DÖRDÜNCÜ MESELE:

Allah'a dayanarak diyoruz ki: Bu konuda insanların farklı yak­laşımları vardır:
a) Bunlardan biri gerçekten çok geneldir ve sanki o, Kitap'tan, sünnet ile amel etmenin sıhhati ve ona tâbi olmanın gerekliliği üzerine delil getirme mecrasına kaymıştır. Bu, "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamberden ayrılıp, inananların yo­lundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu ce­henneme sokarız"[87] âyetinden icmâın alınması gibi birşeydir. Bu yaklaşımda olanlardan biri Abdullah b. Mesûd'dur. Rivayete göre Esed oğullarından bir kadın kendisine gelir ve ona: "Bana ulaştığı­na göre sen falana, falana, dövme yapana ve dövme yaptırana lanet ediyormuşsun. Ben Kur'ân'm iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat senin dediğin şeyi görmedim?!" dedi. Abdullah ona: "Peki, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse on­dan geri durun, Allah'tan sakının'[88] âyetini okumadın mı?" diye sordu. Kadın: "Evet okudum" dedi. İbn Mesûd: "İşte o, odur" dedi.
Bir başka rivayette Abdullah b. Mesûd: "Allah, dövme yapana, dövme yaptırana, kaşlarını aldırtana, Allah'ın yarattığını değiştire­rek güzellik için dişlerini seyreltenlere lanet etsin!" dedi. Onun bu sözü, Esedoğullarından bir kadına ulaştı ve (o gelerek) İbn Me-sûd'a şöyle dedi: "Ey Ebû Abdurrahmân! Bana senin falan falan kimselere lanet ettiğin haberi ulaştı." İbn Mesûd ona: "Allah Rasûlüniin lanet ettiğine ben niye lanet etmeyecekmişim. O Allah'ın kitabında var" dedi. Kadın: "Ben Kur'ân'ın iki kapağı arasında ne varsa hepsini okudum, fakat onu görmedim?!" dedi. İbn Mesûd: "Eğer onu gerçekten okumuş olsaydın elbette görürdün. Al­lah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah'tan sakının.'[89] dedi."[90]İbn Mesûd'un kadına "O Allah'ın kitabında var" deyip arkasın-
dan bu sözünü, "Elbet ben (şeytan) onlara emredeceğim de onlar muhakkak Allah'ın yarattığım değiştirecekler"[91]âyeti yerine 'Pey­gamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun, Allah'tan sakının[92] âyeti ile açıklaması, bu âyetin sünnette yer alan herşeyi içermekte olduğunun İfadesidir.
Aynı yaklaşım şu olayda da gözükmektedir: Abdurrahmân b. Yezîd, üzerinde elbisesi bulunan ihramlı bir kimse görür ve onu bu halden menetmek ister. Ancak o: "Bana, elbisemi çıkarttıracak Kur'ân'dan bir âyet getir" diye tutturur. Abdurrahmân da ona:"Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan geri durun. Allah'tan sakının"[93] âyetini okur.
Yine rivayet edildiğine göre Tâvûs ikindi namazından sonra iki rekat nafile kılardı. îbn Abbâs ona: "Onu bırak!" dedi. Ancak o: "Ra-sûlullah onu sadece sünnet edinilmesin diye yasaklamış­tır" diye karşılık verdi. İbn Abbâs: "Şüphesiz ki Rasûlullah ikindi namazından sonra namaz kılınmasını yasaklamıştır.[94] Bu durumda senin kılmakta olduğun bu namazdan dolayı azaba mı maruz kalacaksın, yoksa sevap mı alacaksın, bilemem. Çünkü Yüce Allah: "Allah ve Peygamberi birşeye hükmettiği zaman, inanan er­kek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz'[95] buyur­maktadır" dedi.
Rivayete göre el-Hakem b. Ebân, İkrime'ye ümmüveledlerin[96]durumu hakkında sorar. İkrime, onların hür olduklarını söyler. el-Hakem: "Ne ile?" diye sorar. O da: "Kur'ân ile" diye cevap verir. Bu kez: "Kur'ân'da ne ile?" diye sorar. İkrime: "Allah Teâlâ: 'Ey ina­nanlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin...[97] buyurmaktadır. Hz. Ömer, buyruk sahibi olanlardandı ve o, bu tür kadınların, düşükle de olsa âzâd olacakla­rını söylemişti" şeklinde cevap verir.

Bu yaklaşım, sünnet ile amel etme konusunun deliliendirilme-sine benzemekte hatta bizzat kendisi olmaktadır. Şu kadar var ki, bu uğraşıda deliller, Kitab'ın, sünnette yer alan tafsîlî mânâlara delâleti mecrasına kaydırılmıştır.
b) Bir diğer yaklaşım ulemâca meşhur olanıdır. Mücmel olarak zikredilen hükümlerin beyanı sadedinde gelen aşağıdaki türden olan hadisler gibi. Bu beyan, ya amelin nasıl yapılacağının belirlen­mesi, ya da sebeplerinin veya şartlarının veya mânilerinin veyahut da sonuçlarının vb. açıklanması şeklinde olur.Meselâ Kur'ân'da nassla belirtilmemiş bulunan namazların vakitlerinin, rükû ve sec­delerinin, diğer hükümlerinin açıklanması, zekâta nisbetle oranla­rın, zekât vaktinin, zekâta tâbi malların nisaplarının, zekâta tâbi olup olmayan malların belirlenmesi, oruçla ilgili hükümlerin beyan edilmesi gibi. Hadesten ve necasetten taharet, hacc, usûlüne uygun boğazlama (tezkiye), av, yenmesi helâl olanların, haram olanlardan ayrılması, nikâh hükümleri ve buna bağlı olarak talâk, ric'at, zıhâr, liân gibi diğer konular, ahş-veriş ve ilgili hükümler, ceza hukuku ile ilgili kısas vb. hükümler... evet bütün bunlar Kur'ân'da mücmel olarak gelen esasların beyanı olmaktadır. "İnsanlara indirileni açıklayasın diye sana Kitab'ı indirdik[98] âyet-i kerîmesinde ifade edilen husus da bu olmaktadır.

Rivayete göre Imrân b. Husayn bir adama şöyle demiştir: "Sen ahmak birisin! Sen Allah'ın kitabında öğle namazının dört olduğu­nu ve kıraat esnasında açıktan okunmayacağını bulabilir misin?" Sonra o, namaz, zekât ve benzeri yükümlülükleri saydı ve şöyle de­di: "Bütün bunları Allah'ın kitabında açıklanmış buluyor musun? Allah'ın kitabı bunları müphem bırakmıştır, sünnet ise onları açık­lamaktadır."
Mutarrif b. Abdillah b. eş-Şıhhîr'e: "Bize sadece Kur'ân'dan bahsedin" dendiği zaman şöyle demiştir: "Vallahi biz (hadis rivayeti ile) Kur'ân'a bir alternatif getirme arzusunda değiliz. Ancak bu ha­limizle biz, Kur'ân'ı bizden daha iyi bilen birinin[99] olduğunu göster­mek istiyoruz."
el-Evzâî, Hassan b. Atıyye'den şöyle dediğini nakleder: "Vahiy Rasûlullah'a [fll^Su] inerdi. Onu tefsir eden sünneti de ona Cibril

getirirdi."

el-Evzâî ise: "Kitab'ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kitab'a olan ihtiyacından daha çoktur" derdi. İbn Abdilberr de: "O bu sö­züyle, sünnet Kitap üzerine hükmeder ve ondan muradın ne oldu­ğunu açıklar, demeyi kastetmiştir" demiştir.

Ahmed b. Hanbel'e: "Sünnet, Kitap üzerine hâkim konumda­dır" şeklindeki söz hakkında sorulduğu zaman: "Ben bu konuda bu sözü söyleme cesaretini gösteremem. Ancak ben şunu derim: Sün­net Kitab'ı tefsir eder ve onu açıklar."

