ALTINCI MESELE:

Mendup: Birşeyin gerçek anlamda mendup olarak yerleşmesi için, onun vaciple; ne sözde, ne fiilde, ne de itikatta eş tutulmaması gerekir. Eğer mendup söz, ya da fiilde vaciple eşit tutulacaksa bunun itikat açısından herhangi bir ihlâli getirmemesi gerekir. Bu hususu aşağıdaki noktalar açıklar: 1.
Vacip ile mendup arasını itikat açısından eşit tutmak yani va­cip olmayan birşeyin vacip olduğuna inanmak ittifakla bâtıldır. Söz ya da fiil, vacip ile mendup arasında mutlak bir eşitleme[54] yapılma­sı sonucuna götürecekse (zerîa), o zaman aralarının ayrılması vacip olur. Bu ise ancak sözlü beyan ve aralarında fark olduğunu göste­ren fiil yoluyla yapılır. Bu fiil de, menduplarm devamlı olarak iş­lenmesini terketmek yoluyla olur. Zaten mendupîarın Özelliği de, onların devamlı olarak işlenilmeyişleridir. 2.
Hz. Peygamber insanları doğru yola iletmek ve ken­dilerine indirileni onlara açıklamak için gönderilmiştir. Onun bu görevinden olmak üzere (mendup ve vacibin arasım) sözlü ve fiilî beyanları ile açıklaması da vardır. Meselâ sadece cuma günü oruç tutmayı, yalnızca cuma gecesini ihya etmeyi yasaklamıştır.[55]Bir hadislerinde "Sizden biriniz namazından şeytana bir pay ayırma­sın!" buyurmuştur.[56] Bunu İbn Ömer hadisi açıklamıştır: Vâsi' b. Hibbân der ki: Namaz (kıldığım yer)den sol tarafımdan ayrıldım. Abdullah b. Ömer bana: "Seni sağ tarafından ayrılmadan alıkoyan şey nedir?" diye sordu. Ben de: "Seni öyle gördüm ve senin yaptığın gibi yaptım" dedim. O: "İsabet ettin. Birileri 'Sağından ayrıl!' diyor. Ben ise: 'Nasıl istersen öyle ayni; ister sağından, ister solundan.' diyorum" Bazı hadislerde Hz. Peygamber'in vacip olma­yan hükmü belirledikten sonra şöyle buyurduğu belirtilir: "Kim iş­lerse iyi yapmış olur; kim de işlemezse ona bir günah yoktur" Bedevi'nin: "Bana (bu bildirdiklerinden) başka bir yükümlülük varmı?" diye sorması üzerine Hz. Peygamber cevap olarak: "Hayır! Ancak nafile olarak yapman müstesna" buyurmuştur.[57] Tertibe riayeti gerekli olmayan bazı hac fiillerinin birbirinden önce yapılması durumu sorulduğu zaman da: "Bir sakınca yok" buyur­muştur. Râvi diyor ki: O gün öne alman ya da tehir edilen şeylerle ilgili soruların hepsine: "Yap, bir sakınca yok!" diye cevap verdi.[58] Halbuki bazı fiillerin diğerinden önce yapılması, istenilen birşeydir; ancak bu vücup yoluyla değildir. Rasûlullah Ramazan'dan bir ya da iki gün önce oruca başlanmasını yasaklamış,[59] bayram gü­nü oruç tutulmasını haram kılmış[60], uzletten (tebettül[61]) nehyet-miştir.[62] Halbuki âyette "Herşeyi bırakıp yalnız O'na yönel"[63] buyu-rulmaktadır. Visal orucunu yasaklamış ve: "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını alın'[64] buyurmuştur. Oysa ki, hayırlı ameller ne kadar çok yapılırsa o kadar iyidir. Buna benzer daha pek çok aksi matlup bulunduğu halde Hz. Peygamber'ce söz, fiil ve tak­rirleri ile beyan edilmiş şeyler bu konuya örnek teşkil eder. Bunlar aslında matlup bulunduğu halde, farz olduğuna itikat edilir korku­suyla onları terketmiş ve verilen örneklerdeki gibi açıklamalarda bulunmuştur.
Bir başka tutum daha vardır: Şöyle ki: Hz. Peygamber işlemek istediği bazı amelleri, insanlar onunla amel ederler de üzerlerine farz olur korkusuyla terkederdi. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber, kuşluk namazım asla kılmamışlar. Ben ise onu müstehap görüyorum"[65] Hz. Peygamber Ramazan gecesini ihya etmek (teravih namazı kılmak) üzere mescide çıkmış, insanlar etrafına toplanarak onunla birlikte namaz kılmışlar. Daha sonraki günler insanlar iyice çoğalınca, Hz. Peygamber onu terketmiş ve gerekçe olarak da insanların üzerine farz kılına­cağından korktuğunu söylemiştir.[66] Bu gerekçe iki şekilde anlaşıla­bilir:

