şeyi istemeye kalkışmayacak; öbür ta­raftan da korkuya kapılıp kendi kendini helake atmayacaktır. Gör­mez misin ey Ömer, Allah Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine ge­ri çevirmiştir. Onları hatırladığım zaman 'Kendimin onlardan ol­masından korkuyorum' derim. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülüklerini Allah görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Ben onları hatırladığım zaman kendi kendime: 'Ben günahkârım; benim amelim nerede, onların amelleri nerede?!' derim."
Nakledilen böyledir ve bu, az önce ifade edilenin mânâsı ol­maktadır.[56]Eğer bu rivayet sahihse elhak doğrudur. Yok rivayet sahih değilse, ifade edilen bu mânâ yerindedir ve yapılan istikra onun doğruluğuna şehadet etmektedir.

Şöyle de rivayet edilmiştir: "Görmez misin ey Ömer, Allah Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, on­lara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiştir. Şimdi biri kalkar ve: 'Ben onlardan hayırlıyım' der ve ümitvar olur. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülük­lerini Allah görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Şimdi biri kalkar ve: 'Ben onların derecelerine nerede ulaşacağım?' der ve çalı­şır (ve onlardan olamamaktan korkar)."

Mânâ bu rivayete göre de sahihtir ve zikredilen şekilde anlaşı­lır. İki uç zikredilmiş olunca korku ve ümit bizzat nassla belirlen­miş olan bu iki uç arasında, lafzen hükmü sükût geçilmiş bulunan bir mahalde döner ve onun hükmüne aklî değerlendirme ışığı al­tında dikkat çekilmiş olur. Böylece herkes kendi içtihadına ve de­ğerlendirmedeki başarısına göre bir sonuca ulaşır; iki uçtan birine olan yakınlığa, diğerine olan uzaklığa göre değerlendirmeyi yapmış olur.
Sonra Kur'ân, sözün akışı gereği iki gâib ucu getirmesi hasebiyle, bunları  aza da çoğa da ıtlakı mümkün olacak şekilde mutlak ifa­deler içerisinde getirmiştir. Sözün akışı, bu kullanış şeklinde mu­radın öğulen ya da yerilen uçların en son noktası olduğuna delalet ettiği gibi aynı şekilde  lafız, onun muktezâsından aza da çoğa da [142]    delalet edebilir. Bu durumda   mü'min, övgüye değer özelliklerini tartar ve bunun sonucunda korku ve ümit içerisinde olur. Keza kö­tü özelliklerini tartar ve aynı şekilde korkar ve ümitvar olur. Bir misalle açıklamak gerekirse: Meselâ "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[57]buyruğuna baktığı zaman kendisini adalet terazisinde tartar. Bunu yaparken de ada­letin en son noktasının, nimetlerin sahibini tanımak ve onların O'ndan geldiğini itiraf etmek, sonra da onlardan dolayı O'na şük­retmek olduğunu bilir. Bu ise imana girmek ve O'nun şeriatı doğ­rultusunda amel etmek, küfürden çıkmak ve küfrün gereklerinden uzaklaşmakla olur.   Eğer muhasebe sonunda kişi kendisini   bu özelliklerle nitelenmiş görürse, kendisinin de adalet sahibi kimse­lerden olmasını umar ve bu alanda en son gayeye ulaşmış olma­maktan korkar. Çünkü kul ne kadar çalışırsa çalışsın bütün bun­larda Rabb'in hukukunu tam teslimle O'na karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiremez. Meseleye cüz'î plânda yaklaştığı zaman da durum aynı olur. Çünkü adalet küllî plânda istenildiği gibi, cüz'î plânda da istenilir. Meselâ eğer hâkim ise insanlar arasında adalet­le hükmetmek gibi, aile efradı arasında adaleti gerçekleştirmek gi­bi, hatta ayakkabı vb. giyiminde sağdan başlamak suretiyle adaleti gerçekleştirmek gibi... Öbür taraftan bu bunların zıddı hakkında da geçerlidir ve adaletin zıddı zulüm olmaktadır. Bunun da en üst düzeyde olanı Allah'a şirk koşmaktır: "Şüphesiz şirk büyük bir zu­lümdür.[58] Sonra cüz'î olarak ele alındığında pek çok durum vardır ve en alt mertebede olanı da meselâ soldan başlamaktır. Diğer nite­likler ve onların zıddı ile ilgili durum da aynen böyledir. Bu durum­da mü'min sürekli bu özelliklerle ilgili olmak üzere düşünce, değerlendirme ve ictihad halinde olacak ve onun bu durumu Allah Teâlâ ile karşılaşıncaya kadar devam edecektir.

