ALTINCI MESELE:


Delil iki mukaddime üzerine bina edilir: Bunlardan biri tahkî-ku'1-menât, diğeri ise onun üzerine hükümde bulunmaktır ve daha önce de geçtiği gibi üzerinde durulması gereken yer, menâtm (hük­mün mesnedinin) tahakkuk edip etmemesidir. Dolayısıyla taraflar arasında yapılacak tartışma bu nokta üzerinde olacaktır. Bunun delili istikra olmaktadır. Hâkim konumda olan mukaddimeye gelin­ce, onun her halükârda taraflarca müsellem olduğunun farzı gerek­mektedir.

İtiraz: Bu tez hakkında belki kuşku bulunabilir ve şöyle deni­lebilir: Anlaşmazlık bazen ikinci mukaddimede de gerçekleşebilir. Şöyle ki: Sen "Bu sarhoşluk vericidir, her hamr (şarap, içki) ya da her sarhoşluk verici de haramdır" dediğin zaman karşı taraf bu şe­yin sarhoşluk verici olduğunda sizinle mutabakat halinde olabilir.

Bu tahkîku'l-menât mukaddimesidir. Nitekim bu konuda size mu­halefet de edebilir. Muhalefet etmesi halinde genelde ona niye mu­halefet ediyorsun denemez. Çünkü konu ihtilaf mahalli olmaktadır. Karşı taraf, her sarhoşluk veren şeyin hamr (şarap, içki) olduğu noktasında da farklı düşünebilir Çünkü "hamr" kelimesi, üzüm şı­rasından elde edilmiş çiy içkiye denilir. Dolayısıyla sözkonusu olan o şey, (pişirilmiş ise) sarhoşluk verse bile hamr olmaz. Bu takdirde ise her sarhoşluk veren şeyin hamr olduğu iddiası müsellem olmaz. Keza her sarhoşluk veren şeyin haram olduğu noktasında da muha­lefet edebilir. Çünkü bu mukaddimenin küllîliği sabit olmuş değil­dir. Zira hakkında bulunan delil sebebiyle "nebîz"in bu genelleme­den hariç tutulması onun tahsis edildiğini gösterir. Küllîliği sahih, olmayınca da hakkında bir delil bulunmuş olmaz. Şu halde bu öner­me de tartışmaya açık bir haldedir. Hal böyle iken nasıl olur da tar­tışma mahallinin, iki mukaddimeden sadece birinde olduğu iddia edilebilir? Aksine her ikisi de tartışmaya açıktır ve bu sonuç sizin meselede ortaya koymuş olduğunuz asim aksine bir durum olmaktadır.
Cevap: Ortaya koyduğumuz asıl doğrudur ve ileri sürülen bu itiraz yerinde değildir. Şöyle ki: Taraflar ya başvuracakları bir asıl üzerinde hemfikir olacaklardır ya da olmayacaklardır. Eğer birşey üzerinde hemfikir olmazlarsa, o takdirde münazaralarının hiçbir anlamı olmayacaktır. Bu konu daha önce geçmişti. İddia için mutla­ka bir delilin olması gereklidir. Delil, karşı tarafça tartışılır olması halinde delil olmaz ve bu durumda baştan tartışmaya açık olan bir-şeyin delil olarak karşı tarafa şevki abes olur ve hiçbir fayda taşı­maz, maksadı gerçekleştirmez. Münazaradan güdülen maksat ise, karşı tarafı bildiği bir yolla doğruya iletmektir. Zira onu bilmediği bir yolla doğruya iletme çabası, onun için takat üstü yükümlülük kabilinden olur. Bu itibarla mutlaka her iki tarafın da yani soru so­ran taraf ile delili sevkeden tarafın aynı derecede bildikleri bir deli­le başvurmaları zorunludur. "Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşer­seniz —Allah'a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız— onu Al­lah'a ve Rasûlüne götürün"[114] âyeti de işte bu mânâya delâlet eder. Çünkü Kitap ve Sünnet, İslâm ümmeti arasında ihtilafsız merci ol­maktadır; her ikisi de delildir ve tartışma konusu olan ihtilaflı me­selelerde başvurulacak kaynak olmaktadır. Kâfirlere karşı hüccet ikamesi de bu yolla olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım:) Bu dünya ve onda bulunan­lar kime aittir? Allah'a aittir' diyecekler. (...) 'Öyle ise nasıl olup da büyülenirsiniz?' de"[115]Böylece Allah, onları kendi ikrarları ile ilzam etmiş, kendilerine bildikleri şeylerden delil getirmiştir. Hatta onlar için "Öyle ise nasıl olup da büyülenirsiniz?' denilmiştir. Yani bu şu demektir: "O'nu ikrar ettikten sonra Hakk'tan nasıl sapıyor­sunuz, bu konuda nasıl aldanıyorsunuz da Allah ile birlikte başka tanrılar davasında bulunuyorsunuz?" Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Bir zaman o babasına dedi ki: Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan birşeye niçin taparsın?'