ONBEŞİNCİ MESELE:


Kül olarak işlenmesi istenilen birşey[297], birinci kasıt ile talep edilmiş olmaktadır. Bu, bazen ikinci kasıtla terki istenilen şey hali­ne de dönüşebilir. Nitekim bunun aksi de varittir. Yani, kül olarak terki istenilen şey, birinci kasıtla terki talep edilen şey olmaktadır ve bu da bazen ikinci kasıtla işlenmesi istenilen şey haline dönüşe­bilir.[298] Bu durumda her biri, aslî kasıtla olan talep özelliğini yitirmez.
mez.[299]Birincinin izahı çeşitli yönlerden ortaya çıkar:

a) (Kül olarak işlenmesi istenilen şey), Şâri'in kasdı açısından ele alınabilir. Asıl da budur. Bu durumda kişi onu meşru bir şekil üzere almış ve meşru bir şekilde de faydalanmış olur. Ne ondaki, ne onun mukaddimelerindeki, ne tâbilerin-deki, ne de beraberinde bulununlardaki Allah'ın hakkını unutmaz. Kişi, onu bu şekil üzere aldığı zaman, o şey cüz olarak mubah, kül olarak ise matlup bir hal alır. Çünkü mu­bahlar, Sâri' tarafından mutlak olarak kulların çıkarlarına uygun düşecek bir şekilde kullanılmaları için konulmuştur. Onun kullanılması, ne dine ne de âhirete zarar vermeyecek şekilde olacaktır. Bu, itidal hali olmaktadır. İşte bu yönden ele alındıkları zaman mubahlar nimet sayılmışlar, Allah'ın bir in'âm ve ihsanı kabul edilmişler, "hayıf ve "lütuf" diye isimlendirilmişlerdir.

Mükellef, onları kullanırken, dünyası ya da dini için zararlı ha­le gelecek şekilde kullanmak suretiyle itidal sınırından çıktığı za­man, mubahlar işte bu yönden yerilir bir hal alır. Çünkü bu haliyle o, onların öncesinde, beraberinde ve sonrasında ifası gereken hak­lara riayetten uzaklaşmış, dolayısıyla hem dünyası hem de âhireti için maslahatlar yerine mefsedetler doğmuştur. Bunun sebebi de, mükellefin mubahlardan taşıyamayacağı kadarım yüklenmiş ol­masıdır. Çünkü mükellef eğer mubahlardan herhangi bir şekil, ve­ya bir tür ya da bir miktar ile yetinebiliyorsa ve onun maslahatları bu seyir üzere arzulandığı şekilde yürüyorsa, sonra o idare edeme­yeceği kadar fazla, aklî ve bedenî kuvvetinin üstünde bir yük altına girerse, ölçüyü aşmış, aşırı gitmiş olur ve bütün bunları taşımaya da gücü yetmez. Bunun sonucunda da çözülmeler baş gösterir ve bozulma (fesad) doğar. Meselâ beslenmesi için kendisine bir çörek yeterli olan bir adamı örnek olarak ele alalım: Onun doğru dürüst kazanma mükellefiyeti, ona bu kadarım yükler; çünkü onun yapısı buna göre hazırlanmıştır, daha fazlasını kazanacak güçte yaratıl­mamıştır. Şimdi bu kişi bir çörek yerine iki çörek yemek istediği za­man şu sonuçlarla karşılaşılır:
1) Önce kesp (kazanma) açısından bir israfa girmiş olur; çünkü takva ile birlikte sadece kendisine yetecek kadarının külfeti­ni yüklenmesi gerekirken, iki kişinin külfetini yüklenir ol­muştur.   Buna ise o, ancak başka taraflardan yan çizerek güç yetirebilecektir.
2) O mubahın kullanılması açısından israf etmiş olacaktır. Çünkü normal bünyesinin ihtiyacı üstünde bir gıda alması için nefsim zorlamış olacaktır. Bu ise kendisine güç gelecek­tir, belki bu yüzden daralacak ve sıkıntısı artacaktır. Bütün bunlar onu, Allah Teâlâ ile beraber olmak için onun huzu­runda durması istenilen ibadetlerden alıkor.
3) Sonucu itibarıyla da israf olur; çünkü her derdin aslı obur­luktur. Bu kişi, bu haliyle dert kazanma yoluna girmiş ve ona yakalanmaya da ramak kalmıştır. îsraf anındaki zahir ve bâtın diğer bütün hallerinin hükmü işte böyledir. O, as­lında bu haliyle kendi üzerine mefsedeti celbetmeye çalış­maktadır. Yoksa yenilen çöreğin bizzat kendisi —gıda olma­sı ve hayatın kendisine bağlı olması açısından— yerilmiş de­ğildir.

Bu örnek üzerinde düşündüğün zaman, yergi konusu olan şe­yin, bizzat nimetlerin kendisi değil, mükellefin onları kullanış tarzı olduğunu göreceksin. Nimetler, yergi konusu olan halin vasıtası ol­ması hasebiyle işte bu açıdan yergiye konu olmuşlardır ki bu da ikinci kasıt olmaktadır. Çünkü o mükellefin yergiye konu olan kas­dı üzerine bina edilmiştir. Yoksa Allah Teâlâ, kullarına nimetleriy­le kendisim tamtmış, onlarla ihsanda bulunduğunu belirterek ken­disine karşı minnet borçlan olduğunu ifade etmiştir. Tabiî Yüce Al­lah bunu, mükellefin bu nimetler karşısındaki tavrından katınazar-la mutlak olarak yapmıştır. Bu, nimetlerin aslî kasıt üzere mutlak olarak övgüye değer olduklarının bir delilidir. Yergiye konu olması, ancak Allah yolundan ahkor olduğu zaman söz konusu olmaktadır. Düşünen kimse için bu husus açıktır.

