İKİNCİ MESELE:


İctihâd derecesi, ancak kendisinde şu iki vasfı[63] bulunduran kimseler hakkında gerçekleşir:
1) Tam anlamıyla şer'î maksatları kavramış olmalıdır.[64]
2) Bu anlayış üzerine bina edeceği hüküm istinbatına kudreti bulunmalıdır.
Birinci vasıf: Makâsıd bölümünde, şeriatın maslahatlara riayet esa­sı üzerine kurulu olduğu, maslahatların maslahat olabilmesi için de, Sâri' Teâlâ'nın onları o şekilde koymuş olması gerektiği, mükel­leflerin takdir ve değerlendirmelerine bağlı olmadığı, zira o takdir­de maslahatların yapılan nisbet ve izafiyete göre tamamen farklı­lıklar arzedeceği, birine göre maslahat olan şeyin, diğerine göre mefsedet olabileceği geçmiş[65], tam olarak yapılan istikra sonucun­da maslahatların üç mertebede bulunduğu ortaya konmuştu.[66] İn­san belli bir seviyeye geldiği zaman, şer'î bütün mesâil ve konular ile ilgili olarak Sâri' Teâlâ'nın onlardan gözettiği maksatları kavra­yabilir.[67]Böylece onda bir meleke meydana gelmiş olur ve bu meleke, onu Allah'ın kendisine gösterdiği doğrultuda dinin öğretilmesi, fetva verme ve hüküm çıkarma konusunda Nebi'nin hale­fi olmaya elverişli kılan sebep[68] olur.
İkinci vasfa gelince, bu birinci vasfın yardımcısı durumunda­dır. Çünkü içtihada kadir olma keyfiyeti, öncelikli olarak şeriatı kavramak için kendisine ihtiyaç duyulan bilgiler vasıtasıyla tahak­kuk edebilecektir. Bu noktadan hareketle bu ikinci vasıf birinci için yardımcı (hadim[69]) konumda olmaktadır. İkinci olarak da hükümle­rin istinbatmda kullanılmaktadır. Ancak kavramanın semeresi an­cak istinbat sırasında ortaya çıkar. O yüzden de bu ikinci vasfı, ictihâd için ikinci derecede bir şart olarak kabul etmiştir. Birinci vasfın, ictihâd mertebesine ulaşılması için asıl sebep kılınması, nihaî maksad, ikincinin ise vesile olması sebebiyledir.

Ancak bu ilimler, her zaman için bir kimsede toplanmayabilir; bazen insan bu ilimlerde âlim ve onlarda müctehid olur, bazen on­ları ezberlemiş ve ictihâd derecesine ulaşmamış olmakla birlikte onlarda gözetilen maksatlara vâkıf olmuş olabilir. Bazen de onları ne ezberlemiş, ne de onlara vâkıf olmuştur; ancak onların gayesini bilmektedir ve o kimsenin ictihâd edeceği meselesi ile ilgili olarak onların bilgisine ihtiyacı bulunmaktadır. Böyle bir kimse ictihâd et­me durumunda kaldığı bir mesele ile karşılaştığı zaman ona bakar ve meselesi ile ilgili ilimlerde ihtisası bulunan kimselerle müzake­rede bulunur ve onlarla mesele hakkında danışmadıkça bir sonuca varmaz. Bu üç mertebenin ötesinde, sözü edilen ilimlere ulaşma ko­nusunda dikkate alınabilecek başka bir mertebe bulunmamaktadır.