[116]Çünkü bu onlarca bilinen birşeydi. Zira taptıkları şeyleri bizzat kendi elle­ri ile yontuyorlardı. Bir başka yerde de, 'Yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz[117]buyurmaktadır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyuru­yor: "Bunun üzerine İbrahim: 'Bil ki Allah güneşi doğudan getirir, sen de onu batıdan getir' de[118] Bunu ona: "Rabbim, dirilten, ya­şatan ve öldürendir" dedikten sonra söylemişti. Bunu söyleyince karşı taraf bir çıkış yolu bulmuştu.[119] Bunun üzerine söz ne meca­zen ne dfi hakikaten hiçbir çıkış yolu bulamayacağı bir mecraya kaydırılmıştı. Bu konumuzla ilgili olarak en açık bir delil olmakta­dır. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Allah katında isa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir'[120]Bu âyette onlara hakkında ihtilâf etmedikleri Hz. Âdem'i delil olarak getirmiş oluyordu. Yine bir âyette şöyle buyurur: "Ey ehli kitap! İbrahim hakkında niye tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indi-ritdi[121] Bu, onların Hz. İbrahim'in yahudi ya da hıristiyan olduğu şeklindeki iddialarını temelden ortadan kaldıran bir delildir. Kur'ân'ın delil getirme tarzının hep bu şekil üzere olduğu görülür. Onda getirilen dolüler, kabule yanaşsın yanaşmasın mutlaka karşı tarafın ikrar pdip doğruluğunu kabullendiği delillerdir. "Allah hiç­bir beşere birşey indirmedi" diyen kimseye karşı reddiye yine bu tarz üzCı'e gelmiş ve, "De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nur ve hidpyet olarak getirdiği... o kitabı kim indirdi?'[122] buyrulmuş ve bîjylece susturulması kendi bilgisi dahilinde olan birşeyle olmuştur. Hudeybiye sulhüne bakınız; onda bu mânâya işaret bulunmaktadır. Şöyle ki: Rasûlullah Hz. Ali'ye "Bismillâhirrahmânirra-hîm" yazmasını emrettiğinde onlar (Kureyşliler) "Biz Bismillâhir-rahmânirrahîm'i bilmeyiz Sen "Bismike Allahumme" şeklinde bi­zim bildiğimizi yaz" dediler. Yine Rasûlullah "Allah'ın rasûlü Muhammed'den... yaz!" dediğinde onlar: "Eğer biz senin Al­lah'ın rasûlü olduğunu bilsek, elbette sana uyardık; aksine sen is­mini ve babanın ismini yaz" dediler. Rasûlullah , onların bu tavırları her ne kadar cahiliyet davasından kaynaklanıyorsa da onları mazur gördü ve onların dediği gibi yazdırdı. Onların sözü edilen hususlarda bilgi sahibi olmadıklarını ileri sürmeleri üzerine kendi arzusu üzerinde fazla durmadı.

Bu sabit olunca, merci kabul edilen asıl, iddianın sıhhatine de­lâlet eden delil olacaktır. Bu da hâkim konumda olan mukaddime­de yer alandır. Bu durumda onun karşı tarafça da müsellem olması lâzım gelecektir. Eğer karşı tarafça da müsellem olmazsa, onu ge­tirmenin herhangi bir faydası olmayacaktır. Delile başvurmadan amaç, tartışmanın sona erdirilmesi ve ayrılığın ortadan kaldırılma­sıdır. Bunun dışında başka bir amacı yoktur. Durum böyle olunca: "Bu sarhoşluk vericidir ve her sarhoşluk verici şey de haramdır" sö­zünde, eğer karşı tarafın ikinci mukaddimeyi kabullendiği farzedi-lecek olursa, o takdirde istidlal şekli sahih olacaktır; çünkü karşı tarafça müsellem bulunan bir delil getirmiş olmaktadır. Eğer karşı tarafın onun hakkında hemfikir olmadığı farzedilecek olursa, o tak­dirde onun kesinlikle delil olarak kullanılması sahih olmayacaktır. Aksine tahkîku'l-menât mukaddimesi bir başka kıyasta olacaktır. Bu ise tartışma alanının bizzat kendisi olmaktadır. Her sarhoşluk verici olan şeyin hamr olduğu istikra delili veya nass ya da başka bir yolla ortaya konulur. Bu beyan edilince, onun üzerine o şeyin meselâ haram olduğu hükmü —eğer karşı tarafça da müsellem ise — bina edilir; nitekim nassda "Her hamr haramdır" şeklinde gel­miştir. Eğer karşı taraf her hamrın haram olduğu noktasında hem­fikir değilse o zaman o, tahkîku'l-menât mukaddimesi olur. O tak­dirde de üzerine hüküm bina edilecek bir başka mukaddimenin bu­lunması gerekir. Bu mertebelerden her birinde mutlaka tezin başka mertebede bulunan diğer teze muhalefeti gerekir. Çünkü sualcinin: "Her hamr haram mıdır?" şeklindeki sorusu, "Her sarhoşluk verici haram mıdır?" şeklinde soracağı soruya muhaliftir. Bu meyanda kelamın diğer mertebelerinde de durum aynı olacaktır. Bu nokta­dan hareketledir ki, menâtm hükmüne getirilecek delilin tartışmalı ya da tartışmaya ihtimali bulunur olması uygun olmaz. Zira o za­man bir meseleden diğerine intikal lâzım gelir ve biz o takdirde hiç­bir meselenin içinden çıkamayız ve münazaradan beklenen fayda ortadan kalkar.

