DOKUZUNCU MESELE:


Kur'ân'm zahirinden maksadın, yalnızca Arap dili esaslarına göre anlaşılan şey olduğu konusunda herhangi bir problem bulun­mamaktadır. Çünkü katılan katılmayan herkes, Kur'ân'm açık bir Arapça ile indiği konusunda görüş birliği içerisindedirler. Yüce Al­lah: "And olsun ki: 'Muhammed'e elbette bir beşer öğretiyor' dediklerini biliyoruz" buyurduktan sonra onların bu iddialarını: "Kas­tettikleri kimsenin dili yabancıdır, Kur'ân ise fasih Arapça'dır[263] buyurarak reddetmiştir. Bu red, cedelde cevapta aranacak şarta uygundur. Çünkü kendi dilleri ile olan Kur'ân'dan anladıkları şeyle cevap vermiştir. Burada beşerden maksat bir âlimdir. Kendisi hı-ristiyan iken raüslüman olmuştur. Veya Selmân'dır; o da İranlı idi ve müslüman olmuştu. Ya da ittifakla dili yabancı olan bir başka-sıydı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Biz bu Kur'ân'ı yabancı bir dil ile ortaya kayşaydık: 'Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Bir Arab'a yabancı dille söylenir mi?' derlerdi'[264] Bilindiği gibi, on­lar Kur'ân'ın Arapça olmadığı konusunda herhangi birşey söyleme­mişlerdir. Bu da, Kur'ân'ın Arapça olduğunun onlarca da kabul edildiğini gösterir. Bu sabit olduğuna göre, demek onlar Kur'ân'ın lafızlarını sadece Arapça olması açısından anlamışlardı. Gerçi on­dan maksadın ne olduğu konusunda ittifak etmiş değillerdi, ama bu sadece Arap dili özellikleri üzere câri olan zahir için şart da de­ğildi.
Şu halde, Kur'ân'dan elde edildiği öne sürülen ve fakat Arap dili üzere carî olmayan hiçbir mânânın Kur'ân ilimleri ile ilgisi yok­tur; ne kaynak ne de metot olamaz. Kim böyle bir iddiada bulunur­sa, onun bu iddiası bâtıldır. Makâsıd bölümünde[265] bu konunun açıklaması geçmişti. Bu vesileyle Allah'a tekrar hamdederiz.
Nasipsizin birinin kendisinin Kur'ân'da zikredildiğini iddia et­mesi bu konunun örneklerinden birini teşkil eder: Beyân b. Sem'ân adında (Râfizîlerden) biri, "Bu insanlar için bir beyândır'[266] âyetinden maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılmıştır. Bu apaçık bir konuda yapılmış bir hezeyandır. Cehalet üzere sükût et­mek, böylesi cüretkâr iftiralardan daha hayırlıdır. Eğer bu iddiası, Arap diline uygun düşseydi, tâbisi olan ahmaklar onu delillerinden biri sayarlardı. Ancak o, bu saçma sapan sözleriyle kendi şaşkınlı­ğını her yönden ortaya koymuş oluyordu. Allah Teâlâ, aklımızı ve dinimizi bu tür saçmalıklardan korusun! Eğer "Hazâ beyânun li'n-nâs" âyetindeki "Beyân" kelimesi onun özel adı ise, bu cümle Arapça'da ne mânâya gelecektir. "Hazâ Zeydün li'n-nâs" deyince in­sanlar ne anlayacaklardır? Aynı çirkeflik kendisine "Kisf ismi ve­rip de sonra: "Ve in yerav kisfen mine's-semâi sâkıtan...[267] âyetindeki "kisften maksadın kendisi olduğu kuruntusuna kapılan kimse için de varittir. Onun bu sakat anlayışına âyet nasıl delâlet edebilir? Onun bu sözü ile aynı olan "Ve in yerav racülen mine's-semâi sâkıtan..." denilse bundan Arap ne anlar? Zâlimlerin söyledikleri saçmalıklardan Allah Teâlâ yücedir. Beyân b. Sem'ân, (Râfizîlerden) Beyâniyye denilen fırkanın kendisine intisap ettiği kimse[268] olmaktadır. O —İbn Kuteybe'nin sandığına göre— Kur'­ân'ın mahluk olduğunu ortaya atan ilk kimsedir. el-Kisf ise, el-Mansûriyye fırkasının kendisine intisap ettikleri Ebû Mansûr'dur.
