On Üçüncü Mesele:


Yükümlülük, mükelleflerin yapageldikleri şeylerin (avâid)[379] bi-düziyeliği üzerine kurulmuş olduğuna göre, mükellefin yükümlülük hükmü altına girmesine nisbetie, üzerine bina edilecek şeyler için alı­şılagelen şeyler (avâid, tabiat olayları) üzerinde durmak gerekecektir.

Bunlardan biri de şudur: Vücûd âleminde âdetlerin cereyan tarzı (mecârfl-âdât), zannî değil kesin bilinen bir husustur. Yani bunlar külliyyâttan olup, özel cüziyyâttan değildir. Delilleri: (1)
İstikra ile bilindiği üzere şerîatler bunları bu şekilde getirmişler­dir. Meselâ bizim şeriatımızı ele alalım: Yükümlü tutulacak kimselere nisbetîe getirilmiş bulunan küllî yükümlülükler hep aynı biçimde aynı [280]    miktarda ve aynı tertipte konulmuştur.[380] Bunlar, önce gelenlere ya da sona kalanlara yani zamana göre değişecek şeyler değillerdir. Teklif konularının ki mükelleflerin fiilleri oluyor böyle olduğu konusun­da bu açıktır. Mükelleflerin fiilleri, varlık âlemi normal düzeni üzerin­de durdukça kendi tertibi içerisinde cereyan edecektir. Eğer varlık âleminde bulunan âdetler farklılık gösterecek olsa, bu şeriatların, on­ların getirdiği düzenin ve ilgili hitabın da değişmesini gerektirecektir. Bu durumda ise, şeriat olduğu hal üzere kalmış olmayacaktır. Böyle bir netice bâtıldır. (2)
Şeriat, bu varlık âleminin hallerinin kıyamete kadar devamlı ve değişmesiz olduğunu bildirmiştir. Meselâ gökler ve yerle bunlar ara­sında ve içerisinde bulunan her türlü menfaat,[381]tasarruf[382]ve hallerin[383] haberleri; sünnet-i ilâhîde herhangi bir değişiklik olmaya­cağını; Allah'ın yarattıklarında bir değişme bulunmayacağını bildiren haberleri gibi. Aynen bunun gibi şerîatlerle yükümlü tutmak da bu şe­kilde gelmiştir. Doğruluğunda kuşku bulunmayan kimsenin (pey­gamberler) verdiği haberler, asla haber verilenin aksi olamaz; çünkü söylenilenle gerçek arasında tutarsızlık muhaldir. (3)

Eğer âdetlerin (tabiat hadiselerinin) bidüziyeliği bilinen bir hu­sus olmasaydı, o zaman furû bir tarafa, din esastan bilinmezdi. Çünkü dinin bilinmesi ancak peygamberliğin kabulü ile mümkündür. Pey­gamberliğin kabulü de ancak mucize yoluyla gerçekleşir. Mucize ise, ahşılmışlığın üstüne çıkılmasından (harikuladelik) öte başka birşey değildir. Alışılmışlığın üstüne çıkmak ise, ancak âdetlerin geçmişte ol­duğu gibi halde ve istikbalde de bidüziyeliğin mevcudiyeti ile meydana gelebilir. Alışılmışlığın anlamı şudur: Farzedilen bir fiil, meydan okumaksızın vuku bulması varsayıldığında, mutlak suretle benzerlerinin meydana geleceği üzere vuku bulacaktır. Davetle birlikte alışılmışın dışında vuku bulursa, bidüziyeliğe muhalif olarak bu şekilde meydana gelmesi davetçinin doğruluğuna delalet edecektir. Eğer adetin bidüzi­yeliği bilinmeseydi davetçinin doğruluğuna dair bilgi zorunlu olarak ortaya çıkmazdı. Çünkü böyle bir harikuladeliğin meydana gelmesi davet ve meydan okuma olmaksızın iddia konusu olmaz. Ancak (bidü-ziyeliğe dair) bilgi mevcuttur; bu da bu bilginin üzerinde kurulu oldu­ğu şeyin de bilinir olduğunu gösterir. Ulaşılmak istenen netice de bu­dur.

İtiraz: Bu, âdetlerin (tabiat olaylarının) bidüziyeliginin bilinir olmadığını, aksine olsa olsa zan dahilinde olduğunu gösteren şeylerle çelişki arzeder. Konuya dair iki delil vardır:
(1) Alemde birşeyin devamlılığı o şeyin varlığının başlangıcı ile (imkân açısından) eşittir. Çünkü süreklilik devamlı bir mü-dahil güç ('imdat} iledir. Bu müdahale ise bulunmayabilir. Ni­tekim başlangıçta birşeyin yokluğunun sürekliliği mümkün idi. Varlık kazanınca, mümkün olan iki alternatiften biri or­taya çıkmış oldu. Ortaya çıkarken de o şeyin asıl yokluk üzere kalması caizdi. İkinci zamana nisbetle de, varlığı mümkün ol­duğu gibi yokluğu da mümkündür. Durum böyle olunca da, mevcudiyetinin sürekli olmayışı imkan dahilinde iken nasıl olur da varlığının sürekliliğine dair bilgi doğru olabilir. Bu bizzat muhalin tâ kendisi değil midir?
(2) Varlık aleminde harikuladelikler az değil bilakis çoktur. Özellikle de peygamberler ile bu ümmetten ve daha önceki geçmiş ümmetlerden olan veli kullar ellerinde ortaya çıkan harikuladelikler pek çoktur. Vuku sırf imkandan öte daha güçlü birşeydir ve delâlet gücü daha yüksektir. Şu halde cere­yan etmekte olan âdetlerin (tabiat olaylarının) (bidüziyeliği) kesin olarak belli değildir.

