ONIKINCİ MESELE:


İcmal (mücmellik), ya herhangi bir yükümlülük getirmeyen ko­nuda olur, ya da şeriatta hiç bulunmaz.[121]

Bunun izahı üç yönden olacaktır: 1.
Buna delâlet eden nasslar bulunmaktadır: "Bugün size dinini­zi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım[122] "Bu Kur'ân, insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür[123]"Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler[124]"Müttekîler için bir hida­yettir[125]"İhsan sahipleri için bir hidayet ve rahmettir[126]Kur'ân'-m hidayet olması, mübeyyen (açık-seçik) olduğu içindir; mücmel ile beyan hasıl olmaz. Bu mânâda olan bütün âyetler konuya delâlet eder. İlgili hadislere gelince bazıları şunlardır: "Sizi apaydınlık birşey üzerine bıraktım; onun gecesi gündüzü gibidir[127]"Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız sürece sapıtmazsınız: Allah'ın ki­tabı ve sünnetim[128] Bu mânânın doğruluğunu: "Eğer birşeyde çe­kişirseniz, onun çözümünü Allah'a ve peygamberine bırakın...[129] âyeti de güçlendirir. Bu âyet, Kur'ân ve Sünnetin, her müşkilin be-. yanı ve her çıkmaz için çözüm bulunacak kaynak olduğunu göste­rir. Hadiste şöyle buyurulur: "Allah'ın size emretmiş olduğu hiçbir-şeyi bırakmadım; onu size mutlaka emrettim; Allah'ın size yasakla­dığı hiçbirşeyi bırakmadım; onu mutlaka size yasakladım"[130] Bu mânâyı ortaya koyan deliller çoktur.
Eğer Kur'ân'da mücmel birşey varsa mutlaka onu Sünnet be­yan etmiştir. Meselâ, namazın vakitlerini, rükûlannı, secdelerini ve diğer hükümlerini beyan etmesi gibi. Keza zekâtın miktarı, vak­ti ve zekâta tâbi malların belirlenmesi, haccm beyanı gibi. Hacc hakkında: "Haccın vecibelerini benden alın"[131]buyurmuştur.
Bunun ötesinde Rasûlullah , Kur'ân'da yer almayan şeyleri de beyan etmiştir.[132] Bütün bunlar, nebevi beyân olmakta­dır.
Bu husus anlaşıldıktan sonra diyoruz ki: Eğer şeriatta (müşte­rek gibi) mücmel veya (ebb kelimesi gibi) mânâsı müphem ya da anlaşılamayan[133] birşey varsa, onların gereği ile yükümlü tutulması sahih olmaz. Çünkü bu muhal ile yükümlü tutmak ve ulaşılama­yacak şeyi istemek olur. Mücmellik, ancak Allah Teâlâ'nın hakkın­da "Diğer bir kısmı da müteşâbihtir"[134]buyurduğu müteşâbih hak­kında ortaya çıkabilir. Allah Teâlâ, Kur'ân'da müteşâbih olduğunu bildirince, öylesi âyetlerle yükümlülük getirilmediğini ve mükellef­ten, kendi anladığı şekilde değil de murad olunan mânâ üzere onla­ra inanmasının istendiğini de açıklamıştır. Allah Teâlâ, bu konuda şöyle buyurmuştur: "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkar­mak, kendilerine göre yorumlamak için onların müteşâbih olanla­rına uyarlar. Oysa onların yorumunu ancak Allah bilir, ilimde de­rinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır' derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler[135]
Âlimler, bu âyette murad olunan müteşâbih[136] hakkında iki gö­rüşe ayrılmışlardır:

a) İlimde yüksek payeye erişenler (râsihûn) onları bilir. Bun­lara göre, müteşâbihlik görelidir ve onlar hakkında müteşâ-bihlikten bahsedilemezken, diğer insanlar hakkında müte­şâbih olur. Aynen Arap olmayan ya da âlim olmayan insan­lara nisbetle mânâsı anlaşılamayan fakat aslında açık-seçik (mübeyyen) olan nasslar gibi.

b) Vakıf (durak yeri) Allah lafzı üzerinedir, dolayısıyla onları ilimde yüksek paye sahibi olanlar da dahil olmak üzere Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez. Bu görüşe göre, müteşâ-bihlerle murad olunan şey, ittifakla kaldırılmış olmaktadır, mânâsı anlaşılmayan bir mücmel olsun da, sonra onunla yü­kümlü tutulsun, böyle birşeyi düşünmek mümkün değildir.

Onun ilmine ancak ilimde yüksek paye sahibi olanlar sahiptir dediğimizde de, onlar dışında kalan diğerleri aynı şekilde onun ge­reği ile mükellef olmazlar. Bu durum, ondan maksadın ne olduğu ictihad ya da taklit yoluyla kendileri için tebellür etmeyip kendile­rine müphem kaldığı sürece devam eder. Kendileri için onlardan maksadın ne olduğu bu iki yoldan biri ile beyan edilmesi halinde ise, diğer açık nasslarda (mübeyyen) olduğu gibi, onlarda da müte-şâbihlik kalkar.