a) Vahiy yolu ile ve bütün insanlar üzerine farz kılınabilir kor­kusu.
b) Eğer devamlı olarak kılarsa, aslında farz olmadığı halde ümmeti içerisinden bazı kimselerin onun farz olduğu zannı-na kapılması korkusu. Bu gayet yerinde bir izah tarzıdır.[67] 3.

Sahabe, bu hususun şeriatta gözetilmiş olan esaslar­dan biri olduğunu kavrayarak, dinde ihtiyat üzere amelde buluna-gelmişlerdir. Onlar, kendilerine tâbi olunan örnek insanlardı ve ba­zı şeyleri terkederek, bu noktayı açıklamışlardı. Böylece o şeylerin terkinin -—her ne kadar işlenmesi matlup olan şeyler ise de— kişi­nin diyanetini zedelemeyeceğini beyan etmiş oluyorlardı.
Bu noktadan hareketle Hz. Osman, hilâfeti esnasında yolculuk sırasında namazları kısaltmadan kıldırmış ve ruhsat hükmünü ter-ketmiştir. Gerekçe olarak da şöyle demiştir: "Ben insanların önderi­yim. Bedeviler, bâdiye halkı bana bakacak; iki rekat namaz kılıyo­rum, sonra namazın böyle farz kılınmış olduğunu söyleyecekler" Oysa ki müslümanların ekserisi yolculuk esnasında namazın kısalturnasının matlup olduğu[68] görüşündedirler.

Huzeyfe b. Esîd şöyle der: "Ebû Bekir ve Ömer'i gördüm; onlar insanlar vacip sanırlar korkusuyla kurban kesmezlerdi" Bilâl de şöyle demiştir: "Bir koç ya da horoz kurban etmişim; benim için fark etmez" Rivayete göre İbn Abbâs da kurban bayramı gününde iki dirhemlik et satın alırdı ve (âzâdlısı) İkrime'ye şöyle derdi: "Sa­na soran olursa, 'Bu İbn Abbâs'm kurbanıdır' dersin". Halbuki İbn Abbâs zengindi. (İbn Mesûd da) şöyle demiştir: "Şüphesiz ki ben —en varlıklılarınızdan olduğum halde— komşular vacip sanmasın diye kurban kesmeyi terke diyorum" Ebû Eyyûb el-Ensârî de şöyle demiştir: "Biz kadınlarımız ve aile efradımız için kurban keserdik. İnsanlar bu yolla Öğünmeye başlayınca, biz de terkettik" Ashabın tavrı işte böyle. Kurbanın, kesilmesi matlup birşey olduğunda her­hangi bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır.

İbn Ömer, kuşluk namazının bid'ât olduğunu söylemiştir. Bu iki şekilde izah edilebilir:

a) Ya onlar onu cemaat halinde kılıyorlardı.

b) Ya da, farz namazların akabinde kılınan sünnet namazlar şeklinde kılıyorlardı.
Kadınlar mescide gitmekten engellenmişlerdir. Halbuki: "Al­lah'ın (kadın) kullarını, Allah'ın mescitlerine gitmekten alıkoyma­yın'[69] şeklinde hadis vardır. Çünkü onlar kendilerini bir miktar gösterişe kaptırmışlar ve çıkışlarından endişe edilir hale gelmişler-di.[70] 4.