b) Mubahların Allah'a minneti gerektiren nimet olma yönü as­la yok olmaz. İsraf ise tamamen ortadan kalkabilir. Devam­lı olan ve hiçbir şekilde zail olmayacak olan, birinci kasıt ile istenilmiş olandır. Zail olabilecek Özellikte olan ise böyle de­ğildir. Çünkü mükellef mubahı, kendisine belirlendiği şekil­de elde ederse, bunda herhangi bir yergi unsuru bulunmaz. Arzu ve heveslerinin bir sonucu olarak onu almış ve kendisi için belirlenmiş yola riayet etmezse, heva ve heveslerine uy­muş olması açısından yergi konusu olur, öbür açıdan ise yergiye mahal değildir. Sonra yergi yönü bazen nimeti ta-zammun eder ve nimet onun içinde bulunur. Ancak onu he­va ve hevesleri bürümüş olur. Meselâ kişi mubahı meşru ol­mayan şekil üzere aldığı zaman, bu hareketi zımnında ge­nelde maslahatları gerçekleşmiş olur. Her ne kadar şaibeli ise de, bu hevasma uyulmuş olması yüzündendir. Asıl olan nimettir. Ancak heva ve hevesleri ona bazı fesad özellikleri bulaştırmıştır; fakat asıl maslahatı ortadan kaldırmamıştır. Eğer asıl maslahat ortadan kalkacak olsaydı, mubahın aslı da ortadan kalkardı; çünkü mübahlık maslahat üzerine bi­na olmaktadır. Dolayısıyla, mubahın aslı, her ne kadar yergi konusu olan kesp tarzı ve kullanış biçimi sonucunda şaibeli bir hal alsa da, hala var olmaya devam etmektedir. Bu,

aynı zamanda mubahın yergi konusu ve terki matlup olan bir hal alması durumunun birinci kasıtla değil de ancak ikinci kasıtla olacağını gösteren delillerden biridir.
c) Bu husus bizzat şeriat tarafından da açıklanmıştır: Meselâ şu âyetleri buna örnek gösterebiliriz: "Öyleyken bâtıla ina­nıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?[300] "Fa­kat insanların çoğu şükretmezler[301]"Taze et yemeniz, ta­kındığınız süsleri edinmeniz ve Allah'ın bol nimetinden fay­dalanmanız için denize... boyun eğdiren de O'dur. Artık belki şükredersiniz"[302]
Bu ve benzeri âyetler, yeryüzüne yayılmış bulunan nimet ve menfaatlerin aslî halleri üzere bulunduklarını göstermektedir. An­cak mükellef için bunlar üzerinde yükümlülüğe esas olan tercih hakkı konulması sebebiyle, bu nimetler üzerinde şaibeler doğdu. Bu şaibeler, onların mükellef için ilk konuluş şekli açısından değil­dir. Zira ilk konuluşları itibarıyla bunlar halis nimetlerdir. Eğer bunlar yükümlülük konusunda meşru esaslar çerçevesinde kulla-mlırlarsa, bu şükür olur; şükür, nimetlerin aslî konuluşları doğrul­tusunda kullanılması demektir. Eğer meşru olmayan şekil üzere kullanılacak olursa bu da küfrân-ı nimet olur. İşte bu şekilde kul­lanılışından mefsedetler doğar ve mükellefi kuşatır. Sonuçta bun­ların hepsi de Allah'ın kaza ve kaderi ile olmaktadır. "Ve Allah sizi ve sizin yapmakta olduklarınızı yarattı"[303]

Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Sizin hakkı­nızda en çok korktuğum şey, dünyanın sizden öncekilere kapılarını açtığı gibi, size de açmasıdır" Denildi ki: "Hayır, hiç şer getirir mi?"
Şöyle buyurdu: "Hayır ancak hayır getirir.[304] Şüphesiz baharın bi­tirdiği her nebat şişkinlikten ya öldürür ya da ölüme yaklaştırır'[305]
Keza, sedd-i zerâi* bahsi de bu kabildendir. Çünkü sedd-i zerâi', yapılması istenilen[306] birşeyin, ortaya çıkan bir maniden do­layı terkinin istenmesi demektir. Bu, genel anlamda üzerinde itti­fak edilen bir prensip olmaktadır. Her ne kadar âlimler tafsilatında ihtilaf etmişlerse de, bazı fer'î meseleler üzerindeki bu görüş ayrı­lıkları, sedd-i zerâi' prensibi üzerinde meydana gelen genel anlam­daki icmâı ortadan kaldıracak ölçüde değildir. Çünkü âlimler meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çoba­nımız' anlamında da kullanılabilecek) 'Râınâ' demeyin; 'unzurnâ (bize bak)' deyin[307]"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler" [308]gibi ör­neklerde sedd-i zerâi' prensibi üzerinde ittifak halindedirler. Bu ko­nuyu destekleyecek örnekler çoktur.

Menduphık üzere yapılması talep edilen şeylerde de durum ay­nıdır. Böyle birşey, bazen ikinci kasıtla mendupluk üzere terki iste­nen birşey haline dönüşebilir. Nitekim, dinde taşkınlığa ve aşırılığa gitmeyi, visal orucunu, peşi peşine oruç tutmayı, evlenmemeyi ya­saklayan hadisler bu hususu ortaya koymaktadır. Bu türden daha önce pek çok örnek geçti.
Azimet olarak yapılması vacip olarak istenilen birşeyin, ikinci kasıtla aynı şekilde terki matlup bir hal alması da mümkündür. Eğer azimet hükümle amel edilmesi halinde, o ameli ihlal edebile­cek ve vacibin edasını noksan hale getirecek unsurlar[309] bulunursa, o zaman terki istenilebilmektedir. Meselâ: "Yolculuk esnasında [22i] oruç tutmak, takvadan (birr) değildir" [310] hadisinde olduğu gibi.

Hulâsa, mutlak surette birinci kasıt ile işlenmesi istenilen bir şey, ikinci kasıtla bazen terki matlup olan birşey haline dönüşebi­lir. Varmak istediğimiz sonuç işte budur.
İtiraz: Burada şöyle denilebilir: Bunun aksini gösteren husus­lar vardır. Övgü ve yergi, yeryüzünde yayılan şeylere ve menfaatle­re eşit olarak aynı düzeyde yönelmektedir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Arşı su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iş iş­leyeceğini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur" [311]"Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O'dur[312]"And olsun ki, sizi içinizden cihada Çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarana ve haberlerinizi açık­layana kadar deneyeceğiz" [313]Daha önce de geçtiği gibi, yükümlü­lük sınamak ve denemek için konulmuş, böylece ilm-i ezelîde ma­lum olan şeyin şühûd âleminde de ortaya çıkarılması amaçlanmıştı. Allah'ın ezelî ilminde şunlann cennetlik, şunların da cehennemlik olduğu sabitti; ancak bu sonuç yapılacak olan imtihana göre belir­lenmişti. İmtihan ise; ancak iki yönü olan birşeyle gerçekleşebilir; tek yönlü bir şeyle olmaz. İşte bu noktadan hareketledir ki, kullar için yeryüzünde yayılmış olan nimetler —bizatihi kendileri açısın­dan— övgü ya da yergiye, emir ya da nehye mahal olmazlar. Bu gi­bi şeyler onlara ancak mükellefin onları kullanması açısından taal­luk eder. Onlara nisbetle mükelleflerin tasarrufları da eşittir; mü­kellefin tasarrufları açısından nimet ve maslahat kabul edildiği gi­bi, yine onun tasarrufları açısından fitne ve azap da kabul edilmek­tedir. Bunu şu husus da açıklar: Yeryüzünde faydalanılmak üzere yerleştirilmiş bulunan şeyler, hem maslahat hem de mefsedet cihe­tine yatkın olup, her iki türden tasarrufa elverişlidirler. Yeryüzünde yerleştirilmiş bulunan bu şeyler, imtihan kasdı ile teklif için ve izah edildiği şekil üzere olunca, bu iki taraftan biri diğerine nasıl ağır basacaktır? Ki bunun sonucunda birinci kasdın, onların yeryü­züne nimet olarak yerleştirilmesi olsun. Onların azap ve fitne oluşu da ancak ikinci kasıt üzere bulunsun.

