DOKUZUNCU MESELE:


Avama nisbetle müctehidlerin fetvaları, müctehidlere nisbetle şer'î deliller mesabesindedir.[83]
Bunun delili şudur: Mukallitlere nisbetle delilin bulunup bu­lunmaması arasında fark yoktur. Çünkü onlar delillerden hiçbirşey anlamayacaklardır. Deliller üzerinde değerlendirme yapmak ve on­lardan hüküm çıkarmak onların yapabileceği birşey değildir. Böyle bir davranışa girmeleri onlar için asla caiz de değildir. Bu konuda Allah Teâlâ: "Eğer bilmiyorsanız bilenlere (zikir ehline) sorun[84] buyurmaktadır. Mukallid, bilgi sahibi olmayandır. Dolayısıyla onun yapacağı tek şey, erbabına sormaktan (ve bu yolla mükellefi­yetlerini öğrenmekten) başka birşey değildir. Dinî konularda, baş­vuracağı merci mutlak anlamda onlardır. Şu halde din âlimleri (müctehidler), mukallide nisbetle Sâri' makamında bulunmaktadır­lar, onların sözleri yani fetvaları da, Şâri'in (hitabı) makamına kâim olmaktadır.

Sonra, müftînin bulunmaması yükümlülüğü düşürdüğüne gö­re, bu delilin bulunmaması haline müsavi olmaktadır. Zira delilsiz hiçbir teklif bulunmamaktadır. Amele dair bir delil bulunmayınca, onunla yükümlülük de düşer (sabit olmaz). Aynı şekilde amel hakkında sual edebilecek bir müftînin bulunmaması halinde de, kişi onunla yükümlü olmaz. Bu da gösterir ki müctehidin görüşü (fetvası) içtihada ehil olmayan sıradan kimselerin (ammînin) delili­dir. Allah'u a'lem!

İctihâd bölümüyle ilgili iki ek bulunmaktadır:
1) Müctehid nazarında delillerin tearuzu ve onlardan birini di­ğerine tercih etmesi.
2) Suâl ve cevap ile ilgili hükümler. [85]
[1] Yani ya o mesele hakkında sorar ve deliline de vakıf olmak ister. Böylece kalbinin tatmin olmasını amaçlar. Yahut da sadece amel edebilecek kada­rını (deliline gerek duymaksızın) sorar ve böylece kulluk görevini yerine getirmeye çalışır. Ama mutlaka sorar. Çünkü kulluk icrasının iki yolu vardır: a) Ictihad ederek kullukta bulunmak, b) Bir müctehide sorarak kullukta bulunmak. Bunun dışında bir başka yol yoktur. Mukallid, müc-tehid olmadığına göre mutlaka sorma yoluna gidecektir.
[2] Bakara 2/282.
[3] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/265-266
[4] Yani akıllı bir kimsenin böyle bir davranışa girmesi mümkün gözükme­mektedir.
[5] Yani İctihâd kitabının Üçüncü Mesele'sinde.
[6] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/266-267
[7] Bu mânâda tercihe "eşit şeyler arasından birini bazı sebepler dolayısıyla öne çıkarmaktır" denilebilir. (Ç)
[8] Zira onlar, diğer müctehidlerce konulmuş olan görüşlerin de aynen kendi görüşleri gibi muteber olduğunu kabullenirler.
[9]Yani kendi mezhebimizin görüşünü tercih etmek için karşı görüşün kötü taraflarını araştırmaya, onlan karalamaya koyulduğumuzda, onlar da bi­zim kötü taraflarımızı araştırmaya ve ortaya koymaya başlar ve iş bam­başka bir mecraya girer.
[10] Müslim, İman, 145 ; Tirmizî, Birr, 4 ; Ahmed, 2/164. 9      Hddid
[11] Haddizatında yasak olan şeyleri artık siz düşünün.
[12] Bakara 2/104.
[13] En'âm 6/108.
[14] bkz. [2/360].
[15] Al-i Imrân 3/105.
[16] En'âm 6/159.
[17] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4671 (4/218).
[18] Bakara 2/253.
[19] İsrâ 17/55.
[20] Buhârî, Enbiyâ, 14 ; Müslim, Fedâil, 168.
[21] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4671 (4/218).
[22] Yağ ve et içerisine ekmek doğramak suretiyle yapılan bir yemek çeşidi. (Ç)
[23] Buhârî, Enbiyâ, 32, 46 ; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 70.
[24] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4672 (4/218).
[25] Buhârî, Enbiyâ, 3 ; Müslim, îmân, 327 ; Ebû Dâvûd, Sünne, 13.
[26] Yani her iki hadiste de bu açık bir şekilde ortaya konmaktadır. Birincisi Hz. İbrahim'in   bütün insanlardan üstün olduğunu, ikincisi ise son pey­gamber Rasûlullah'm (s.a.) bütün Ademoğullannın efendisi olduğunu be­lirtmektedir. Bu yüzden de aralarında müellifin de dediği gibi tearuz var­dır. Ancak hadisler üstünlük bakımından ayırımın olacağını açıkça ifade etmektedir.
[27] Buhârî, Fedâilu ashâbi'n-Nebî, I ; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 210.
[28] Buhârî, Menâkıbul-Ensâr, 7 ; Müslim, Fedâil, 10.
[29] Tirmizî, Menâkıb, 32 ; tbn Mâce, Mukaddime, 11. Tirmizî'nin rivayetinde Hz. Osman'dan sonra "en üstünleri Ali'dir" ifadesi vardır.
[30] Yani Abdullah b. Mesûd'dan.
[31] Tirmizî, Menâkıb, 16 ; İbn Mâce, Mukaddime, 11.
[32] Ebû Dâvûd, Sünne, H. No: 4671 (4/218).
[33] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/267-274
[34] Fâtır 35/28.
[35] Bir önceki yönden farkı pek açık değildir.
[36] Yani emredilen şeyin bizzat kendisi değil de onun yerine ikame edilebile­cek başka birşey de işlenmiş olabilir. (Ç)
[37] Teb'îz için olan "mîn" harfi ile "minhu" şeklinde. Yani "onu" değil de "on­dan bir kısmını..." (Ç)
[38] Daha önce geçmişti.
[39] Yani yasaklara daha çok riayet eden müftînin fetvasının, emirlere daha çok riayet eden müftînin fetvasından daha fazla dikkate alınacağına bir