Müctehid imamlar da —her ne kadar detaylarda farklı düşün­seler de— genel anlamda aynı esas üzerinde yürümeye devam et­mişlerdir.
Meselâ İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe, aîti günlük Şevval orucunu mekruh görmüşlerdir. Bu, belirtilen endişeden dolayıdır. Halbuki bu konuda teşvik edici hadislerin bulunduğu sahih ve sabittir./Bu­na rağmen onlar, Ramazan orucundan sanılabilir endişesiyle bu orucu mekruh görmüşlerdir. el-Karâfî, bu korkunun Acem İçin vaki olduğunu söylemiştir.[71]

İmam Şafiî benzeri şeyi kurban kesme hakkında söylemiş ve onun vacip olmadığına zikri geçen sahâbîlere ait davranışları delil olarak kullanmıştır. İmam Mâlik'te bu kabilden zikredilen şeyler çoktur. Sedd-i zerîa ilkesi, onca makbul ve hem âdetlerde, hem de ibâdetlerde bidüziyelik gösteren bir esastır.                                         
Bütün bu delillerin tümü, vacip ile mendubu birbirinden ayır­manın —sözlerin ve fiillerin eşit durumda olmaları halinde— şer'an maksûd olduğunu ve örnek alınma durumunda olan insanlardan onların matlup bulunduğunu[72] kesin olarak ortaya koyar. Keza iti­kat bakımından bu iki kışımın birbirinden ayrılması gereğini de ke­sin bir şekilde isbat eder.

Fasıl:

Mendup ile vacibi birbirinden ayırma çeşitli şekillerde olur:
1. Yeterli olması halinde sözlü beyanla yapılır.
2. Sözlü beyanın yeterli olmaması halinde fiil ile beyan edilir ve bu tür yerlerde asıl amaçlanan da budur. Beyan edici fiil, bazen mendup olan şeyin öncesinde, bazen beraberinde ve bazen de sonrasında olur.[73]Bunlarla ilgili örnekler konu es­nasında geçmiştir. Farkın en çok ortaya çıktığı şey, hakkın­da nass bulunmayan keyfiyetler hakkında olmuştur. Hak­kında nass bulunanlara gelince, onlar hakkında bir söz yok­tur. Şu halde fiil, mendupla vacibi birbirinden ayırma konu­sunda sözden daha güçlüdür. Zira fiil, sözü ya tasdik ya da tekzip eder.

Fasıl:

Mendubun gerçek anlamda yerleşebilmesi için, onu işleme ko­nusunda vaciple eşit tutulmaması gerektiği gibi, mutlak terk konu­sunda bazı mubahlarla beyansız eş tutulmaması da gereklidir. Çünkü eğer menduplar terk konusunda mubahlarla eş tutulacak olursa, bundan o mendubun terkinin meşru olduğu sonucu çıkar; mendubun mendup olduğu anlaşılmaz. Bu bir.

Bir husus daha var. O da şudur: Mendubun terki, küllî bir esa­sın ihlâli sonucunu doğurur. Bilindiği gibi menduplardan bir kısmı kül olarak ele alındığı zaman vacip olmaktaydı. Bu durumda onun mutlak terki, vacibin ihlâline sebep olur. Dahası mutlaka o mendu­bun işlenmesi, böylece onun mendup olduğunun insanlara gösteril­mesi ve onların da işlemelerinin sağlanması gerekir. Bu, örnek konumunda olan kimselerden istenilen birşeydir. Nitekim selef-i sâli-hin durumu böyle idi.                                                                     
Enes'ten gelen hasen bir hadiste şöyle denilir: Rasûlullah bana dedi ki: 'Yavrucuğum! Eğer kalbinde hiçbir kimse hakkında en ufak bir kötü düşünce olmadan sabahlamaya gücün yeterse bunu yap" Sonra şöyle buyurdu: 'Yavrucuğum! Bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Kim de beni severse cennette benimle beraber olur[74]