Cevap: İtiraz yerinde değildir ve iki açıdan dedikleriniz arasın­da bir terslik yoktur:
a) Yeryüzüne yerleştirilen şeylerin, şaibelerden uzak sade ni­metler olduğunu ortaya koyan nasslann zahirleri ya oldu­ğu gibi muraddır; birinci olarak matlûp olan da budur. Ya da onlarla, aslında öyle olmadıkları kastedilmiş olabilir. Bu ikinci ihtimal sahih değildir; zira ne aklen ne de naklen Allah Teâlâ'nın birşeyi olduğu gibi bildirmemesi mümkün değildir. Eğer biz yeryüzüne yerleştirilen bu şeylerin mah-za fitne ve azap olmadıkları gibi halis nimetler de olmadık­larım tasavvur edecek olursak, o zaman Allah Teâlâ'nın onların nimet olduğunu bildirmesi ve bunlar sebebiyle kulla­rın kendisine minnet borcu olduğunu ifade buyurması ve onları insanların aleyhine bir hüccet olarak kullanması, şü­kür için bunları bir gerekçe kabul etmesi akıl ve mantığa ters düşecektir. Sonra biz meselâ: "Biz yeryüzünü bir be­şik, dağları da onun için bir kazık kılmadık mı?.[314] "Yukarıdan size su indiren O'dur. Ondan içersiniz; hay­vanları otlattığınız otlar da onunla biter[315]gibi âyetlerde bahsedilen nimetlerin tafsilatına baktığımız za­man, bunlardan herhangi biri hakkında mutlak olarak 'ha­yır öyle değildir' diyebilir miyiz? Yahut da 'onlar şu kavme nisbetle nimet, başka kavimlere nisbetle ise fitne ve azap­tır' iddiasınada bulunabilir miyiz? Bütün bunlar hem akla hem de nakle aykırı olan şeylerdir.
Şu husus da bunun doğruluğunu destekler: Şüphesiz ki Kur'ân, hidayet, rahmet ve kalplerde bulunan hastalıklara şifa olmak üzere indirilmiştir. O en yüce nurdur ve onun getirdiği yol 'tarîk-i müstakîm'dir. Ona bunun aksine bir sıfat nisbet etmek sahih değil­dir. Buna rağmen Kur'ân hakkında şöyle âyetler gelmiştir: "Allah onunla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu yola getirir. Onunla saptır­dığı ancak fâsıklardır[316]"O, (başkaları için değil) takva sahiple­ri için bir hidayettir[317]"O, iyilik sahipleri için bir hidayet ve rahmettir"[318]Şimdi bu ve benzeri âyetlere bakarak 'Kur'ân, bir kısım insanlar için hidayet, diğerleri için ise sapıklık olmak üzere inmiştir' ya da 'o hem hidayet, hem de sapıklık için gelmiş olabilir; her ikisi de muhtemeldir' denilebilir mi? Böyle bir sakat düşünce­den Allah'a sığınırız.                                                                         
Burada şöyle denilemez: O, zikri geçen iki itibara[319] göre bazen sahih olabilir? Meselâ dünya hayatı, bir bakıma oyun ve eğlencedir; öbür taraftan da saadete bir merdivendir; ciddiyettir; şaka değil­dir. "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye ya­ratmadık" [320]

Çünkü biz şöyle demekteyiz: Bu, Allah'ın kendisini nimetlerle tanıtmasını, âyetlerin zahiri üzerine hamlettiğimiz zaman doğrudur. Aynen, Kur'ân'm —icmâın da delalet ettiği gibi— hidayet, şifa ve nûr olmasının sahih olması gibi. Bunun dışında kalanlar ise, ni­metlerin yeryüzüne yayılması konusunda gözetilen aslî kasdı ihlâl etmeyecek şekil üzere yorulur.