işaret olur. (C)
[40] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/274-277
[41] Yani, tâbi olunan kişinin işlemiş olduğu fiilin dinî mahiyetli olduğu ya atanma yoluyla belirlenmiş olur. Ya da yaşantısından çıkarılan karineler yoluyla işlediği fiilîn dinî mahiyetli olduğu sonucuna varılır. (Ç)
[42]  Yani tâbi olunan kimsenin işlediği fiilin dinî mahiyetli olduğunun belir­memiş olması hali. (Ç)
[43] Yani fiili dünyevî olma ihtimaline rağmen taabbudî olarak alması söz ko­nusu olur. Bunun ancak masum olan peygamberden taabbud kasdmın ke­sin tarzda bulunduğunu anlamamış olması halinde olabileceği söylenmiş­tir.
[44] Yani a şıkkında: (Ç)
[45] Meselâ, mesctdde cemaatle teravih namazını kılmaları gibi.
[46] Yani taabbud niyetim ilave kısmı.
[47] Mümkün olmaması halinde ise ihtilâfa mahal kalmayıp, ilga edilmesi ta­ayyün eder.
[48] Yani, bu ihtimal güçlü bir ihtimaldir ve mücerred uyan kimsenin uyduğu kimse hakkında "onu mutlaka en efdal şekil üzere yani dinî mahiyette iş­lemiştir" şeklindeki hüsnüzannı sebebiyle ihmali sahih değildir. Onun bu şekilde delilsiz ilgâsı, iki ihtimalden birinin nefsânî arzulara uyularak ter­cih edilmesi demektir. Bunun ise dinde bir yeri yoktur.
[49] Hucurât 49/12.
[50] Nûr 24/12.
[51] Birinci âyette talep, mü'min erkek va kadınlara yönelik hüsnüzanda bu­lunmaya yöneliktir. Onlar hakkında hayır düşünmek ve "Bu apaçık bir ifttiradır" demektir. İkincisinde işittiklerini yalanlamaları ve  Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır" demeleridir. Yani peygamberini karalamak, onu rezil riisvay etmek gibi bir konuda Allah'ı tenzih etmeleridir. Çünkü zev­celerin ahlâksızlıkta bulunup fuhuş yapmaları kocalarından nefreti mucip bir haldir.

Bir başka nokta şudur: Ayetlerde "Bu apaçık bir ifttiradır"; "Hâşâ! Bu çok büyük bir iftiradır" ifadelerinde istenilen kesin talep, bilinen bir-şeyin itikadı veonun söylenmesi kabilinden midir? Yoksa bilinmeyen şeye itikat edilip söylenmesi kabilinden midir? Fahrettin Razı birincisini, Allâme'de ikincisini tercih etmiştir. Çünkü peygamberler her türlü nefreti mucip hallerden masum bulunmaktadır. Bu da o türdendir.
[52] Nûr 24/16.
[53]  Yani beslenen hüsnüzan ile vakıanın aynı olmasını gerektirmemektedir

(Ç)
[54] Bu, vakıada onun bu fiille taâbbudîliği kastetmiş olmasıdır.
[55] Asıl konuyu hatırlayalım: Şöyle idi: Fiillerine uyulacak olan kimse, ma­sumluğuna dair hakkında delil bulunan biri olabilir. Rasûlullah'm (s.a.) fiillerine uymak böyledir. Keza icmâ ehlinin, ya da âdeten veya şer'an ha­ta üzerinde görüş birliği etmeyecekleri bilinen kimselerin -—İmam Mâlik'e göre Medine ehlinin ameli gibi— fiiline uymak da böyledir...