Bu hadiste, sünnetle amel etmek, onu ihya sayılmıştır. Dolayı­sıyla sünnetin açıklanması sadece sözlü beyana has değildir. İmam Mâlik, hacıların Mekke'de Muhassab'a —yani Ebtah'a— inmeleri hakkında şöyle demiştir: "Ben imamlar ve örnek konumda olan in­sanlar için, orada konaklamadan geçmemelerini müstahap görüyo­rum. Çünkü bu onların bir görevidir. Zira bu, Rasûlullah ve halifeleri tarafından yapılmış birşeydir. Dolayısıyla imamlar ve örnek konumunda olan ilim adamları için onun bu sünnetini ihya etmeleri, bu fiilin tümden terke dilmeme si ve bunun sonucunda ora­da konaklama ile herhangi bir yerde konaklama arasında hüküm bakımından bir farkın olmadığı ve orada konaklamanın bir fazileti ^ bulunmadığı, dahası orada konaklamanın sevap getireceğine inan­manın caiz olmayacağı inancının doğmaması için, onu işlemeleri kendilerine bir görev olarak taayyün eder. Bâcî'nin nakli böyledir. İmam Mâlik'in mezhebinden anlaşılan, mendubun mutlaka men­dup olmayandan ayrılması gerektiğidir. Bu da, onun işlenmesi ve böylece ortaya konulması yoluyla olacaktır.
Bazıları [Hz. Ömer, (Amr b. el-Âs'a) şöyle demiştir: "Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüğü­mü yıkarım, görmediğim üzerine de su serperim (olur biter)"[75] şek­lindeki] Hz. Ömer hadisi hakkında şöyle demişlerdir: Hz. Ömer, kendi fiil ve sözlerinin sünnet edinildiğini ve kendisine uyulan ön­der konumunda olduğunu bildiği için böyle yaptı. Yani bu fiilini, yaptığı şeyin görülmesini ve kendisinden alınmasını istediği için yaptı. Böylece bu, namaz için ayrı bir elbise külfetine girilmemesi ve elbiseyi yıkamak için namazın geciktirilmesi konusunda insanla­ra genişlik getiren bir esas oldu. Bu yüzdendir ki şöyle demiştir:
"Hayret! Ey Âsî oğlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bula­biliyor mu? Vallahi eğer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur..." İşte bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki torunu[76] Ömer b. Abdulaziz, onun yoluna uymuş ve onun gidişatım benimsemiştir. el-Utbiy-ye'de şöyle nakledilir: Ömer b. Abdulaziz'e namazı biraz geciktirdi­ği söylendi. O: "Elbisem yıkandı da" diye cevap verdi. İbn Rüşd şöy­le der: "Onun dünyaya karşı zühdü sebebiyle giydiğinden başka el­bisesi olmaması muhtemeldir. Belki de vakit geniş olmakla birlikte başkasını almayı Allah'a karşı tevazu olsun diye terketmiş, böylece bu gibi konularda kendisine uyulmasını istemiş olabilir. Bunu ya­parken de kendisi Hz. Ömer'in yaşantısını örnek almış olmaktadır. Zaten o, her konuda Hz. Ömer'in hâl ve gidişatını kendisine Örnek alma konusunda insanların en önde geleni idi.
Konumuzla ilgili olarak Mâverdî[77] de şöyle diyor: Namazı cema­atle kılmayı terketmeyi âdet haline getiren bir kimse, eğer onun bu alışkanlığının başkalarına da sirayet etmesinden endişe edilirse hâkim tarafından men ve te'dip edilir. O, Hz. Peygamber'inf  bu konuda varid olan: "Ashabıma odun toplamalarını emrede­yim.[78] hadisini de bu hükme delil olarak kullanmıştır. Keza bir ülke ahalisi namazı son vaktine kadar geciktirmeyi itiyat haline ge­tirseler, hâkim onları meneder. Çünkü bütün insanların bunu iti­yat haline getirmesi, yeni yetişen çocukların, namazın vaktinin öyle olduğu, daha öncesinde kılınamayacağı inancına kapılmasına sebep olur. Mâverdî daha başka benzer meselelere de işaret eder ve şu ko­nu ile ilgili iki görüş nakleder: Köylüler, {sayı gibi) bazı yönlerden kendileri ile inikâd edip etmeyeceği konusunda ihtilâf edilen cuma namazının kılınması meselesinde muhtesibin köylülere müdahalesi söz konusu olur mu? Bu muhtesibin kılınması görüşünde, köylüle­rin de kıhnmaması görüşünde oldukları zaman sözkonusudur. Muhtesibin reyi üzere kılınması görüşünün izahı, maslahatın dik­kate alınmasıdır. Buna göre yeni yetişen çocuklar cumasız olarak büyürlerse, sayı dolduğu zaman dahi cumanın gerekmeyeceği dü­şüncesine sahip olurlar. Bu konu çok geniştir. Zikrolunan ve benze­ri zikrolunmayan bu tür meselelerde beyanın takviyesi meyanında kabul edilecek şeylerden biri de, Ömer b. Abdulaziz'in Urve b. Iyâz ile aralarında geçen olaydır. O, iki gözü arasına hayzerâne (ok ya da kamış) ile dürttükten sonra, iki gözü arasındaki secde izini kas­tederek: "Senin hakkında beni aldatan şey bu. Eğer benden sonra bunun sünnet edinileceğinden korkmasaydım, emrederdim de secde mahalli oyulurdu" demiştir.
Alimler, bu anlayış üzerinde yürümüşler ve onu bidüziyelik gösteren bir esas kabul etmişlerdir. Bu anlayış, sonuç itibarıyla sedd-i zerâi' ilkesine çıkar. Âlimler bilindiği gibi bu ilke konusunda bütün olarak —her ne kadar detaylarında görüş ayrılığı olsa da— ittifak halindedirler. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber'e: (Bizi gözet anlamına 'çobanımız' anlamında da kullanılabilecek) 'Râınâ' demeyin[79]"Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Allah'a sövmesinler'[80]âyetleri gibi. İmam Mâlik, yalnız başına Şevval hilâlini gören kimsenin oru­cunu bozmaması görüşündedir. Çünkü eğer bozarsa bu, zaten oruç tutmamak için bahane arayan fâsıklar için bir sebep olur ve onu delil göstererek oruçlarını tutmazlar. İki yalancı şahidin karısını boşadığına dair şahitlik eden ve mahkemece birbirinden ayrıldığına karar verilen kimse hakkında da, boşanmış gözüken karısıyla iliş­kide bulunmamasını —insanlardan habersiz olması hali ha­riç— söylemiştir. Ziyâd da, Basra ve Küfe camilerinde insanların namaz kılmaları konusunda bu mânâyı göz önünde bulundurmuş­tur. Onlar camide namaz kılarken secdeden başlarını kaldırdıkla­rında, yapışan toprak sebebiyle alınlarını siliyorlar di. Caminin ze­minine çakıl döşenmesini emretti ve şöyle dedi: "Ara uzayınca, yeni yetişen çocukların secde izinden dolayı alnı silmeyi namazın sün­netlerinden sayabileceklerinden emin değilim" Ebû Cafer el-Mansûr ile İmam Mâlik arasında geçen Muvatta'ın kanunlaştırıl­ması olayı da böyledir. Mansûr, insanları onunla amel etmeye zor­layacağını söylediği zaman, İmam Mâlik buna engel olmuştur. [81]İbn Ömer, kuşatıldığı sırada Hz. Osman'ın yanma girmişti. Arala­rında şöyle bir konuşma geçti: İbn Ömer:

