İKİNCİ MESELE:

Müftîden sadır olan fetva, sözü ile olduğu gibi fiili ve ikrarı (onay) yolu ile de olur.

Sözlü fetva: Söz ile verilen fetva konusu açıktır; dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yoktur.

Fiilî fetva: Fetvanın fiil ile olabilmesi iki yoldan olur: (1)
Fiil, kullanılışı yaygın olarak bilinen bir konuda anlatma kasdı içerir. Bu tür fiiller açık söz yerine geçer. Meselâ Rasûlullah parmaklan açık olarak iki elini göstermiş ve: "Ay böyle, böyle ve böyledir[14] buyurmuştur. Rasûlullah'a hacc hak­kında soru sorulmuş ve (soruyu soran kişi): "Şeytan taşlamadan ön­ce kurban kestim. Ne gerekir?" demiş, Rasûlullah da başı  ile işaret etmiş ve "Bir günah yoktur" demiştir.[15] Yine Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "İlim alınır, ortaya bilgisizlik ve fitne­ler çıkar, here çoğalır" Dediler ki: "Here nedir? Yâ Rasûlallah!" O eliyle: "işte böyle" buyurdu ve sanki Öldürmeyi tarif ediyormuş gibi eliyle işarette bulundu.[16]Güneş tutulması (küsûf) hakkındaki Hz. Âişe hadisi de böyledir. Şöyle ki: Esma, namaz kılmakta olan Hz. Aişe'ye gelmiş ve "İnsanların bu hali ne?" diye sual sormuş. O da başı ile göğe işaret etmiş. "Bu bir âyet midir?" demiş. Hz. Âişe de: "Başı ile (evet anlamına) işaret etmiş"[17] Rasûlullah kendi­sine namaz vakitlerini soran kişiye: "Bu iki günü bizimle birlikte kıl!" demiş, sonunda da: "Vakit, bu ikisi arasındadır" buyurmuş­tur.[18] Bu mânâda örnekler gerçekten pek çoktur.[19] (2)
Nümune-i imtisal olma ve bu amaçla gönderilmiş bulunması­nın gereği olarak fiillerin beyan mânâsı içermesi: Bunun esası[20]Al­lah Teâlâ'nın şu buyruğudur: "Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlâtlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıkları) zaman o kadınlarla evlen­mek hususunda mü'minlere bir güçlük olmasın'[21]Hz. İbrahim hakkında ise: "İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.[22] buyurur. Örneklik, fiilin, ör­nek alman kimsenin işlediği şekil üzere işlenmesidir. Bizden önce­kilerin şeriatı, bizim de şeriatımı zdır. Rasûlullah, Ümmü Seleme'ye: "Ben oruçlu olduğum halde, eşlerimi öper olduğumu ona bildirseydin ya[23]buyurmuştu. Yine o: "Beni nasıl namaz kılar­ken görüyorsanız, siz de öyle kılın![24]"Hac menâsikinizi[25]benden ahn![26] buyurmuştur. Rasûlullah'ın fiillerine uyma konu­sunda İbn Ömer hadisi vb. gizli kalmayacak kadar açıktır.[27] Bütün bunlar sebebiyle usûlcüler, hükümlerin beyanı konusunda onun fi­illerini sözleri mesabesinde kabul etmişlerdir.

Durum böyle olup müftînin Rasûlullah'ın makamına kaim ve onun naibi durumunda olduğu sabit olunca, bundan müftî­nin fiillerine de aynı şekilde uyulması lâzım geleceği sonucu çıkar. Bu durumda, eğer fiili ile beyan ve anlatım kastetmişse ona uyma­nın gerekli olacağı açıktır. Böyle bir kasdı bulunmaması halinde ise hüküm, iki açıdan dolayı yine aynı şekilde olacaktır. (1)