Fasıl:

Burada sözü edilen iki mukaddimeden maksat, mantıkçıların bilinen şekillere uygun olarak ortaya koydukları önermeler değildir. Keza tenakuz ve aks vb. itibarıyla olanlar da değildir. Her ne kadar vakıada ona uygun düşse de, bu o terim üzere cereyanım ge­rektirmez. Çünkü amaç, maksada ulaştıracak olan yolu olabildiğin­ce ve şeriatta geldiği şekil üzere akıllara yaklaştırmaktır. Bu izah şekline arız olan en yakın problem, netice verme konusunda bedîhî ya da benzeri iktiranı veya istisnaî olan (kıyas) şekilleridir. İfade edilen şeyin, Arab'ın dilinde yabancısı olmadığı tarzda bulunması ve kelamında bilinir olması esastır. Zira bu, maksadın olabildiğince gerçekleşmesi konusunda en kestirme yoldur. Hem mantık terimle­rine yapışmak ve onda kullanılan yollara uymak, çoğu kez maksa­da ulaşmadan uzaklaştırıcı bir rol oynar. Çünkü şeriat ümmîlik vasfı üzere konulmuştur. Bu itibarla şer'î mesâilde mantık ilmine riayet etmek onun bu özelliği ile bağdaşmaz. Şu halde iki mukaddi­me sözünün kullanılması, onların mantık ilminde bahis konusu olan terim mânâsında kullanılmış olmasını gerektirmez.
İşte bu noktadan hareketle el-Mazerî'nin sözünden maksadı daha iyi anlaşılmaktadır: O, Rasûlullah'ın[ale^^tu] , "Her sarhoşluk veren şey hamrdır ve her hamr da haramdır[123]sözü hakkında şöy­le demiştir: Bu iki mukaddimenin neticesi "Her sarhoşluk veren şey haramdır" hükmü olacaktır.Bazı usulcüler bunu mantık ilmin­den bazı esaslarla mezcetnıek istemişlerdir. Mantıkçılar "Kıya­sın yapılabilmesi ve neticenin sahih olabilmesi için mutlaka iki mu­kaddimenin bulunması gerekir" derler. "Her sarhoşluk veren şey hamrdır" sözü bir mukaddimedir ve onun yalnız başına bir netice ortaya koyması mümkün değildir. Evet bu usûlcünün dediği her ne kadar bu hadiste mantıkçıların ileri sürdüğü şartları taşısa da, şeriatta bir ya da iki yerde böyle tahakkuk etse de, bu durum diğer şer'î kıyaslarda gerçekleşmez ve fıkhı kıyasların büyük çoğunluğu böyle bir yol izlemez ve onlarda bu yön bilinmez. Şöyle ki: Biz Rasûlullah'm. buğday hakkındaki fazlalık ribasıyla ilgili yasağını buğdayın yenilir cinsten olması diye ta'lîl etsek —nitekim İmam Şâfıî böyle yapmaktadır— bu illeti ancak sebr (bahs) ve taksim[124] sonucunda elde edebiliriz. Bunu öğrendiğimiz zaman Şafiî'nin şöyle demesi mukadderdir: "Her ayva yenilir türdendir. Her yenilir olan da ribevîdir. Dolayısıyla netice ayva da ribevîdir" Ancak bu Şafiî için bir anlam ifade etmez. Çünkü o, bunu ve netice­nin sahihliğini bir başka yolla öğrenmiştir. O yolla bunu öğrenince, kendi mezhebini ifade etmek için bir tabir kullanmış va kullandığı tabir bu şekil üzere gelmiştir. Eğer meramını dilediği başka herhangi bir şekil üzere ifade etseydi, bu sîgamn diğerleri üzerine bir meziyeti bulunmazdı.