"—Bak şunlar ne söylüyorlar!" Hz. Osman:

"—Ya kendini azlet ya da seni öldüreceğiz" diyorlar.

"—Sen dünyada ebedî misin?"

"—Hayır!"

"—Peki onlar seni cennete, ya da cehenneme sokmaya kadirler mi?"

"—Hayır!"

"—Şu halde üzerindeki Allah'ın gömleğini çıkarma; yoksa bu bir âdet (sünnet) olur. Her ne vakit bir grup halifelerinden hoşlan-masa ya onu azlederler ya da öldürürler"
Ebû Cafer el-Mansûr, Îbnu'z-Zübeyr'in bina ettiği şekilde Hz. İbrahim tarafından atılmış asıl temeller üzerinde Kabe'yi yeniden inşâ etmek istemişti. Bu konuda İmam Mâlik'e danıştı. İmam Mâlik ona; "Allah aşkına ey mii'minlerin emiri, bu kutlu evi senden sonra gelecek hükümdarların elinde bir oyuncak haline getirme! Eğer öyle yaparsan her aklına esen, onda değişiklikler yapmaya kalkar ve insanların kalplerinden onun heybeti kaybolur gider" de­di ve onu bu düşüncesinden vazgeçirdi. Çünkü bu bir çığır olur ve içtihada dayansın dayanmasın uyulur ve hiçbir şekil üzere istikrar kalmaz. [82]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..