Bazı âlimler şöyle anlatmışlardır: Kendisini Mehdî diye isim­lendiren Şiî Ubeydullah İfrîkiyye'yi [269] istilâ edip egemenliği altına aldığında Kütâme'den[270] İki tane müsteşarı vardı; birinin adı Nas-rullah, diğeri de Feth idi. Mehdî onlara: "Siz Allah'ın kitabında "İzâ câe nasrullahi ve'l-feth..." diye adlarını zikrettiği kimselersi­niz" derdi. Alimler, onun Allah'ın âyetlerinde değişiklik yaparak ta­sarrufta bulunduğunu ve meselâ "Küntüm hayra ümmetin..[271] âyetini "Kütâme hayru ümmetin..." şeklinde değiştirdiğini söyle­mişlerdir. Aklından zoru olmayan bir kimsenin böyle birşey söyle­mesi mümkün değildir. Çünkü Nasruîlah ve Feth adındaki bu kim­seler, Hz. Peygamberin vefatından yüzlerce sene sonra ortaya çıkmışlardır. O zaman mânâ şöyle olacaktır: "Ey Muham­medi Sen ölüp de bu ikisi yaratıldığı zaman ve insanların Allah'ın dinine bölük bölük girdiğini gördüğünde Rabbini teşbih et..." Kah-rolasıca bu şiînin ortaya attığı bu iftiradan daha çelişkili bir düz­mece tasavvur edilebilir mi?
Bazıları bir erkeğin dokuz hür kadınla evlenebileceği düşünce­sine kapılmış ve bu iddiasına: "Fenkihû mâ tâbe lekum mine'n-nisâi mesnâ ve sülâse ve rubâa...[272] âyetini delil olarak kullanmış­tır. Arab'ın mesnâ, sülâse ve rubâa şeklindeki kullanış tarzından neyi kastettiğini bilen bir kimsenin böyle saçma bir görüşe ulaşma­sı mümkün değildir.
Bazıları da domuzun iç yağının ve derisinin helâl olduğu görü­şünü: "Size murdar hayvan, kan ve domuz eti haram kılındı...[273] âyetinden çıkarmış ve etinden başka birşeyin haram kıhnmadığını söylemişlerdir. Halbuki et (lahm) kelimesi, hem iç yağını hem de deriyi kapsar; aksi ise varit değildir.
Bazıları ise, "Onun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır.[274] âye­tindeki "kürsfyi ilim ile tefsir etmiş ve şeklin­deki tanınmayan bir beyit ile istidlalde bulunmuştur. Sanki bunla­ra göre onun ilmi bilinmez. Sonra beyitte geçen, kelime hemzelidir, âyette geçen Kürsî ise hemzesizdir. Bazıları âye-tindeki[275] "ğavâ" kelimesine çok yemekten do'ğan rahatsızlık ma­nasını vermişler ve buna fazla sütten tıkanan ve rahatsız olan buzağı için kullanılan , fiilinden geldiğini delil ol­arak ileri sürmüşlerdir". Bu da sakattır; çünkü âyette geçen "faale" kalıbından, delil getirdikleri kelime ise "faile" kalıbından dır. Bazı­ları  âyetindeki[276] "zerae" fiiline atmak ve savurmak manası vermişlerdir ve buna  sözünü delil getirmişlerdir. Halbuki âyette geçen kelime hemzeli, delil getirdikleri kelime ise hemzesizdir. "Allah, İbrahim'i dost (halîl) edindi." anlamına gelen âyetindeki[277] "halîl" kelimesine, yoksulluk an­lamına gelen uel-halletun kökünden olduğunu söyleyerek "fakir" an­lamı vermişlerdir. Buna da Züheyr'in şu şiirini delil getirmişlerdirİbn Kuteybe şöyle demiştir: O zaman bu sözde İbrahim  için ne gibi bir fazilet söz konusu olacaktır? Onlar bütün insanların Allah'a muhtaç olduğunu bilmiyorlar mı? İbrahim'in [ "tS^t ] ne ayrıcalığı olur? İbrahim'in Halîlullah olduğunun ifadesi, Musa'nın "Kelîmullah" , İsa'nın "Rûhullah" olduğunun ifadesi gibi bir şeydir. Buna hadis de tanıklık eder: "Eğer rabbimden başka bir dost (halîl) edinecek olsaydım, Ebû Bekir'i edi­nirdim. Sizin sahibiniz, Allah'ın dostudur."[278]