Bizim bu noktaya dikkat çekişimizin sebebi, müteahhir âlim­lerden birinin bir kitap tasnif ederek, usûl-ü nkhın esaslarını, man­tık ilminin esaslarına irca etme çabasına girmesidir.
el-Mazerfnin sözleri bunlar ve söyledikleri genel anlamda doğ­rudur. Onun sözlerinde şer'î mesâilin ortaya konulması sırasında mantıkçıların yolunu tutmanın gerekli olmadığına parmak basılmaktadır. Keza onda, menât üzerinde hâkim konumda bulunan mukaddime hakkında ittifak edilmemesi ve karşı tarafça da müsel­lem olmaması halinde onu delil olarak ileri sürmenin hiçbir faydası olmayacağına da işaret bulunmaktadır. Rasûlullah'm "Her hamr haramdır" sözü, Nebi'den gelen bir nass olması hasebiyle karşı tarafça da müsellem olunca, muhalif ona itirazda bulunma­mış; aksine kabulle karşılamış, ancak kaideye bidüziye (muttarit) olmadığım ileri sürerek itiraz etmiştir. Bu da Rasûhîllah'm bu sözünün tesadüfi olarak mantıktaki önermelere benzer şekilde sâdır olduğunun, mantıkçıların kasdını gütmediğinin delillerinden-dir. "Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, o za­man onlar fesada giderlerdi"[125] âyetindeki şartî kıyas hakkında da aynı şey söylenir. Çünkü âyette geçen "ley" şart edatı, başkasının vukuu sebebiyle meydana gelecek olan şeyi ifade etmek için kulla­nılır. Dolayısıyla bunda Arabm sözünde kasdî bir istisna yoktur. Bu Sibeveyh'in tefsirinin mânâsı olmaktadır. Bunun bir benzeri de "İn" şart edatıdır. Çünkü bu da sebep-sonuç ilişkisinde ikincinin birinci­ye bağlı olduğunu ifade eder ve Arap kelâmının sarahatinde istis­nanın ona taalluku yoktur. Bu itibarla şer'î maksatların elde edil­mesi konusunda mantık kurallarına ihtiyaç bulunmamaktadır.

el-Bâcî, Ahkâmu'l-fusûTda felsefecilerin "iki mukaddime ol­madan netice olmaz" iddialarım reddederken —Allah'u alem!— bu mânâya işaret etmiş olmakta ve tek bir mukaddimenin de netice verebileceğini ifade etmektedir. Bu ilk bakışta izahı güç bir sözdür; ancak onunla birlikte burada anlattıklarımız üzerinde yeterince durulduğu zaman müşkil ortadan kalkacaktır.

Allah'a hamd olsun ki, bu kitaptan gözetilen amaç tamamlan­mış ve O'nun lütuf ve keremiyle vaad olunan şey tamamlanmıştır. Gerçi bu kitapta yer veremediğimiz bazı .şeyler kalmıştır. Zira ilim taliplerinden birçoğuna onların istenmesi kolay olmamakta, aşırı susuzluk olmasına rağmen ondan içmek için kaynağa gidenler az olmaktadır. Bunu bildiğim için onları okumazlar, onun nadide cev­herlerini tahkik ipine dizmezler diye korktum ve bu yüzden onları açıklama arzusunu dizginledim, onları yazmaktan kalemimi ve parmaklarımı alakoydum. Kaldı ki kitabın çeşitli yerlerinde onlara işarette bulunan remizler, onların parıldayan güneşinden akseden parıltılar bulunmaktadır. Kim bunları elde ederse, —Allah'ın izniy­le— onun söz konusu hakikatlere ulaşması umulur. Bu mertebede olmayan kimselerin ise, açıkça ortaya konanları elde etmekle yetin­mesi halinde kendisine bir nakısa terettüp etmez. Bu kitapta usûl ilminin tahkiki yanında öyle bir ilim vardır ki, onun sayesinde sele­fin yoluna gidilir, inceleme ve değerlendirme sırasında o, karşılaşı­lacak karışıklıklar, farklı düşünceler karşısında apaçık olana vakıf kılar.
Herşeyin melekûtu elinde olan Yüce Allah'tan hakkını ifa ko­nusunda bize yardımcı olmasını ister, bize lütfü, keremi ve rahmeti ile muamele etmesini temenni ederiz. Şüphesiz ki O, herşeye kadirdir; icabete dair ahdi vardır. Ve'1-hamdu lillâh ve kefâ, ve selâmım alâ ıbâdihî'llezîne'stafâ...