Bu yaklaşım, tafsil konusunda maksadı ifadeye en yakın ve bu mânâda ulemânın kullanışında en yaygın olanıdır.
c) Bir diğer yaklaşım Kitab'ın muhtevasını genel olarak tesbit edip, ilave beyan ve şerhleriyle birlikte aynısının sünnette de mev­cut olduğunu görmek şeklindedir. Şöyle ki: Kur'ân-ı Kerîm, hem dünya hem de âhiretle ilgili tüm maslahatların temini, mefsedetle-rin de defi amacıyla belirlenmesini esas almıştır. Daha önce de geç­tiği gibi maslahatlar üç kısımdan oluşur: 1) Zarûriyyât ve tamamla-
yıcı unsurları. 2) Hâciyyât ve tamamlayıcı unsurları. 3) Tahsîniyyât ve tamamlayıcı unsurları. Daha önce Makâsıd bölümünde de ortaya konduğu gibi bunların bir dördüncüsü yoktur. Sünnete baktığımız zaman onun muhtevasının da aynı şekilde bu üç kısmın ötesine taş-madığmı görürüz. Kitap, maslahatın bu üç türünü başvurulacak genel esaslar olarak getirmiş, sünnet ise, Kitapta yer alan bu genel esaslara detaylar getirmiş ve açıklamalarda bulunmuştur. Sünne­tin muhtevası içerisinde sonuç itibarıyla bu üç türe çıkmayan hiçbir şey bulunmamaktadır.

Nasıl ki beş zarurî esas Kitap'ta genel ilkeler halinde yer al­mışsa, sünnette de detaylarıyla açıklanmıştır:
Meselâ dinin korunması esasını ele aldığımızda bunun özünü üç şeyin oluşturduğunu görürürüz: İslâm, iman ve ihsan (ihlâs). Şu halde bunların esası Kur'ân'da, beyanı ise sünnettedir.[100]Tamamla­yıcı unsurları da üç şeydir:
1) Terğîb ve terhîb yoluyla yani kâh öğütle ve müjdeleyerek, kâh sert sözle ve korkutarak dine davette bulunmak,
2) Karşı tavır alanlara ya da onu ifsad etmek isteyenlere karşı cihâd etmek,
3) Onun esasına arız olabilecek noksanlıkları telafi etmek.[101] Bu üç şeyin aslı Kitap'ta, detaylı olarak açıklanması ise sünnette yer almaktadır.

Nefsin (can) korunması ilkesini üç esas oluşturur:
1) Türemenin (tenasül) meşru kılınması suretiyle aslının ikâmesi yani nefse vücut verilmesi.
2) Yokluktan varlık âlemine çıktıktan sonra onun yaşantısının
sürdürülmesi. Bu da ona gıda veren ve böylece onu içeriden koruyacak olan yiyecek ve içeceklerle, onu dışarıdan koru­yacak olan giyecek ve barınma yoluyla olur.[102] Bütün bunlar  ilke olarak Kur'ân'da mevcuttur, sünnet ise onlara açıklık getirmiştir.

Bunların tamamlayıcı unsurları da üçtür:
1) Onu, zina gibi haram yollarla vücuda getirmeden koruma. Bu türemenin sahih nikâh yoluyla olması suretiyle temin edilmiştir. Nikâhla ilgili olan talâk, hulu', liân vb. gibi hü­kümler de bu kısma katılır.
2) Gıda olarak kullanacağı şeylerin zararsız olmasını, öldürücü ve ifsad edici olmamasını temin ve bunun için gerekli olan tezkiye (boğazlama) ve av hükümlerinin konması.
3) Had ve kısas cezalarının konması, cana arız olabilecek du­rumların dikkate alınması ve benzeri durumlar[103]
Neslin korunması esası da bu kısma[104] girmektedir. Esasları Kur'ân'dadır ve sünnet onları açıklamıştır.
Malın korunması, esasen onun mülkiyete konu olması[105] ve tükenmemesi[106] için (ya da yeterli olmaz korkusuyla[107]) üretilip ne-malandırılması ilkelerinin dikkate alınması demektir. Bu esasın ta­mamlayıcı unsurları ise ona arız olabilecek durumların[108] bertaraf edilmesi ve aslın[109] maruz kalabileceği tecavüzlerin tazir (zecr), had ve tazminat hükümleriyle telafi edilmesidir.[110] Bunlar hem Kitap'ta hem de sünnette yer almıştır.
Aklın korunması, onu bozmayacak şeylerin alınması yoluyla olur. Bu esas da Kur'ân'da[111] bulunmaktadır. Tamamlayıcı unsuru ise, (içkide) had, (diğer uyuşturucu vb. şeylerde ise) tazir cezaları­nın konulmasıdır. Bunun için Kur'ân'da belirlenmiş özel bir esas yoktur. Durum sünnette de aynı şekildedir ve konuyla ilgili özel bir hüküm yoktur. Dolayısıyla hüküm ümmetin içtihadına bırakılmış­tır.[112]

Eğer ırzın korunması, muhafazası zarurî olanlara katılacak olursa (ki öyledir) onun da Kur'ân'da yer alan ilkeleri bulunmakta­dır ve sünnet tarafından açıklanmıştır: Liân ve kazf (iftira) hakkın­daki hükümlerde olduğu gibi.

Buraya kadar anlattıklarımız, zarûriyyâtm dikkate alınması konusunda bir yaklaşım olmaktadır. Makâsıd bölümünün baş tara-finda geçen yaklaşımı da esas almak mümkündür ve o zaman da maksat yine hasıl olacaktır.

Hâciyyât konusuna baktığımız zaman, orada da durumun aynı ya da yakın bir tertip üzere bidüziyelik arzettiğini göreceğiz. Çünkü hâciyyât, zarûriyyât etrafında dönmektedir.

Tahsîniyyât hakkında söylenecek söz de aynıdır.

Kur'ân ve sünnette yer alan şeriatın temel ilke ve kaideleri ta­mamlanmış ve bu konuda eksik hiçbir şey bırakılmamıştır. İstikra (kapsamlı araştırma) da bunu ortaya koymaktadır ve bu durum Ki­tap ve sünneti bilen kimseler için hiç de zor değildir. Selefi sâlih öy­le oldukları için bu durumu açıkça belirtmişlerdir. Nitekim konu ile ilgili bazılarından nakiller yapılmıştı.

Daha fazla bilgi edinmek isteyen kimse şunu göz önünde bu­lundurmalıdır: Hâciyyâttan olan hükümler hep bir tür genişlik ge­tirmek, kolaylaştırmak, güçlüğü kaldırmak ve rıfkla muamelede bulunmak esası etrafında döner.
Meselâ dine nisbetle hâciyyât, ruhsatların konulması konusun­da kendisini gösterir. Meselâ taharette teyemmümün getirilmesi ve giderilmesi güç olan pisliğin hükmünün kaldırılması[113] gibi. Na­mazda, yolculuk esnasında kısaltılarak kılınması, baygın halde ge­çirilen zamanlara ait namazın kaza edilmemesi, cem yani iki vak­tin birleştirilerek kılınması, oturarak ve yan üzere kılınması ruhsat hükümleri gibi. Oruçta, yolculuk ve hastalık anında tutmama ruh­satı gibi. Diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Bu gibi konularda eğer Kur'ân meselâ teyemmüm, namazın kısaltılması ve orucun tu­tulmaması gibi konularda olduğu gibi bazı detaylara temas ediyor­sa ne âlâ, yok böyle bir temas yoksa, sıkıntı, meşakkat ve güçlüğün (harec) kaldırıldığına dair nasslar bu konuda yeterlidir.[114]Dolayı­sıyla müctehid bu kaideyi işletebilecek ve ona göre kolaylıklar geti­rebilecektir. Sünnet ise, bu işi ilk yapandır.
Hâciyyât, nefsi korumaya nisbetle de çeşitli yer ve şekillerde tezahür eder. Bunlardan biri ruhsat mahalleridir: Çaresiz kalan kimsenin lâşe yemesi, zekât vb. yollarla yardımlaşılması, avın -ha-ramlığı gerektiren kanın akıtılması, normal boğazlama ameliyesin-deki gibi gerçekleştirilmiş olmasa bile- mubah kılınması[115] gibi.
Neslin yani türemenin korunmasına nisbetle nikâh akdinde, diğer akitlerde müsamaha edilmeyen bazı durumlara müsaade e-dilmiştir: mehir belirlemeden akitte bulunma gibi. Çünkü nikâh ko­nusunda insanlar ahş-verişte olduğu gibi davranmazlar ve burada, diğer akitlerde dikkate alınan bilinmezliklerin dikkate alınması çe­şitli sıkıntılar doğurur. Talâkın sayısının en fazla üçle sınırlandırıl­ması[116], esasen talâkın (bir çözüm-olarak) benimsenmiş olması[117] hul'[118] ve benzeri hükümler de aile hukuku ile ilgili getirilen ruh­satlardandır.
Malın korunmasına nisbetle ise, az kabul edilebilecek aldan­malar (garar) ile genelde kaçınılması mümkün olmayan bilinmez­liklerin dikkate alınmaması şeklinde bir ruhsat getirilmiştir. Keza selem, arâyâ, karz, şuf a, kırâz, müsâkât vb. ruhsatlar getirilmiştir. Malların biriktirilmesi konusunda genişlik gösterilmesi ve ihtiyaç miktarından daha fazla malın tutulmasının meşru görülmesi, helâl olmak kaydı ile güzel olan şeylerden israfa kaçmadan, pintiliğe düşmeden itidalli bir şekilde istifadenin caiz görülmesi[119] de bu ka­bildendir.
Akla nisbetle mükreh yani tehdit altında olan kimse hakkında içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle ruhsatlar getirilmiş ve tehdidin hükmü kaldırılmıştır. Yine bazılarına göre çaresiz durumda kalan (muztar) için de durum aynıdır; açlık, susuzluk ve hastalık duru­munda nefsinin telef olacağından korkarsa akim korunması esası­na illâ da riayet etmesi gerekmez; çünkü nefsin korunması akıldan daha önce gelir.[120]
Bütün bunlar, "Harec yani sıkıntı ve güçlük kaldırılmıştır" il­kesinin birer tezahürüdür.[121] Çünkü bunların çoğu ictihâdîdir[122]ve sünnet onlardan Kur'ân'da yer alan küllî esasla aynı durumda olanları belirlemiştir[123] ve bunlar Kur'ân'da mücmel olarak belir­lenmiş olan genel esasın açıklaması durumundadır. Bu kabilden olup da Kur'ân'da açıklanan şeylere gelince, sünnet onların çizmiş olduğu sınırın ötesine geçmez ve çerçevesi dışına çıkmaz.