Görüldüğü gibi söz konusu olan, bir kişinin fiili değil, aksine kendile­riyle şer'î icmânın tahakkuk ettiği topluluktan ya da âdeten veya şer'an hata üzerinde görüşbirliği etmeyecekleri bilinen kimselerden sâdır olan fi­ildir. Rasûlullah (s.a.) dışında kalan kimseler söz konusu olduğu zaman, tek kişinin ya da zikredilen şartı taşımayan toplulukların fiili konu harici olmaktadır. Buna göre verilen Örnek, esas ortaya konulan meseleden uzak olmakta ve onun meseleye tatbiki çeşitli tekellüfleri gerekli kılmaktadır. Verilen örnek ancak, Rasûlullah'a (s.a.) nisbetle cibillî olan fiillerinin hüs-nüzanla uhrevî-dinî mahiyetli olduğuna hamletme durumunda açıklık ka­zanabilir.
[56] Yani verdiği dostu fakir biri olmasa.
[57] Yani parayı dostunun tasaddiikta bulunması için ona vermiştir
[58] Buhârî, Deavât, 1 ; Müslim, îmân, 334-345.
[59] Elden ayaktan düşmeden. (Ç)
[60] Nûh 71726.
[61] Zuhruf 43/23.
[62] Yani ehil olmayanları taklit edenleri. Yoksa âyet ve hadis taklidin her türlüsünü reddetmemektedir.
[63] Çoğunluk bu orucun mekruh olduğu görüşündedir. Kadı Iyâz: "İmam Mâlik'in görüşü de sanırım buna çıkar. Çünkü ona göre belirli bir günü oruca tahsis etmek mekruhtur. el-Bâcî de, bu konuda imamın başka bir görüşü daha olabileceğine işaret etmiştir" demiştir. ed-Dâvudî ise: "Hadis ona ulaşmamıştır. Eğer ulaşsaydı, ona muhalefet etmezdi" demiştir. Hası­lı: el-Mâzerî ve ed-Dâvudî, el-Muvatta'dan cevaz hükmünü anlamışlar­dır. Iyâz ise, meselenin hükmünü, imamın belli bir günü oruca tahsis et­menin mekruh olacağı şeklindeki görüşüne irca etmiş ve el-Bâcî'nin sö­züyle de tezini desteklemeye çalışmıştır. Üstadlarm çoğu ise İmam Mâlik'ten cevaz görüşünü nakletmişlerdir. Ancak onun müellifin dediği şey üzerine binası uzak bir ihtimaldir. Çünkü İbn Mesûd'dan şu rivayet yapılmaktadır: "Rasûlullah (s.a.) her ayda üç gün oruç tutardı; cuma gü­nü oruç tutmadığını çok az görürdüm" İbn Ömer ise: "Onu, cuma günü oruç tutmaz halde asla görmedim" demiştir. Bu durumda İmam Mâlik'in yukarıdaki sözleri bu hadisleri takviye babından olur; yoksa müellifin de­diği gibi ilim ehlinden bazılarının fiillerine dayanarak, sahih hadisin hük­münü düşürmüş olmaz.
[64] Yani ikinci kısım hakkında.
[65] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/277-286
[66] Heva ve heveslere uyma, delilin gereğinden sapma gibi.
[67] Bu sadece ikinci mertebeye nisbetle olmayıp, içtihadı ve kendisinden fet­va sorulması sahih olan ikinci ve üçüncü mertebeden herkesi kapsamak­tadır.
[68] Müslim, Sıyâm, 177 .
[69] Buhâri, îmân, 32 ; Müslim, Müsâfirîn, 139.
[70] Buhâri, Edeb, 35.
[71] Hucurât 49/7.
[72] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/286-289
[73] Yani şer'i mesâil karşısında fazla duyarlı olup, bu uğurda rahatını feda edebilendir. (Ç)
[74] Yûnus 10/59.
[75] Yani âlim kişi yerine göre 'Bilmiyorum' diyemiyorsa, kesin bilgisi olmadı­ğı ya da hiç bilmediği konular hakkında da söz ediyorsa, o zaman helak olur. (Ç)
[76] Müzzemmil 73/5.
[77] Zümer 39/18.
[78] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/289-294
[79] Yani müctehid olmayıp fetva isteme durumunda olan, dinî vecibelerini müctehidden aldığı fetva yoluyla yerine getiren kimse.