İtiraz: Allah Teâlâ, Kur'ân'da müteşâbih olduğunu beyan et­miştir. Keza Sünnet de, şeriatta müteşâbih unsurların bulunduğu­nu bildirmiştir: "Helâl bellidir, haram bellidir; aralarında İse 'müştebihâf (yani hangisinden olduğu ayırt edilemeyenler) vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur"[137]Hadiste geçen şüpheli şeyler, kulların fiillerine yönelik olup sakı-[344] nılması gereken şeylerdir. Şu halde dinde, üzerine yükümlülük ge­tirilen mücmeller vardır. Nitekim "Diğer bir kısmı da müteşâbih-tir"[138]kavl-i şerifi üzerine de yükümlülük bindirilmiştir. Bu, "ilimde derinleşmiş olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabbimizin katın-dandır' derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler"[139] ifadesi ile açıklanan yükümlülüktür. Bu durumda nasıl olur da, mücmel ve müteşâbih, üzerine hüküm bina edilen herhangi bir konuda gel­mez, denilebilir?!
Cevap: Hadiste bahsedilen müteşâbihât ile konumuzun ilgisi yoktur. Bizim buradaki konumuz, Şâri'in hitabında yer alan müteşâbihlikle ilgilidir. Hadiste söz konusu edilen müteşâbihlik, hükmün menâtındadır ve o müctehidin değerlendirmesine matuf olmaktadır. Nitekim bu, Müteşâbih kısmında açıklanmıştı.[140] Öyle olduğu kabul edilse bile, murat, Allah Teâlâ katındaki manâsıyla bir yükümlülük taalluk etmez, şeklindedir. Bazen mücmel olma yö­nünden, onunla yükümlülük taalluk edebilir. Bu, sadece onun Al­lah katından olduğuna inanılması ve eğer kullara ait fîillerdense onu işlemekten kaçınması yoluyla olur. Bunun içindir ki Rasûlullah: "Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, dinini ve ırzını korumuş olur"[141]buyurmuştur. Keza, eğer kullara ait fiillerden değilse, onun üzerinde durmaktan kaçınması yoluyla olur. Meselâ: "Rah­man, arşın üzerine kuruldu (istiva)"[142] âyetindeki istiva, "Rabbi-miz her gece dünya semasına iner...[143] hadisindeki inme ve ben­zeri şeyler üzerinde durmamak gibi. Müteşâbihle bir yükümlülük taalluk etmemesinin mânâsı budur. Yoksa, mevcut olan herşeye yö­nelik bir yükümlülük vardır ve bu, onlardan kastedilen şeye, ne ise öyle inanmasıdır veya kulların tasarrufuna açık bir konu ise, tasar­rufta bulunmasıdır vs. 2.

Şeriatın mükelleflere yönelik hitaptan amacı, dünya ve âhiret-leri ile ilgili, onların leh ve aleyhlerine olan şeyleri, kendilerine an­latmaktır. Bu ise, hitabın açık ve anlaşılır olmasını, mücmel ve müteşâbih olmamasını gerektirir. Eğer bu kasda rağmen, onlarda mücmellik ve müteşâbihlik bulunacak olsaydı, o zaman bu, hitap­tan gözetilen aslî maksada ters düşer ve ortaya bir fayda doğmazdı. Bu ise, maslahatların Allah'tan bir lütuf olarak ya da (Mutezile'ye göre) vücûben dikkate alınmış olması açısından ele alındığında imkânsız (mümtenî) olur. Hatta maslahatlara riayet edilmediği varsayımına göre bile bu, mümkün değildir. Zira amacı olmayan bir hitap düşünmek makul değildir. 3.
Âlimler, beyânın ihtiyaç anından sonraya bırakılmış olmasının mümtenî olduğunda ittifak etmişlerdir. Sadece muhal ile teklifi ca­iz görenler bundan istisnadır. Muhal ile yükümlü kılmanın da (ak-len değilse bile) naklen mümtenî bulunduğu daha önce açıklanmış­tı. Şu halde, beyanın ihtiyaç anından geri bırakılmasının mümtenî olduğunu itiraf etmek gerekiyor. Eğer bu konu sabit ise —ki öyle­dir—, buradaki meselemiz de bu kabildendir.[144]Çünkü yükümlü­lük getiren hitabın vürudu sırasında mücmel ve beyan edilmeksizin yönelişi durumunda iki ihtimal bulunur: Ya beyan edilmemesine rağmen onunla yükümlü kılmak istenilmiştir, ya da istenilmemiş-tir. Eğer yükümlü kılmak kastedilmemişse, bu zaten bizim demek istediğimizdir. Eğer kastedilmişse, o zaman mesele takat üstü yü­kümlülük şeklini alır ve usûlcülerin o konu hakkında getirmiş ol­duğu deliller aynısıyla burada da geçerli olur. Bu iki şekle göre de —ikinci ve üçüncü izah şekillerini[145]kastediyorum— Kur'ân'da bir mücmel bulunması halinde, mutlaka onunla bir yükümlülüğün ge­tirilmiş olamayacağı sonucu çıkacaktır. Hadislerde gelen mücmel hakkında da söylenecek söz aynıdır. Ulaşılmak istenilen sonuç işte budur. [146]
[1] el-Âmidî, mücmel; iki şeyden birine delâlet eden, fakat bu iki mânânın birinin diğerine nisbetle bir üstünlüğü bulunmayan lafızdır, dedikten sonra mücmellik sebepleri olarak yedi   şey zikretmiştir. Bunlardan biri altın ve güneş için kullanılan "ayn" sözcüğü ile, hayız ve temizlik süresi için kullanılan "kar' " sözcüğünde olduğu gibi  lafzın müşterek olmasın­dan kaynakîanmasıdır. Bazen vakıf ve ibtidâ yüzünden yani âyetin han­gi kelimesi üzerinde durulacağının açık olmaması sebebiyle de icmallik doğabilir.âyetinde olduğu gibi.