Tahsîniyyâttan olanlar hakkında da, hâciyyât hakkında geçerli olan durumlar aynen geçerlidir. Çünkü bunlarla ilgili hükümler üs­tün ahlâk telakkisine ve geçerli olan güzel âdetlere dayanırlar. Na--maza nisbetle temizlik şartı gibi. Tabiî bu, taharetin tahsîniyyâttan olduğunu savunanlara göre böyledir. Keza namaz için en güzel elbiselerin giyilmesi, üste başa çeki düzen verilmesi, güzel koku alın­ması vb. durumlar da bu kabildendir. Zekât verirken ve infakta bulunurken en kaliteli ve güzel olanların verilmesi, oruçta yumuşak­lıkla muamele edilmesi böyledir. Nefsin korunmasına nisbetle rıfk ve ihsan, yeme ve içme âdabı vb. gibi şeyler gibi. Nesle nisbetle eşi ya güzellikle tutma ya da iyilikle salıverme, ona karşı baskıcı ve sı­kıcı olmama, iyi davranma vb. gibi. Mala nisbetle onu nefsânî arzu­lardan uzak olarak elde etme ve hem kazanırken hem de kullanır­ken takva prensibine riayetkar olma, ihtiyaç sahiplerine ondan harcamada bulunma gibi. Akla nisbetle içkiden uzak durma ve iç­me kasdı olmasa bile ondan kaçınma gibi. Çünkü Allah Teâlâ, "On­dan kaçının!" buyurmakta, ondan mutlak surette kaçınılmasını ve uzak durulmasını istemektedir. Bütün bunlar esas olarak Kur'ân'-da mevcuttur. Bunlar, Kitap'ta mücmel veya mufassal olarak ya da her iki biçimde de beyan edilmiş, arkasından sünnet gelerek bütün bu esaslar üzerinde hakimane bir şekilde durmuş ve anlaşılmasını daha kolay kılacak, başka şerhe ihtiyaç bırakmayacak şekilde be­yan etmiştir. Burada gözetilen maksat sadece buna dikkat çekmek­ten ibarettir. Aklı başında olan kimse, işaret edilen şeylerden hare­ketle sözü edilmeyenleri de kavrayabilir ve onların künhüne vakıf olabilir. Tevfîk ancak Allah'tandır.

d) Bir diğer yaklaşım, hükmü gayet açık olan her iki uç tarafın arasında kalan ictihâd alanıyla —ki bu "İctihâd" bölümünde ortaya konan husus olmaktadır— usûl ile furû arasında dönen kıyas saha­sına —ki bu da "Kıyas Delili " bahsinde açıklanmıştır— bakmadır.

Söze birincisi ile başlayalım:

Şöyle ki: Kitap'ta ya da sünnette iki uç hakkında hükmü belir­leyici nass bulunur. Bu iki uç arası ise, her iki tarafın da ona asıl­ması ve kendi hükmüne katma eğiliminde olması hasebiyle ortada ve içtihada mahal olarak kalır. Bazen bu gibi meselelerde değerlen­dirme yapma ve bir sonuca ulaşma açık ve kolay olur ve o zaman konu müctehidlerin değerlendirmelerine havale edilir. Nitekim "İctihâd" bölümünde ortaya konulmuştur. Bazen de değerlendirici­nin idrakinden uzak ya da illetin belirlenmesi imkânı bulun­mayan taabbudî bir konu olur. İşte böyle bir durumda Rasûlullah'-tan onun hakkında bir beyan gelir ve onun iki uçtan fa­lancaya katılacağını ya da ihtiyat tedbiri olmak üzere ya da başka birşey sebebiyle her iki ucun da hükmünü alacağım belirler. Burada kastedilen mânâ işte budur.

Bu noktayı örneklerle açıklamak istiyoruz: (1)
Allah Teâlâ temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, pis ve iğrenç olan şeyleri de (habâis) haram kılmıştır. Bu iki ucun arasında bunlardan her birine katılması mümkün olan pek çok şey bulunmakta­dır. İşte Rasûlullah [ aSîiâtu] bu konuda gerekli açıklamalarda bu­lunmuş ve köpek dişli olan yırtıcı hayvanlar ile pençeli kuşları ye­meyi yasaklamıştır.[124] Yine ehlî eşeklerin etlerinin yenilmesini ya­saklamış ve onlar hakkında, "O necistir" buyurmuştur. İbn Ömer'e kirpinin yenilip yenilmeyeceği hakkında sorarlar. O da: Te!" diye cevap verir ve: "De ki: Bana vahyolunanda onu yiyecek kimse için,

lâşe veya akıtılmış kan, yahut domuz eti—ki pisliğin kendisidir__
ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka ha­ram edilmiş birşey bulamıyorum[125] âyetini okur. Bunun üzerine birisi: "Şüphesiz Ebû Hureyre bu konuda Rasûlullah'tan onun iğrenç yaratıklardan biri olduğuna dair rivayette bulunmak­tadır" deyince İbn Ömer şöyle der: "Eğer onu Rasûlullah söylemişse, elbette ki durum onun söylediği gibidir." Ebû Davud'un kitabında rivayet ettiği bir hadiste de, "Rasûlullah cellâ-lenin[126] yenilmesini ve sütünü yasakladı[127] denilmektedir. Bu, öy­lesi bir hayvanın etinde pisliğin etkisinin olması sebebiyledir. Bü­tün bunlar pis ve iğrenç olan şeylerin haram olması esasına katıl­ması anlamına gelir. Öbür taraftan Rasûlullah keleri, toy kuşunu, tavşanı ve benzeri şeyleri[128]de temiz ve güzel olan şeyle­rin helâl olması esasına katmıştır. (2)
Allah Teâlâ, içeceklerden su, süt, bal vb. gibi sarhoşluk verici olmayanları helâl kılmış, içkiyi ise haram kılmıştır. Çünkü o, in­sanlar arasında kin ve düşmanlığa sebep olan aklın izalesi sonucu­nu doğurmakta, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymaktadır. Bu hükmü belli iki esas arasında ise, aslında sarhoşluk verici olmayan fakat sarhoş etmeye ramak kalan içecekler bulunmaktadır. Bunlar "Dubbâ"[129]"Müzeffet"[130] ve "Nakîr"[131]vb. denilen kaplarda tutulan şıralardır.[132] Rasûlullah [ sl£Sfu] bunları önce, sedd-i zerîa ilkesinden hareketle sarhoş edici içkilere katmış ve içilmesini ya­saklamıştır. Sonra mesele üzerinde tekrar durarak "eşyada asıl olan ibâhadır" prensibinden hareketle bunlarda da aslî hükmün su ve balda olduğu gibi mübahlık olduğu noktasından hareketle şöyle buyurmuştur: "Ben size daha önce şıra (nebîz) edinmenizi yasakla­mıştım. Şimdi ise şıra edinebilirsiniz. Her sarhoşluk verici nesne haramdı?."[133] Bu durumda azıcık sarhoşluk veren şeyin durumu aslî haramlık (ile mübahlık) arasında kalmıştı. Bunu açıklamak üzere de: "Azı sarhoşluk verenin çoğu da haramdır"[134] buyurmuş­tur. (Üzüm ile hurma, ya da kuru üzüm ile yaş üzüm veya kuru hurma ile yaş hurma gibi) iki ayrı maddeden elde edilen şıranın ya­saklanışı da, "Dubbâ" ve "Müzeffet" gibi kaplarda şıra tutulması yasağının gerekçesine bağlıdır.[135] Bu ve benzeri meseleler, hükmü belli olan iki esas arasında dönüp dolaşmaktadır. Bu durumda Rasûlullah'tan gelen beyan, onların iki esastan hangisine dahil olduklarını göstermekten ibaret olmaktadır. (3)
Allah Teâlâ, eğitilmiş av hayvanının sahibi için tuttuğu avı helâl kılmıştır. Bundan eğitilmiş olmayan hayvanın tuttuğu avın helâl olmayacağı hükmü de bilinir. Çünkü eğitilmemiş bir hayvan avı sırf kendisi için tutar. Şimdi hükmü belli olan bu iki esas ara­sında eğitilmiş olan bir av hayvanının tuttuğu ve birazını da yediği avın hükmü kalmaktadır. Hayvanın eğitilmiş olması, avı sahibi için tutmuş olmasını gerektirir. Yemesi ise, onu sahibi için değil kendisi için tutmuş olduğu anlamına gelir. Bu durumda iki esas tearuz eder. İşte bu anda sünnet gelerek hükmü beyan eder: Rasûhıllah bu konuda şöyle buyurur: "Eğer yerse, sen yeme; çünkü ben onu sadece kendisi için tutmuş olmasından korkarım."[136] Baş­ka bir hadiste: "Eğer avı öldürür ve ondan birşey yemezse, onu mutlaka senin için tutmuş demektir"[137] buyurur. Bir başka hadiste ise: "Köpeğini gönderdin ve besmele de çektiysen, ondan yese bile tuttuğu avı ye.'[138] buyurmuştur. Bütün bunlar hükmü belli olan iki uç asla dönmekten başka birşey değildir. (4)