Eğer o ilimlerde müctehid ise, meselâ hadis ilminde İmam Mâlik, usûl ilminde İmam Şafiî gibi, o zaman onun içtihadı konu­sunda bir problem bulunmayacaktır. Eğer o ilimlerden gözetilen maksatlara vâkıf biri ise, —nitekim meselâ, hadis ilmine nisbetle İmam Şafiî ve İmam Ebû Hanîfe hakkında öyle demektedirler— bu durumda da yaptığı içtihadın sıhhati konusunda herhangi bir prob­lem bulunmayacaktır. Yok üçüncü kısımdan ise, eğer içtihadına mesned olarak kullanacağı bilgiler, o ilimde içtihada ehil olan birin­den sâdır olmuşsa, o zaman içtihadı ikinci mertebedeki müctehidle-rin içtihadı gibi muteber olacak; aksi takdirde içtihadının hiçbir de­ğeri olmayacak, sanki yokmuş gibi işlem görecektir.[70]

Fasıl:

Verilen bu kısa izahtan anlaşılmaktadır ki, şer'î hükümlerde ictihâd için müctehidin, içtihadın uzaktan yakından taalluk ettiği her ilimde ictihâd derecesinde olması gerekmemektedir. Aksine (bu gibi ilimlerin) durumu ikiye ayrılmaktadır: a) Eğer ictihâd merte­besine ulaşılması, ancak o ilmin künhüne vakıf olmaktan geçiyorsa, o takdirde ictihâd mertebesine ulaşılmış olmak için mutlaka o ilim­de ictihâd derecesinde bulunmak gerekmektedir, b) Bu kabilden ol­mayan diğer ilimlere gelince, o ilim her ne kadar ictihâd için yar­dımcı konumda olsa bile, onlarda taklid içtihadın hakikatini zedele­meyeceğinden, müctehidin o ilimlerde ictihâd derecesinde mahir ol­ması gerekmemektedir.

Bu durumda karşımızda beyan edilmesi zarureti bulunan üç bahis bulunmaktadır:

Birinci bahis: İctihâd ile alakası bulunan her ilimde ictihâd de­recesinde bulunma şartı yoktur. Delilleri: (1)
Eğer böyle bir şart olsa, o zaman sahabe dışında[71] gerçek an­lamda hiçbir müctehid bulunmaz, istisnaî olarak ortaya çıkabilirdi. Meselâ, dört imamı örnek olarak ele alalım: Onlara göre İmam Şafiî, hadis ilminde mukallid olup, hadis kritiği ve ilimleri konu­sunda ictihâd derecesine ulaşmış değildir. İmam Ebû Hanîfe de ay­nı şekildedir. Bu ilimde, sadece İmam Mâlik'i ictihâd mertebesinde kabul etmişlerdir. Buna rağmen onun birçok konuda başkalarına atıfta bulunduğunu görmekteyiz; meselâ tıp, hayız, tecrübî ilimler vb. gibi alanlarda bunların erbabına göndermelerde bulunmakta ve onların verileri üzerine hükümler bina etmektedir. Onun bu kabil­den hükümlerini, hükme mesned olan o ictihâddan bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir.[72] Eğer ictihâd mertebesi için müctehi-din hüküm için ihtiyaç gösterdiği her ilimde mahir olması şart olsaydı[73], o zaman hiçbir hâkimin, hüküm vermek için ihtiyaç du­yulan her ilmi ictihâd derecesinde bilmedikçe davaya taraf olanları yargılamak üzere harekete geçmesi sahih olmazdı. Halbuki durum  icmâ ile öyle değildir. (2)
İkinci[74] delil şudur: Şer'î hükümlerin istinbâtı konusunda ictihâd, haddizatında müstakil bir ilim olmaktadır[75] ve her ilimde, o ilme temel teşkil eden öncüllerin (mukaddime) herhangi bir şekil­de delillendirilmesi gerekmemektedir. Aksine ulemâ, bunu yapan kimseler hakkında: "İlmine başka bir ilmi sokmuştur ve onun özü ile uğraşmak yerine arazları ile uğraşmaktadır" demektedirler. Nasıl ki bir tabibin, tabiat ilminin verilerini alması ve bu meyanda temel unsurların dört (anâsırı erba'a) olduğu, insan mizacının, insan için en uygun mizaç olduğu ve buna benzer öncülleri kabullen­mesi nasıl doğru ise, aynı şekilde