[80] Meselâ teheccüdün matlup olduğunu işiten fakat ondan maksadın ne ol­duğunu bilmeyen kimsenin hali gibi. Veya umrenin istenilen birşey oldu­ğunu işiten, fakat onun ne tür bir ibadet olduğunu bilmeyen kimsenin ha­li gibi. Böyle biri, kendisine bunların ismi bile ulaşmamış kimse değildir, zira o zaman müsteftîliği söz konusu olamaz. Bu kısmın, bir sonraki kı­sımdan farkı açıktır. Birincide mükelleften düşen, amelin aslıdır. İkincide düşen ise, amelin aslı değil, elde edemediği vasfıdır.
[81] Bu kitaplardan, bu mesele üzerine terettüp eden şeyleri ve amelin ası) ya da vasıflarından nelerin düşüp nelerin düşmediğini öğrenmek mümkündür.
[82] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/294-296
[83] Yani müctehid olmayan sıradan insanlara (ammî, avam) nisbetle müctehi-din fetvası, şerl deliller yerine kâimdir. Nasıl ki müctehidler Kitâb, sün­net vb. gibi şerl delillerle bağlı iseler, ictihâd derecesinde bulunmayan mukallitler de müctehidlerin görüşlerini almak, onların fetvalarıyla amel etmek zorundadırlar. Nitekim el-Amidî, el-İhkâm'da bunu açıklamış ve bunun doğruluğuna nassla ve icmâ ile istidlalde bulunmuş, aklın gereği­nin de böyle olduğunu belirtmiştir. Nass, müellifin zikrettiği aynı âyettir. Sükûtî icmâ ve aklın gereği ise şöyle: Kendisinde ictihâd ehliyeti bulun­mayan kimse, başına fer1! bir hadisenin gelmesi halinde, ya hiçbir şekilde kulluk icrasında bulunmayacaktır; bu icmâya muhaliftir. Eğer birşeyle kulluk icrasına memur ise, o takdirde bu ya hükmü isbat eden delil üze­rinde değerlendirme yapmak yoluyla, ya da taklit usulüyle olacaktır. Bi­rincisi imkânsızdır. Çünkü bu, kişinin hem kendi hem de bütün insanla­rın istisnasız hadiselerin delilleri üzerinde durma, onlarla meşgul bulun­ma ve bunun tabiî sonucu olarak da geçim için gerekli olan iş güçten el çekme, meslek ve zanaatların ihmal ve iptali, ekin ve neslin ta'tili yüzün­den dünyanın harap olması gibi bir sonucu gerekli kılacaktır. Taklidin esastan kaldırılması, insanların son derece zorluk, sıkıntı ve zarara sokul­ması demektir. Halbuki matlup olan bunların kaldırılmasıdır. Bu durum­da geriye sadece taklit kalmaktadır ve kul işte bu yolla kulluk icrasında bulunmakla yükümlü tutulmaktadır. Müellifin burada izah etmek istediği şey budur. Bu aynıyla, bir önceki meseleye yani müftînin bulunmaması halinde müsteftîden ve mukallitten yükümlülüğün düşeceği konusuyla uygunluk arzetmektedir. Bu, müctehidlerin sözlerinin, uymanın vacipliği ve kendisiyle amel etmenin gerekliliği açısından aynen rasûllerin sözleri gibi olmasını gerektirir. Sanki onların sözleri, avama nisbetle rasûllerin dili üzere gelmiş Allah Teâîâ'nın hitabı mesabesinde olur. Müctehidlerin sözlerinin hüccetliğinin bundan başka bir mânâsı yoktur. Daha Önce el-Âmidi'nin taklidin tarifi sırasında, ammînin yani içtihada ehil olmayan sı­radan insanların, müftînin fetvasını almasının vacip olduğunu tasrih etti­ği geçmişti. Hatta o, avamdan olan insanların aynen icmâya, Rasûlullah'-m (s.a.) sözüne uymak gibi, ona da uymakla ilzam edildiğini, hakklarmda bağlayıcı bir hüccet olduğunu belirtmişti. Ancak onun hüccetliğinin     lizâtihî olduğu ya da olmadığı, şer'î delillerin müctehidlere nazaran hüc­cet oluşlarının lizâtihî ya da mucize sebebiyle olduğu konusu ise başka birşeydir ve bu bir bahs-i diğerdir; konuyla ilgisi yoktur.
[84] Nahl 16/43.
[85] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..