b) Nimetlerin, sahipleri hakkında fitne ve azap haline dönüş­mesi, ancak mükellefin tavrı sonucu olmaktadır. Çünkü ni­metler durup dururken fitne ve azaba dönüşmezler; maksûd olmayan şekil üzere kullanılmış olması, onu bu hale dönüş­türen husus olmaktadır. Çünkü yeryüzünün beşik, dağların kazık kılınması vb. hepsi de açık nimetlerdir ve nimet olma özellikleri değişecek türden değildir. Ancak, şükür yerine belirlenilen şekil üzere kullanılmamak suretiyle küfrân-ı ni­metle mukabele edilince, nimet olan bu şeyler, mükellef için vebal halini almıştır. Aslında vebal olan şey, nimetler değil mükelleflerin bizzat fiilleri olmaktadır. Çünkü onlar, Al­lah'ın bu nimetlerini masiyet için vasıta edinmişlerdir.
Kur'ân'm durumu da aynı minval üzeredir. Çünkü onlar, Al­lah'tan başka edinilen putları, zayıflık konusunda örümceğe benzetilince[321], kendilerine söylenilen bu konuda düşünmeyi ve te­fekkürü terkettiler. Bu halleri, tâ kendilerine söylenen başlarına gelinceye kadar devam etti. Bunlar, bu temsil karşısında ne kaste­dildiğine bakmaksızın bizzat örümcek ile yapılan benzetmenin zahirine kafalarını taktılar ve "Allah, bu temsille neyi kastetti?[322] dediler. Yüce Allah da, vaziyeti böyle olan kimseler hakkında ezel­de sabit olan gerçeği bildirdi ve "Allah onunla birçoğunu saptırır, bir çoğunu yola getirir" buyurdu. Sonra beklenti halinde olan açık­lamayı da yaparak "Onunla saptırdığı ancak fâsıklardır" [323] bu­yurdu ve böylece Kur'ân'ın, bir kısım insanlara doğru yolu göster­mek için, diğerlerini de sapıtmak için geldiği şeklinde anlaşılabile­cek sakat düşünceyi ortadan kaldırmış oldu. Yani o bir hidayet ki­tabıdır. Daha Önce buyurduğu gibi "O, takva sahipleri için bir hi­dayettir" [324](diğerleri için de öyle) ancak fâsıklar Kur'ân'm indiril­mesinden güdülen asıl amacı gözardı ederek başka şeylere bakma­ları yüzünden sapıtmışlardır. Kur'ân, aynı şekilde muhtevasındaki hakikatlere bakan müttekî kimseler için de hidayettir. Bu hakikat-lar, Kuran'm indiriliş amacı olmaktadır. Bu sonuç, konu ile ilgili bi­rinci meseleden çıkarılır. Bu husus ortaya konulunca, nimetlerin birinci kasıt ile nimet oldukları da anlaşılmış olur. Bir kısım insan­lar için nimet olmamaları ise, onları istenilen meşru şekil üzere almamalarından kaynaklanmaktadır. İkinci kasdın mânâsı da işte budur. Allahu alem!
İkinciye yani kül olarak terki matlup olan şeyin terkinin birin­ci kasıt ile talep edilmiş olduğu konusuna gelince, onda da durum aynıdır. Çünkü onlar, işlenmesi matlup olan şeylere ters düşen şey­leri destekler bir hal alır ve bu yüzden de terki matlup bir hale dö­nüşür. Bu gibi şeylerde zamanı boşa Öldürmekten başka hiçbir fay­da yoktur. Kendisinden husûsî olarak meydana gelmesi beklenilen bir kasıd da yoktur. Bu durumda mesalâ (cüz olarak) mubah olan mûsikî, ne bir zarurî, ne bir hâcî ne de tekmîlî olan bir asla hizmet eder bir hal almaz; aksine onunla zamanı öldürmek, zarurî, hâcî ya da tahsînî esaslar için hadim olan şeyden[325] yüz çevirmek demek­tir. Dolayısıyla onların zıddma hadim olmaktadır.
İkinci bir husus, o Sâri' Teâlâ'nın 'bâtıl' olarak nitelediği eğ­lence kabilindendir. Meselâ: "Onlar bir kazanç veya bir eğlence (lehv) gördüklerinde[326] âyetinde lehvden[327] maksat, davul veya zurna ya da şarkıdır. Dünyayı yerme sadedinde de "Doğrusu dün­ya hayatı bir oyun ve oyalanmadır" [328] buyurulmuştur. Hadiste de: "Her eğlence bâtıldır; üç tanesi müstesna...[329] buyurulur, oyun ve eğlence faydasız bir uğraşı kabul edilir ve bundan üç tanesi[330]istisna tutulur. Çünkü bu istisnalar, zarurî olan bir esasın en iyi bir şekilde varlığını sürdürmesine yardımcı hususlardır; o yüzden istisnası gerekli görülmüş ve bu eğlenceler bâtıl sayılmamıştır.
Bir üçüncü husus, Allah Teâlâ, bu türden birşeyin zikri ile kendisine minnet borcumuz bulunduğundan bahsetmemiştir. Keza bu gibiler, birinci kısımda olduğu gibi nimetlerin sayılması sırasın­da da zikredilmemiştir. Dolayısıyla meselâ bizâtihî ne eğlenceden, ne cûşa gelmeden, ne de onun sebebi açısından ele alınıp, bunlara karşılık Allah'a karşı minnet borcumuz olduğu ifade edilmemiş; aksine bunlar matlup olan bir hususa destek vermesi yönünden ele alınmışlardır.[331]Hem sonra bu istisna edilen şeyler, insanlar ara­sında carî bulunan güzel âdetlere de uygundur. İstisnalar dışındaki eğlenceler ise tümüyle, carî güzel âdetlerin çerçevesi dışında bu­lunmaktadır. Bu şu hususu da ortaya koyuyor: Gerek yaratılış ve gerekse icat bakımından istifade şekillerinin esbabı kullar için özel olarak hazırlanmış bulunmaktadır. Minnet beklentisi, işte bu yön­den hasıl olmaktadır. Eğlence ve oyun için, aslî yaratılış bakımın­dan özel olarak konulmuş bir hazırlık bulamazsın.[332] Onlar sadece yeryüzüne yayılmış, fakat onlar yönünden asla bir minnet beklen­tisi olduğu ortaya konmamıştır. Meselâ şu âyetlere bakılabilir: "Al­lah'ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz nzıkları kim haram kı­labilir[333]"Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir. ... Bu iki denizden de inci ve mercan çıkar" [334]"Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır[335] Ve benzeri daha pek çok âyet. Ne Kur'ân'da ne de Sünnette, Allah Teâlâ'mn bize oyun ve eğlenceyi yaratmak suretiyle in'âm ve ihsan­da bulunduğunu gösteren bir nass bulamazsın[336]
İtiraz: Lezzetin husulü, nefsin rahatlaması, insanın neşelen­mesi haddizatında maksûd olan birşeydir. Bu yüzden de bunlar, birinci kısım içerisinde yayılmış bir halde bulunmaktadır. Meselâ ye­mek, içmek, cinsî ilişkide bulunmak, binmek gibi şeylerden alman hazlar gibi. Bu gibi nazların —arkasında bulunan neye hizmet et­tikleri noktasını göz önünde bulundurmadan— mücerred kendileri­ni talep etmek caiz olmaktadır. Dolayısıyla aynı şey, işlenmesi Şâri'ce maksûd bulunan mesire yerlerinde gezinmek, mûsikî dinlemek vb. gibi yollarla eğlenmek ve oynamak konusunda da caiz olsun.[337] Bunun doğruluğunu gösteren deliller de vardır: 1.

