Üçüncü Mukaddime


Bu ilimde aklî deliller kullanıldığı zaman mutlaka, naklî deliller üzerine terkip edilmiş olarak, yahut onun tarîkini belirlemede veya menâtını (dayanağını, illetini) ortaya koymada ve buna benzer du-rumlarda kullanılır.[28]bağımsız delîl olarak kullanılmaz. Çünkü yapılan iş, şer'î bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalış­maktır; akıl ise sâri' (hüküm vaz'ma salahiyetli) değildir. Bu husus kelam ilmi (akâid) bahislerinde açıklanmış ve ortaya konulmuştur. Durum böyle olunca, aslî kasıtla dayanılan şey şer'î deliller (edille-i şer'iyye) olacaktır. Bu delillerde kat'îliğin bulunuşu ise —yaygın kul­lanılışa göre— yoktur veya son derece azdır. Buradaki deliller ifade­sinden teker teker ele alman delilleri kasdediyorum. Zira eğer bunlar haber-i vâhid türünden iseler, bunların kat'îlik ifade etmedikleri açık­tır. Eğer mütevâtir haberler iseler, bunların kat'îlik ifade etmeleri de, tamamı ya da büyük çoğunluğu zannî olan mukaddimelere bağlıdır. Zannî olan bir şeye bağlı olan şeyin de zannî olması gerekir. Çünkü mütevâtir haberlerin kat'îlik ifade etmesi, kullanılan kelimelerin mânâları ve nahvî görüşlerin nakline, müştereklik ve mecaz, şer'î ve örfî nakil, ızmâr, umûmun tahsîsi, mutlalan takyidi, neshedici delil, [36] takdim ve tehîr, akla aykırılık gibi hususların bulunmadığına dair ke­sin bilginin bulunmasına bağlıdır. Bütün bu ihtimallerle birlikte, onun kat'îlik ifade etmesi imkansızdır. Kat'îlik bulunduğu görüşünde olanlar da: "aslında bizatihi kendisi zannîdir; ancak kendisine hissî ya da naklî bir karinenin bitişmesi durumunda 'yakîn' ifade eder." de­mek zorunda kalmışlardır. Bu durumda şer'î delillerin kat'îlik ifade etmesi nâdir ya da tamamen imkansızdır.
Burada muteber olan deliller, bir konunun kat'îliğine delalet et­mek üzere ilgili bulunan pek çok zannî delillerin tümünden istikra yo­lu ile çıkarılan neticelerdir. Çünkü beraberlikte, dağınık ve farklılıkta bulunmayan bir güç vardır. Bu yüzdendir ki, tevatür (nakledilen ha­berin sıhhatinde) kesinlik ifade etmektedir ve bu onun (tevatürün) bir nevidir. Konu ile ilgili delillerin istikrası neticesinde kesin bilgi ifade eden bir hâsıla ortaya çıkmışsa, işte bu hâsıla aranılan delil olmak­tadır. Bu bir nevi manevî mütevâtire benzemektedir[29] hatta bizzat onun kendisidir. Hz. Ali'nin şecaatinin, hâtim'in cömertliğinin kendi­lerinden nakledilen pek çok sayıdaki olaylardan çıkarılan sonuç neti­cesinde bilinmesi gibi.
İşte bu yolladır ki, namaz, zekat vb. Gibi ıslâmin beş esasının far-ziyeti (vücûbu) sabit olmuştur. Eğer böyle değil de, mesela bir kimse, namazın vücûbunu "namazı kılınız." âyeti ya da bir başka delille or­taya koymaya kalkışsaydı, mücerred bu âyetle yaptığı istidlali bir çok açıdan su götürebilirdi.[30] ancak, konu etrafında bulunan diğer haricî delillerin ve bunların üzerine terettüp edilen hükümlerin çokluğun­dan ortaya çıkan ve namazın gerekliliği hususunda birleşen netice, namazın farziyetinin dinden olduğunu zorunlu olarak ortaya koy­maktadır ve artık bunda bizzat dinin esasından şüphe eden kimseler-[37]    den başka hiçbir kimsenin şüphe etmesi mümkün değildir.
