ONALTINCI MESELE:

Daha Önce de geçtiği üzere, emir ve nehiyler tekit açısından hep aynı düzeyde değildir. Amellerin gerek işlenmesine ve gerekse terkine yönelik talebin dozu farklıdır. Bu farklılık, emirlerin yerine getirilmesi, nehiylerden de uzaklaşılması sonucunda ortaya çıkan maslahatın, aksi durumda da beliren mefsedetin farklılığı yüzün­dendir.

İktizâ'mn (gerektirme); vaciplik, mendupluk, mekruhluk ve haramlık şeklinde dörde ayrılmasının işte bu noktadan hareketle olduğu tasavvur edilir.

Bir değerlendirme daha vardır ki, ona göre böyle bir taksim ya­pılmaz. Bilakis hüküm sırf iktizâya tâbi kılınır. Buna göre iktizâ­nın iki yönü vardır: a) İşlemeyi gerektirme, b) Terki gerektirme.
İşlenmesi istenilen şeyler içinde vaciple mendup; terki isteni­len şeyler içinde de mekruh ile haram arasında bir fark yoktur. Bu değerlendirme, sûfiyyeye ve onlar gibi düşünüp dünya isteklerine tümüyle sırt çeviren, âhiret yolculuğunda ciddiyet ve azimetle yü­rüyen kimselere aittir. Çünkü bunlar, işleme konusunda vacip ile mendup arasını; terk konusunda da haram ile mekruh arasını ayır­mamaktadırlar. Hatta onların bir kısmı, sâlike mendubun vacip, mekruhun da haram olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, mubahları —Ruhsatlar bahsinde daha önce de geçtiği gibi— ruhsat[376]olarak kabul eden kimselerdir. Onlar bu değerlendirmeye iki yoldan ulaş­mışlardır:
a) Meseleyi emreden yönünden ele almışlardır. Bu emir ve ne-hiy konusunda mücerred iktizâya itibar-edenlerin[377]görüşü­dür. Bu bütün kısımları (yani farz, vacip...) kapsamaktadır. Onların tümünde muhalefet, emredene ve nehyedene muha­lefet olmaktadır. Bu ise şer'an çirkin birşeydir (kabîh). Onun çirkin olması bir tarafa, burada asıl üzerinde durulan nokta muhalefet üzerine terettüp eden yergi ya da azap değildir;aksine emredene karşı muhalefet etmek ve ona karşı koy­maktır. Bunlardan bir kısmı, bu değerlendirme dolayısıyla hüküm konusunda ileri gitmiş ve bunun sonucunda muhale­fet (yani günah) arasında büyük ya da küçük ayırımı yap­mamış ve her muhalefeti büyük (günah, kebîre) saymıştır. Bu, Ebu'l-Meâlî' nin İrşâd adlı eserindeki görüşü olmakta­dır. O, emreden ve nehyedene nisbetle büyük ve küçük gü­nah diye bir ayırım yapmanın uygun olmayacağı görüşünde­dir. Ona göre böyle bir ayırım, emreden ve nehyedenden sar-fınazarla, bizzat muhalefetin kendisine nisbetle yapılabilir. Onun bu görüşü, değerlendirme açısından doğrudur.

b) Emir ve nehyin mânâsına nisbetle. Bu değerlendirmenin de çeşitli şekilleri vardır: 1.