Müftî varistir. Varis olduğu kişi yani Raaûlullah hem sözü hem de fiili ile mutlak anlamda örnek bulunuyordu. Dolayısıy­la onun yerini alan vâris de aynı şekilde olacaktır. Aksi takdirde gerçek anlamda bir verasetten bahsetmek mümkün olmaz. Şu hal­de müftînin fiilleri de, aynen sözlerinde olduğu gibi örnek alınma durumundadır; onları bu şekilde değerlendirmek gerekecektir. (2)
Fiillerin örnek alınması —toplum içerisinde gözde büyütülen insanlara nisbetle— insan yaratılışında mevcut bir sırdır.[28] İnsan­ların, yaratılışlarında bulunan bu özellikten koparılmaları hiçbir şekil ve halde mümkün değildir. Özellikle de itiyat halini alması, sürekli tekrarlanması ve örnek alman kişiye karşı bir muhabbet ve meyil duyulması halinde bu imkânsızdır.   Eğer bu halde bulunan  bir kimse, bazı insanlarca örnek alınıp kendisine uyutmuyorsa, bi­lesin ki bu mutlaka bir başka örneğe uyulması sebebiyle olmakta­dır. Bu durum[29] Rasûlullah zamanında iki yerde ortaya çıkmıştır:
a) Birincisi şudur: Rasûlullah müşrikleri inançsızlık­tan imana, putlara tapmaktan Allah Teâlâ'ya kulluk ve ibadete davete başladığı zaman, onların örnek aldıkları şeylerin en başında ataları geliyor; onlara uyulması ve on­ların örnek alınması ilke kabul ediliyordu: "Onlara (müş­riklere) 'Allah'ın indirdiğine uyun!' dendiği zaman onlar: 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.' dediler"[30]Yine onlar: 'Tanrıları, tek tanrı mı yaptı"? Doğ­rusu bu tuhaf birşeydir!' dediler"[31] Bu ve benzeri âyetler bu gerçeği ifade etmektedir. Rasûlullah onları uyarmaya devam etti; onlar ise, atalarım üzerinde bulduk­ları gidişata ısrarla devam ettiler. Sonunda iş harbe kadar gitti. Onlar buna razı oldular; fakat gidişatlarını terketme-diler. İşin ilginç tarafı, kendilerinin davet edildikleri şeyin bir kısmı ataları Hz. İbrahim'e uymadan ibaretti ve onlara şeriatı Muhammedi de ilave edilmişti. Allah Teâlâ onlara hitaben: "Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi).[32] ifa­desini kullanmıştı. Bu, onları en büyük atalarına uymaya, onun gidişatını takip etmeye çağırmanın bir kapısı oluyor­du. Bununla birlikte onlara İslâm'da bulunan güzel ahlâk esaslarını, faziletleri açıklıyordu ki, ataları bunların çoğu­nu zaten güzel bulur ve onları yaparlardı. Böylece, örnek­lik, yanlış yolda olanları örnek almadan uzaklaştırıcı bir yol olarak kullanılmıştı ki bu, rıfk ve hikmetin gereği ile da­vette bulunmanın en belirgin yollarından biri olmaktadır. Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: "Sonra da sana 'Doğru yo­la yönelerek ibrahim'in dinine uy! Zira o müşriklerden de­ğildi' diye vahyettik[33] "Sen, Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!'[34] Allah'a davet yolunda takınılan bu incelik, Rasûlullah'ın davet metodunda sürekli kullandığı hikmet türle­rinden biri oluyordu. Öbür taraftan, Kur'ân'da zikredilen üstün ahlâk, bizzat Rasûlullah'ın ahlâkı idi. Onla­ra nisbetle, fiil, sözü tasdik etmekteydi. Bu durum, ona uy­mayı ve onun örnek alınmasını telkin ediyordu. Dolayısıyla sonuçta onlar da boyun eğdiler ve Hakk'a döndüler.             
b) İkinci mahal ise, ashabın İslâm'a girip, Hakk'ı tanıyıp, Rasûlullah'ın emir ve yasaklarına uyma konusun­da birbirleri ile yanşa girmeleri anında olmuştur. Bazı hal­lerde Rasûlullah kendilerine bir emirde bulunmuş ve onları dinleri için kendileri hakkında hayırlı olacak şeye irşad etmiştir. Bununla birlikte onlar, Rasûlullah'ın bizzat işlemiş olduğu fiillere yönelmişler, onları sözlerine tercih etme yoluna gitmişlerdir. Meselâ, emrettiği halde ashap, ihramdan çıkmaya yanaşmamışlardır. Hatta Rasûlullah e§i Ümmü Seleme'ye: "Görmez misin şu kavminin halini! Emrettiğim halde, emrime uymuyorlar" diye serze­nişte bulunmuştur. Bunun üzerine Ümmü Seleme: "Kurba­nım kes ve tıraş ol!" demiş, Rasûlullah onun dediği gibi yapınca ashap da kendisine tâbi olmuştur. Yine visal orucu hakkında da benzer durum olmuş, onlara bu orucu yasakladığı halde onlar tutmaktan geri durmamışlar ve gerekçe olarak da bizzat kendisinin tutmakta olduğunu ile­ri sürmüşlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah: "Şüp­hesiz ben gecelerim de Rabbim beni yedirir ve içirir (siz ise böyle değilsiniz)" [35]buyurdu. Buna rağmen onlar tutmaya devam edince, onlarla birlikte kendisi de visale başladı ve sonunda onlar güç yetiremediler ve Rasûlullah şöyle buyurdu: "Eğer ay gecikseydi, ben mutlaka visal oru­cuna gün ekleyerek devam ederdim ve o zaman aşırılık gös­terenler aşırılıklarını terkederlerdi"[36] Bir başka hadise şu şekilde olmuştur. Rasûlullah ashapla birlikte bir seferde iken onlara oruç tutmamalarını emretmişti. Kendi­si ise oruçlu bulunuyordu. Bu hali gören ashab ya da bir kısmı emre uymamış ve duraksamışlardı. Bu durum bizzat kendisi bozuncaya kadar sürmüş, sonunda onlar da kendi­sine bakarak bozmuşlardı.[37] Onlar Rasûlullah'ın sözlerini araştırdıkları gibi fiillerini de araştırmakta idiler. Bu konu, onun makamına gelecek olan âlim için uyması ge­reken en ağır bir şart olacaktır. Beyân konusunda bu mese­le ele alınmıştı. Ancak yapılan açıklama bir başka açıdan­dı. Buna rağmen her iki yerde de mânâ aynı noktaya çık­maktadır.