Bunların birinci kısım içerisinde yayılmış bulunması. 2.
Kur'ân'da bunların kastedildiğim gösteren deliller bulunması: Meselâ: "Onları (hayvanları) getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız" [338]"Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır"[339] "Hurma ağaçlarının meyvelerin­den ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz"[340] Ve daha benzeri başka âyetler. Bütün bunlar nimetlerle in'âmda bulunuldu­ğunu, mallardan bir haz alma duygusu verildiğini ve onlarla haya­tın süslendiğini belirtme sadedinde zikredilmiş şeylerdir. İçki elde etmek de, eğlence ve oyun mânâsına gelir.[341] Dolayısıyla bunların da birinci kısım içerisine girmesi uygun olur. 3.
Bu gibi şeyler her ne kadar bir açıdan kül olarak matlup bulu­nan şeylerin zıddına hadim ise de, aynı zamanda emrolunan şeyle­re de destek verir durumdadırlar.[342]Çünkü bunlar vücuda verdikleri zindelik sonucunda ibadetlerin ve diğer hayırlı işlerin yapılma­sına da yardımcı olurlar. Dolayısıyla bunlar da kül olarak matlup olanlar gibi olurlar. Bu durumda iki kısım da aynıdır ve aralarını ayırma uygun değildir.

Cevap: Zindelik ve haz arayışları, kül olarak matlup bulunan şeyler arasına yayılmış ise, işlenmesi istenilen esaslara hadim bulunmaktadır. Eğer bu özellikten soyutlanacak olurlarsa, biz onların haddizatında maksûd olduklarını kabul etmeyiz. Tartışma konusu da işte bu noktadır. Maksûd olan, nazların ve zindeliğin zarurî ya da başka bir esasın hadimi olduğu bir konuda olmasıdır.
Buna delalet eden hususlardan biri de Hz. Peygamber'in: "Her eğlence bâtıldır; üç tanesi müstesna..."[343]buyruğudur. Bu hadisin­de Hz. Peygamber, tekitli bir şekilde talep olunan şeyle­re hâdira durumda olan şeyleri istisna etmiş; diğer eğlencelerin ise bâtıl olduğunu söylemiştir. Hadiste[344] de şöyle gelmiştir: Hz. Pey­gamber'in ashabı biraz sıkılmışlardı: Tâ Rasûlallah! Bi­ze anlat" dediler. Nefisleri uyaracak birşeyler istiyorlardı. Bunun üzerine "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Ki-tab'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. [345]âyeti indi. Bu şu mânâya geliyordu: Allah'ın kitabına ciddiyetle yönelmek, sizin talep edece­ğiniz en son nokta olacaktır. Çünkü onda şer"î hükümler, hikmet­ler, mev'izeler, sakındırmalar, müjdelemeler vardır; bunlar kurtu­luşu sağlayacak, ebedî saadeti kazandıracak hususlarda tefekküre ve ibret almaya yöneltecek özelliktedir. Gelen bu cevap, onların is­tediklerinin aksi olmaktadır.[346] Râvi şöyle der: Sonra yine sıkılır gi­bi oldular ve: "Yâ Rasûîallah! Bize hadisin üzerinde Kur'ân'm altın­da birşeyler anlat" dediler. Bunun üzerine de Yûsuf sûresi nazil ol­du. Bilindiği gibi onda ibret verici âyetler, mev'izeler, hatırlatıcı sözler, acâİblikler vardır ki, bunlar da aynı şekilde Allah'a taat ko-nusunuda ciddiyete teşvik eden, buna rağmen yükümlülüklerin ağırlıklarından da rahatlatan şeylerdir. Böylece onlar, maksatları­na, zarurî olan esaslara ters düşecek şeylerle değil de onlara hadim olabilecek şeylerle ulaşmaları gerektiğine  irşad  edilmiş oldular.Hadiste de şöyle buyurulur: "Her ibadet edenin (âbid) bir zindelik ve rağbet anı vardır. Her zindeliğin de bir fütur (gevşeklik ve usan­ma) anı vardır. Sonrası da ya sünnet, ya da bid'attir.[347] Fütur anında sünnete uygun hareket eden, doğruya erişmiş olur. Fütur hali, sünnetin dışında başka bir mecraya kayan[348] kimse ise helak olmuş olur'[349]
Ziynet, güzellik ve içki edinmeden bahseden âyetlere gelince, bunlar bu nimetlerin aslında gözetilen esas maksatlara sadece tâbilik yoluyla zikredilmişlerdir[350]Yoksa bunlar bu sayılan nimetlerden gözetilen aslî maksatlar değillerdir. Sonra güzellik ve birşe-yin ziynet olması birinci kısım içerisine giren şeylerdendir. Çünkü birinci kısımdan olanlara hadim bulunmaktadır. Buna Allah Teâlâ'nm şu buyruğu da delâlet eder: "Allah'ın kulları için yarattı­ğı ziynet ve temiz rızıkları kim haram kılabilir?"[351] Hz. Peygam­ber de şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzel­liği sever" [352] "Şüphesiz ki Allah, verdiği nimetlerin eserini kulu­nun üzerinde görmekten hoşlanır'[353] İçki edinme âyetine gelince, Yüce Allah onu ifade ederken "ondan içki elde edersiniz" buyura­rak, içki edinme fiilini onlara nisbet etmiş ve onu güzel vasfı ile ni-telememiştir. Rızık hakkında ise "güzel rızık" buyurarak onu güzellikle nitelemiştir. Bu durumda in'âm ve ihsanda bulunulduğunu ifade, tasarruf mahalli olan asıl sebebiyle olmakta, bizzat tasarruf sebebiyle olmamaktadır. Aynen tasarrufa mahal olan diğer nimet­lerle in'am ve ihsanda bulunulduğunun belirtilmesi gibi. Çünkü kullar meşru ya da gayrı meşru tasarrufta bulunabilmektedirler. Diğer nimetlerde olduğu gibi, hiçbir zaman gayrı meşru tasarruf şekli, bizden beklenilen minnete esas olmak üzere zikredilmiş de­ğildir. Aksine Allah Teâlâ meselâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Al­lah'ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram, bir kısmını helâl kıl­dığınızı görmüyor musunuz? De ki: Size Allak mı izin verdi, yoksa Allah'a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?'[354] Bu nokta iyi kavran-malıdır.
Üçüncü yöne gelince, eğer onun emredilen bir şeye hadim ol­duğu farzedilecek olursa, bu takdirde o birinci kısımdan olacaktır. Kişinin hanımı ile oynaşması, at talimi vb. yollarla eğlenmesi gibi. Ancak bunların emredilmiş olan şeylere hadim olmaları birinci ka­sıtla değil ikinci kasıtla olmaktadır. Zira bu tür oyunlarla oynadığı o anda, kül olarak yapılması matlup bulunan bir amelle kendisini gaflet ve tenbellikten uyaracak bir başka amel işlemesi mümkün­dü; zevce ile oynaşmak gibi. Bunun için herşeyi terketmek suretiyle istirahate çekilmesi de yeterlidir. Uyumak ve başka yollarla din­lenmek sonucunda, her zaman için çalışma yorgunluğu ortadan kalkmayabilir. Bütün bunlar (yani uyku vb. şeyler) mubahtır. Çün­kü birinci kasıt ile matlûp olan şeye hadim bulunmaktadır. Oyun ve eğlence yolu ile dinlenme ise, böyle değildir. Eğer kişi bu oyun­lardan devamlılık olmamak kaydı ile oynar ve eğlenirse, o zaman işlenmesi matlup şeye hadim olan birşeyi içeren bir iş[355] yapmış olur. Onun hâdimliği ise birinci kasıtla değil, ikinci kasıtladır. Do­layısıyla birinci kısımdan ayrılmış olur. Zira birinci kısımdan olan­da ibtidaen hadim olan şey yapılmış iken, bu kısımda terki matlup olan şeye hadim olan işlenmiştir. Şu kadar var ki, devamlılık olma­dığı takdirde[356] oyun, işlenmesi matlup olan şeye hizmet mânâsı da içermektedir. Düşünen kimse için bu açıktır.