İşte Kelâmcılardan bir kısmı, re'ye tâbi olarak menkûl delilleri bir tarafa atmışlardır. Onların bu tutumu, Allah Teâlâ'nın kelâ­mını, lafzından Arabm anlamayacağı şekilde ve mânâsına da bir delil ikame edilemeyecek biçimde tahriflere sebep olmuştur.

Her ne kadar Arap dilinden gözetilen maksatlar ve onun delâlet ettiği mânâlardan çıkma kabilden ise de örnekleri çoğalttım ki, bunların ötesinde kalan benzerlerine ya da onlara yakın durum­da olanlara da ışık tutsun ve onlar üzerine de dikkat çekilmiş olsun.

Fasıl:

Hitaptan muradın bâtın (ruh) olduğu da, bundan önce geçen mesele sırasında ortaya çıkmıştı. Ancak bunun iki şartı bulunmak­tadır:
1. Arap dilinden gözetilen maksatlara uygun düşecek şekilde, zahire uygun düşmesi.
2. Başka bir yerde o mânânın doğruluğunu gösterecek bir nass ya da zahir bir delâlet şeklinin bulunması ve bir mua­rızın olmaması.

Birinci şart, Kur'ân'm Arapça olmasının bir gereğidir. Çünkü eğer Kur'ân'a isnad edilen bir mânâ varsa ve bu mânâ Arap dilinin gereklerinden değilse, o şeyin Arapça olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü o, Kur'ân'a yamanmaya çalışılan, fakat Kur'ân'm ne lafzında ne de mânâsında ona bir delâlet bulunmayan birşeydir. Böyle birşeyi kesinlikle Kur'ân'a isnad etmek doğru ola­maz. Çünkü, medlulü budur diye Kur'ân'a böyle bir isnadda bulun­mak, onun tam zıddmı isnadda bulunmaktan daha evlâ değildir ve onlardan birini diğerine tercihi gerektirecek bir delil de yoktur. Hal böyle iken birini reddedip diğerini isbat etmek, delilsiz yapılan bir keyfilik (tahakküm) ve Kur'ân'a yapılan açık bir iftiradır. Böyle bir durumda, o mânâyı Kur'ân'a isnad eden kimse, Allah'ın kitabı hak­kında bilgisizce konuşan kimselerin kazanacağı günahın altına gi­rer. Kur'ân'm Arapça olduğu hakkında getirilen deliller aynısıyla burada da geçerlidir.

İkinci şarta gelince; eğer o mânâyı destekleyen Kur'ân'm baş­ka yerinde bir delil bulunmaz ve aksine onunla çelişen durumlar (ımı-ârız) bulunacak olursa, yapılan şey, Kur'ân hakkında ileri sü­rülen iddialardan biri olur. Delilden yoksun kuru iddialar ise, âlimlerin ittifakı ile makbul değildir.
İşte bu iki şart ile, Kur'ân'm bâtınından maksadın[279] açıkladı­ğımız şekilde olduğunun doğruluğu açıklık kazanır. Çünkü her iki şart da tam olarak bulunmaktadır. Bâtınîlerin yapmış olduğu tevil­ler ise bunun aksinedir; çünkü onların bizim açıkladığımız mânâda ne bâtın ne de zahirle ilgisi yoktur. Meselâ onlar şöyle demişlerdir: "Ve Süleyman Davud'a vâris oldu[280] âyetinden maksat; İmam'ın Peygamber'in ilmine vâris olmasıdır. Ciinüplük, çağırıya icabet edenin, henüz istihkak mertebesine ulaşmadan önce sırrı ifşa etme­sidir. Gusül, böyle yapan bir kimsenin ahdini yenilemesidir. Tahûr, İmâm'a tâbi olma dışında her türlü inançlardan arınmak ve uzaklaşmaktır. Teyemmüm, dâî ya da imamı görünceye kadar izin verilen şeylerden almaktır. Oruç, sırrı tutmaktır. Kabe, Pey­gamber; kapı, Ali'dir. Safa, Peygamber; Merve Ali'dir. Telbiye, dâiye icabette bulunmaktır. Yedi defa tavaf etmek, yedi imamın ta­mamına değin Muhammed'i tavaf etmektir. Beş vakit namaz, dört esas ve İmam üzerine getirilen delillerdir. İbrahim'in ateşi, gerçek ateş olmayıp Nemrud'un öfkesidir. İshâk'ın boğazlan­ması, onun üzerine ahid almaktır. Musa'nın asası, sihirbazların şüphelerini izale eden hüccetidir. Denizin yarılması, Musa'nın on­lar hakkındaki ilminin ikiye ayrılmasıdır. Deniz, âlimdir. Bulutla­rın gölgelemesi, Musa'nın irşad için İmam'ı tayin etmesidir. Kudret helvası (menn), gökten inen ilimdir. Selva (bıldırcın), dâîlerden bi­ridir. Çekirge, bit ve kurbağa, Musa'nın onlara yöneltip tahakküm kurduğu sorularıdır. Dağların teşbih etmesi, dinde sağlam insanla­rın bulunmasıdır. Süleyman'ın hükümran olduğu cinler, o zamanın bâtınîleridir. Şeytanlar ise, zor hükümlerle yükümlü tu­tulan zahirîlerdir. Bunlara benzer daha nice gülünç ve zırva tevil­ler vardır. Böyle hezeyanlardan Allah'a sığınırız.