İşte bu yüzdendir ki, bu tür şeylerin gerekliliğini göstermek üze­re ulemâ icmâm delâletine istinad etmişlerdir. Çünkü icmâkat'îdir ve her türlü ihtimal ve itirazları keser atar. Eğer icmâm, haber-i vahidin veya kıyasın hüccetliği gibi hususlarla ilgili deliller üzerinde düşüne­cek olursanız, bu bizim bahsettiğimiz manevî tevatüre benzerlik nok­tası etrafında dönüp dolaştıklarını görürsünüz. Çünkü bunların delil­leri nerdeyse sayılamayacak kadar çok çeşitli yerlerden alınmıştır. Bununla birlikte bunların açıları farklıdır[31] tek bir konuya da dönük değillerdir. Şu kadar var ki, bunlar istidlalden amaçlanan aynı mânâ üzerinde birleşirler. Araştırmacının önünde birbirlerini destekleyen çok sayıda delil bulunduğu zaman, bunların tümünden o konu ile ilgili kesin bir delâlet çıkar. Delillere yaklaşım konusunda bu kitapta da durum aynıdır. Bu yaklaşım 'usûl'ün yaklaşımıdır. Şu kadar var ki, bazı eski usûlcüler (mütekaddimîn) muhtemelen[32] bu mânâyı es geç­miş ve bu hususta herhangi bir uyarıda bulunmamışlardır. Bu du­rumun farkına varamayan bazı son devre ait (müteahhir) usûlcüler, müstakil olarak âyet ve hadislerle istidlalde bulunulmuş olduğu zan-m ile bunu bir problem olarak görmüşlerdir. Çünkü yapılan istidlâlleri bunların tümünden çıkarılmış bir netice olarak ele almamış ve bunun neticesinde de, nassları teker teker ele alarak itirazda bulun­mak üzere hücuma geçmiş ve kat'î olmaları gereken usûl kaideleri üzerine bunlarla istidlalde bulunmanın zayıf olacağını söylemişler­dir. Halbuki, öyle değil de arzettiğimiz şekilde bunların tümü birden göz önüne almarakyapılmış bir istidlal olduğu düşünülseydi, herhan­gi bir problem söz konusu olmayacaktı. Eğer genel esaslar ve cüz'î ko­nular hakkında getirilen şer'î deliller bu itirazcının yaklaşımı şeklin-de ele alınsaydı, o takdirde elimizde şer'î hükmün kat'îliği diye hiçbir şey kalmazdı, ya da aklı devreye sokmamız[33] gerekirdi. Halbuki, akıl ancak şeriatın arkasından bakar. Dolayısıyla usûlle ilgili delillerin in­celenmesi sırasında bu noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir.
Ümmet, hatta şâir milletler, şeriatın şu zarurî beş esasın korun­ması için konulmuş olduğunda ittifak etmişlerdir.[34]bunlar: din, nefis (can güvenliği), nesil, mal ve akıldır. Bütün ümmete göre bunlar, din­den olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerdendir. Halbuki, bunlar ne belli bir delil ile sabit olmuşlardır; ne de sadece ona dönük olacakları bir esasa dayanmaktadırlar. Aksine, bunların şerîate olan uygunlu­ğu, belli bir konuya aitoîmayan ve sayısız denilecek kadar çokluktaki delillerin istikrasından elde edilmiştir. Eğer bunlar belli bir şeye isti­nad edecek olsalardı, âdeten onun belirtilmesi gerekecekti ve tabiî ola­rak icmâ ehli ona bakacaklardı. Halbuki, durum öyle değildir. Çünkü bunlardan herbiri kendi basma ele alındığında zannî olmaktadırlar. Manevî mütevâtirde, ilim ifade eden haberin muayyen bir şekilde be­lirlenmesi mümkün olmadığı gibi, burada da durum aynıdır. Çünkü delillerin teker teker ele alınması durumunda, hepsi de zan ifade etmekte müsavidirler. Her ne kadar râvîlerin halleri, nakledilen ha­berlerin delâlet şekilleri, delil olarak kullanmak durumunda olan âlimlerin anlama ve değerlendirme gücü, araştırmalarının azlığı ve çokluğu... Gibi konularda ifade ettikleri 'zan' derecesi farklı ise de, esasta hepsi de aynıdırlar; hepsi de zan ifade ederler.