İhramlı bir kimseye mutlak surette av hayvanı öldürmesi ya­saklanmıştır. Kasıtlı öldüren ihramlı bir kimseye ceza gerekeceği hükmü de getirilmiştir. İhramlı olmayan bir kimse için de mutlak surette helâllik hükmü konulmuştur; dolayısıyla ihramlı olmayan bir kimsenin av hayvanı öldürmesi halinde birşey (ceza) gerekme­mektedir. Bu iki belli hüküm arasında ihramlı bir kimsenin hata yoluyla av hayvanı öldürmesi durumunun hükmü meçhul kalmak­tadır. İşte bu konuda sünnet gelerek, hata ile kasıtlı Öldürmenin arasında bir fark olmadığını belirtmiştir. Zührî şöyle demiştir: "Kur'ân, kasten öldüren kimseye ceza hükmünü getirmiştir. Ceza, hata yolu ile Öldürmede de sünnetin hükmü olmaktadır." Zührî, âlimler içerisinde sünneti en iyi bilenlerden biridir. (5)
Her türden olan helâl ve haramı Kur'ân beyan etmiştir. Bu iki­si arasında ise durumları belli olmayan şeyler vardır ve bunlar hem helâl hem de haram tarafının hükmünü alabilir. İşte bu konuda Rasûhıllah [ ")^fâ^tul devreye girerek durumu hem icmâlî olarak hem de detaylı bir biçimde açıklamıştır. İcmâlî olarak şöyle açıkla­mıştır: "Haram bellidir, helâl bellidir; bu ikisi arasında ise durum­ları belli olmayan şüpheli şeyler vardır... "[139] İkinci kısımdan açık­lamasına ise şunları örnek gösterebiliriz: Abdullah b. Zem'a hadi­sinde, (yargı yoluyla Zem'a'ya ait olduğuna hükmettiği çocuk hak­kında) (Zem'a'nın kızı olan) Şevde validemize (ki hükme göre kar­deş oluyorlar): "Ey Şevde! Onun yanında Örtün!" buyurmuştur. Çünkü her ne kadar çocuğun Zem'a'ya ait olduğuna hükmetmişse de, (onun kendisinden olduğunu iddia eden) Utbe'ye benzer olduğu­nu görmüştü.[140]Av konusunda Adiy b. Hatim hadisinde ise Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Köpeklerine başka bir köpek karışırsa, tutulan avı yeme! Bilemezsin belki de senin olmayan köpek tutmuştur."[141] İçerisine çeşitli hayız bezi, pislik vb. şeyler atı­lan Bidâ'a kuyusu hakkında da: "Allah Teâlâ, suyu temiz olarak yaratmıştır; onu hiçbir şey pis kılamaz"[142] buyurmuş ve onun hük­münü iki taraftan birine yani temizlik hükmüne katmıştır.[143] Av hakkında: "Gözünün önünde öleni ye[144], yaralanıp kaçan ve daha sonra Öleni bırak![145]buyurmuştur. Süt haramlığı konusundaki Ukbe b.. Haris hadisinde şöyle anlatılır. Bu zat evlenmek istediği zaman siyah bir kadın gelerek hem kendisini hem de evlenmek is­tediği kadını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine bu sahâbî doğru Medine'ye hareket eder ve olanları Rasûlullah'a anlatır. Bunun üzerine Rasûlullaht': "Nasıl olabilir?! Kadın her i-kinizi de emzirdiğini iddia etmektedir. Onu bırak!" buyurur.[146] Bu­na benzer daha pek çok örnek vardır. (6)
Allah Teâlâ zinayı haram kılmış, evlenmeyi ve cariyelerle iliş­kide bulunmayı helâl kılmıştır. Meşru şekle muhalif aktedilen nikâh hakkında ise sükût geçmiştir. Çünkü böylesi bir akit, ne ger­çek bir nikahtır, ne de tam bir zina ilişkisidir. İşte bu gibi konular­da, bazı uygulamaların hükmünü bildirmek üzere sünnet gelmiş, sünnetin açıklık getirmediği diğer şekiller ise[147] ya mutlak surette, ya da bazı hallerde iki asıldan birine katılması, veya başka bir du­rumda diğer asla katılması konusunda içtihada mahal olmak üzere kalmıştır. Hadiste şöyle gelmiştir: "Hangi kadın velisinin izni ol­madan nikâhlanırsa, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır, onun nikâhı bâtıldır. Eğer zifaf gerçekleşmişse, kocanın kadından istifadesi karşılığında ona mehir vermesi gerekir.[148] Fâsid diğer nikâhlarla ilgili olarak sünnette yer alan diğer hadisler için de edi­lecek söz aynıdır. (7)
Allah Teâlâ, deniz hayvanlarını temiz olan şeyler arasında ol­mak üzere helâl kılmış, İaşeyi de haram olan iğrenç şeyler arasında saymıştır. Bu iki ucun arasında deniz ölüsünün hükmü belirsiz kal­mıştır. Acaba denizde kendiliğinden ölen bir hayvanın hükmü ne­dir? İşte bu konuya sünnet ışık tutmuş ve Rasûlullah ko­nuyla ilgili olarak: "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir"[149] buyur­muştur. Bazı hadislerde de şöyle buyrulmuştur: "İki ölü helâl kilınmıştır: balık ve çekirge."[150] Öbür taraftan Rasûlullah , deniz tarafından karaya vuran ve Ebû Ubeyde tarafından getirilen (balık)tan da yemiştir. (8)
Allah Teâlâ taammüden işlenen cinayetlerde cana can, dişe diş olmak üzere hem canlar hem de organlar için kısas hükmünü koy­muş ve bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Orada onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşı­lıklı ödeşme (kısas) yazdık."[151] Hata yoluyla işlenen cinayetler hak­kında ise: "Mü'min bir köle azadı ve ailesine ödenecek diyet gere­kir"[152] buyruğu ile diyet hükmünü getirmiştir. Rasûlullah da inşallah ileride gelecek[153] olan şekil üzere organ diyetlerini belirlemiştir. Bu durumda her iki ucun hükmü belirlenmiş, bu ikisi ortasında anne karnından bir darbe vb. sonucunda düşürülen ceni­nin hükmü müşkil bir hal almıştır. Çünkü bir taraftan diğer organ­lar gibi annesinin bir parçası durumundadır; öbür taraftan bakıldı­ğı zaman hilkat itibarıyla tam bir insan sayılabilmektedir. İşte bu müşkil durumun hükmünü sünnet açıklamış ve hükmün "gurre"[154] olduğunu ve tam olarak her iki tarafa da benzemediği için nevi şah­sına münhasır bir hükmü bulunduğunu belirtmiştir. (9)
Allah Teâlâ meyteyi yani usûlüne göre boğazlanmadan ölmüş hayvanı haram, usûlüne göre boğazlanmış hayvanı da helâl kılmış­tır. Boğazlanmış bir hayvan karnından ölü olarak çıkan yavrunun hükmü, bu iki esas arasında kalmakta ve her iki tarafın da hükmü­nü alabilecek durumdadır. Vaziyet böyle iken Rasûlullah ["^»ıf^1"] : "Yavrunun boğazlanması, annesinin boğazlanmasıdır"[155] buyur­muş ve yavrunun annesinin bir parçası sayılması tarafını, onun müstakil bir varlık olduğu tarafına tercih etmiştir. (10)