Dine hizmet uğrunda bu önemli çalışmayı başarıyla tamamla­yan Allah'a hamd olsun. Salât ve selâm en şerefli Peygamber'e ve onun tüm âl, ashâb ve sair tâbilerine olsun! Bu çalışmanın kabule şayan olması için Allah'a niyaz ederiz. Şüphesiz ki O, bütün umut­ların kendisine bağlandığı yer, herşeyin kendisinden istendiği tek mercidir.
Allah Teâlâ'mn muvaffak kılmasıyla el-Muuâfakâfm bu dör­düncü ve son cildi tamamlanmış olmaktadır. Allah, bütün müslü-manlar için onu faydalı kılsın, müellifini, sarihini, baskısını yapanı, neşre hazırlayanını, ilim ve din uğrunda hizmeti geçen herkesi se-vaplandırsm. Talebeler için bu eserin tahsilini kol ayl aş tirsin. Âmin! Velhamdu lillâhi Rabbi'l-âlemîn... [126]
[1] Gaynmeşrû şekilleri de vardır; olmuş bir olay hakkında bizzat kendisinin ictihâd etmesi gereken birinin sorması gibi. Böyle birinin bir başkasını taklit etmesi caiz olmadığından soru gaynmeşrû olur. Müellifin zikrettiği altı şekil, yasak olan taklit konusunun dışında kalmaktadır.
[2] Yani aslında içtihada dayanmayan, aksine hadis almak, rivayet araştır­masında bulunmak gibi olan şeyleri.
[3] Birinci ve ikinci kısmın bazı şekilleri de bu amaca matuftur.
[4] Bir beldede fetva vermeye ehil başka kimselerin de bulunması halinde müftînin fetva sermeyi reddedebileceğini söylemişlerdir. el-Halîmî, bu ko­nuda farklı düşünmektedir.
[5] Burada bir soru sorulabilir: Acaba, sözü edilen şartların bulunması halin­de, nassı elde etmek için ulaşamasa bile bütün gücünü ortaya koyması ge­rekir mi? Nitekim İmam Mâlik böyle yapmaktaydı. Müellifin buradaki sö­zü, nassı araştırması değil de, isterse cevap vermemesi şeklinde anlaşıl­malıdır. Çünkü içtihadı sonucunda belki cevaba ulaşmamış olabilir.
[6] İbn Akîl: "Bu durumda cevap vermek haram olur" demiştir. İleride de ge­leceği üzere meselelerden bazıları vardır ki, onun hakkında yasak şiddetli olmakta, diğer bir kısmı hakkında da hafif kalmaktadır. Verilecek cevap meselenin durumuna göre olacaktır.
[7] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/315-317
[8] "Şeyler"den maksat, herhangi bir yarar içermeyen, ağır yükümlülükler getirebilen, rezil ve rüsvay olmalarına sebebiyet verecek gizli sırlar, kötü şeylerdir. İkincisi (sırların ifşası) açıktır. Birincisine gelince, mükellef ol­madıkları halde ağır şeyler hakkında ikide bir sual etmek, büyüğe karşı edepsizlik sayılacağından ceza olarak o şeyle yükümlü kılınmaları gibi bir sonuca sebebiyet verebilir. Bu durumda kulların yapması gereken şey, bu gibi şeyleri herşeyden haberdar olan Allah'a ve O'nun Rasûlüne bırak­mak, işi onlara havale etmektir. Nitekim hac hadisinden anlaşılan da bu­dur. Gerçi bizim şeriatımızda bu gibi bir ceza yoktur; ama olsun. Yine de öyle olur olmaz soruları sormamak gerekir.
[9] Mâide 5/101.
[10] Âl-i İrnrân 3/97.
[11] el-Akra' b. Habis.
[12] Müslim, Hacc, 412.
[13] Mâide 5/101.
[14] Bizzat bu olay hakkında indiği söylenmiştir. Daha yakın olant da budur. Rasûlullah (s.a.) hutbe irad ederken soru sorulmasında ısrar etmeleri üze­rine indiği de söylenmiştir.
[15] Bu kayıt da, çok soru sormadan hoşlanmamasının mutlak anlamda olma­dığını göstermektedir.
[16] Yani haramlığı ya da helâlliği konusunda bir açıklama getirilmeyen,sükût geçilmiş konularda. (Ç)
[17] Beyhakî, 10/13 ; Müstedrek, 2/122, Kenzul-ummâl, 980, 981.
[18] Bakara 2/222.
[19] Bakara 2/220.
[20] Bakara 2/217.
[21] Ebû Dâvûd, Sünne, 6 .