el-Kutbî şöyle der: Ediblerden biri şöyle derdi: Râfızilerin Kur'ân tevilleri, Mekkeli birinin şiir teviline ne kadar da benziyor! Çünkü o birinde şöyle demiş: "Temimoğullarmdan daha yalancısını görmedim; şâirin:
beytinin kendilerinden biri hakkında olduğu kuruntusuna kapıl­mışlardır" Kendisine: "Peki beyit hakkında sen ne dersin?" dedikle­rinde şöyle dedi: Beyt (ev) Beytullah'tır. Zurâra, Hıcr'dır" "Peki Mücâşi nedir'?" dediler: "Su ile taşan Zemzem" dedi. "Ebu'l-FevârisT dediklerinde: "Ebû Kubeys" dedi. "Nehşel'e ne demeli?" dediklerinde: "Nehşel tefsiri en zor olanı" dedi ve bir müddet sus­tuktan sonra: "Evet, Nehşel, Kabe'nin kandilidir; çünkü o uzun ve siyahtır ve bu nehşeldir" dedi.[281]Nakil burada bitti.

Fasıl:

Kur'ân hakkında bazı müşkil açıklamalar yapılmıştır ki, onla­rın da bu türden ya da sahih olan bâtın kabilinden olması müm­kündür. Bunlar, ilim ehlinden bazılarına nisbet edilen hatta selef-i sâlihe kadar ulaşan şeylerdir.

Sûre başlarında bulunan gibi harfler hakkın­da gelen yorumlar bu kabildendir. Bunlar çeşitli şekillerde yoruma

tâbi tutulmuşlardır. Bunlardan bir kısmı doğru kabul edilebilecek durumda iken, diğer bir kısmını kabul etmek mümkün değildir. Meselâ, İbn Abbâs'tan Elif Lâm Mîm hakkında: "Elif, Allah; Lâm, Cibril; Mîm, Muhammed'dir" şeklinde bir yorum nakledilmektedir. Bu —eğer nakil sahih ise— bir müşkil olarak karşımızda durmak­tadır. Çünkü böyle bir kullanış şeklinin Arap dilinde bulunduğu asla bilinmemektedir. Böyle birşeye ancak lafzı ya da hal karinesi­nin delâlet etmesi halinde başvurulurdu. Meselâ şu sözlerde olduğu gibi:
Elîf Lâm Mîm hakkında nakledilen ise böyle değildir.[282] Sonra lafzîden vazgeçtik, haricî başka bir delil (hal karinesi) de yoktur. Eğer olsaydı, âdeten onun nakledilmesi gerekirdi. Çünkü konu, de­lillerin nakledilmesi için yeterli gerekçelerin bulunduğu bir konu­dur. Eğer bu harflerin tefsir edilmesi sahih olsa ve mânâlarının açıklanması murad edilseydi, o zaman bu konu hakkında mutlaka doyurucu deliller nakledilirdi. Böyle birşey sabit olmadığına göre bu durum, onların müteşâbihâttan olduklarına bir delil olur. Eğer onlara delâlet eden bir delil bulunursa, delilin gereği ne ise o yapı­lır.

Bazı âlimler, bu harflerden maksadın hece harflerine işaret ol­duğunu söylemişlerdir. Bu izaha göre Kur'ân, işte bu hece harfle­rinden meydana gelmiştir ve Arapça'dır. (Dolayısıyla buyurun; eğer Allah katından olduğuna inanmıyorsanız onun bir benzerini de siz getirin, mânâsına gelir.) Bu görüş birinciye nisbetle daha tutarlıdır.

Bu harflerin remizler (sırlar) olduğu ve Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceğini söyleyenler de olmuştur ki bu, konuyla il­gili görüşler içerisinde en açık olanıdır. Şu halde bu harfler, müteşâbihâttandır.