müctehidin de diğer ilim erbabın­dan bazı verileri alması öylece sahihtir. Buna göre müctehid meselâ kıraat âliminden abdest âyetindeki "ayaklarınızı da" anlamına ge­len kelimenin "ercütiküm" şeklinde mecrûr okunduğunun sahih olarak rivayet edilmiş olduğunu[76], muhaddisten, falanca hadisin sahih ya da zayıf olduğunu, nâsih ve mensûh âliminden, "Birinize [mı Ölüm geldiği zaman, eğer mal bırakıyorsa, ana babaya, yakınlara uygun bir tarzda vasiyet etmesi size farz kılındı'[77]âyetinin, miras âyetleri ile mensûh bulunduğunu, dil âliminden "el-Kur' " (ya da "el-Kar' (ç.) el-Kurû"7} kelimesinin hem temizlik süresi hem de ha­yız anlamında kullanıldığını[78] vb. alması sahih olacak, sonra da bu veriler üzerine ictihâdda bulunarak hüküm binasında bulunabile­cektir. Dahası geometri (hendese) ilmine ait burhanlar, yakın mer­tebesinin en üst düzeyinde yer alır; buna rağmen bu ilim, bir başka ilimde kabullenilmiş olan ve geometri ilmince taklit yoluyla alınan öncüller üzerine kurulu olmaktadır. Matematik ve benzerî kesinlik arzeden diğer ilimler de aynı şekildedir. Bununla birlikte ne geo­metri âlimi (mühendis) ne de matematikçi için, kendi ilimlerine ait bahislerde kesin sonuçlara ulaşılmaması gibi bu durum söz konusu olmaz. Cedelciler, yaratıcının varlığım, peygamberlik müessesesini ve şeriatı inkâr eden kâfirden bile içtihadın vuku bulabileceğini ca­iz görmüşlerdir.[79] Zira ictihâd, sıhhati farzedilen[80] Öncüller üzerine bina etme işleminden başka birşey değildir; bu öncüllerin vakıada da öyle olup olmaması farketmemektedir. Bu konu açıktır, o yüzden de konuyu uzatmaya gerek yoktur.

İtiraz: Miictehid, içtihadı için temel teşkil edecek öncülleri bi­len biri olmadığı zaman, yaptığı içtihadının sahih olup olmadığım bilemez.
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü biz, aksine içtihadının sahih olacağına dair kendinde bir bilgi oluşacağını iddia ediyoruz. Zira ictihâd, o öncüllerin sahih olduğu varsayımı[81] üzerine bina edilmektedir. Aksi delil (burhânu'1-hulf)[82] ise, haddizatında bâtıl olan öncüller üzerine sahih farzedilerek bina edilmiştir. Öncüller üzerine binada bulunmak, elde edilmek istenilen şeye dair bilgi ifa­de eder. Bizim buradaki meselemizde de durum aynıdır. (3)
Üçüncü delil şudur: İçtihadın bir türü vardır ki, müctehidin bu türde sözü edilen ilimlerde ictihâd mertebesine ulaşmış olması bir yana, onlardan hiçbirşeye ihtiyaç bile duyulmaz. Bu ictihâd tü­rü, tenkîhu'l-menât[83] kabilinden olanıdır. Bu türde sadece şeriatın maksatlarına vakıf olmaya ihtiyaç duyulur.[84] O ilimlerde ictihâd mertebesinde bulunmak bir yana, onlara hiç ihtiyaç hissedilmeden bir tür ictihâd sabit oluyorsa, onlar olmaksızın mutlak ictihâd da sabit olur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

İtiraz: Müctehid, içtihada taalluk eden bazı ilimlerde mukal-lid olursa, onun için bilinen hiçbir meselenin varlığından söz edile­mez. Çünkü bazı öncülleri taklit yoluyla alman bir mesele, mutlak anlamda üzerinde ictihâd edilmiş bir mesele olmaz. O mesele üze­rinde çalışan kimsenin de mutlak anlamda müctehidlik vasfı ile ni­telenmesine imkan olmaz. Bizim burada sözünü ettiğimiz ise, içti­hadına mutlak anlamda güvenilen müctehiddir. İçtihadına temel teşkil edecek bazı ilimlerde mukallid olan bir kimsenin bu vasıfta olmayacağı ise aşikârdır.