[2] Yani huzurunda yapılan ya da sonradan haberini aldığı birşeye karşı tepki göstermeyip, ses çıkarmaması ve böylece onu onaylamış olması. Hz. Peygamber (s.a.) hakikati açıklamakla memur olduğu için, bu gibi durumlarda susması delil kabul edilmektedir. Zira o şey yanlış olsaydı, susmayıp mutlaka müdahale etmesi ve onu tashih etmesi gerekirdi. (Ç)
[3] Nahl 16/44.
[4] Buhârî, Tefsir, 65/1.
[5] İnşikâk 84/8.
[6] Müslim, Cennet, 79 ; Buhârî, İlm, 35 ; Tirmizî, Tefsir, 84/2.
[7] Daha önce geçmişti [3/143].
[8] Meselâ Arafa gününde, Arafat'ta devesinin üzerinde iken bir bardak süt almış ve içmişti. Böylece o günde Arafat'ta oruç tutmanın meşru olmadı­ğını açıklamış bulunuyordu.
[9] Muvatta, Sıyâm, 5.
[10] Ahzâb 33/37.
[11] Her ikisi de daha Önce geçmişti [3/52],
[12] Hz. Peygamber'in (s.a.) âzâdhsı Zeyd ile Hz. Peygamber'in (s.a.) çok sev­diği oğlu Üsâme'nin renkleri birbirini tutmuyordu. Münafıklar ileri geri" laf ediyorlardı. Birgün kâif olan Müdlicli Mücezziz gelmiş, bir örtü altın­da yatmakta olan Zeyd ile Üsâme'nin ayaklarını görünce "Bu ayaklar birbirindendir" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) çok sevinmişti. Bu hadisi İmam Şafiî delil olarak almış ve nesebin ispat yollarından biri-•*       nin de kâifîn teşhisi olduğunu söylemiştir. Hanefîler, Rasûlullah'm (s.a.) sevincinin, münafıkların aleyhine kendi itikatlarınca doğru olan bir deli­lin ortaya çıkmış olması ve bundan böyle onun nesebine ileri geri laf uza-tamayacakl arına inanması sebebiyledir, derler. Yoksa bu hadis, nesebin tesbiti konusunda mücerred kâifliğin de bir delil olduğunu göstermez  
[13] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/289-290
[14] Yani peygamberlik vazifesinin yerine getirilmesi konusunda.
[15] Bakara 2/174.
[16] Bakara 2/42.
[17] Bakara 2/140.
[18] Buhârî, İlm, 25 , Hacc, 133 ; Müslim, Hacc, 446.
[19] Buhârî, İlim, 15.
[20] Yani eğer âlimlerin mevcut olması sebebiyle ilim mevcut oisaydı, kendi­lerine düşen görev gereği olmak üzere o ilmi izhar ederler ve böylece ce­halet ortaya çıkmazdı. Bu da, âlimlerin görevinin ilmi yaymak olduğunu gösterir.
[21] Buhârî, İlim, 31.
[22] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/291
[23] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/292-295
[24] Meselâ Hz. Peygamber'in (s.a.) Kur'ân dışında kendisine gelen vahye müsteniden işlemiş olduğu fiili ile, bizzat Kur'ân'da yer alan asıl nass~ dan anlaşılamayacak bazı tafsilatlar ve ilavelerde bulunduğunu düşünelim; bu fiilî beyanın fazladan olarak getirdiği ilaveler ve tafsilat, Kur'ân nassı ile karşılaştırılıp ona uygulandığında, Kur'ân nassı bunları ne red­dedecek ne de onlarla ters düşecektir; aksine hem onlara hem de başka­larına ihtimal dahilinde olacaktır. Dolayısıyla fiilî beyan, sözlü beyandan bu bakımdan daha güçlü olacaktır.
[25] Söz ne kadar uzun olursa olsun, fiilden ortaya çıkan detayların ve ona ait keyfiyetin belirlenmesinde yeterli olamaz. Bu yüzdendir ki, herhangi bir sanatın elde edilebilmesi için fiilî olarak ona belli bir süre devam et­mek gerekmekte, hiçbir zaman onun Öğrenilmesi sözlü açıklamalarla mümkün olmamaktadır.