Mesela namazı ele alalım: bu konuda çeşitli şekilleriyle "namazı kılınız!" emri gelmiş, namaz kılanlar övülmüş, terkedenler yerilmiş,mükellefler kılmakla ilzam ve icbar edilmiş, ayakta, oturarak, yan üs­tü... Her halükârda kılınması emredilmiş, terkedip terkinde de ısrar edenlerle savaşılması istenilmiş vb.; bu mânâda pek çok delil gelmiş­tir. Nefsin korunması konusu da aynı şekildedir: insanın öldürülmesi yasaklanmış, haksız öldürme fiili kısası gerektirecek bir cinayet te­lakki edilmiş, cânî cehennemle korkutulmuş, şirke muâdil büyük gü­nahlardan biri olarak kabul edilmiş —nitekim namaz da imân ile yan yana tutulan amellerden sayılmıştır—, muztar (naçar) halde kalan kimselerin açlık ve susuzluk hallerini giderebilmeleri için haram olan şeyler mubah kılınmış, kendisine bakmaktan âciz olan ya da âciz dü­şen kimseler için, zekât, yardımlaşma, (nafaka vb. Gibi yollarla) onla­rın bakımlarım üstlenme gibi yükümlülükler getirilmiş; bunların ta­hakkuku ve düzenli şekilde yürümesi için hâkimler, kadılar ve devlet erkânı devreye sokulmuş; içten ve dıştan gelen ve can güvenliğim teh­dit eden durumlar için askerî güç ve teşkilatlanmanın bulundurulma­sı istenmiş; açlıktan ölmekten korkan kimse üzerine, helal ya da lâşe (meyte), kan, domuz eti gibi haram her ne bulursa onunla açlığını izale etmesi ve kendisini telef olmaktan kurtarması vâcib kılınmış ... Ve bu­na benzer daha nice hükümler ve bunların delilleri neticesinde nama­zın vacibliğini ve öldürmenin haramlığını 'yakın' derecesinde öğren­miş oluyoruz. Diğer şer'î kaidelerle ilgili durum da aynıdır. İşte 'usûl'ün, 'furû'dan ayrıldığı husus da burası olmaktadır. Çünkü furû, teker teker delillere istinâd eder; muayyen kaynaklara dayanır. Bu yüzden de dayanağı zannî olduğu için, kendisi de zannî olarak kalır. Usûl ise böyle değildir; çünkü usûl mutlak olarak delillerin ortaya koyduğu neticelerin istikrası neticesinde elde edilir; özel olarak teker teker ele alman delillerden alınmaz.

Fasıl:
Bu mukaddime üzerine bir başka mânâ daha bina edilir: şöyle ki, belli bir nassla belirlenmemiş, şeriatın genel tasarruflarına uygun ve mânâsı delillerden çıkarılmış her şer'î esas sahihtir; üzerine ahkâm bina edilebilir, kendisine müracaatta bulunulabilir. Tabiî bu esasın delillerin istikrası neticesinde ortaya çıkmış ve kat'îliği sabit olmuş ol­ması gerekmektedir. Çünkü, daha önce de geçtiği gibi, deliller birbir­lerine eklenmedikçe tek başlarına bir hükmün kat'îliğini isbat etmez­ler; bu hemen hemen imkansız gibi bir şeydir. İmam mâlik'le imam şafiî'nin istinad ettikleri mürsel maslahatlar[35] ile istidlal de bu kısmagirer çünkü, her ne kadar bu konu ile ilgili feri bir mesele hakkında belli bir esasın delâleti söz konusu değilse de; küllî bir esasın delâleti bulunmaktadır. Küllî esas, kat'î olması durumunda, belli bir esasa [40] eşit olur; hattâ bazen belli esasın güçlülük ve zayıflık derecesine göre ondan üstün de olur. Bazen da belirli esaslar karşısında ikinci derece­de (mercûh) kalır. Tercih bahsinde söz konusu olan birbirleri ile tearuz (çatışma) halindeki şâir belirli esasların hükmü burada da geçerlidir.