Emir ve nehyin gereği ile Allah'a yaklaşma kasdma bakma. Çünkü emirlere yapışma ve yasaklardan uzaklaşma, —bizzat emir ve nehiy olmaları sebebiyle—, kendisine yönelinene yaklaşmayı ge­rektirir. Nitekim muhalefet de O'ndan uzaklaşmayı gerektirir. Ya­kınlık isteyen kimse için vacip olanla mendup arasında fark yoktur; çünkü her ikisi de yaklaştırır. Nitekim şer'î deliller bu hususu be­lirtmiştir. Keza bu kimse için mekruh ile haram arasında da fark yoktur; çünkü her ikisi de yakınlığın zıddını gerektirir; bu da ya uzaklıktır, ya da daha fazla yaklaşma imkânı varken durmaktır. Matlup olan yaklaşmada mütemâdîliktir. Dolayısıyla yaklaşma ve uzaklıktan kaçma kasdı ile ele alınması durumunda emirler ve ya­saklar hep aynı düzeyde kabul edilecektir. 2.
Emir ve nehiylere uyulması durumunda ortaya çıkacak masla­hat, muhalefet edilmesi durumunda ise ortaya çıkacak mefsedet açısından meseleye bakma. Daha önce de geçtiği gibi, şeriat masla­hatların celbi, mefsedetlerin de defi için konulmuştur. Meseleyi bu açıdan ele alan kimse için ne emirler ne de nehiyler arasında bir ayırım yoktur.[378] Aynen bir önceki değerlendirmede, yaklaşma kas­dı karşısında bir ayırım olmadığı gibi. Sonra emir ve nehiylerde söz konusu olan derece farklılığı sonunda hadim olan tamamlayıcı un­sura ve destek verilen ve tamamlanan esasa dönük olacağından, so­nuçta bunlar birbirine nisbetle sıfat ile mevsûf (sıfatlanan) gibi olur. Ne zaman menduplar işlenecek olsa, bununla vacipler tamamlanmış olacak; aksi halde de bunun zıddı meydana gelecektir. Bu durumda emir, zarurî esasların en mütekâmil bir şekilde ortaya ko­nulması esasına varıp çıkacaktır. Bunun sonucunda mendûba olan ihtiyaç, vaciplerin edası sırasında kendisine ihtiyaç duyulan şeyler gibi olacaktır. Dolayısıyla menduplar, bu ihtiyaç yönünden vacip­lerle tezâhum halinde (yani aynı mahali paylaşır halde) bulunur ve bunun sonucunda da hepsine birden aynı hüküm verilir. Mekruh ile haram arasındaki ilişki de aynı bu tertip üzere ele alınır; çünkü mekruh haramın önderi ve alıştırıcısıdır.[379] Zira herhangi birşeye muhalefete alışmak, âdet olduğu üzere daha büyük şeylere muhale­fete alıştırır. Bunun içindir ki şöyle demişlerdir: "Günahlar, küfrün habercisidir" Buna Allah Teâlâ'nm şu âyeti de delâlet eder: "Hayır, hayır! Onların kazandıkları kalplerini paslandırıp köreltmiştir[380]Âyetin açıklaması hadiste gelmiştir.[381] Bu konudaki bazı hadisler de şöyledir: "Helâl bellidir, haram bellidir; aralarında ise 'müştebihât' (yani hangisinden olduğu ayırt edilemeyenler) var­dır[382] "Koruluk etrafında otlatan çobanın oraya düşmesine ramak kalmıştır'[383]Emir ve nehye yapışma konusunda da şöyle buyurul-muştur: "Kulum Bana kendisine farz kıldığım şeylerle yaklaştığı
gifa jjir oaşka şeyleyaklaşamaz[384] 3.
Nimete karşı şükür ya da küfür (nankörlük) açısından mesele­ye bakma. Emir ve yasaklara uymak, mutlak olarak nimete karşı şükür anlamına gelir. Aksi davranışta bulunmak ise küfrân-ı nimet olur. Nimet, hükmî irtibat ile Arş'tan yeryüzüne indirilmiş ve "Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir'[385]; "Gökleri ve yeri yaratan, yukarıdan indirdiği su ile size rızık olarak ürünler yetiştiren... Allah'tır. Allah'ın nimetlerini sayacak olsanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zâlim ve nan-kördür'[386] vb. âyetlerin açıkça ortaya koyduğu gibi herşey insanın emrine âmâde kılınmıştır. Bu durumda nimetin, emrin gereğine uygun olarak kullanılması sana ulaşan ya da ulaşmasına sebep olan her nimet için şükür olur. Onları sana ulaştıran sebepler (yani emirler) ya da yardımcı hususlar arasında ise bir ayırım yapılamaz. Dolayısıyla göklerde, yerde ve bunlar arasında bulunan nimetlere şükür (bu şekilde) gerçekleşmiş olur. Emre muhalif olarak kullanıl­ması ise, sana ulaşan ya da ulaşmasında sebep olan nimetlere karşı nankörlük olur.

Bu bakış açısını İmam Gazzâlî, Ihyâ'smda zikretmiştir. Bu de­ğerlendirme emir ve nehiyler arasında herhangi bir ayırım yapma­mayı gerektirir. Her emre uymak mutlak anlamda nimete karşı şü­kür, her emre muhalefet de mutlak anlamda nankörlük olur.