Cevap: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz. Aklen birşeyin caiz olması, o şeyin akıl bakımından imkânsız olmaması demektir. Bu­rada söz konusu imkânsızlık kesin nakil ile olmaktadır. Birşeyin imkânsızlığı nakil ile ki geçen bütün deliller oluyor sabit ise, artık o konunun aklen caiz olmasının bir anlamı kalmamaktadır.

İtiraz: Bu, kesin esaslar (katiyyât) konusunda bir çelişkidir; do­layısıyla de muhaldir.

Cevap: Muhâllik, ancak aynı cihetten çelişme durumunda söz ko­nusu olur. Burada ise durum öyle değildir. Aksine burada aklen câizlik, asıl imkân konusunda hükmü üzere devam etmektedir. Nak­len imkânsızlık ise vuku bulmaya yöneliktir. Nice olması caiz olan şey vardır ki, vuku bulmamıştır. Burada da aynı şekilde söyleriz; Âlemin, var olmadan önce, asıl yokluk Üzere kalması da, varlık âlemine çıkma­sı da mümkün idi. Onun üzerinde yokluğun hüküm sürmesi ya da onun varlık âlemine çıkarılması bizzat kendi açısından eşitti. Allah Teâlâ'nın ilmi cihetinden ise var olması zorunluydu ve vücudu vâcibdi; her ne kadar haddizatında asıl yokluk üzere kalması mümkün idiyse de, ilâhî ilme nisbetle yokluğunun sürmesi de muhaldi. İşte bunun içindir ki şöyle derler: Küfür üzere ölen bir kimsenin nimeti en dirilme­si; İslâm üzere ölen bir kimsenin de azablandmlması mümkündür. Ancak bu caiz (mümkün! olan şeyin vukuu muhaldir. Çünkü Yüce Al­lah azab göreceklerin kâfirler, nime ilendirilecek olanların da mümin­ler olduğunu haber vermiştir. Burada câizlik, mümtenihk ve vâciblik aynı nokta üzerinde değildir. Konumuz bakımından da aynı şey söz ko­nusudur. Câizlik, bizzat câizlik açısından; vâciblik ya da mümtenilik de hârici bir unsurdan dolayıdır, haliyle aralarında bir çelişki (tearuz) bulunmamaktadır.
İkinci İtiraza Cevap: Âdetler üzere hükme esas olan bilgimiz, varlık âlemi hakkındaki külliyyâtla ilgilidir; cüziyyâtla ilgili değildir. İtiraz edilen nokta ise cüz'î konularla ilgilidir ve onlar "küllî esasları ze­deleyecek ölçüde değildir. Bu yüzden de bunlar, dünya işlerinde âdetlerin gerekleri doğrultusunda amel konusunda asla bir şüphe ya da duraksama doğurmamaktadır.[384] Eğer âdetlerin istikrar göster­mekte olduğuna dair bilgi olmasaydı, daha önce de geçtiği gibi o takdirde harikuladelikler ortaya çıkmaz, bunlar diğer normal olaylar­dan ayırt edilemezdi. Bu, eârî olan âdetlerin bidüziyeliğini gösteren en güçlü delildir. Bu delili ortaya koyan Fahreddin er-Râzi ol­maktadır. Şimdi biz, buna rağmen alışılmışlığı yırtan bir cüz'î (hari­kuladelik) gördüğümüzde, bu bize ortada eğer bir meydan okuma var­sa bir peygamber mucizesiyîe, meydan okuma yoksa veya caiz gören görüşe göre meydan okuma ile de olabilir bir velinin kerameti ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir. Bu tür harikuladelikler bizim külli âdetlerin sürekliliğine dair olan bilgimizi zedelemez. Nitekim biz geçmişte ya da içerisinde bulunduğumuz zamanda âlemde cüz'î olarak cereyan etmekte olan bir âdet gördüğümüzde, o âdetin i stikbal-de de süreklilik göstereceğine dair bir kanaate (zanna) sahip oluruz. Keza geçmişte ahşıîmışlığı yırtan olay delilinden hareketle o konuda yine ahşılmişhğın üzerine çıkılabileceğini kabul ederiz. Bütün bunlar, bizim küllî âdetlerin sürekli olduklarına dair olan bilgimizi ortadan kaldırmaz. Diğer usûl meseleleriyle ilgili hüküm de böyledir. Meselâ kıyasla, vâhid haberle amel etmek, iki zannî delilin tearuzu durumun­da tercih yoluna başvurmak vb. kesin esaslardan olmaktadır. Bunun­la birlikte iş uygulamaya gelince, belli bir kıyas ile ya da belli bir vâhid haber ile ulaşılan netice ile amel etmek katı değil zannî olmaktadır.
Diğer meselelerde de durum aynıdır ve bu cüz'î uygulamada sözkonu-su olan zannîlik, külli olan meselenin esasını zedelememektedir. Bü­tün bunlar açıktır. [385]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..