Fasıl:
İtiraz: Burada şöyle denilebilir: Bu bahis, fıkhı bir faydası ol­mayan lüzumsuz bir tetkiktir. Çünkü her iki kısım da, aslî konu­munun gereğinin zıddını içermektedir.[357] Bu durumda yapılması gereken şey, mubahın kullanılması ya da terki konusunda durum ne gerektiriyorsa[358] o şekilde amel etmektir. Bunun ötesinde kalan şeylerin göründüğü kadarı ile hiçbir faydası yoktur. Yapılan sadece mevhum bir duruma zihnin takılması ve yorumlara gidilmesidir. Böyle birşey ise ciddî ilim adamlarına yakışmaz.
Cevap: Bilakis bu konu üzerine hem fıkhı durumlar[359] hem de

amelî esaslar terettüp eder: 1.
Bunlardan birincisi şudur: Bu konu, fesadı gerektiren arızî du­rumların ortaya çıkması halinde, mubahlardan vazgeçilmesi isteni­lecek olanla, böyle bir durumda fesadı gerektiren arızî engellere rağmen terki istenmeyecek olan kısımlar arasını ayırmamıza imkân verir. Şöyle ki: Alış veriş, birlikte yaşama, birlikte ikamet et- [232] me... gibi asıl olmak üzere meşru kılınan esasları ele alalım: Yeryü­zünü fesat kaplasa ve her tarafta münker olan şeyler yayılsa, öyle ki mükellef, ihtiyaçlarını gidermesi ve lüzumlu tasarruflarda bu­lunması halinde genelde bu tür münkerât ile karşılaşmak ve onlara bulaşmaktan kurtulamasa; zahir, bu durumda onun böyle bir sonu­ca götürecek herşeyi bırakmasını gerektirecektir. Fakat hakikat öy­le değildir; onun mutlaka ihtiyaçlarını — işlenmesi ister cüz, ister kül olarak matlup bulunsun— gidermesini gerekli kılar. Giderilme­si gerekli kılman bu ihtiyaçlar ya aslî üzere matluptur ya da, aslî olarak matlup olana hadim durumdadır. Çünkü, eğer bu du­rumda mükellefin ihtiyaçlarından el çekmesi istenecek olursa bu sı­kıntı ve zorluğa (harec) ya da takat üstü yükümlülüğe götürür. Bunlar ise bu ümmetten kaldırılmış olan zor ya da imkânsız yü­kümlülüklerdir. İnsan için bu tür ihtiyaçların giderilmesi kaçınıl­mazdır. Ancak elinden geldiği kadar karşılaşacağı bu münker şey­lerden kaçınmaya çalışır; güç yetiremediklerinden de affolunur (ma'fuvvun anh).[360] Zira bunlar (yani karşılaşılan münkerât), asıl hükmüyle değil tâbilik hükmüyle ortaya çıkmaktadır. İmam Gazzâlî, Ehyâ adlı kitabının helâl ve haram bahsinde konuyu bun­dan daha husûsî bir biçimde[361] ele almış ve orada açmıştır. Bu ge­nel bir kaide olarak alındığı zaman süreklilik ve bidüziyelik göste­recektir.
İbnu'l-Arabî, hamama girmenin caiz olduğunu belirttikten son­ra şöyle der: "Eğer denirse ki: Hamam çoğu kez münkerâtm görül­düğü bir yerdir; dolayısıyla oraya girmenin hükmünün haram ol­ması, mekruh olmasından daha isabetli gözükmektedir. Bu durum­da caiz olması da nerede kaldı? Biz de deriz ki: Hamam tedavi olu­nan, temizlik yapılan bir yerdir. Bir nehir mesabesindedir. Nehirde de avret yerlerinin açılması ve münker şeylerin yapılması gibi şer'an hoş kabul edilmeyen durumlar galip halde bulunabilir. Bu­nunla birlikte insan, ihtiyaç duyduğu zaman ona girer ve mümkün mertebe gözünü ve kulağını esirgemeye çalışır. Münker olan şeyler bugün mescidlerdedir; ülkeyi kaplamıştır. Hamam da genel olarak ülke, özel olarak da nehir gibidir" Onun sözü böyle. Bu sözün, konu­muza delâleti açıktır.[362]