Daha başka yaklaşımlar varsa da bu zikrettiklerimiz yeterlidir.
Sûfîlerin bu değerlendirmeleri, tamamen ıstılahı anlamda olup esasta bir ihtilaf bulunmamaktadır. Çünkü bu değerlendirme sa­hipleri, çoğunluk âlimlerin kabul ettiği şekildeki emir ve nehiylerin {içermiş oldukları maslahat ve mefsedetlere nisbetle ve) nazarî ta­savvura göre kısımlara ayrıldığını inkar etmemektedirler. Bilakis onlar başka bir tarz üzere yürümüşlerdir. Şöyle ki: Kendisi hakkın­da: "Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarat-tım'[387]buyurulan bir kimsenin, tek olan Yaratıcıya yönelme konu­sunda kulluk gösterisi ve bu uğurda bütün gücünü ortaya koyması dışında bir başka şeyle uğraşması yakışık almaz. Emir ve yasakları mertebelere ayırma düşüncesi, kulun/kölenin efendisine karşı hak araması gibi bir mânâ taşımaktadır. Ne dünyada ne de âhirette kendisi için hiçbirşeye sahip olmayan bir kulun, böyle bir davranış içine girmesi uygun olmaz. Zira kulun/kölenin Rab/efendi üzerinde

Görüldüğü gibi, nafileler farzları tamamlamakta ve bunun sonucunda kul, Allah'ın sevgisini kazanma derecesine yükselmektedir.—kul/köle olması açısından— bir hakkı yoktur. Aksine ona düşen ona kulluk yolunda bütün gücünü ortaya koymaktır. Rab/efendi ise dilediğim yapacaktır.

Fasıl:
Bu bakış açısı, emredilen şeyin terki ve yasaklanılan şeyin iş­lenmesi suretiyle meydana gelen her türlü muhalefet yüzünden tevbe edilmesi gereğini ortaya koyar. Çünkü Şâri'e muhalefet şer'an çirkin birşey olduğuna göre, bu muhalefeti gösteren kimse­nin tevbe ile pişmanlık göstermesinin de gereği ortaya çıkar. Bu ge­reklilik; ya emir ve nehye[388] muhalefet açısından, ya Allah'a yak­laşma konusunda kusur gösterdiğinden, ya maslahatların asıl ko-nuluş amacına ters hareket etmiş olmasından ya da küfrân-ı nimet­te bulunmuş olmasındandır. Bu görüşe göre, bu kısmın altına mu­bah da girer. Çünkü onlara göre mubah, ruhsatlar kısmmdandır ve onların görüşü, azimetlerle amel etme doğrultusundadır. Daha önce de geçtiği gibi, en uygun olam, mükellefin gücünün yettiği her ko­nuda ruhsatları terkederek azimetlerle amel etmesiydi. Bundan, mubah ile amel etmenin tercihe şayan olmadığı sonucu çıkar. (Ter­cih edilmesi gereken varken, tercihe şayan olmayanın alınması uy­gun değildir.) Tercih edilmesi gereken, emrolunmuş şeyler içerisin­de bulunan ve tercihe şayan olmayanın zıddı birşey olacaktır. Güç ve imkân varken emrolunmuş bulunan birşeyi terketmek muhale­fettir. Şu halde mubahları işlemek, bu açıdan ele alındığı zaman —her ne kadar hakikatta öyle olmasa da— bir anlamda muhalefet sayılmaktadır.
Bu izah ışığında Hz. Peygamber'in şu hadisleri daha iyi anlaşılabilecektir: "Ey insanlar! Allah'a tevbe edin. Çünkü ben Allah'a günde yetmiş defa tevbe ederim'[389]"Kalbime öyle şeyler gelirki, (günde yetmiş kez) Allah'a istiğfar ederim'[390]Allah Teâlâ'-nın şu buyruğunun genel ifadesi bu mânâyı da içerir: "Toptan Al­lah'a tevbe edin, ey mü'minler![391] Yine bunun içindir ki bir kısım sûfîler, bazı kemâl mertebelerini —sâlikin bir üst dereceye ulaşma­sı imkânı varken ihmal ve kusur göstermesi durumunda— noksan­lık ve mahrumiyet olarak nitelemişlerdir. Çünkü en üstün mertebe­yi gerektirecek olan yaşantı, onun daha altında olan mertebeleri ge­rektirecek olandan daha üstündür. Akıllı olan kişi, en üstün var­ken, daha aşağıda olana razı olmaz. İşte bu yüzdendir ki, hayırlı işlerde mutlak anlamda yarış emredilmiş ve mükellefler (mukarra-bîn), "ashâbu'l-yemîn" (sağcılar, amel defterleri sağından verilen­ler) [ve "ashâbu'ş'Şİmâl" (solcular, amel defterleri solundan veri­lenler] diye kısımlara ayrılmış ve haklarında şöyle buyurulmuştur: "Eğer o ölen kişi, gözdelerden (mukarrabîn) ise, rahatlık, hoşluk ve nimet cenneti onundur. Eğer ashâbu'l-yemînden ise 'Ey sağcılardan olan kişi, sana selâm olsun!' denilir"[392] Bu insanların özellikleri, fazilet meydanında koşuşturmaktır. Hatta öyle ki, her gün biraz daha ileri gitmeyen kimseyi nakıs (eksik), nefeslerini boşa tüketen­leri de tenbel olarak kabul ederler. Bu, tartışmaya gerek bırakma­yacak derecede açık olan bir konudur. Kıyametin pişmanlık günü olacağım bildiren hadis[393] de bu mânâyı teyid eder; çünkü bu piş­manlık inanan inanmayan herkes için söz konusu olacaktır; kötü­ler, iyi olmadıkları için, iyiler de iyiliklerim artırmadıkları için piş­man olacaklardır.                                                                               