Bazılarına göre bunlardan maksat, bu ümmetin ecelini belirle­yen sayı remizleridir (cifr hesabı gibi). Siyer kitaplarında bu mânâya delâlet eden sözler vardır. Bu iddianın dikkate alınabilme-si için, Kur'ân'm indiği sırada Araplar'ın harflere belli sayılar yük­leyerek tarih düşme ya da zaman belirleme gibi bir usûlü bildikleri sabit olmalıdır. Oysaki onların böyle şeyleri bildikleri asla sabit de­ğildir. Bunun aslı, Siyer müelliflerinin de zikrettiği gibi Yahudilere day anm akta dır.
Görüldüğü gibi, ortaya konulan kıstaslara vurduğumuz zaman bu gibi sözler bir problem arzetmektedir. Sûre başlarında bulunan harflerle ilgili olarak zikredilen diğer sözler de aynı derecede müş-kil gözükmektedir. Buna rağmen, ilme intisap ettiklerini, hatta eş­yanın hakikatına keşif yoluyla vakıf olduklarını söyleyen bazı kim­seler, bu görüşleri Kur'ân hakkında ileri sürdükleri iddialarına hüccet kabul etmişler ve muhtemelen bunlardan bir kısmım da Hz. Ali'ye isnad etmişlerdir. Bunlar, sözü edilen yorumları ilimlerin as­lı, dünya ve âhiret hallerine mükâşefe yoluyla vakıf olabilmenin kaynağı sanmışlardır. Gariptir ki bu kimseler, bu konuda hiçbirşey bilmeyen üramî Arap halkına yönelik olan ilâhî hitaptan Allah'ın muradının bunlar olduğunu iddia etmişlerdir. Haydi diyelim ki on­lar, kısmen sûre başlarında murad olsun; peki onların çeşitli şekil­lerde terkip edilmesi ve birbiri ile çarpılması yoluyla her hal ve du­rum üzere delâlet ettiklerine[283], onların dört tabiata nisbetine ve varlık âleminde etkin olduğuna; her mufassalın özü, her mevcudun unsuru olduğuna delil nerede?! Onlar bu konuda çeşitli tertipler yapmaktadırlar ve onların hepsi de keşf ve gayba ıttıla esası üzeri­ne dayandırılmaktadır. Keşf iddiası, şer'î konularda kesin olarak bir delil değildir. Kaldı ki şeriat dışında diğer hususlarda da —in­şallah ileride geleceği gibi— delil sayılmamaktadır.

Fasıl:
Bu kabilden olmak üzere, Sehl b. Abdillah'tan Kur'ârVm bâtı-nî yorumu hakkında nakledilen bazı şeyleri örnek gösterebiliriz. (Allah'a zıdlar yani denkler ve ortaklar koşmayın1 anlamında olan) "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[284] âyeti hakkında şöyle demiştir: "Al­lah'a koşulan en büyük nidd (yani zıd, ortak), Allah'tan gelen her­hangi bir hidâyete tâbi olmaksızın her türlü kötülüğü emreden, hazları peşinden koşan nefs-i emmâredir" O, bununla nefs-i emmârenin, endâd kelimesinin umumu altına girdiğini demek istiyor. Dolayısıyla âyeti biraz açacak olursak mânâ: 'Allah'a zıdlar koşma­yın; ne bir put, ne bir şeytan, ne nefs-i emmâre ne de bir başka şey..." şeklinde olacaktır. Bu gerçekten izahı zor bir tefsirdir. Çün­kü âyetin sevk şekli ve mevcut karineler, endâd dan maksadın on­ların tapmakta oldukları putlar ya da benzeri şeyler olduğunu göstermektedir. Onlar hiçbir zaman kendi nefislerine tapınmıyorlar ve onları kendilerine tanrı edinmiyorlardı. Ancak onun bu tefsirini doğruya çıkarabilecek bir yön de yok değildir. Çünkü o, bu sözünü söylerken, "Âyetin tefsiri sadece budur" dememiş, onu şer'an nidd kabul edilebilecek birşeyle izahta bulunmuştur. Onun bu telakkisi­ne Kur'ân iki açıdan destek vermektedir:
Birincisi: Değerlendirici, bazen âyetin mânâsından itibar yoluyla bir mânâ çıkarır ve onu âyetin hakkında inmediği başka birşey hakkında icra eder. Çünkü kasıt açısından her ikisi arasında müştereklik ya da yakınlık vardır. Nidd demek, karşıtına zıt olan ve onunla çatışma halini sürdüren demektir. Nefs-i emmârenin du­rumu da böyledir. Çünkü o sahibine, kendi hazlarma riayet etmesi­ni emreder ve onu Yaratıcısının haklarına riayetten meneder, oya­lar ve saptırır. Zıddın, zıddı ile ilgilenmesi ve ona karşı koyması da işte bunun içindir. Onlar putları bizzat bu mânâ için dikmişlerdir. Öte yandan bu yaklaşımın doğruluğunu destekleyen âyet de vardır. Allah Teâlâ: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler'[285]buyurur. Bilin­diği gibi onlar Allah'tan başkasını Rab edinmemişlerdi. Ancak on­lar âyette sözü edilen kimselerin emirlerine uymuş, yasaklarından kaçınmışlar ve nasıl olursa olsun onlara itaat göstermişlerdi. Onlar birşeyi haram kılınca, tabileri de haram kabul etmiş, kendilerine mubah kıldıkları şeyi de helâl saymışlardı.[286] İşte bu yüzden Allah Teâlâ onlar hakkında: "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papaz­larını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" buyurdu. Nefsinin arzu ve hevesleri peşinden koşanın durumu da aynıdır.
İkincisi: Ayet her ne kadar putperestler hakkında inmiş ise de, müslümanlarm da ondan kendilerine bir pay çıkarmaları müm­kündür. Nitekim Hz. Ömer, halifeliği sırasında (kaliteli olmayan (haşin) yiyecekleri tercih eder, yamalıklı elbiseler giyerdi.) Mü'min-lerden ailelerinin nafakaları konusunda genişlik gösteren bazılarını gördüğünde "Bu 'Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız...' âyeti sizi nereye götürecek?!" derdi. O, bu âyetten kendisine de bir pay çıkarırdı. Halbuki sözün akışı (siyak), âyetin dünya hayatına razı olup âhirete aldırış etmeyen kâfirler hakkında nazil olduğunu göstermektedir. Nitekim âyet: "İnkâr edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara 'Dünyadaki hayatınızda si­zin için güzel olan herşeyi harcadınız... Ama bugün alçaltıcı bir azap göreceksiniz' denir'[287] şeklindedir. Bu konuya Umum ve Hu­sus bahsinde değinilmişti[288]Durum böyle olunca "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[289] âyetindeki endâd altına nefs-i emmârenin de sokulması sahih olacaktır. Allahu alem!