Asıl itibarıyla meşru olan her konuda değerlendirme bu şekilde olacaktır. Bu ortaya çıkan arızî durumdan sakınma hali, sıkıntıya maruz bırakacaksa böyledir. Ama böyle bir sonuca götürmeyecekse ve farzedilen durum ile nehyin bulunduğu konuda bir çıkış noktası bulunuyorsa —sedd-i zerâi'de olduğu gibi— o zaman mesele üzerin­de düşünmek gerekecektir. Bu halde iki taraf birbirini tartmış ola­caktır; kim arızî olan yönü dikkate alacak olursa, fesada giden yolu kapatacaktır; üstü örtülü riba satışları (büyûu'l-âcâl) ve benzeri hi-yel yollarında olduğu gibi. Kim de aslı dikkate alacak olursa, o da yasak olan şey açıkça ortaya çıkmadığı sürece men yoluna gitmeye­cektir.
Meseleye, aynı zamanda asıl olan ile galip halde bulunanın ça­tışması (tearuzu) durumu da dahil olmaktadır. Çünkü asla itibarın önemli bir yeri vardır Diğer hususları dikkate almak ise, yardım­laşma kabilinden tamamlayıcı unsur mahiyetindedir.[363] Bu konu da açıktır.Ama mubah, kül olarak terki matlup olan türden ise, durum bunun aksinedir. Hiçbir kimse için musikî dinleme, —mubah oldu­ğunu kabul etsek bile— eğer bu sırada yasak olan şeyler ortaya çı­kıyorsa veya yolunda varsa caiz olmaz. Çünkü musikî dinlemek, haddizatında işlenmesi matlup olan şey değildir. İşlenmesi isteni­len birşeye hadim durumda da değildir. Bu durumda, hal böyle iken mükellefin musikîden nasibini alması mümkün olamaz ve onu tümden terketmesi gerekir. Oyun vb. diğer şeylerde de durum aynı­dır. Hükümler kitabının Ruhsatlar faslında bu konu için yeterince açıklama yapılmıştı. Dünya hayatının cazibesi ve fitneleri karşısın­da gelen haberlerden kiminin onlara karşı uyarıcı ve onlardan ka­çınmayı teşvik edici ifadeler içermesi, diğer bir kısmının ise bu tür ifadeler içermemesi arasını bulma (telif) da işte bu noktanın dikka­te alınması yoluyla olacaktır.
İtiraz: Selef, mefsedetlere götüren şeylerden —her ne kadar aslı kül olarak matlup olsa ya da matlup olana hadim bulunsa da— uzak durulması konusunda uyarmışlardır. Onlar bu yüzden cemaa­ti, cenaze merasimlerine katılmayı vb. şer'an matlup bulunan bir­çok şeyleri terketmişlerdir. Birçokları evliliğin terki ve çor çocuk sahibi olmama konusunda ruhsat vermiştir; çünkü bu gibi şeylere pek çok münkerât girmişti. İmam Mâlik'ten zikre dil diğine göre o cumaları, cemaatleri, ilim öğretmeyi, cenazelere katılmayı vb. an­cak insanlar arasına katılmak suretiyle yapılabilen ve matlup olan şeyleri terketmiştir.[364] Diğerleri de böyle. Onlar büyük âlimler, fa-kihler ve veli kullardı; hayır işlemek, sevap elde etmek konusunda son derece hırslı kimselerdi. Bütün bunlar hakkında şeriatta delil de vardır: Meselâ Hz. Peygamber[ Bİevehs'iumtu ] ŞÖyle buyurur: "Çok sür­mez müslümanın en hayırlı malı koyun olur; vadilerde, yağmur düşen yerlerde onu yayar. Dinini kurtarmak için fitnelerden ka-çar[365] Benzer daha başka uzleti teşvik eden hadisler vardır. Böyle bir hayat, kül ya da cüz olarak yapılması mendup ya da vacip ol­mak üzere matlup olan, bir başkasına hadim bulunan ya da bizati­hi maksud olan pek çok şeyin terki neticesini içerir. Vacip için du­rum böyle olursa mubahın durumu ne olur?

Cevap: Bu itiraz iki yönden yerinde değildir:

a) Biz, zarurî ve diğer ihtiyaçların giderilmesi konusunda in­sanlarla birlikte olmanın caizliğini söylemiş olduk. Bir kim­se iki caizden biri doğrultusunda hareket ederse, bunda herhangi bir sakınca olmaz. Cüz olarak matlup olan bize karşı

ileri sürülemez. Çünkü biz bu meselede o konuya girmek durumunda değiliz.

b) Hakkında uyan bulunan ve selefin yapmış oldukları şeyler, terkettikleri konularda onların kendi ictihadları sonunda gördükleri daha güçlü bir muarız sebebiyledir. Meselâ fitne­lerden kaçmak gibi. Çünkü fitne zamanlarında bunlara ka­rışmak, zarurî olan esasların bir çoğunu zedeleyecek sonuç­lara sebep olabilmektedir; haksız yere müslümanlar arasın­da kan dökülmesi gibi. Yahut da insanlarla beraber olma durumunda elde edecekleri faydalarla, kaybedecekleri de­ğerler ve uğrayacakları zararlar arasında bir tercih yapma­ları sonucunda olmuştur. Veyahut da aşırı takva sahibi kimseler kendilerine başkaları için ağır gelebilecek meşak­katler yüklerler. Meşakkatler ise, izafi olup kişiden kişiye değişir. Nitekim Hükümler bahsinde geçmişti. Dolayısıyla bütün bunlar bizim ortaya koyduğumuz hususu zedeleyecek mahiyette değildir.

Fasıl: 2.
İkinci fayda, mubahlardan niyet ile tâate dönüşenler ile dönüş-meyenler arasındaki ayırımın yapılmasıdır. Şöyle ki: Mubahlardan emrolunmuş birşeye hadim olanın niyet ile tâat şekline dönüşmesi mümkündür. Çünkü yemek, içmek, cinsî ilişkide bulunmak ve ben­zeri şeyler, zarurî olan bir esasın gerçekleştirilmesi için sebep ol­maktadırlar. Bu durumda alınan şeyin lezzet ve kalitenin en üst mertebesinde olup olmaması arasında fark yoktur. Bu ikisi arasın­da, onların mutlak haz sebebiyle ya da şer'î hitap açısından alınmış olmaları dışında dikkate alınacak bir fark yoktur. Eğer haz cihetin­den alınırlarsa, o bizzat mubah olmuş olur. Şer'î izin açısından alın­maları durumunda ise, o kül olarak matlup demektir.[366] Çünkü  şer'î kasıtta matlûp olana hadim unsur vardır ve onun talebi birinci kasıtla olmaktadır. Bu taksim Hükümler bölümünde açıklanmıştı.
Bu sabit olunca, işlenmesi matlup olan birşeye hadim durumda olan mubahın niyet ile tâate dönüşmesi sahih olacaktır. Zira arala­rında fark olarak sadece haz ya da izin açısından alma kastı bulun­maktadır. Terki matluba hadim olan mubaha gelince, bunlar kül olarak ele alındığında terki istenilir olduklarından onun işlenmesi­nin matlup şekle dönüşmesi sahih olmaz[367]Çünkü mubah, matlup hale ancak izin açısından ele alınması halinde dönüşür. Halbuki meselemizde birinci kasıtla iznin bulunmadığı kabullenilmişti. Ge­riye haz yönünden alınması kalıyor. Bu takdirde de yapılan tâat de­ğildir; dolayısıyla kül halinde terki matlup olan mubahların tâat haline dönüşmesi sahih olmaz. Mesela oyun, temiz yiyecek ve içe­ceklerin yenilmesi ve içilmesi gibi talep edilmiş olan şeylerin hadimi durumunda değildir. Çünkü yeme ve içme gibi hususlar zarûriyyât ve çerçevesi dahilinde bulunan cinse dahil olma özelli-ğindedir. Oyun ise böyle değildir. Çünkü oyun, özellik bakımından zarûriyyâtm zıddı olan şeylerin cinsi içerisine dahil bulunmaktadır. Bu mubah olsa olsa, husûsi olarak "lâ be'se bih" yani işlenmesi du­rumunda bir sakınca olmayan kısımdan olmaktadır; yoksa hakikî anlamda mubah gibi mükellefin tercihine bırakılmış mânâsına de­ğildir. Bu konunun açıklaması daha önce geçmişti.[368] İşte bu esasa müsteniden mubah olan semâ meselesi ortaya çıkmıştır. Çünkü bazil arı, niyet ile onun tâate dönüşeceği görüşündedirler. Konu bu esasa vurulduğu zaman —Allah'ın izniyle— hakikat ortaya çıka­caktır.[369]