Cevap: Sözünü ettiğiniz şey, bir meseleye dair olan ilimde şart­tır ki, o meselede müctehid olan mutlak anlamda müctehid olsun, yoksa içtihadın sıhhati konusunda şart değildir Çünkü söz konusu bilgiler, içtihadın mahiyetinden bir parça değildir; aksine içtihada kendisi ile ulaşılabilecek vasıtalardır. Dolayısıyla taklit veya icti­hâd ya da farzımuhal[85] gibi bir yolla bu bilgiler elde edilecek olursa (vasıtalara, bunlar aracılığı ile de amaca yani içtihada ulaşılmış olur). Burada olan şudur: O bilgilerin gerçek sahibi o meselede ictihâd eden kimseye, elde ettikleri verileri teslim etmiş olmakta, müctehid de sonra onlar üzerine hüküm binasında bulunmaktadır. Bu durumda yapılan bu bina işlemi sahih olacaktır. Çünkü ictihâd, hükme ait kesin ya da kesine yakın bilgi elde edebilmek için bütün Eii4] gücün ortaya konmasıdır. Bu şart da gerçekleşmiştir. İkinci delil sı­rasında geçen husus da bu noktayı açıklamaktadır. Keza bütün in­sanlar tarafından ictihâd derecesine ulaşmış oldukları kabul gör­müş olan İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ebû Hanîfe gibi mücte­hid imamları ele alalım. Bunların tabileri vardı ve bu imamlar on­lardan ilim almışlar ve yararlanmışlardı. Onların tabileri zamanla ictihâd ehli olan kimseler arasına girmişlerdi; halbuki onlar insan­lar katında usûlde imamlarım taklit eden kimseler oluyorlardı. Bunlar, sonra taklit ile almış oldukları mukaddimeler (usûl) üzeri­ne istinaden ictihâdda bulunmuşlardı; buna rağmen onların bu tür­den olan görüşleri kabul görmüş, ictihâdlarına (re'y) tâbi olunmuş ve onlar doğrultusunda amel edilmişti. Onlar bu görüş ve ictihâd-larında imamları ile kâh muvafık, kâh muhalif durumda bulunu­yorlardı. Bunun sonucunda Îbnu'l-Kâsım veya Eşheb ya da benzeri tâbi âlimlerin görüşleri, imamları İmam Mâlik'e muhalefet konu­sunda dikkate alınır olmuştur. Ebû Yûsuf ve Muhammed b. el-Ha-sen'in İmam Ebû Hanîfe; el-Müzenî ve el-Buvaytfnin İmam Şafiî karşısındaki durumları da aynı şekildedir. Şu halde, ictihâd edilen meselenin taalluk ettiği bazı esasların taklit yoluyla elde edilmesi­nin içtihada bir zararı yoktur.[86]

İkinci bahis: İçtihadın sahih olması kendisine bağlı olan ilim­lerin bulunması halinde, o ilimlerin ictihâd derecesinde tahsili zo­runlu olmaktadır. Bir ilim bulunur ve şeriatta ictihâd mertebesine ulaşmak, ancak o ilimde ictihâd mertebesine ulaşmak ile mümkün olursa, o ilmin tahsili zarurî olacaktır. Çünkü bu özellikte bir ilmin bulunması farzedildiğinde, âdeten o ilim olmaksızın ictihâd mertebesine ulaşmak mümkün olmayacaktır. Bu durumda da o ilmin en üst düzeyde tahsili gerekecektir. Bu husus açıktır.