İşte bundan dolayıdır ki, mutlak ifadeli emir ve nehiyler hep aynı yeknesaklıkta, hep aynı düzeyde değildir; aksine emredilmiş olan şeylerden bir kısmı vacip, bir kısmı ise nafile (mendup); yasak­lanan şeylerden bir kısmı haram, diğer bir kısmı ise mekruh bulun­maktadır. Ancak bunlar mükelleflerin görüş ve değerlendirmesine bırakılmış ve böylece onların bu gibi konularda ictihadda bulunma­ları ve kulluğu bu suretle icra etmeleri istenmiştir.
Selef-i sâlih, herhangi bir konuda kesinkes haram demekten sakınırlar ve açıkça: "Bu haramdır, Bu helâldir" demekten sıkıntı duyarlardı. Aksine onlar birşey hakkında kendilerine soru yöneltil­diğinde: "Ben bunu sevmiyorum"; "Kerih görüyorum"; "Ben bunu yapmam" vb. gibi ifadeleri kullanmayı yeğliyorlardı. Çünkü bu şey­ler medlulleri hakkında mutlak olan, şeriat tarafından belirlenmiş ve öte aşma imkanı bulunmayan sınırları olmayan mutlak şeylerdi. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Diliniz yalana alışmış olduğu için, 'Şu haramdır, bu helâldir' demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydur­muş olursunuz"[59]Bu konuda kesin bulunan istikradan başka, bu esası desteklemek üzere şu âyet de gelmiş bulunmaktadır: aIşte gü­ven, onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır"[60] Bu âyet indiği zaman sahabe: "Bizden hangimiz zulüm etmez ki?!" de­diler ve bunun üzerine: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür"[61] âyeti indi.
Rivayete göre bu âyet inince durum Hz.Peygamber'int  ashabına çok ağır geldi ve: "Hangimiz imanına zulüm karıştırma-mıştır ki?!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Öyle değil. Lokman'ın oğluna olan "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür[62]sözünü işitmediniz[63] mi?" buyurur.[64]
Sahih hadiste şöyle buyurulur: "Münafıkın alâmeti üçtür: Ko­nuştuğu zaman yalan söyler, uadettiği zaman vadinde durmaz,kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder[65] Bu hadis İbn Abbâs ve İbn Ömer'i çok düşündürdü ve durumu Hz. Peygamber'e açtılar. Hz. Peygamber güldü ve: «Bunlarla si­zin ilginiz ne? Ben bu üç hasleti sadece münafıklara has söyledim. 'Konuştuğu zaman yalan söyler' sözüm, Allah Teâlâ'nın bana indir­miş olduğu "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince 'Senin şüp­hesiz Allah'ın Peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler.[66] âyeti hakkındadır. Peki siz öyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksı­nız, 'vadettiği zaman vadinde durmaz' sözüme gelince, bu da Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Aralarında 'Allah bize bol nime­tinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız[67] şeklinde devam eden üç âyet hakkındadır. Peki siz öyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız. "Kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder" sözüme gelince, bu da Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Doğrusu Biz emaneti göklere, yere, dağlara sun-muşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan kor­kup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yük­lenmiştir"[68] Her insanın kendi din ve diyaneti kendisine emanet edilmiştir: Mü'min gizli de olsa aşikâre de olsa cünüplükten yıkanır, gizli ve aşikâre oruç tutar, namaz kılar. Münafık ise öyle yap­maz. Peki siz böyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Pey­gamber "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız" buyurdu.[69]
Şerîat üzerinde düşünen kimseler, bu esasa itimat konusunda kalbe itminan verecek bu kabilden pek çok şey bulur. Tevfîk ancak Allah'tandır. [70]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..