Îtiraz: Belki burada biri çıkarak şöyle diyebilir: Şüphesiz Ra-sûlullah masum idi. Dolayısıyla onun fiilleri hiç kuşkuya yer kalmadan uymaya (iktidâ) mahaldir. Diğer insanların durumu ise böyle değildir. Çünkü diğer insanların fiilleri (masum olmadık­ları için) hata, unutma ve masiyete hatta iman bir tarafa küfre bile mahal bulunmaktadır. Bu durumda böyle birinin fiillerine nasıl gü­ven duyulabilir? Şu halde Rasûlullah'ın dışındaki insanla­rın (burada müftî söz konusu) fiilleri, (şer'î bir hüccet gibi) uyulma­sı gerekli şeylerden olamaz.
Cevap: Eğer biz bu ihtimali, müsteftîye nisbetle müftînin fiille­rinin hüccet olması konusunda sabit görecek olursak, aynı ihtimali onun sözleri konusunda da sabit görmemiz gerekir. Çünkü sözle­rinde de hata etmesi, unutması, kasden veya yanılarak yalan söyle­mesi mümkündür; zira sözleri konusunda da masum değildir. Ma­dem ki bu ihtimal sözleri konusunda dikkate alınmamaktadır, fiil­leri hakkında da dikkate almamak gerekir.[38] Bu noktadan hareket­ledir ki, şer'an âlimin zellesi çok tehlikeli bulunmuştur. Nitekim bu konu burada ve Beyân bahsinde ele alınmış ve açıklanmıştır. Bu durumda müftînin, hem fiili hem de sözü ile fetva makamında bu­lunduğunun idraki içerisinde olması gerekmektedir.[39] Şu mânâda ki onun mutlaka fiillerine dikkat etmesi, onların hep şer'î esaslar dahilinde cereyan etmesine çalışması gerekir ki böylece kendisi fiil­leri konusunda bir örnek telakki edilebilsin.
İkrar yani tasvip yoluyla fetvaya gelince bu, esas itibarıyla fiile râcidir. Çünkü el çekmek fiildir. Müftînin, (yanlış) bir iş gördü­ğü zaman onun yanlışlığını belirtici bir açıklama yapmadan geri durması, sanki onu açıkça onaylamış anlamına gelir. Usûlcüler, bu­nun Rasûlullah'a nisbetle şer'î bir delil olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu durumda, fetva makamında bulunan kişiye nis­betle de hüküm aynı olacaktır. Fiilî fetva babında ileri sürülen de­liller aynısıyla tereddütsüz olarak bu konu için de geçerlidir. İşte bu anlayıştan hareketledir ki, selef-i sâlih iyiliği emretmek, kötülü­ğü yasaklamak (emri bi'1-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker) görevinin yerine getirilmesi konusuna son derece önem vermişler, bunun üze­rinde azim ve sebatla durmuşlar, bu konuda karşılaşabilecekleri güçlüklere, ölüm vb. gibi sonuçlar da dahil olmak üzere maruz ka­labilecekleri zararlara aldırış etmemişlerdir. Kötülüğün önünün alınması konusunda ruhsat hükümle amel etmeyi yeğleyen kimse­ler, dinini yaşamak için uzlete çekilmiş ve yalnız yaşamışlardır.[40] Tabiî bunu yaparken de, yaptıkları bu işin, kötülüklerin önlenmesi ilkesinin terkinin getireceği zarardan daha büyük bir zararın orta­ya çıkmaması noktasını göz önünde bulundurmuşlardır. Çünkü iki serden daha hafif olanını (ehven-i şerreyn) işlemek, her iki şerri de birden işlemekten daha evlâdır. Mesele aslında, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama konusundaki kaidenin çalıştırılması sonucuna çıkmaktadır. Bu konuda söz konusu olan üç mertebe[41], delilleri ile birlikte olmak üzere ilgili eserlerde ele alınmış ve açıklanmıştır. [42]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..