Allah Teâlâ miras âyetinde: "Eğer kadınlar ikinin üzerinde ise, bırakılanın üçte ikisi onlarındır. Şayet bir ise yarısı onundur"[156] buyurmaktadır. Bu âyete göre iki kızın durumu beyan edilmiş ol­mamaktadır (raeskûtun anh). Onlarla ilgili hükmün belirlenmesi sünnete kalmış ve onlar da, ikiden fazla kızın hükmüne katılmış­lardır. [157]Nitekim el-Kâdî İsmail böyle zikretmiştir.
Buraya kadar verilenler konu ile ilgili örneklerdir ve bunlar değerlendirilmek suretiyle diğerleri hakkında da bir hükme ulaş­mak mümkündür. Çünkü konu düşünen kimse için gayet açıktır ve sonuçta bunlar, hükmü nasslarla belirlenmiş olan iki uçtan birine ya da aynı anda her ikisine de birden katmak demektir ve hiçbir zaman bu iki uç esasın dışına çıkılması söz konusu değildir.[158]Şimdi de kıyas alanına giren hadisler üzerinde duralım: Kur'-ân-ı Kerîm'de bazı esaslar vardır ki bunlar, benzeri durumların hükmünün de kendi hükümleri gibi olduğuna işarette bulunur ve bunların mutlak olarak zikredilmeleri bazı kayıtlı olanların da on­lar gibi olduğunun anlaşılmasını sağlarlar. Bu durumda sünnetin konu ile ilgili beyanına dayanılarak fer'î meselelerin tefrîine gidil­meksizin bu esaslarla yetinilir. Bu yaklaşım, makîsun aleyhin —her ne kadar hâss olsa da— mânâ bakımından âmm olması esa­sından hareketle olmaktadır. Bu konunun izahı Deliller bahsinde geçmişti.[159] Durum böyle olunca konuyu şöylece özetlememiz müm­kün olacaktır: Kur'ân'da bir asıl bulunduğu zaman, sünnet ya onun mânâsında olanı, ya ona katılacak olanı veya ona benzer olanı ya da ona yakın olam getirmiş olacaktır. İfade edilmek istenen mânâ işte budur. Burada Rasûlullah'ın  söz konusu hadisi kıyas yoluyla[160] ya da vahye müsteniden söylemiş olması arasında bir fark yoktur. Her halükârda o söz, bizim zihinlerimizde makîs (kıyas yapılan) mecrasında algılanacak, Kitap aslı —Deliller bölümünün başında[161]zikredilen mânâ itibarıyla— onu da kapsamış olacaktır. Konu ile ilgili, çeşitli örnekler verilecektir: 1.
Allah Teâlâ, ribâyı[162] ve hakkında, "Elbette alış veriş de ribâ gibidir"[163] dedikleri cahiliye ribasını haram kılmıştır. Cahiliye ri-basmdan maksat, alacaklının borçluya: "Ya borcunu ödersin ya da arttırırsın" demesi ve onun da kabul etmesi suretiyle borcun yeni bir borç karşılığında feshedilmesidir. "Eğer tevbe ederseniz anapa­ranız sizindir. Böylece ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığı uğratıl­mış olursunuz"[164] âyeti de buna delâlet etmektedir. Rasûlullah Söyle buyurmuştur: "Cahiliye ribâsı kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk ribâ da Abdulmuttalip oğlu Abbâs'ın ribâsıdır; onun hep­si kaldırılmıştır."[165]Durum böyledir ve bu nasslarda söz konusu olan yasak, karşılıksız olan bir fazlalık yüzündendir. Sünnet işte bu noktayı göz önünde tutarak, karşılıksız fazlalığın her türlüsünü ya­sağın kapsamına sokmuştur. Bu meyanda olmak üzere Rasûlullah Şöyle buyurmuştur: "Altın altın ile, gümüş gümüş ile, buğ­day buğday ile, arpa arpa ile, hurma hurma İle, tuz tuz ile (mübadele edildiğinde) misli misline, dengi dengine ve elden ele olacaktır. Kim artırır veya fazla alırsa şüphesiz o ribâ almış I ver­miş olur. Bu sınıflar muhtelif olduğu zaman, elden ele olmak kaydı ile istediğiniz gibi alıp satın!" Hadisin son cümlesinde sınıfların muhtelif olması halinde söz konusu olan nesî'e ribası[166] da yasak kapsamına eklenmiştir. Çünkü bedellerden birinin ertelenmesi, (genelde) karşılıksız bir fazlalık anlamı taşır. Menfaat celbeden her  türlü selef yani borç ilişkileri de yine bu mânâ içine girmektedir. Şöyle ki: Nesîede yani bedellerden birinin veresiye olması halinde cinsin kendi cinsi karşılığında satılması, birşeyin kendisini yine kendine bedel tutma kabilindendir. Çünkü her ikisinden elde edile­cek fayda birbirine yakındır. Bu durumda bedellerden birinin fazla olması, karşılıksız bir ziyadelik anlamına gelir.[167] Bu ise yasaktır.iki bedelden birinin veresiye olması, âdeten ancak kıymette bir zi-yadeliğin olması halinde olur. Zira elde peşin olan birşeyin, kendi cinsinden veresiye bir şey ile mübadelesi, ancak elde peşin olandan veresiye olanın daha kıymetli ve üstün olması halinde söz konusu olur. Dolayısıyla bu, akdin yasaklanmasını gerektiren bir fazlalık­tır. Geriye şu soru kalıyor: Peki, nakdeyn yani altın ve gümüş ile gıda maddeleri dışında kalan diğer malların bu tür satışı niçin caiz­dir de bunlarmki caiz değildir?! İşte bu nokta, müctehidlerce ayırı­mı zor ve kapalı olan bir konudur ve bu şimdiye kadar mânâsı[168] henüz açıklık kazanamamış en kapalı meselelerden biri olma özelli­ğini hâlâ korumaktadır. Bu yüzden sünnet konuya müdahale ede­rek müctehidlerce bulunup ortaya çıkarılması ve diğerlerinden ay­rılması imkânsız olan bu meseleye açıklık getirmiştir.[169] Eğer bu konu da, diğer konular gibi açık olsaydı, diğerleri gibi bu da mücte-hidlerin görüş ve değerlendirmelerine havale edilirdi.İşte böyle bir konu, kıyastaki asıl ile fer' mecrasında câri[170] olmaktadır. Düşün!       2.
Allah Teâlâ, nikâhta ana ile kızın[171] ve iki kızkardeşin bir ara­da tutulmasını haram kılmış ve: "Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı"[172] buyurmuştur. Rasûlullah da, kıyas kabi­linden olmak üzere bir kadın ile teyzesinin ya da halasının aynı nikâh altında bir arada (cem) tutulmasının haram olacağı hükmünü getirmiştir. Zira Allah Teâlâ'nın, sözü edilen kadınların aynı nikâh altında cem edilmesini haram kılmasını gerektiren illet bura-da da mevcuttur. Bu hükmü getiren hadiste Rasulullah"Çünkü eğer siz bunu yaparsanız, akrabalık ilişkilerini koparmış olursunuz"[173] buyurmuştur. Bilindiği gibi hükmün ta'lîli, kıyasın yönüne işaret eder.
Allah Teâlâ, temiz suyu belirlerken, onun gökten indirip yeryü­züne yerleştirdiği su olduğunu ifade buyurur. Böyle bir niteleme, deniz suyu hakkında gelmemiştir. İşte bu konuda sünnet gelerek, onun da diğer sular gibi olduğunu belirtmiş ve: "Denizin suyu te­miz, ölüsü helâldir"[174] buyurarak onun hükmünü diğer suların hükmüne katmıştır.v 4.