[22] Neseî, Hac, 1 ; Ahmed, 2/247 .
[23] Buhârî, Mevâkît, 11 , Fiten, 15 ; îtisâm, 3 ; Müslim, Fedâil, 136-137 ; Ebû Dâvûd, Nikâh, 8...
[24] Bkz. İbn Kesîr, 2/104 .
[25] Ekran gibi. Hadisin metninde "urd" kelimesi geçmektedir. Bu kelime bir-şeyin yanı, canibi manasınadır. (Ç)
[26] Haram olmayan şeyi haram kılıcı vahyin inmesi, rezil ve rüsvay olmaya maruz kalma vb. gibi kendilerinin hoşlarına gitmeyecek şeylerin ortaya çıkması vb. .
[27] Mâide 5/101.
[28] Bakara 2/67 vd.
[29] Sâd 38/86.
[30] Ebû Dâvûd, İlim, 8 ; Ahmed, 5/435.
[31] Buhârî şöyle rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ size annelerinize itaatsizliği, kız çocuklarını diri diri gömmeyi ve vermeyip istemeyi haram kılmıştır. Üç şeyi de size kerih görmüştür: Kîlu kâli, çok soru sormayı, malı ziyan etmeyi." bkz. Buhârî, Rikâk, 22 ; Müslim, Akdiye, 11 (8/410).
[32] Mâide 5/101.
[33] Âdeten olma imkânı bulunmayan mücerred zihinde farzedilen şeyleri kas­tetmektedir. Adeten olabilecek şeylere gelince, şeriat onların beyanını te­keffül etmiştir ve onlardan hiçbirşeyin noksan kalması mümkün değildir. "Çünkü Allah Teâlâ, olan şeyleri haber vermiştir" sözünün mânâsı işte budur.
[34] "Gördün mü?" mânâsında olan bu kelime, kişinin görüşünü öğrenmek için kullanılır; "Ne dersin, görüşün nedir?" gibi anlamlar ifade eder.
[35] Yani cevabını aklî ve nazarî istidlallerle destekleme yoluna gitme ki heva ve heveslere tâbi olma durumuna düşmeyesin.
[36] Furkân 25/43.
[37] Âyet ile istidlali, birinci öğüdünden maksadın, az önce izah ettiğimiz şe­kilde olduğunu gösteriyor. Ancak böyle bir anlayış zamanımız için doğru olur mu? Yoksa ümmetin genel maslahatı, aklî esaslarla dinin teyidi yolu­na gitmekte midir? Her halükârda bu tutumun "faydası olmayan bir şe­kilde" diye kayıtlanması gerekmektedir.
[38] eş-Şa'bî, kıyasa karşı olanlardan olmadığına göre, onun bu sözünü mutlak olarak almamak ve kayıtlamak gerekecektir.
[39] bkz. Buhârî, imân, 37 ; Müslim, îmân, 57.
[40] Buhâri, Hayz, 20.
[41] Ceninin diyeti. (Ç)
[42] Buhârî, Tıbb, 46 ; Müslim, Diyât, 19.
[43] Bakara 2/189.
[44] bkz. Kurtubî, 2/341.
[45] Âli İmrân 3/97.
[46] Bakara 2/67.
[47] Daha önce geçti. bkz. [1/163].
[48] Daha önce geçti. bkz. [1/174].
[49] Bu kısım altına birinci ve ikinci kısım da girer. Çünkü mugalataların dine bir faydası yoktur, illimle de ilgisi bulunmamaktadır.
[50] Yani dinî konularda sıkıntı doğuracak aşırılıklara kaçılması. Meselâ ha­vuza yırtıcı hayvanların gelip gelmediğinin sorulması gibi.
[51] Sâd 38/86.
[52] 'Daha önce de işaret edildiği gibi bu tutum zamanımız için uygun değildir. Hakkın teyidi için bu gibilerle mutlaka mücadele etmek gereklidir.
[53] Âli İmrân 3/7.
[54] Bu kelime "kurulmak, bağdaş kurmak" gibi mânâlara gelir. (Ç)
[55] Bakara 2/204.
[56] Zuhruf 43/58.
[57] Buhârî, Tefsir, 2/37 ; Müslim, İlim, 5
[58] Daha önce geçti. bkz. [2/341].
[59] En'âm 6/68.
[60] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/317-326
[61] Kehf 18/78.
[62] Buhârî, Enbiyâ, 27.
[63] Bu izaha göre, "Hızır'ın Musa'yı terketmesi, asıl itiraz konusu sebebiyle değil, aksine şarttan çıkmış olması yüzündendir" şeklinde müellife bir iti­raz ileri sürülebilir.
[64] Bakara 2/30.