Fasıl;
Yine Sehl'den nakledilir[290] "Bu ağaca yaklaşmayın'[291] âye­tindeki yasaktan maksat gerçek anlamda yemek değildir. Burada kastedilen şey himmetin Allah'tan başkasına yönelmesidir. Bu du­rumda âyetin mânâsı: "Benden başka hiçbirşeye ilgi duyma, dayan­ma" şeklinde olur. Âdem , himmet ve tedbirden korunmuş olmadığı içindir ki, başına gelenler gelmiştir. Kendisinde olmayan şeyi iddia eden ve nefsinin arzularına kapılarak ona meyleden her­kesin durumu da aynıdır ve böyle bir durumda o kimse yaratılış özelliklerinin de bir gereği olarak Allah'tan uzaklaşma durumuna düşer. Ancak Allah Teâlâ ona acır ve onu tedbire sarılma gibi du­rumlardan korur, düşmanına ve nefsine karşı himaye ederse bu bir istisna olur. İşte Adem, cennette ebedî kalma arzusuyla kalbinin tedbire meyletmesinden korunamadı. Bu fer'î[292]konuda başına ge­len belâ, nefsinin kendisine vesvese verdiği şeye kalbinin meylet­mesi sonucunda oldu. Böylece, kader sâiki ile hevâ ve şehvet ilim, ve akla galebe çaldı.