Can diyetini Allah Teâlâ Kur'ân'da zikretmiştir. Organların di­yetinden ise söz etmemiştir. Bu konuda aklen kıyas yürütülmesi zordur. İşte bu yüzden hadis devreye girerek konuyu aydınlatacak şekilde organ diyetlerini açıklamıştır. Bu durumda hadis, bir nevi durumu müşkil olan kıyas mahiyetindedir. Dolayısıyla mutlaka ona başvurmak ve onun parelelinde yürümek gerekecektir. 5.
Allah Teâlâ, miktarları belli olan miras paylarını açıklamıştır. Bunlar: Yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte bir, altıda bir olarak be­lirlenen paylardır. Asabenin mirasını ise sadece işaret yoluyla zik­retmiştir. Bu meyanda ana babadan bahsederken: "Çocuğu yoksa, anası babası ona varis olur; anasına üçte bir düşer"[175] çocuklardan bahsederken: "Erkeğe iki dişinin hissesi vardır"[176] buyurur. Kelâle âyetinde de: "(Ölen) kızkardeşin çocuğu yoksa, (erkek kar­deş) ona tamamen vâris olur... Eğer mirasçılar erkek ve kadın kar-deşlerse, erkeğe iki dişinin hissesi kadar vardır"[177] buyurur. Bu âyetler, belirlenmiş miras payları alındıktan sonra geri kalan kıs­mın asabeye ait olacağını gerektirir. Geriye mesele olarak burada ismi geçmeyen dede, amca, amca oğlu vb. gibi erkek akrabaların durumu kalmaktadır. İşte bu konuda Rasûlullah devreye girerek: "Belirlenmiş payları sahiplerine verin! Geriye kalan kısım ise, en yakın erkeğe aittir"; bir başka rivayette: "En yakın erkek asabeye aittir"[178] buyurarak onların durumunu da Kur'ân'da zikri geçen erkeklerin hükmüne katmıştır. Böylece Rasûlullah , bizzat Kur'ân'da belirtilmiş olan asla, ihtiyaç duyulan (ve muhte­melen ictihâd ile de ulaşılamayacak olan) diğer erkek akrabaların durumunu da katmıştır. 6.
Allah Teâlâ, süt haramlığı ile ilgili olarak: "Sizi emziren anne­leriniz ve süt kızkardeşleriniz size haram kılındı"[179] buyurmuştur. Rasûlullah ise, nesep dikkate alındığı zaman kimler ha­ram oluyorsa, süt yoluyla onların da haram olacağını belirtmiş ve böylece hala, teyze, erkek kardeş kızı, kız kardeş kızı vb. kimselerin hükmünü, Kur'ân'da geçen iki grubun hükmüne katmıştır. Bu kat­ma yolu, kıyas ile katma yolu olmaktadır. Zira burada söz konusu olan, (asıl ile fer') arasında fark olmadığı belirtilerek yapılan kıyas kabilinden olmaktadır ve buna bizzat sünnet de değinmiştir.[180]Zira bu konu Rasûlullah'ın dışında kalan müctehidler için te­reddüde mahal olacak ve "Acaba bu konu taabbudî midir? Yoksa içtihadı midir?" tartışması hep açık kalacak ve bir çözüme ulaşıla­mayacaktı. İşte Rasûlullah bunu öngörmüş ve konu ile il­gili olarak: "Şüphesiz ki Allah Teâlâ, nesepten dolayı haram kıldı­ğını sütten dolayı da haram kılmıştır"[181] buyurmuştur. Bu mânâda daha başka hadisleri de vardır. Sonra haramlık hükmünde kadınlara erkekleri de katmıştır. Çünkü haramlığı doğuran süt, ka­dında kocasının ilişkisi sonucunda oluşmaktadır. Süt sebebiyle ka­dın anne olduğuna göre, sütün sahibi olan erkeğin de hiç şüphesiz baba olması gerekecektir. 7.
Allah Teâlâ, Mekke'yi Hz. İbrahim'in"Rabbim!Bu­rayı güvenli bir belde kıl!"[182] şeklindeki duası sebebiyle kutsal (ha­ram) kılmış ve: "Bizim Mekke'yi güvenli ve kutsal bir belde kıldığı­mızı görmediler mi?"[183] buyurmuştur. Böylece Allah Teâlâ, Mek­ke'yi kutsal belde kılmıştır. Rasûlullah da, aynen Hz. İb­rahim'in   Mekke için yaptığı duasını bir misli fazlasıyla beraber[184] Medine için yapmıştır. Allah Teâlâ da onun bu duasını kabul ederek Medine'nin iki taşlığı arasındaki alanı kutsal belde (harem) kılmıştır. (Rasûhıllah şöyle buyurmuştur: "Ben Medine'nin iki taşlığı arasını ağacı kesilmemek, avı öldürülmemek ' üzere kutsal belde ilân ediyorum.[185] Bir başka rivayette de: "Eğer Medinelilere biri bir kötülük etmek isterse Allah onu cehennemde kurşun eritir gibi yahut suda tuz eritir gibi eritir[186] buyurmuştur, Başka bir rivayette de şöyle buyurur: "Medine kutsaldır; dolayısıy­la orada kim bir bidat çıkarır veya bir bidatçiyi barındırırsa, Al­lah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Kıya­met gününde onun ne farzı ne de nafilesi (veya onun ne tevbesi ne de fidyesi) kabul edilmez."[187]Aynı ibare Hz. Ali'nin sahifesinde de yer almaktadır.[188] Burada görülen şey, Medine'nin kutsallık bakı­mından Mekke'ye katılmasıdır. Âyette Mekke hakkında şöyle buyu-rulur: "Doğrusu inkâr edenleri, Allah'ın yolundan, yerli ve yolcu bütün insanlar için eşit kılınan Mescid-i Haram'dan alıkoyanları ve orada zulüm ile yanlış yola saptırmak (ilhâd) isteyeni, can yakıcı bir azaba uğratırız."[189] Bu âyette geçen "ilhâd" kelimesi, haktan zulme doğru meylin her türlüsünü ve bütün türleriyle yasak olan şeylerin işlenmesini içine alır. Nitekim sünnet âyeti bu şekilde tef­sir etmiştir. Bu mânâda Medine de onun hükmüne katılmış olmak­tadır. 8.
Allah Teâlâ, "Erkeklerinizden iki şahit tutun; eğer iki erkek bu­lunmazsa, şahitlerden razı olacağınız bir erkek, —biri unuttuğun­da diğeri ona hatırlatacak— iki kadın olabilir"[190] buyurmakta ve mâlî konularda bir erkeğin yanında iki kadının şahitliğini kabul et­mektedir. Bundan kadınların şahitliklerinin zayıflığı ortaya çık­maktadır. "Akıl ve dini noksan olanlardan hiç birinin akıllı bir kimseye sizin kadar galebe çaldığını görmedim"[191]sözünde de bu noktaya işarette bulunmuştur. Akıl noksanlığını, iki kadının şahitliginin bir erkeğin şahitliğine denk sayılması şeklinde izah etmiş­tir. Bu husus Kur'ân'la sabit olmuş ve "biri unuttuğunda diğeri o-na hatırlatacak" buyurulmdda da orların şahitlik konusunda erke­ğin derecesinden daha aşağı bir mertebede olduğu ortaya çıkmıştır. İşte bu noktadan hareketle Rasûlullah bir şahitle birlikte yemini de âyette zikre dil enla*in hükmüne katmış ve bu yolla hükim-de bulunmuştur.[192] Çünkü insanların haklarının yenmesinde ve ye­rine getirilmesinde yeminin de bir yeri vardır ve Allah Teâ-lâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın ahdini ve yeminlerinizi az bir değere değişenlerin, işte onların, âhirette bir payları yoktur.."[193]Böylece bir şahit ile yemin, kıyasta iki erkek şahit ya da bir erkek ile iki kadın şahit yerine geçmiştir. Ancak bu herkesin kavrayama-yacağı bir kapalılıkta olduğu için sünnet onu açıklamıştır. 9.
Allah Teâlâ, rakabe mülkiyetinin satışını Kur'ân'da zikretmiş ve onu helâl kılmıştır. Bazı şeyler hakkında olmak üzere icâreden de bahsetmiştir. Meselâ: "Onu getirene bir deve yükü (ödül) var­dır"[194] âyetinde "cuTdan[195]"Kim fakir ise uygun bir şekilde yesin"[196] âyetinde yetim malının idaresi hakkında icâreden, "Zekât işlerinde çalışanlara..."[197]âyetinde zekât memurluğundan ve daha başka menfaatler[198] üzerine yapılan icâreden söz etmiş, diğer men­faatler hakkında bir hüküm getirmemiştir. Sünnet ise, bu konuda mutlak cevaz hükmünü getirmiş ve insan, hayvan, ev ve arazi gibi her türlü rakabe menfaatlerinin icareye konu olabileceğini belirt­miştir. Rasûlullah, bu konuda birçoğunun durumunu be­yan buyurmuş, diğerlerini de ictihâd müessesesine havale etmiştir. Bu ise, şeriatta muteber olan kıyas alanı olmaktadır. Bu konuda Rasûlullah'ın özel olarak kıyasta bulunmayı kastetmiş o-lup olmaması bizim açımızdan önemli değildir. Çünkü bunların hepsi sonuç itibarıyla hangi şekilde olursa olsun Allah'ın kendisine indirmiş olduğu şeylerin açıklanması amacına çıkmaktadır. 10.
Allah Teâlâ, Hz. İbrahim ile ilgili olarak onun rüyasından bah­setmiş ve buna istinaden oğlunu boğazlamaya giriştiğinden söz et­miştir. Keza Hz. Yûsufun ve iki gencin rüyalarından bahsetmiştir. Bunlar doğru (sâdık) rüyalardı; ancak bütün rüyaların doğru oldu­ğuna dair bunda bir delalet yoktu. Rasûlullah i?te bu ko­nunun hükmünü beyanla her sâlih kimsenin göreceği sâdık rüya­nın, nübüvvetin (kırk altı) cüzündün bir cüz olduğunu ifade etti.[199] Yine o, rüyaların birer müjde (mübeşşir) olduklarını ve kısımları olduğunu[200] ve buna benzer diğer hükümlerini beyan buyurdu. Böylece rüyaların onun tarafından bu şekilde değerlendirilmesi, di­ğer rüyaların da Kur'ân'da zikredilenlerin rüyalarına katıldığı an­lamını içermiş olmaktadır. Kıyasta yapılan şey de işte budur. Bu konuda örnek pek çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz.
e) Bir diğer yaklaşım da, Kur'ân'm çeşitli delillerinden ortaya çıkan toplu mânâların dikkate alınmasıdır. Deliller çeşitli mânâlar hakkında gelmiş olabilir; ancak onların hepsini —mesâlih-i mürse-le ya da istihsândakine benzer— bir mânâ kapsar halde bulunur.Sünnet de işte bu kapsamlı mânânın bir gereği olarak gelir. Böyle­ce bilinir ya da zannedilir ki, söz konusu kapsamlı mânâ o cüzlerin toplamından çıkarılmıştır. Tabiî bu, sünnetin sadece Kitab'ın açık­lanması için geldiğini gösteren delilin sıhhati üzerine bina edilmiş olmaktadır. Bu yaklaşımın örneği, "Serî Deliller" bölümünün başın­da "Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur[201] ha­disinin mânâsının Kitap'tan çıkarılması sırasında geçmişti.[202] Bu mânâda bulunan diğer hadisler de bu kısma girer. Burada tekrara gerek görmüyoruz.
f) Bir diğer yaklaşım da, hadislerin detaylarının —her ne ka­dar ilave beyanlar içerse de— Kur'ân'ın tafsilatı içerisinde bulun­duğu yaklaşımıdır.[203] Ancak bu yaklaşım sahiplerinin her halükâr- [49] da sünnette yer alan her mânânın —bir başka açıdan[204]değil de sa­dece lügavî vaz' açısından— bizzat Kur'ân'da işaret edilmiş ya da açıkça değinilmiş olduğunu isbat etmesi gerekir. Bu yaklaşımla il­gili önce örnekler verelim, sonra da doğru olup olmadığına bakalım:

Konu ile ilgili çeşitli örnekler vardır:
1) Bid'î talâkla ilgili İbn Ömer hadisi: İbn Ömer, hayız ha­linde iken karısını boşamıştı. Rasûlullah Hz. Ömer'e: "Ona emret, karısına dönsün, sonra temizleninceye kadar bıraksın, sonra hayız görsün, sonra temizlensin, sonra isterse tutsun, isterse ona yanaşmadan Önce boşasın. Allah Teâlâ'nın kadınların boşanma-
sında dikkate alınmasını emrettiği iddet işte budur" buyurdu.[205]Rasûlullah bu sözüyle Allah Teâ­lâ'nın: "Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda, onlan iddetlerini gözeterek boşayın![206] emrini kastet-

mektedir.
2) Fâtıma bt. Kays hadisi: Rasûlullah bu kadın (kocası Ebû Amr b. Hafs tarafından) bâin talâk ile bo­şandığı zaman kendisine ne mesken ne de nafaka bağ­ladı.[207] Halbuki bâin talâk ile boşanmış kadınların, na­faka hakları yoksa da mesken hakları bulunmaktaydı. Çünkü bu kadın kötü huylu biriydi ve dili ile ailesine ezâ veriyordu. Rasûlullah'm Du uygulaması,"Apaçık bir hayasızlık yapmaları hali hariç evlerin­den çıkarmayın"[208] âyetinin tefsiri olmaktadır.
3) Sübey'a el-Eslemî hadisi: Bu kadın, kocasının vefatın­dan on beş gün sonra doğurdu ve Rasûlullah kendisine artık evlenebileceğini bildirdi. Böylece bu ha-
dis, "İçinizden ölenlerin geride bırakmış olduğu eşler, 'kendi kendilerine dört ay on gün beklerler"[209] âyetinin, hamile olmayan kadınlara mahsus olduğunu açıklamış oldu. "Hamile olanların iddeti, doğurmaları ile tamam-lanır"[210] âyeti ise, hem boşanmış hem de kocası ölmüş kadınlar için genel (âmm) olmaktadır.
4) Ebû Hureyre hadisi: "Ama zulmedenler, kendilerine söylenmiş olan sözü başka sözle değiştirdiler"[211]âyeti hakkında Ebû Hureyre: "İsrailoğulları 'Hıtta' sözcüğü yerine 'Habbe fi şa're' demişlerdir" der.[212]
5) Câbir hadisi: Rasûlullah Mekke'ye geldiği za­man Kabe'yi yedi defa tavaf etmiş, "İbrahim'in maka­mını namaz kılma yeri edinin"[213] âyetini okuyarak, Makam'ın arkasında namaz kılmış, sonra Hacerü'1-Es-ved'e gelerek onu selâmlamış; daha sonra da (sa'ye baş­lamak üzere) "Allah'ın başladığı (Safa) ile başlarız" bu­yurarak: "Şüphesiz ki Safa ve Merue, Allah'ın nişanele-rindendir"[214] âyetini okumuştur.[215]
6) Nu'mân b. Beşîr hadisi: Rasûlullah "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin,  size icabette buluna­yım..."[216] âyeti hakkında: "Dua, ibadettir" buyurmuş ve âyeti sonuna kadar okumuştur.[217]
7) Adiyy b. Hatem hadisi: Bu zat şöyle demiştir: "Tan ye­rinde[218], beyaz iplik, siyah iplikten sizce ayırd edilince­ye kadar yiyin, için[219]âyeti inince Rasûlullah bana: "Şüphesiz (âyetteki ipliklerden) maksat gündü­zün aydınlığı ile, gecenin karanlığıdır" dedi.[220]             
8) Semüre b. Cündüb hadisi: Rasûlullah: "Salû-tu'l-vustâ" ikindi namazıdır" buyurmuştur. Keza Hen­dek savaşı sırasında: "Allah'ım! Onların kabirlerini ve evlerini ateş doldur; çünkü onlar bizi güneş batıncaya kadar 'salâtu'l-vustâ'dan (yani ikindi namazından) alı­koydular" buyurmuştur.[221]
9) Ebû Hureyre hadisi: Rasûlullah şöyle buyur­muştur: "Cennette bir kamçı kadarcık yer, elbette dün­yadan ve dünyada olan her şeyden daha hayırlıdır. İs­terseniz: 'Ateşten uzaklaştırılıp, cennete sokulan kimse artık kurtulmuştur[222]âyetini okuyun."[223]
10) Kebâir yani büyük günahlar hakkındaki Enes hadisi: Rasûlullahbu konuda   şöyle   buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, ana babaya isyan etmek, cana kıymak ve yalan söylemek.'[224] Bu konuda daha başka hadisler vardır ve onlarda da büyük günahların zikri geçmektedir. Hepsi de sonuç itibarıyla: "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız.[225] âyetinin tefsiri mahiyetindedir.Bu türden olan sünnet çoktur.