[26] Rükün, şart ve müstahaplardan oluşan, sonra iptal ve ifsad edicileri, arızî halleri bulunan mürekkep amellerde, hiçbir zaman sözlü beyan fii­lin yerini tutamaz. İnsanlar arasında da âdeten bunları belirleyecek bir sınırlama yoktur. Meselâ hacc ve namaz gibi. Sadece sözlü olarak açıkla­ma yapma durumunda, bu beyan hiçbir zaman için tam olamaz ve mü­kellefin yaptığı şeyin istenilen şeyden az ya da çok olmaksızın tıpa tıp aynı olması mümkün değildir.  Zira bunların asılları her ne kadar basit ve mutat olan fiiller ise de, keyfiyetlerinde tadil, terkip, nesh vb. söz ko­nusu olmuştur. Dolayısıyla mutat olan ve herkes tarafından anlaşılabi­len basit bir fiilin işlenmesini isteyen sözlü bir beyan gibi, namaz kıl ya da hacc yap demekle, bu tekliflerin mahiyetinin anlaşılması ve keyfiyet­lerinin zaptedilmesi mümkün olmaz. Kaldı ki namazlar arasında da adet, keyfiyet, hüküm vb. farklılıkları vardır. Bütün bunların tafsilatın­da sözlü beyan yeterli değildir.
[27] Meselâ bir terziye, şöyle şöyle bir elbise dik denildiği zaman, dikilen elbi­se maksada tam uygun düşer. Çünkü onun şöyle şöyle bir elbise demesi aslında, daha önceden var olan şekliyle bir fiili atıf olmaktadır. Atfedilen o fiil sayesinde de, kişinin maksadı tam olarak anlaşüabilmektedir.
[28] Ahzâb 33/21.
[29] Her ikisi de daha önce geçmişti [3/52].
[30] Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) mücerred Fiili, o konuda kendisine uyulması gerektiğini bildirme bakımından yeterli görülmemiş ve ayrıca sözlü be­yanlarla ona uyma gereği bildirilmiştir. Çünkü fiilin bizzat kendisi, o fii­lin sadece Hz. Peygamber'e (s.a.) has olmayıp, ümmet için de aynen yap­maları gereken bir yükümlülük olduğunu göstermez. O yüzden âyet ve hadisler gelerek o fiil konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) uyulması gerek­tiği, o hükmün kendileri için de âmm olduğunu ve keyfiyetin de gördük­leri şekil üzere bulunduğunu beyan etmiştir.
[31] Usûlcülerin zikrettikleri gibi. Fiilin daha açık olduğunu tercih edenler şöyle demektedirler: Fiil maksada delâlet bakımından daha güçlüdür; haber gözle görmek, ve gözlem yapmak gibi değildir. Bir kısmı da sözlü beyanı öne almakta ve şöyle demektedirler: Söz bizatihi maksûda delâlet eder. Fiil ise, onun mücmelin beyanı olduğunu gösteren üç şeyden biri vasıtasıyla ancak delâlet edebilir. Bunlar: Akıl, o fiilin mücmelin beyanı olduğuna delâlet eden nass, ya da fiilin beyan olduğunun failin kastın­dan zorunlu olarak bilinmesidir. Bu durum, söz ve fiilin bir araya gelip ihtilaf ettikleVi zaman böyledir.   Bir araya gelirler ve birbirine muvafık olurlarsa, o zaman onlardan daha önce olanı beyan, diğeri de onu tekit etmiş olur. Usûlcülerin sözlerinin özeti işte budur ve onlar müellifin yap­tığı gibi her birinin diğerine nisbetle üstün yönleri olduğu noktasını ele almamışlardır.
[32] Hz. Âişe'nin rivayet ettiği hadis şöyledir: "Sünnet mahalli içeri girdi mi, gusül vacip olmuştur. Birinde ben ve Rasûlullah (s.a.) böyle yaptık ve guslettik" (Buhâri, Gusl, 28 ; Müslim, Hayz, 88)
[33] Hz. Âişe hadisinin tamamen sözlü beyan olduğunu ileri sürenler olabilir. O yüzden böyle bir ifade kullanmıştır.
[34] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/295-302
[35] Bakara 2/44. "Düşünmez misiniz?'' fiilinin ya mefûlü mahzuftur. Yani "bu iki zıt şeyi birleştirmenin kötülüğünü düşünmez misiniz?" şeklinde olabilir. Kişinin başkalarından iyilik ve ihsanda bulunmalarını istemesi ve sonra kendisini unutması, itikadmca emrettiği şeyin iyilik olmadığını gösterir. Ya da fiil lâzım mesabesinde kabul edilir ve o zaman da şöyle mânâ verilir: Siz aklınızı mı kaybettiniz ki, sizden böyle bir davranış şekli ortaya çıkıyor. Her iki halde de âyet, yaptıkları bu işin son derece çirkin olduğunu ortaya koymaktadır.
[36] Saff61/2.