İtiraz: Bu kemâl mertebelerinde noksanlık bulunduğunun id-dasıdır. Kemâl mertebelerinde noksanlık buulunmadığı ise daha Önce geçmişti.
Cevap: Burada mutlak anlamda bir noksanlık olduğu iddiası yoktur. Sadece söz konusu olan tercihe şayan olan (râcih) ve ondan daha üst derecede bulunan( ercah) şeylerin varlığı hakkındadır. Bu ise mevcuttur. Cennetin yüz derecesi olduğu sabittir. Bunların en kâmillik ve en üstünlük yönünden olduğu konusunda kuşku yok­tur. Allah Teâlâ peygamberler hakkında da şöyle buyurur: "İşte bu peygamberlerden bir kısmını diğerlerine üstün kıldık'â[394]Şüphe­siz peygamberlerden bir kısmını diğer bir kısmı üzerine üstün kıl-dık'[395] Bununla birlikte, nübüvvet makam ve mertebelerinde her­hangi bir noksanlığın bulunmadığı bilinen bir husustur. Şu kadar var ki, hayırlı işlerde koşuşturma ve yarışma âdeten mümkün olabilecek en üst mertebelere talip olmayı gerektirir. En üstün merte­belere ulaşması mümkün olan kimselerin, daha aşağıdaki mertebe­lerle yetinmesi yakışık almaz. O yüzdendir ki, yükselme imkânı varken daha aşağı mertebelerde kalmayı nefisler noksanlık olarak telakki eder ve daha üst mertebeleri gördükçe onlara karşı, kâfir­lerden ve günahkâr mü'minlerden olan gerçek noksanlık sahibi kimselerin kemâl mertebelerini görmeleri anında duydukları piş­manlığa benzer nedamet ve özlem duyar. Hz. Peygamber, Ensâr evlerini üstünlük sırasına göre sıralayıp: "Ve Ensâr'ın her evinde hayır vardır" buyurduklarında, Sa'd b. Ubâde şöyle dedi: 'Tâ Rasûlallah! Ensâr evleri tercih edildi, biz ise sonuncu kılındık" Hz. Peygamber buna cevap olarak: "Sizin de hayırlılar­dan olmanız size yetmez mi?" buyurdu. Başka bir hadiste de: "Şüphesiz sizi pek çoklarına üstün kılmıştır" ifadesi vardır[396]Bu da gösterir ki, var olan kemâl mertebeleri, mutlak kemâl vasfı al­tında toplanır. Dolayısıyla aralarında bir çatışma yoktur. Allahu a'lem! "Hasenâtu'l-ebrâr seyyiâtu'l-mukarrabîn"[397] sözünün çıkış yeri de işte burasıdır denilebilir. Bu da açıktır. Allahu a'lem! [398]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..