İtiraz: Biz, terki istenilen şeye hadim olanın, birinci kasıtla terki matlup bulunduğunu kabuîlensek bile, daha önce de geçtiği gibi o, ikinci kasıtla işlenmesi matlup hale dönüşebilmektedir. Oyun, musikî ve benzeri şeylerle vazifelerin yapılması ve tâatlerin ifa edilmesi için zindeleşme amaçlanmış s a, bu açıdan onlar tâat ha­lini almış olurlar. Bu durumda nasıl olur da, bu gibi mubahlar ni­yet ile tâate dönüşmez denilebilir?!
Cevap: Tâata karşı zindelik yönünün dikkate alınması, o şeyin oyun ya da musikî olması açısından olmamakta, bilakis onun içer­miş olduğu şey açısından olmaktadır ve bu birinci kasıtla değil­dir.[370] Çünkü mutlak istirahat açısından o, meselâ uyku, sırt üstü uzanma, zevce ile oynaşma ile aynıdır. Hal böyle iken oyunu ya da musikîyi tercih etmiş olması, istirahat eden kişinin tercihini kul­lanmasının sonucu olmaktadır. Kişi bunları kendi ihtiyarı ile seçin­ce, hazzı peşinde koşmuş olur; talep de yoktur. Talep yönünden al­mış olsa desek, daha önce de geçtiği gibi bu kısım hakkında talep bulunmamaktadır[371]Eğer onların içermiş olduğu şeyler, (Şâri'in nazarında matlup olacak biçimde) ikinci kasıt ile dikkate alınmış olsaydı, o zaman kişinin o şeyi çokça ve devamlı surette yapmış ol­ması kendisine zarar vermezdi ve o şey kül olarak ele alındığı zaman yasak edilmiş olmazdı. Çünkü o, işlenmesi matlup olan şeye hadim olmuş olurdu ve bunun sonucunda da kül olarak işlenmesi matlup olan kısımdan bulunurdu. Halbuki biz onun bunun aksine olduğunu ortaya koymuştuk. Böyle bir sonuç tutarsızlıktır. Bu, an­cak nefsin tâate karşı uyandınlması ve zindeleştirilmesi için mek­ruh birşeyin işlenmesine benzemektedir. Nasıl ki mekruh, böyle bir kasıt ile tâate dönüşmezse, o mânâda olan ve onun benzeri bulunan birşey de niyet ile tâate dönüşmez.

Fasıl: 3.
Üçüncü fayda, Hz. Peygamber'in sonucunun kötü o-lacağım bilmesine rağmen, bazı insanlar için kendilerine çok mal verilmesi için dua etmesinin izahı olacaktır. Meselâ Sa'lebe b.Hâtıb'a "Şükrünü eda eylediğin az mal, şükrünü eda edemediğin çok maldan hayırlıdır" dedikten sonra, kendisine çok mal vermesi için Allah'a dua etmiştir.[372] Şimdi bu durum karşısında bazıları: "Eğer Hz. Peygamber çok malın ona zarar vereceğini bil­seydi, ona böyle dua etmezdi" dernektedirler. İşte bu müşkilatm ce­vabı, sözünü ettiğimiz bu bahisten çıkacak ve şöyle denilecektir: Hz. Peygamber'in ona duası, mal kazanma konusunda e-sas bulunan mübahlık ya da ilgili talebin aslına yönelik olmakta­dır; dolayısıyla Hz. Peygamber'in netice hakkındaki bilgi­si ile bu duası arasında herhangi bir çelişki bulunmamaktadır.
Bir diğer örnek: Mal kazanmanın aslında meşru olmasına rağ­men, Hz. Peygamber tarafından onun fitnesinden sakın­ma gereği vurgulanmıştır. Meselâ o şöyle buyurur: "Sizin hakkı­nızda en çok korktuğum şey, Allah'ın size yerin bereketini açması­dır" Dediler ki: "Yerin bereketi nedir?" "Dünyanın yüzünüze gül­mesi (zehratu't-dünya)" buyurdu. Kendisine: "Hiç hayır, şer getirir mi?" diye sorduklarında da: "Hayır, hayırdan başkasını getirmez. Şüphesiz ki bu mal revnaklıdır, tatlıdır..."buyurdu. Hakîm b. Hi­zam da şöyle anlatır: Rasûlullah'tan istedim, bana verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu mal revnaklıdır, tatlıdır.[373] Yine Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Dünyada (malı) çok olanlar, kıyamet gününde (sevabı) az olanlardır (ancak şöyle şöyle yapanlar hariç)'[374] Buna benzer daha başka dünya malından sakındıran hadisler gibi. Buna rağmen fitnelere neden olan kazanma yasaklanmamış, keza ihtiyaç mikta­rından fazla olan kısmı da yasaklanmamıştır. Çünkü mal konusunda asıl olan onun şer'an istenilir olduğudur. Kazanma şekli, matlup olan bu amaca hadim bulunmaktadır. O yüzden mal kazanma, kişi ister varlıklı olsun ister yoksul, şartlarına riayet edilmesi duru­munda esasta helâl olmaktadır. İsraf ile ilgili yasaklar da onu asıl helalliğinden çıkarmamaktadır. Çünkü talep aslî, nehiy ise tâbidir. Dolayısıyla aralarında çelişki yoktur. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygam­ber, ashabının dünyevî ihtiyaçlarım karşılamak üzere ça­lışmalarına müsade etmiştir. Bu sonucun bu kaideden ortaya çık­ması açıktır.
Kaide üzerine bina edilen faydalar çoktur. [375]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..