[37] Ahzâb 33/23.
[38] Tevbe 9/75.
[39] Bezzâr ve Taberânî, Kesir b. Abdillah senediyle rivayet etmişlerdir. Bu zat, zayıftır. Tirmizî ise, bazı yerlerde hasen kabul ederken, bazı yerler­de de sahih olduğunu söylemiştir.
[40] İşte bu mahzurundan dolayı İmam Mâlik, kendisinin furûa ait görüşle­rinin yazılmasını hoş görmezdi. Çünkü yazıldıktan sonra o görüş çeşitli ülkelerde yayılabilir; fakat kendisi o görüşünden rücû etmiş olabilirdi.
[41] Vacip farz anlamındadır. (Ç)
[42] Ramazan orucunun devamı ya da namazların son sünnetleri gibi Rama­zan orucunun sünneti zannedilebilir korkusu ile terketmek. Nitekim bu İmam Mâlik'ten rivayet edilmiştir.
[43] Yani bu düşünceyi izale edecek ve insanları o şeyi işlemeye itecek kadar yapmak yoluyla.
[44] Ahzâb 33/21.
[45] Ahzâb 33/37.
[46] Muvatta, Sıyâm, 9.
[47] Muvatta, Sıyâm, 10-12.
[48] Hadis oruçlunun hanımını öpmesi hakkındadır, bkz. Muvatta, Sıyâm, 5. Daha önce de geçmişti [3/309] .
[49] Bakara 2/197.
[50] Daha önce İmam Mâiik'in böyle bir secdenin aslı olmadığını belirttiği ve Hz. Ebû Bekir'den bu yolda yapılan rivayeti kabul etmediği geçmişti. [2/4101
[51] Yedinci meselede.
[52] Yani meselâ fiili tümden terketmek veya devamlı olarak işlemek... gibi
[53] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/295-302
[54] Yani tam bir eşitleme. Bunun içerisine itikadı yönden eşitleme de girer. Sadece sözde ve fiilde eşitlemeye gelince, bu itikat konusunda mendubun da aynen vacip gibi olduğu şeklinde yanlış bir inanca götürmeyecek şe­kilde ise sahih olmaktadır.
[55] Müslim, Sıyâm, 148.
[56] Buhârî, Ezan, 159 ; Ebû Dâvûd, Salât, 198 ; Dârimî, Müslim,Salât, 89.
[57] Buharı Aman, 34, Savm, 1 ; Müslim, îmân, 8 ; Ebû Dâvûd, Salât, 1.
[58] Ebû Dâvûd, Menâsik, 87 ; Nesâî, Hacc, 224 ; İbn Mâce, Menâsik, 74 ; Dârimî, Menâsik, 50,
[59] Müellif el-İ'tisâm adlı kitabının ikinci cildinde şöyle der: Âlimler bu ya­sağın, o oruçların Ramazan'dan sanılması endişesiyle geldiğini söylemiş­lerdir. Yani aslında nafile olduğu halde, vacip samlabilir; o yüzden de ya­sak edilmiştir. Aynı izah, sadece cuma günü oruç tutmak ve sadece cumu gecelerini ihya etmek için de söylenebilir.
[60] Bayram gününde oruç tutulmasının haram kılınması buraya uygun bir örnek değildir; çünkü o müstakil olarak gelen bir yasaktır.
[61] Hiristiyan ruhbanlarının yaptığı gibi, dünyadan tamamen el-etek çek­mek, evlenmemek mânâsına olan uzlet yasaklanmıştır. Ancak âyetteki tebettülden  maksat,  ibadetlerde ve   diğer hallerde ihlaslı  olmak manasınadır. Hz. Peygamber (s.a.), Osman b. Maz'ûn'un ruhbanlar gibi bir hayat tarzını seçmek arzusuna karşı: "Sünnetimden yüz çeviren ben­den değildir" buyurarak onun bu arzusunu tasvip etmemiştir. Bu hadis, böyle bir hayat tarzının vacip ile karıştırılma tehlikesi bulunan bir men­dup olması bir tarafa, onun aslen meşru olmadığım gösterir.
[62] Ahmed, 3/158, 245, 5/17.
[63] Müzemmil 73/8.
[64] Buhâri, Savm, 49; Müslim, Müsâfirin, 215.
[65]  Bir rivayette de "Ben ise onu kılıyorum" şeklindedir. Hadis daha önce geçmişti: [3/60]. "Hz. Peygamber (s.a.), kuşluk namazını asla  kılmamıştır" sözünden maksat "Ben onu kuşluk namazı kılarken görme­dim..." manasınadır. Yoksa Hz. Peygamber'in (s.a.) kuşluk namazını kı­lar olduğunu gösteren rivayetler vardır.
[66] bkz. Tecrîd. 4/71-72.