[65] A'râf7/12.
[66] Mûsâ (s.a.) kendilerine Allah Teâlâ'nın bir sığır boğazlamalarını  emrettiğini bildirdiğinde: "Bizimle alay mı ediyorsun" demişlerdi. Bu hal­leriyle onlar, Musa'nın haberine inanmak istememiş ve ona itiraz etmiş oluyorlardı.
[67] Bu zat Hz. Ömer'di. "Rasûlullah (s.a.) fazla acı çekiyor; üstelik beraberi­nizde Kur'ân var" diyerek karşı çıkmıştı.
[68] bkz. Buhârî, Merdâ, 17 ; Müslim, Vasıyyet, 20-22.
[69] Buhârî, Enbiyâ, 9 ; Ahmed, 5/121.
[70] Göründüğü kadarıyla bu, itiraz değil, bir hırs olmaktadır. Âhiretle ilgili olmayan konularda hırsın kötü olduğu ise açıktır.
[71] Dârimî, Mukaddime, 7.
[72] Kehf 18/54.
[73] Ahmed, 1791.
[74] Yani şeriat karşısına onu koyup da, onu itibara alarak şeriata karşı çık­mayın.
[75] Yani Hudeybiye sulhünde. O gün kendi aklımızca horlandığımızı düşün­müştük. Fakat maslahatın Rasûluîlah'ın (s.a.) uyguladığı siyasette oldu­ğunu sonradan gördük. (Ç)
[76] Buhârî, Cizye, 18 ; Müslim, Cihâd, 94.
[77] Hüzün, tasa, geçimi zor kimse gibi anlamlara gelir. (Ç)
[78] "Sehl" ova, yumuşak, kendisi ile kolay geçinilen kimse gibi anlamlara ge­lir. (Ç)
[79] Buhârî, Edeb, 107, 108.
[80] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/326-329
[81] "Nass" kelimesi iki anlamda kullanılmaktadır: 1) Mutlak olarak nakli de­lil, dinî metin anlamında. 2) Kastedilen şeyin dışında bir başka mânâya delâlet etmeyen, bu itibarla delâletinde kat'î bulunan ifade, söz anlamın­da. Burada kastedilen mânâ bu ikincisi olmaktadır.
218.  bkz. [1/351.
[82] Bu "nass"m bulunmadığını söylediğimizde olur.
[83] Bu da az da olsa "nass"ın bulunacağı görüşünü kabul ettiğimizde olur.
[84] ilk üç izah şekli, kavli delillerin mücerred ihtimallerle iptalinin doğru ol­mayacağı noktasına çıkmaktadır. Bu dördüncüsü ise, onların üzerine ku­rulmuş bir uzantı şeklindedir ve böyle bir tavnn değil şer'î ilimleri, diğer tabiî ve tecrübî ilimleri de ortadan kaldırma gibi bir sonuca götüreceğine dikkat çekilmektedir.
[85] Hissiyyât ve bedîhiyyâtı inkâr eden bir gruba verilen addır.  bkz. Tehânevî, Keşşaf, 17665-666. (Ç)
[86] Mü'minûn 23/84-89.
[87] Ankebût 29/61.
[88] Zümer 39/5-6
[89] Rum 80/28,
[90] A'râf 7/195.
[91] Yani delâlet ya da metin veyahut da her ikisi hakkında zannî olan delille­rin keza aklî esasların araştırılması ve istikraya tâbi tutulması ve bunun sonucunda kat'î bulunan sonuçlara ulaşılması bu kitabın en önemli özelli­ği olmaktadır. Bu aynen manevî mütevatirde olduğu gibidir. Bu metotla bir genellemeye (kat'î bir sonuca) ulaşıldıktan sonra, o sonuca ulaştıran nassların, teker teker ele alındıklarında zannî olmaları, sened bakımından zayıf bulunmaları vb. bunların bir önemi olmaz. Önemli olan bunların çakıştıkları noktaların kesin bir sonucu ortaya çıkarmış olması­dır. Nasıl ki manevî mütevatirde sonuç kesindir ve o sonucu doğuran rivayetler teker teker ele alındığında zayıf olmalarının ya da zan ifade et­melerinin bir önemi yoksa, burada da durum aynı şekildedir. Bu metot, başarılı bir yöntemdir ve biz bu vesileyle müellife Allah'tan sonsuz rahmet ve mağfiret talep ediyoruz.