Ancak bu ilim, genelde müphemdir ve belirlenmesi için üzerin­de durulması gerekir.
İlimler içerisinde bu özelliğe en yakın olanı, Arap dili ilmidir. Ben bu tabirle, ne sadece Nahiv ilmini ne Sarf ilmini, ne Meânî il­mini ne de dille ilgisi bulunan diğer ilim dallarını kastetmiyorum. Aksine amacım, hem lâfız hem de mânâ bakımından her yönüyle dilin kendisini kastediyorum. Bundan garîb[87] ilmi, fiil diye isimlen-dirilen tasrif ilmi ve şiirle ilgili aruz, kafiye vb. gibi ilimler müstes­na olmaktadır. Çünkü bunlar —her ne kadar bu gibi ilimlere sahip olma Arap dilinde bir kemâl ifadesi ise de— ictihâd için ihtiyaç du­yulmayan şeylerdir. Bu yüzden, onları da bilmek şart değildir. Bu ilmin taayyün edişi ve ictihâd için kaçınılmazlığının beyanı, Makâ-sıd bölümünde geçmişti ve orada özetle şu noktalar üzerinde durul­muştu: Şeriat Arapça'dır; Arapça olunca da onu gerçek anlamda an­layabilme ancak Arap diline gerçek anlamda vukûfiyetle mümkün olur, çünkü şeriat ve Arap dili —şeriatın i'câz yönü hariç— aynı tarz ve üslup üzere olma bakımından birbirlerine eşittirler.[88] Bu durumda biz, bir kimsenin Arap dilini anlama konusunda henüz mübtedi olduğunu farzedecek olursak, o kişi şeriatı anlama ve kav­rama konusunda da mübtedi olacak, dilde orta seviyede olan kimse, şeriatı anlamada da orta seviyede bulunacaktır. Orta yolda olan kimse, en son noktaya ulaşmış olmayacaktır. Arap dilinde son nok­taya ulaştığında ise, aynı şekilde şeriatta da öyle olacaktır. Bu du­rumda olan kimsenin şeriattaki anlayışı hüccet olacaktır; aynen sahabenin ve Kur'ân'ı gerçek anlamda anlayan diğer fesahat ve be­lagat sahibi kimselerin anlayışlarının hüccet oluşu gibi.[89] İnsanlar,Arap dilini anlama konusunda onların derecesine ulaşamadıkları zaman, taksirleri ölçüsünde şeriatı anlamalarında da eksiklik ola­caktır. Anlayışında kıtlık olan kimsenin şeriat hakkındaki sözleri ise hüccet olmaz ve ileri sürdüğü görüşleri dikkate alınmaz.
Sonra müctehidin Arap dilinde, bu konuda imam kabul edilen el-Halil, Sibeveyh, el-Ahfeş, el-Cermî, el-Mâzenî... vb. gibi kimseler ayarında olması zorunludur. el-Cermî şöyle demiştir: "Ben, otuz se-[ii6] nedir insanlara Sibeveyh'in el-Kitâb'ından fetva veririm." Alimler, onun bu sözünün sabit olduğunu kabulden sonra yoruma gitmişler ve onun hadis âlimi olduğunu, Sibeveyh'in kitabından değerlendir­me (nazar) ve araştırmayı yani yöntemi öğrendiğini ifade etmişler­dir. Yani Sibeveyh, her ne kadar kitabında nahivden bahsetmekte ise de, onda Arab'ın sözdeki maksatlarına, gerek lâfız ve gerekse mânâ bakımından istimal şekillerine dikkat çekmiştir. Sadece, failin merfû, mefûlün mansûb olduğunu belirtmekle kalmamış, ak­sine o, her konu ile ilgili olarak münasip düşen hususları da açıkla­mıştır. Bunun sonucunda onun kitabı, Meânî ve Beyân ilimlerini, mânâ ve lâfızların kullanılış biçimlerini içeren bir eser olmuştur. el-Cermî, yukarıdaki sözünü işte bu noktadan hareketle söylemiş­tir. Onun bu ifadesi, Sibeveyh'in kitabının başında hiçbir kimseden tepki görmeksizin nakledilegelen sabit bir sözdür.