[67] Müellif bu ikinci tevilin daha güçlü olduğunu ve böylece birinci tevile yö­neltilen eleştiriden ve el-Kâdî Ebu't-Tayyib tarafından, mümkündür ki Allah Teâlâ peygamberine "Eğer devam edersen onlar üzerine farz ola­caktır" âiy e vahyetmiş olsun, şeklinde verilen doyurucu olmayan cevap­tan da kurtulunmuş olacağını belirtmek istemektedir. O, verilen bu izah tarzını doyurucu görmeyerek ikinci tevil şeklini yerinde bir izah olarak görmüş ve istidlalini de onun üzerine bina etmiştir. Diğerleri gibi onun sadece mümkün olmadığını aksine yerinde olduğunu söylemiştir. Çünkü mücerred zayıf bir imkân, onu istidlal yollarından biri kılmasını elverişli hale getiremez.
[68] Yani Hanefîlerde olduğu gibi vacip değil, sünnet.
[69] Buhâri, Cum'a, 13 ; Müslim, Salât, 136 ; Ebû Dâvûd, Saiât, 52.
[70]  Bu son örnekte, vacip olmayanın vacip sanılması şeklinde bir endişe yok­tur. Keza terkinin, kişinin diyanetini zedelemeyeceğini bildirmek kabilin­den de değildir. Dolayısıyla onun buraya alınmasının bir mânâsı yoktur.
[71] Bu mahzurdan dolayı, bu orucun mekruh olduğunu söyleyen İmâmiy-ye'ye ta'neden eş-Şevkânî'ye ne demeli!
[72] Bu ifade, meselenin başında söylediği: "Eğer mendup söz, ya da fiilde va­ciple eşit tutulacaksa bunun itikat açısından herhangi bir ihlâli getirme­mesi gerekir" sözünün gereğine yönelik olmalıdır. Bu da meselâ, matlup olan o şeyi örnek durumunda olan kimselerin halktan gizleyerek yap­maları şeklinde olabilir.
[73] Teravihi birkaç gece kıldıktan sonra terketmesi, beyanın mendubun sonrasında oluşuna örnektir. Kuşluk namazım Hz. Aişe görmeyecek şe­kilde gizlemiş olması da onun beraberinde olan bir beyan şeklidir.
[74] Tirmizî, İlim, 16.
[75] İmam Mâlik'in rivayetine göre   Hz. Ömer, içlerinde Amr b. el-As'ın da bulunduğu bir kafile ile umreye çıkmıştı. Hz. Ömer ihtilam oldu. Sabah çok yakındı. Kafilede de su yoktu. Hz. Ömer bineğine bindi, suyun yanı­na gitti ve ihtilam eseri olarak gördüğü şeyleri yıkadı. Bu arada ortalık aydınlandı. Amr b. el-As'ın kendisine: "Beraberimizde elbiseler var. Bı­rak elbisen yıkansın" demesi üzerine yukarıdaki sözünü söyledi. (Muvat-ta, Taharet, 83.) Daha önce de geçmişti: [3/215]
[76] Hz. Ömer, Ömer b. Abdulaziz'in ana tarafından dedesi olmaktadır.
[77] el-Ahkâmu's-Sultâniyye, 275
[78] Hz. Peygamber (s.a.), camiye cemaate gelmeyenlerin evlerini başlarına yakmayı düşünmüştür. Bunun münafıklara has olduğu ileride gelecek­tir. Hadis için bkz. Buhâri, Ezan, 29, 34 ; Müslim, Mesâcid, 251-254.
[79] Bakara 2/104.
[80] En'âm 6/108.
[81] Çünkü zamanla onun dışında yer alan diğer sünnet ve hadislerle amel edilmesinin caiz olmayacağı telakkisi hâkim olmaya başlayacaktı.
[82] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/302-310
[83] Yani ne sözlü beyanda ne de fiilî tatbikatta. Aksine bunların aynı şey ol­madıkları ya hem söz ve fiil ile, ya da ikisinden biri ile belirtilmelidir.
[84] Menduplarla ve mekruhlarla karıştırılmaması diyerek vacip ve haramı zikre gerek duymamıştır. Çünkü onlarla karıştırılma tehlikesi uzaktır. Mendup ve mekruhlarla karıştırılma tehlikesi ise —geleceği gibi— uzak değildir.
[85]  Hz. Ömer, bu sözü İslâm ile Arab'ın özdeşleştiği bir dönemde söylemiştir. Dolayısıyla böyle bir dönemde Acem kültür ve medeniyetine kucak açma ya da yabancı hayranlığı, İslâm'dan o kadar uzaklaşmayı, İslâm­lıkla özdeşleşen Arap geleneklerine bağlılık da İslâm'a o kadar yaklaş­mayı gerektiriyordu. Nitekim Balkan ülkelerinde de bir zamanlar İslâmlıkla Türklük özdeş olmuş ve insanlar "ben müslümanım" yerine "elhamdülillah ben Türküm" der olmuşlardı. Dolayısıyla Hz. Ömer'in sö­zünü bu şekilde anlamak ve onun bir Arap milliyetçisi olduğu şeklinde yorumlamamak gerekmektedir. (Ç)
[86] Buhârî, Et'ime, 10, 14.
[87] Müslim, Eşribe, 171; Tirmizî, Et'ime, 13, Ahmed, 4/249, 252.