[92] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/329-332
[93] Yüzde yüz kesinlik arzetmeyen, fakat yüzde ellinin üzerinde kesinliği bu­lunan bilgi. (Ç)
[94] Sa'd b. Muâz ile Sa'd b. Ubâde. Olay hakkında bilgi daha önce geçmişti, bkz. ["17325]
[95] Rasûlullah (s.a.) Hz. Ali'yi, Üsâme b. Zeyd'i çağırmıştır. Üsâme: "O senin ailendir ve onun hakkında hayırdan başka birşey bilmiyoruz" demiştir. Hz. Ali ise: "Allah Teâlâ sana dünyayı daraltmadı ya. Ondan başka kadın­lar çoktur. Cariyeye sor, sana doğrusunu söyler" dedi. Rasûlullah (s.a.) Berîre'ye de sordu. Hz. Ali'nin bu sözü daha sonra Cemel vak'ası gibi ken­disi ile Hz. Âişe arasında meydana gelecek birçok hadisenin doğmasında etkin olmuştur.
[96] O şöyle demişti: "Rasûlullah (s.a.) 'İnsanlar, Lâ ilahe illallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum..." buyurduğu halde sen onlarla nasıl savaşabilirsin?!" Buna karşılık Hz. Ebû Bekir: "Vallahi, namaz ile zekât arasını ayıranlarla elbette savaşacağım; çünkü zekât malın hakkı­dır" demişti.

Hz. Ömer ve sahabenin yaptığı Hz. Ebû Bekir'e karşı hadisle delil ge­tirmek bir tür münazara olmuyor mu? denilebilir. Buna şöyle cevap veri­lir: Bu, birazdan gelecek olan yardım isteyenin münazarası kabilindendir. Burada üzerinde durduğumuz konu ise, konunun kendisine açıklık ka­zanması halinde müctehidin münazaraya ihtiyaç duymaması halidir. Her ne kadar diğerlerinin durumu böyle olmasa bile Hz. Ebû Bekir'in hali bu kabildendir.
[97] En'âm 6/82.
[98] Bakara 2/284.
[99] Nisa 4/95.
[100] Buhârî, İlim, 35 ; Müslim, Cennet, 79.
[101] înşikâk 84/8.
[102] Şuarâ 26/70-71.
[103] Şuarâ 26/83.
[104] Enbiyâ 21/63.
[105] Rum 30/40.
[106] Yûnus 10/35.
[107] A'râf 7/195.
[108] Çünkü hasmın ilzam ve iskât yoluna gidilmesi, onu diğer delilleri dinle­mekten uzaklaştırır ve inat damarını kabartır. Kur'ân iki yolu da iki ayrı makamda olmak üzere kullanmıştır.
[109] Enbiyâ 21/24.
[110] Yunus 10/59.
[111] Mü'minûn 23/117.
[112] Kıyas, illet üzerine kurulur. İllet üzerinde ittifakın bulunması halinde, yardım görme mümkündür. Ama illet üzerinde ihtilâf olursa, o takdirde kıyasın neticesi üzerinde ittifakın olması mümkün olmaz. Mâlikîler nesîe ribâsının iileti olarak, tedavi şeklinde olmayan mücerred yenilir olma (tu'm) özelliği olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla nesîe ribası kapsa­mına sebze, meyve, baklagiller vb. hep girmekte ve bunların müsavi de ol­sa nesîeten mübadelesi yasak olmaktadır. Fazlalık libasının illeti ise, gıda maddesi olma ve biriktirme özelliklerine sahip olmasıdır. Şu halde ribevî yiyecekleri, temel gıda maddesi olan ve biriktiriîebüen mallar teşkil ede­cektir. Bu görüş, fazlalık ribasını aynı cinste, nesîe ribasını ise mutlak su­rette rnenetmiş olur. Pirinç, darı, mısır ribevî mallardan olur ve  yemeğe (salça gibi) tat verici olan şeyler de bunlara katılır. Şâfiîler illetin yiyeceklerde yenilir olma özelliği olduğunu, Hanefîler de cins ile birlikte ölçü. birliğine sahip olma vasfı olduğunu kabul etmektedirler.
[113] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/332-337
[114] Nisa 4/59.
[115] Mü'minûn 23/84-89.
[116] Meryem 19/42.
[117] Saffât 37/95.
[118] Bakara 2/258.
[119] Kendisinin de ölüm cezası giyeni affetmek, istediğini de öldürmek suretiy­le öîdünip yaşatabileceğini söylemişti. (Ç)
[120] Âl-i İmrân 3/59.
[121] Âl-i îmrân 3/65.
[122] En'âm 6/91.
[123] Ebû Dâvûd, Eşribe, 5.
[124] Yani önce buğdayın sahip olduğu illet olmaya elverişli özelliklerini tespit edip, sonra olmayacaklarını ayıklama yoluyla illeti bulma yöntemi. (Ç)
[125] Enbiyâ 21/2
[126] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 4/337-344


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..