Onun âyet hakkında söylediği bu sözler, âlimlerin yaptıkları açıklamalara terstir. Çünkü onlar yasaktan maksatin ağaçtan ye­mek olduğunu, himmetin Allah'tan başkasına yönelmesi olmadığını söylemişlerdir. Her ne kadar yemek de yasak ise de, Sehl'in yaptığı bu tevilin izahı yok değildir. Çünkü âyette yasak, sadece yaklaşma üzerine gelmiştir ve yemek hakkında da açık olarak gelmemiştir. Yapılan tevil ile lafız arasında bir bağdaşmazlık da yoktur. Sonra yasağın mücerred yaklaşma üzerine hasredilmesi sahih olmaz. Zira böyle bir yasak münasebetsiz olur. Zaten böyle birşey söyleyen de olmamıştır. Şu halde yasak, yaklaşmada bulunan bir mânâya yöne­lik olacaktır. Bu da ya almak ya da yemektir veya yemek sonucunu doğuracak başka birşeydir yani himmeti ona yöneltmektir. Çünkü himmetin ona yönelmesi, yeme fiilinin gerçekleşmesi için bir asıl­dır. Bir fayda elde etmek ya da bir zarar uzaklaştırmak için Al­lah'tan başkasına meyletmenin yasak olduğunda da kuşku yoktur. Böylece yapılan tefsirin açık bir izah şekli olduğu görülür. Buna gö­re o, sanki şöyle demiş olur: Yasak, mücerred yemek hakkında gel­memiştir; aksine yemek sonucunu doğuracak olan şeye yani Al­lah'tan başkasına meyle yönelik gelmiştir. Çünkü yasağa uysaydı, kendisini sadece Allah'a vermiş ve bir başka şeye meyletmiş olma­yacaktı. O böyle yapmayıp, ağaçta bulunan birşeye meyledince, şey­tan onu aldatmış oldu. Ağaçta olduğunu sandığı şey, şeytan tarafın­dan iddia edilen ebedîlikti. Bunun sonucunda Allah Teâlâ onun hakkında ''isyan" sözcüğünü kullandı, sonra o tevbe etti, Allah da affetti. Şüphhesiz O tevbeleri kabul eden ve merhameti her şeyi ku­şatandır.
"Allah için yeryüzünde konulan ilk ev..[293] âyeti hakkında da şöyle demiştir: "Evin bâtını tefsiri, Muhammed'in kalbi­dir. Allah'ın, kalbine tevhidi koyduğu kimseler ona inanır ve tabi olurlar" Bu tefsir izaha muhtaçtır. Çünkü böyle bir mânâyı Arap bilmez. Üstelik ona uygun mecazî bir vaz' şekli de yoktur ve sözün akışı ile herhangi bir münasebeti de bulunmamaktadır. Hal böyle iken böyle bir izah nasıl yapılabilir? Şu kadar var ki, o bunun Kur'ân'm tefsiri olduğunu söylememiştir ve bu onun için bir maze­ret olabilir. Şu halde ilgili problem de ortadan kalkmış olur. Geriye hârici bir durumun dikkate alınması suretiyle yapılan yorumların izahı üzerinde durmak kalıyor ki inşallah bu da açıklanacaktır.[294]
"Cibt ve Tâğût'a inanırlar'[295] âyeti hakkında da şöyle demiş­tir: "Bütün Tağûtlarm başı, masiyet karşısında başbaşa kalınması halinde nefs-i emmâredir" Onun bu sözü de, bir Önceki gibidir. Eğer onun tefsir olduğu farzedilecek olursa, o zaman durum, "Felâ tec'alû lillâhi endâden'[296] âyetinde geçtiği gibi olur.[297]
Nisa 4/36 âyeti hakkında ise şöyle demiştir: "el-Câru zî'l-kurbâ" kalptir; "el-câru'l-cünüb" nefs-i tabî'îdir; "es-sâhibu bi'l-cenb" şeriatın işine uyan akıldır; "ibnu's-sebîl" Allah'a itaatkâr olan organlardır"                                                                                     Bu da aynı şekilde izahı güç sözlerdendir. Başkalarının da bu­na benzer sözleri vardır. Şöyle ki: Bu âyetten Arap dilinin özellilk-leri üzerinde yürüyen kimsenin anlayacağı şey, onun zahiridir, yani "el-Câru zî'l-kurbâ" ve diğerlerinden ne kastedildiği ilk etapta an­laşılan şeylerdir. Bunun dışında onlara yüklenmek istenen mânâlar Arabm bilmediği şeylerdir. Ne inananları ne de inkâr edenleri bu âyetten, Sehl'in anladığı mânâyı hiçbir zaman anlamaz­lar. Bunun en güzel delili, sahabe ve tabiîn neslinden oluşan selef­ten Kur'ân tefsirine dair bunlara benzer ya da yakın izahların nak­ledilmemiş olmasıdır. Eğer onlar bu türden tefsirler yapacak olsa­lardı mutlaka kendilerinden nakledilirdi. Zira onlar, Kur'ân'm hem zahir hem de bâtınını anlama konusunda bütün âlimlerin ittifakı ile daha önde bulunan kimselerdi ve bu ümmetin sonra gelenlerinin Önde gelenlerin üzerinde bulunduğundan daha doğru şeyler ortaya koymaları mümkün değildir, kaldı ki sonrakiler Allah'ın şeriatını bilme konusunda öncekilerden daha anlayışlı da değillerdir. Öte ta­raftan yapılan bu tefsirlerin doğruluğunu gösterecek bir delil de yoktur; sözün akışı da desteklememekte, üstelik onunla bağdaşma­maktadır[298], ayrıca haricî bir delil de bulunmamaktadır. Zira onun böyle olduğunu gösteren başka bir delil yoktur. Dolayısıyla bu gibi tefsirler, Kur'ân hakkında ileri sürülen ve reddi sabit olan Bâtınî vb. tevillerine daha yakın gözükmektedir.