[88] Tirmizî, Et'ime, 14.
[89] bkz. Buhârî, Nikâh, 98.
[90] İbn Kesîr, 1/562.
[91] Bu, hanımlardan birinin kocasının yanında gecelemesi (kasm) hakkın­dan kuması lehine feragatta bulunması. Bunun caiz olduğu beyan edil­miştir; eğer beyan edilmemiş olsaydı, bu mubahın âdeten câri olan du­rum doğrultusunda terki, onun şer'an da mekruh bulunduğu kanaatini doğururdu.
[92] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/310-311
[93] Türkçede sin kefile ifade edilen "eniktehâ" kelimesini kullanmıştır.
[94] Ebû Dâvûd, Hudûd, Hadis no: 4428 (4/148).
[95] Daha önce geçmişti [3/309].
[96] [3/321],
[97] Mekruhtan alıkoymak için baş vurulacak yollar yani te'dib şekli, haram­dan alıkoymak için uygulanacak olanlardan daha hafif olur.
[98] Bu konuda müellifin el-İ'tisâm adlı kitabının ikinci cildinde geniş bilgi vardır.
[99] Daha önce geçmişti [3/215, 327]
[100] Şâri'in kasamın korunması ve her meselede hem küllinin hem da cüz'înin aynı anda dikkate alınması, ne külli kaidelerin ne de husûsî nassların ihmal edilmemesi şartı. Buna göre meselemiz hakkında bazı cüz'î deliller vardır ve bunlar, bazı vacip olmaksızın matlup bulunan fiil­leri, Hz. Peygamber'in (s.a.) izhar ettiğine ve onlar üzerinde devamlılık gösterdiğine delâlet etmektedir. Bunlar farz namazlar için kamet getir­mek, ihram tekbiri sırasında eli kaldırmak, selâma sağdan başlamak... gibi şeylerdir. Bu ve benzeri şeylerin bu kaideden istisna edilmesi gerek­mektedir ki bunun sonucunda üzerinde ittifak bulunan bu cüz'î nasslar ihmal edilmiş olmasın. Bu, Deliller bölümünün başında geçtiği gibi me­selenin genelleştirilmesine engel değildir.
[101] Yani mendup olan amellerin iltizam edilmesine. Bunlardan ancak, in­sanların huzurunda yapılması halinde başkalarının örnek alması endişe­sinin bulunması durumunda menedilmekteydi
[102] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/311-316
[103] Bakara 2/174.
[104] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/316-317
[105] Hudeybiye umresinde bizzat kendisi ve sahabe ihramdan çıkmıştır. Hac-cı ile beraber yaptığı umrede ise, sahih olan görüşe göre Hz. Peygamber (s.a.), kıran haccı yapmış ve kurban sevketmiştî. Bu yüzden bizzat kendi­si ihramdan çıkmamış, kurban sevketmeyenlere ise umre  ihramından —başta bu ihramla hacca da niyet etmiş olsun olmasınlar— çıkmalarını emretmişti.
[106] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/317-318
[107] Nahl 16/44.
[108] Mâide 5/6.
[109] Yani kendi aralarında ihtilaf etmişlerse ya da bazıları beyanda bulun­muş, başkalarından ona muhalif bir beyan nakledilmemiş ise. Müellif bunu iki kısımda ele almış ve birinciyi içtihada açık kabul ederken, ikin­ciyi itimat ve tercihe şayan kısımdan saymıştır.
[110] Buhârî, Savm, 45 ; Müslim, Sıyâm, 48.
[111] Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın kendilerine muhalefet ve onların dinde aşın hareket eden kimseler olduğunu beyan etmeyi kastettikleri bu doğulular da kim?!
[112] Yani, tehir konusunda aşırı giden yahudilere benzememek için iftarda acele edilmesinin mendup olması, iftarın illâ da namazdan önce yapılma­sını gerekli kılmaz. Bu durumda bu ifade, öncesi ile uyum içinde olur.
[113] Buhârî, Savm, 11 ; Müslim, Sıyâm, 3.
[114] Yani eğer görme güneşin batmasından sonra olmuş ise ertesi günü iftar edilir. Ama ekser olmayan bir şekilde   görülürse ki bu güneş batmadan önce görülmesi demektir, o zaman iftar bizzat o günde yapılır, ertesi güne ait olmaz. İşte Hz. Osman uygulamasıyla, bu kaydın gerekli olma­dığını açıklamış oldu ve hilâli görme sebebiyle oruç tutmama hükmünün —guruptan Önce de olsa sonra da olsa— ertesi gün için olduğunu göster­di. Uygulamasında hilâli gördüğü halde orucunu bozmadı ve güneşin batmasını bekledi. Mesele ihtilaflı bir konudur. Ebû Yusuf, eğer zevalden Önce görülmüşse hilâl geçen güne aittir, zevalden sonra görül­müşse gelecek güne aittir demiştir. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve imam Şafiî ise —Hz. Osman gibi— görülen hilâlin —ister zevalden önce olsun ister sonra— geçmiş gün için sayılamayacağı görüşündedirler.