İmam mâlik'in görüşüne göre 'istihsân' konusu da bu esas üzeri­ne bina edilir. Çünkü istihsânm mânâsı'[36]'mürsel maslahatlar' göz önünde bulundurularak yapılan istidlal şeklinin, kıyas üzerine tak­dim edilmesi[37] demektir. Nitekim yeri geldiğinde zikredilecektir.
Burada şöyle bir itiraz serdedilebilir:[38] daha genel olan bir esas ile, daha husûsî olan bir feri üzerine istidlalde bulunmak sahih değil­dir. Çünkü daha genel olan esas küllidir. Küllî esasın altına sokulmak istenen mesele ise husûsî-cüz'îdir. Daha umûmî olan bir şeyin (eamm) dahahusûsî olanı (ehass j bildirmesi sözkonusu değildir. Şeriat, her ne kadar küllî maslahatları dikkate almışsa da, bu üzerinde tartışılan cüz'î maslahata da itibar etmiş olduğu nereden bellidir?[41]
Cevap: küllî esas istikra neticesinde ortaya çıkmışsa, 'ânım' la­fızların bütün birimlerine delaletleri gibi, kapsamlarına giren bütün parçalara (cüz'îlere) delalet ederler. Bunların 'küllî' oluşları, inşAllah, ileride yerinde ele alınacaktır.[39]delâletinin "ânım" lafzın bütün bi­rimlerine delâleti gibi olduğuna gelince, bu, bütün birimlerinde vukû-unun gerektirdiği oranda bulunmasındandır. Zaten o noktadan istin-bât edilmiştir. Zira o, bütün mükellefler üzerine gelen emredici ve nehyedici delillerden çıkarılmıştır. O genele taalluk eder. Dolayısıyla emir ve nehiy konusunda tamamı için genelleşmiş (âmin) olur.
Buna göre, her maslahatın gözetilmesi gerekir; ister şâri'in mak­sadına uygun olsun, ister muhalif olsun; şeklinde bir mütâlâa ileri sü­rülemez. Böyle bir şey bâtıldır; çünkü biz: "mutlaka şâri'in maksadı­na uygun düşmesi şartı vardır." diyoruz. Çünkü, maslahatlara masla­hat olarak itibar edilmesi, sâri teâlâ'nın onları maslahat olmaya uy­gun şekil üzere koyması dolayı siyi adır. Nitekim bu kitapta yeri geldi­ğinde zikredilecektir.[40]

Fasıl:
Bu ve bundan önceki esasa iltifat edilmemesi, bazı usûlcüleri icmâm kat'î değil de zannî bir hüccet olduğu sonucuna götürmüştür. Çünkü teker teker ele aldığında deliller içerisinde, kat'îlik ifade ede­cek bir şey bulamamışlardır. Bu durum da kendilerini geçmiş ve gele­cek bütün alimlere muhalefet gibi bir tutuma itmiştir. Yine onlar, baş­ka bir grupla birlikte, icmâ üzerine lafzı delillerle istidlalde bulunma [42]    yerine örfî durumlarla ve icmâ ile[41] istidlale temayül etmişlerdir. Aynı şekilde icmâ haricindeki başka meseleler de böyledir; ilk etapta onla­rın zannî oldukları sanılabilir.. Halbuki, bu şekildeki bir istidlale göre aslında o kafidir. Konu açıktır. [42]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..