"Camdan yapılmış mücellâ bir salon" mânâsına gelen "Sarhun mümerredun min kavârîr'[299]âyeti hakkında da şunları söylemiş­tir: "Sarh" nefistir; "el-mümerred" ise hevâdır; Allah'ın kulunu ko­ruma altına almayı terketmesi sebebiyle hevâ galebe çalarsa, hida­yet ışıldarmı örter"
"İşte zulüm etmelerine karşılık çökmüş bulunan evleri" anla­mındaki "Fe ülke büyûtuhum hâuiyeten bimâ zalemû[300] âyeti hak­kında da şöyle demiştir: "Onlar kendilerinin emir ve yasaklarla muhatap olduklarını bildikleri halde kendilerine yasaklanan şeyle­ri irtikap etmeleri yüzünden kalpleri harap oldu. Büyüt (evler), kalplerdir. Onlardan bazısı, zikir ile mamurdur, bazısı da zikirden gafletinden dolayı haraptır"
"Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümden sonra nasıl diriltiyor?[301] âyeti hakkında ise, kalplerin zikir ile di­riltilmesi muraddır, demiştir."Karada ve denizde fesat çıktı'[302] âyeti için de: "Allah Teâlâ, kalbi denize, organları ise karaya benzetmiştir. Keza onu (kalbi) bitkiler­le güzelleşen yeryüzüne benzetmiştir. Ayetin bâtını işte budur" de­miştir.
Bazıları: "Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını ya­sak edenden... daha zâlim kim vardır?'[303] âyetini şöyle yormuşlar­dır: Mescidler, kalplerdir ve onlar işlenen günahlarla Allah'ı an­maktan alıkonur"
(Tesniye sîgasıyla "Pabuçlarını çıkar!" anlamına gelen) "Fah-la' na'leyk"[304] âyeti hakkında "na'leyk"in bâtını, dünya ve âhirettir demişlerdir. eş-Şiblî'den "Fahla' na'leyk"in mânâsı hakkında: "Sen­den olan herşeyden arın ki bize tam olarak ulaşasın" dediği nakle­dilmiştir. İbn Atâ, "Fahla' na'leyk" hakkında: "Kâinattan sıyrıl ve bu hitaptan sonra artık ona bakma" demiştir. Yine o, "Na'l" nefistir; "mukaddes vâdî", kişinin dinidir; yani nefsinden kurtulmanın ve dinin ile bizimle birlikte olmanın vakti geldi, demektir. Daha başka şeyler de söylemişlerdir ki bunların hepsi, seleften gelen na­killer içerisinde bulunmayan mânâlardır.
Bütün bunlar —eğer nakli sahih ise— Arabm anladığı mânâların dışında şeylerdir ve Allah'ın kelâmı hakkında muraddır diye ileri sürülen ve delilden yoksun bulunan iddialardır. Hz. Ebû Bekir Sıddîk şöyle derdi: "Eğer Allah'ın kitabı hakkında bilmediğim birşeyi söyleyecek olursam, hangi gök beni altında gölgelendirir ve hangi yer beni üstünde barındırır?" Hadiste de: "Kim Kur'ân hak­kında kendi görüşünce birşey söylerse, isabet etse de hata etmiş olur'[305] Buna benzer daha başka uyarıcı sözler vardır. Buna rağ­men, izaha ihtiyaç duymamanızın sebebi, bu gibi sözlerin kadri yü­ce insanlardan nakledilmiş olmasıdır. Hatat el-Gazzâlî bile , Ihyâ'smda ve diğer eserlerinde bunlara yer vermiştir. Konu, bu in­sanların sözü edilen yorumlardan ne kastettiklerini bilmeyen kim­seler için yanlış anlamaların olabileceği bir yerdir. Çünkü bu gibi sözler karşısında insanlar iki gruptur:

Bir grup, onları tasdik ve zahiri üzere olduğu gibi alıp kabul etmekte ve Allah'ın kitabından muradın o olduğuna inanmaktadır. Bunun sonucunda, tefsir kitaplarında o yorumlara ters düşen söz­lerle karşılaştığı zaman ya onları yalanlamakta ya da bocalamakta­dır.
Bir diğer grup ise bu gibi yorumları mutlak surette yalanlamakta ve reddetmekte; onların Allah'ın kitabına yapılmış iftira ve yalanlar olduğuna inanmakta ve onları Bâtınî tevilleri ile eş tut­maktadır. Her iki grup da insaf ölçülerinden biraz uzaklaşmakta­dırlar. Bu gibi problemleri izale için konuya girmeden önce, bu ka­bilden nakledilen şeylerin durumunun açıklık kazanacağı herkesçe kabul gören bir esasın ortaya konması gerekmektedir. O da şudur: [306]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..