İtiraz: Usûlcüler, Arap diline vukûfiyet konusundaki bu aşırı­lığı kabul etmemektedirler ve: "Usûlcünün, Arap diline vukûfiyet konusunda el-Halîl, Sibeveyh, Ebû Ubeyde, el-Asmaî gibi i'râb ince­liklerini ve lügavî problemleri derinlemesine araştırma konusu yapmış kimseler seviyesinde olması gerekmez. Onun için yeterli olan, Kitap ve sünnetten kolayca hüküm çıkarabilecek bir seviyeye ulaşmasıdır" demektedirler.
Cevap: Burada itiraz sadedinde ileri sürülen nokta ile, a.z önce bizim açıkladığımız şey[90] farklıdır. el-Gazzâlî, bu şart hakkında şu­nu söylemiştir: "Bunun ölçüsü, Arab'ın hitabını ve onların istimal şekillerini bilecek kadar bir seviyeye sahip olmasıdır ki, bunun so­nucunda sözün sarihini, zahirini, mücmelini, hakikatini, mecazını, âminim, hâssını, muhkemini, müteşâbihini, mutlakını, mukayyedi-ni, nassım, fahvâsını, lâhnmı, mefhûmunu ayırabilsin." Onun ileri sürdüğü bu şart, ancak Arap dilinde ictihâd mertebesine ulaşan kimseler için mümkün olabilir. O sonra şöyle devam eder: "Şartın biraz hafifletilmesi, müctehidin el-Halîl ve el-Müberred seviyesinde olmasının, bütün lügatleri bilmesinin ve nahivde derinleşmiş olmâsının şart olmamasıdır." Bu da sahihdir. Çünkü onun lâzım olmadı­ğını söylediği şey[91] şart ileri sürme konusunda maksûd bulunma­maktadır; asıl maksat, Arabi'nin anlayışına müsavi bir anlayışa sahip olmaktır. Arabî olmak için, bütün lügatleri bilmek ve incelikleri kullanmak şartı yoktur. Arap dilinde müctehid olan kimseler için de durum aynıdır. Şeriatta müctehid olan kimseler hakkında da va­ziyet aynıdır. Bazı insanlar belki de, Arap dilinde ictihâd konusun­da el-Halîl ve Sibeveyh derecesine ulaşmış olmanın şart olmadığı düşüncesine kapılabilir ve dolayısıyla Arap dili ile ilgili konularda mahza taklit üzerine binada bulunabilir. Bunun sonucunda da şer'î mesâil ile ilgili olarak öyle sözler eder ki, sükûtu ondan daha hayır­lıdır. İsterse o kimsenin, dinde ve imamlar arasında önemli bir yeri olsun. İmam Şafiî, er-Risâle'sinde bu konuya temas etmiş ve orada Allah Teâlâ'nın, Arab'a kendi dilleri ile ve anlayacakları manâsıyla hitap ettiğini belirtmiş, ondan sonra dilin genişliğini ortaya koya­cak şeyleri zikretmiş, bu meyanda zahiri murad olan âmin ile hitap edildiğini, kendisinden âmm murad olmakla birlikte hususun da bir" şekilde dahil olduğu hitapların bulunduğunu belirtmiş ve bunu ispatlamak için bazı deliller getirmiş, kendisinden hâssın murad ol­duğu ânımdan söz etmiş ve bunun sözün akışından anlaşılabileceği­ni veya sözün başının sonunu, ya da sonunun başını belirlemesi yo­luyla öğrenilebileceğini, bazen aynen işaretlerin anlaşılması gibi lâfız olmaksızın mânâyı belirleyecek şekilde bir hitap şeklinin ola­bileceğini, tek birşeyin pek çok isim