Ancak Kur'ân, bu yaklaşımı destekleyecek gibi değildir. Hadis­lerde geçen her konuya Kur'ân'ın doğrudan değinmesi veya Arab'ın kullandığı lügavî vaz' açısından onlara işarette bulunması mümkün değildir. Bu konuda ilk şahit namaz, hacc, zekât, hayız, nifas, luka-ta, kırâz, müsâkât, diyet, kasâme ve benzeri sayılamayacak kadar çok olan durumlardır (ve bütün bunlar, bu yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği gibi sünnetin, Kur'ân nasslarını husûsî beyan tarzında geldiği konular olmaktan uzaktır). Bu itibarla bu yaklaşımın taraf­tarları iddialarını isbat edecek durumda değillerdir. Bunların yapa­cakları şey, olsa olsa Arap dilinin kabul etmeyeceği zorlamalara gi­rerek iddialarına mesnet aramaya çalışmak olacaktır. Böyle bir ça­baya ne selef-i sâlihin ve ne de ilimde yüksek payeye ulaşmış âlim­lerin katılması mümkün değildir. Birileri, üzerine dikkat çektiği bu kapının aralanmasına merak sarmış, fakat başaramamıştır. Zira iddiasını ancak sözü edilen zorlamalara girerek ve sünnetin getirdi­ği şey hakkında Kur'ân'da husûsî surette nass ya da işaret bulun­mayan pek çok yerde de ilk yaklaşıma başvurmak yoluyla ispata çalışmıştır. Bu ise onun iddiasının boşa çıkması anlamına gelir. Üs­telik böylesi bir tekellüfe girişen kişi, sadece Müslim b. Haccâc'ın kitabında yer alan müsned hadislerin mânâlarının Kur'ân'dan çıka­rılmasına çalışmıştır. Diğer imamların telif ettikleri hadis kitapla­rına bakmamıştır. Bu yeltenme, Kur'ân ve Hadis ilimleri içerisinde vücuda getirilen en garip çalışmalardan biri olmaktadır.
Burada zikrettiğimiz yaklaşımların[226]konu ile ilgili tezi ortaya koymaya yeterli olacağını umuyoruz. Doğruya muvaffak kılan an­cak Allah'tır.

Fasıl:
Buraya kadar verilen izahattan, Kur'ân'ın temas ve işarette bulunmadığı ileri sürülen hadisler hakkında cevap da anlaşılmış olmaktadır. "Çok geçmez sizden biri koltuğuna kurulur; kendisine benden bir hadis rivayet edildiği zaman şöyle der: 'Aramızda ve aranızda Allah'ın kitabı var. Onda helâl olarak bulduğumuzu helâl kabul eder, onda haram olarak bulduğumuz şeyi de haram sayarız.' Dikkat edin! Allah'ın Rasûlünün [haram kıldığıda aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir'[227] hadisi konumuzla ilgili değildir. Çünkü o hadis, Kur'ân'ı anlama konusundaki kendi anla­yışına dayanarak sünneti bir tarafa atmak isteyen kimseler hak­kında gelmiştir. Biz ise burada böyle birşey iddia etmiyoruz. Ha­diste sözü edilen görüş örnek yoldan çıkan sapıkların görüşü ol­maktadır. Rasûîullah'm, "Dikkat edin! Allah'ın Rasûlü­nün haram kıldığı da aynen Allah'ın haram kıldığı gibi­dir" ifadesi geçen şekil üzere doğrudur ve bu ya hükmü açık olan iki uç arasında dönüp durmakta olan illetin belirlenmesi (tahkîk-i menât) yoluyla, ya kıyas yoluyla ya da geçen yaklaşımlardan bir başkası yoluyla gerçekleşir.
[Hatırlanacağı üzere daha önce şöyle bir itiraz gelmişti: İstikra (kapsamlı araştırma) da göstermektedir ki, sünnette bizzat Kur'ân tarafından temas edilmeyen sayılamayacak kadar çok şey vardır. Bunlardan bazıları şunlardır: Kadının halası ya da teyzesi ile bir arada nikahlanmasının, ehlî eşeklerin yenilmesinin, köpek dişli yır­tıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması, diyet, esirlerin fid­ye karşılığı kurtarılması, müslümanın kâfir karşılığında kısas yo­luyla öldürülmemesi... gibi. ]

Bir kadının halası ya da teyzesi ile birlikte nikâh edilmesinin haram kılınması, keza köpek dişli yırtıcı hayvanların yenilmesinin haram kılınması ve diyet ile ilgili cevap geçmiş bulunmaktadır.
Esirlerin fidye karşılığı kurtarılması meselesine gelince, bu: "Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir'[228] âyetinden alınmaktadır. Âyet gücü yetmediği için hicret edemeyen kimseler hakkında gelmiş ve böyle birinin hicret için yardım iste­mesi durumunda bu yardımın yapılmasını vacip kılmıştır. Esir ise yardıma hak kazanma konusunda daha öncelikli durumdadır. Bu, sünnetin kıyâs yoluyla kitaba katılması yaklaşımına ait bir örnek olmaktadır.
Müslümanın kâfir karşılığında öldürülmemesi hükmüne gelin­ce, âlimler bunu şu gibi Kur'ân âyetlerinden çıkarmışlardır: "Allah inkarcılara, inananlar aleyhinde asla fırsat vermeyecektir.[229]"Cehennemliklerle cennetlikler bir değildir.[230] Bu âyet delillikten çok uzaktır.[231] Şu nokta daha açıktır ki, eğer bunun hükmü Kur'-ân'da nass ile, ya da işaret vb. bir yolla belirlenmiş olsaydı, Hz. Ali onu Kur'ân'dan hariç tutmaz ve: "Bizim yanımızda sadece Allah'ın kitabı ve bir de şu sahifede olanlar var"[232] demezdi. Zira eğer kâfire karşılık müslümanın öldürülmesi Kur'ân'da olsaydı, bunu saymak-sızın diğer iki şeyi[233] zikrederdi. Meselenin hükmünün sözü edilen kıyas yaklaşımından alınması mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ: "Hür hür karşılığında, köle köle karşılığında... kısas edilir"[234] bu­yurmuş ve hürü köle karşılığında kısas yoluyla öldürtmemiştir. Kö­lelik, kâfirliğin sonuçlarından olmaktadır; öyleyse müslümanın kâfir karşılığında kısas edilmemesi hükmü öncelikli olarak sabit olacak demektir.
Hz. Ali'nin sahifesinde Kur'ân dışında yer aldığını söylediği "Kim bir müslümânâ hiyanet ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Allah ondan ne bir tevbe ne bir fidye kabul etmesin!" hadisine gelince, bu mânâ Kur'ân'da var­dır ve bunu en güzel şekilde: "Sağlam söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte lanet onlara ve kötü yurt, cehennem onlaradır"[235] âyeti ortaya koyar. Başka bir âyette de on­ların hüsrana uğrayan kimseler olduğu bildirilir.

Medine'nin kutsal (harem) belde oluşu ve bu mânânın Kur'ân'­dan çıkarılması geçmişti.
Hz. Ali'nin sahifesinde yer alan ve müntesip olduğu kimselerin izni olmadan başka bir kavme intisap eden kimsenin durumuna ge­lince, bu da "Allah'ın birleştirilmesini emrettiğini ayıranlar ve yer­yüzünde bozgunculuk yapanlar..." âyetinin mânâsı altına girmek­tedir. Çünkü velâ bir nevi nesep bağı gibi sayılmaktadır. Buna göre âzâdlı kimsenin mevlasını ve müntesip olduğu kabilesini tanıma­ması ve kendisini bir başkasına nisbet etmesi velâ nimetine karşı nankörlüktür. Aynen gerçek nesep konusunda öz babadan başka bi­risine intisap etmek gibi. Allah Teâlâ ise şöyle buyurmaktadır: "Al­lah size kendinizden eşler var eder. Eşlerinizden de oğullar ve to­runlar var eder. Size temiz şeylerden rızık verir. Öyle iken bâtıla inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?'[236] Müslim'in Sahîh'inde yer alan şu hadis de bu mânâyı doğrulamaktadır: "Her­hangi bir köle, sahiplerinden kaçarsa, onlara dönünceye kadar nankörlük (küfr) etmiş olur[237]"Bir köle kaçtı mı, hiç bir namazı kabul edilmez.[238]
Muâz hadisi ise, Kur'ân'da açıkça beyan edilmeyen şeylerin, sünnette beyan edilmiş olduğunu, eğer onda da beyan edilmemişse ictihâd yoluyla hükmünün açıklanacağı hakkında zahirdir. Dolayısıyla bu hadiste daha önce geçenlere ters düşen bir durum yok­tur/"[239] [240]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..