[115] Cum'a 62/10.
[116] Yani taklidi konusunda olduğu gibi, sahâbî kavlinin delil olup olmadığı konusunda da görüş ayrılıkları vardır. Sahâbî kavlinin, müctehid olan diğer sahâbîler hakkında hüccet olmadığı konusunda icmâ bulunmakta­dır. Tabiîn ve onlardan sonra gelen müctehidler hakkında ise, kıyastan önce gelen bir delil oluşu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen gö­rüşe göre, o hüccet değildir. Müellif orta bir yol tutmuş ve mesele, eğer üzerinde ictihad için sahabenin sahip olduğu meziyetlerin bulunması (yani dile selika olarak vukûfiyetleri ve şeriatın ruhunu kavramış olma­ları, bizzat olayların içerisinde yaşamış, hal karinelerini görmüş olmala­rı sebebiyle sahip oldukları ayrıcalık) şart olan kısımdan ise, o konuda sahâbî kavlini-nin hüccet sayılmasını; eğer öyle değilse, içtihada açık olacağını savunmuştur.
[117] Ebû Dâvûd, Sünnet, 5 ; Tirmizî, İlm, 16 ; îbn Mâce, Mukaddime, 6. Ha­diste uyulması istenen, bizzat onların kendi görüş ve ictihadlan olabile­ceği gibi, onların Hz. Peygamberden (s.a.) nakletmiş oldukları sünnet de olabilir. Bu durumda, bu iki ihtimalden birini diğerine tercih etmek zor­dur
[118] Avl, ferâizde payların toplamının naydadan büyük olması. Bu durumda payların toplamı payda yapılır ve herkesin payı aynı oranda küçülür. (Ç)
[119] Dolayısıyla sahâbî kavlini kıyas üzerine takdim ederler. İmam Mâlik, İmam Şafiî, bir kavlinde İmam Ahmed b. Hanbel ve Ebû Hanîfe'nin bazı talebeleri bu görüştedir.
[120] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/318-321
[121] İlimde yüksek payeye erişenlerin (râsihûn) müteşâbihi bilebilecekleri gö­rüşünü kabullendiğimizde bu böyle. Ama onların müteşâbihleri bileme­yeceği görüşünden gidersek, o zaman yükümlülüğün sadece iman yönün­den olduğunu; onların Allah katından olduğuna inanmadan öte birşey lâzım gelmeyeceğini ifade etmememiz gerekir.
[122] Mâide 5/3.
[123] Âl-i İmrân 3/138.
[124] Nahi 16/44.
[125] Bakara 2/2.
[126] Lokman 31/3.
[127] İbn Mâce, Mukaddime, 1, 6.
[128] Muvatta, Kader, 3.
[129] Nisa 4/59.
[130] Hadisi İmam Şâfıî, Müsned'inde rivayet etmiştir. Rasûlullah'm (s.a.), emredilen ve yasaklanılan herşeyi emretmiş ve yasaklamış olması, on­larda mücmellik bulunmadığı anlamına gelmez. Aynı itiraz birinci âyet için de geçerlidir. Ancak nimetin tamamlanmış olduğunun bildirilmesi, istidlal yolunu biraz güçlendirir. Çünkü şeriatta mücmellik kaldığı süre­ce, henüz nimet tamamlanmış olmaz. Aynı şey dinin kemâli noktasından yaklaşıldığında da söylenebilir ve bu da mücmelfiğjn olmamasını lâzım kılar. Hadis için ise, itirazı defedecek bir izah şekli yoktur.
[131] Daha önce geçti [3/309].
[132] Fıtır sadakasının vacip kılınması, pazarlık kızıştırmanın, garar satışının yasaklanması, ehli eşeklerin yenmesinin haram kılınması... gibi.
[133] Yani vaz' itibarıyla konulmuş olan mânâsının anlaşılmasına imkân bu­lunmayan, Allah'a nisbetle el, yüz, inmek gibi kelimelerin kullanılması sonucunda ortaya çıkan mânâ.
[134] Âl-i İmrân 3/7.
[135] Âl-i İmrân 3/7.
[136] Yani izafî olmayıp hiçbir şekilde bilinme imkânı olmayan, hakkında açıklayıcı delil konulmayan hakîkî müteşâbih hakkında.
[137] Daha önce geçmişti [3/86].
[138] Âl-i İmrân 3/7.
[139] Âl-i İmrân 3/7.
[140] Üçüncü nev"i, üçüncü meselede.
[141] Daha önce geçmişti [3/86].
[142] Tâhâ 20/5.
[143] Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfırîn, 168-170.
[144] Hatta daha da ileride olduğunu söyleyebiliriz.   Çünkü orada beyanın mücerred tehiri sözkonusudur; yani beyan vardır da sonraya bırakılmış­tır. Burada ise beyan esastan yoktur; ne Hz. Peygamber (s.a.) devrinde ne de daha sonra.
[145] İkisi diye kayıtlaması, birinci hakkında sonucu zikrettiği içindir.
[146] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/322-326


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..