ile adlandırılabileceğini, bazen de aynı isimle birden fazla mânânın kastedilebileceğini açıklamış­tır. Sonra şöyle demiştir: "Kim Arap dilinin bu özelliklerini bilmez­se, —ki Kur'ân ve sünnet Arap dili ile gelmiştir— buna rağmen o-nunla ilgili söz söyleme gibi bir tekellüfe girerse, o kimse kısmen bi­lip, kısmen bilmediği birşey hakkında tekellüfe giriyor demektir. Kim de, cahil olduğu ve tam olarak vâkıf olmadığı bir dalda söz söy­leme gibi bir tekellüfe girerse, bu durumda doğruyu elde etmesi ha­linde—eğer isabet etmişse tabiî— bu bilinçsizce/tesadüfi olacağı için övgüye değer olmayacaktır. Doğru ile yanlış arasındaki farkı bilmeden konuşması durumunda edeceği hatada ise mazur görül­meyecektir."
Onun sözü böyledir ve bu sonuç, kaçınma imkânı olmayan bir gerçektir. Fıkıh usûlünde tasnif edilen ilimlerin büyük çoğunluğu, Arap diline ait ve müctehidin cevap için tekellüfe girmesi gereken dallar olmaktadır. Bunların dışında kalan diğer öncüllere gelince, onlarda taklit yeterlidir. Hükümlerle ilgili tasavvur (kavram) ve tasdik (önerme)den, nesih ve hadisle ilgili hükümlerden vb.[92] söz etme gibi.

Kısaca, müctehid için, Arap dilinde ictihâd derecesine ulaşması zorunluluğu vardır. Bunun da ölçüsü, bu dille söylenilmiş sözlerin tekellüfsüz ve duraksamadan —zeki birinin akıllı birinin sözünü anlaması gibi— anlayabilecek bir seviyeye sahip olmaktır.
Üçüncü bahise gelince, bu Arap dili dışında kalan diğer ilim dallarında müctehidin, ictihâd derecesinde âlim olmasının gerek­mediği idi. Buna delâlet eden deliller daha önce geçmişti. Çünkü müctehid, içtihadını daha önceden taklit yolu ile aldığı bazı öncül­ler üzerine bina etmesi halinde, bu durum o meselede onun ictihâd ehli oluşuna halel getirmiyordu. Aynen mühendisin durumunda ol­duğu gibi. Meselâ o, bazı burhanlarını, meselâ dâirenin varlığının sıhhati üzerine bina etmiş olduğunda, onun temelde dairenin varlı­ğını ispatlayan metafiziğin verilerine taklit yolu ile dayanması —her ne kadar mühendis, bunu burhan yolu ile bilmiyorsa da— burhanının sıhhatine zarar vermez. Keza, İmam Şafiî'nin hadis il-mindeki taklidi konusunda da aynı şeyi söylemişlerdir. O, bu ilmi taklit yolu ile almış olmakla birlikte bu durum, onun içtihadının sıhhatini zedelememektedir. Aynı şekilde meselâ kadı, itlaf edilen bir malın tazmini konusunda hükmünü, —her ne kadar bunu ken­disi bilmiyor ise de— bilirkişinin takdir ve içtihadı üzere bina et­mekte ve bu durum onu ictihâd derecesinden çıkarmamaktadır. Ay­nı şekilde İmam Mâlik de böyle davranmış ve hayız, nifas ile ilgili hükümleri, —her ne kadar kendisi bunlara vâkıf değilse de— ka­dınların kadın halleri ile ilgili bilgileri üzerine bina etmiştir. [93]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..