Beşinci Mukaddime:
Bir amelî neticesi bulunmayan herhangi bir meseleye dalmak, şer'an hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir. Buradaki amelden şer'an matlûp olan [54]kalbî ve fiilî amelleri kasdediyoruz.
Bu mukaddimenin delili istikradır. Şöyle ki, biz sâri' teâlâ'mn amel bakımından mükellefe bir faydası olmayacak hususlara itibar etmediğini görmekteyiz: yüce Allah kur'ân'da: "ey muhammedi sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: 'onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür.'" buyurmuştur. Burada verilen cevap amele yö-nelikhususla ilgilidir. Yüce Allah, soruyu soran kimsenin "ay niçin incecik iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay oluyor; sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor?"[55]şeklindeki kasdma iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele alarak, o doğrultuda cevap vermiştir.[56] sonra aynı âyetin devamında arkalarından girmeniz iyi değildir; iyi kimse kötülükten sakı-kimsedir." buyurmuştur. Âyetin tamamıyla sorulan soruya ce-n olmak üzere indiği görüşünde olanlara göre, yüce Allah bir temsil-a bulunmaktadır ve "bu soru evlere arkalarından girmek kabilin gerçek iyilik bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz,şuanda ve ileride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva «sahibi olmaktır." buyurmaktadır. Yine yüce Allah, kıyametin ne zaman olduğunu sormaları akabinde: "ey muhammedi senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatması "[57] buyurmaktadır. Yani bunu sormak, faydasız bir soruda bulunmaktır. Çünkü, soran kimsenin onun mutlaka kopacağını bilmesi yeterlidir. Bu yüzdendir ki, hz. Peygamber efendimiz, kendisine bunu soran kimseye: "(soruyu bırak da) onun için ne hazırladınl (ona bak!)."[58] buyurmuşlar, soru açık olmasına rağmen, o doğrultuda cevap verme yerine faydalı olacak bir yöne çekmişlerdir. Yüce Allah bir başka âyette: "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın." [59]buyurmuştur. Bu âyet "babam kimdir?" diye soran bir kimse hakkında nazil olmuştur. Rivayete göre [60]bir gün hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi.
"bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyurdu. Bunun üzerine bir adam kalktı ve:
"babam kim? Yâ rasûlallahi" diye sordu. Hz. Peygamber.
"baban huzâfe'dir." buyurdu. Bunun üzerine âyet indi. Her iki konu hakkında başka rivayetler de bulunmaktadır. İbn abbâs; israil oğullarının boğazlanacak ineğin evsâfı ile ilgili soruları hakkında: "eğer onlar herhangi bir ineği boğazlasalardı, kendilerine kâfî gelecekti. Fakat onlar (öyle yapmadılar) ifrata gittiler, Allah da işlerini zorlaştırdı." demiştir. Bu ifade, onların sorularının lüzumsuz olduğunu göstermektedir. Bazılarına göre lüzumsuz sorular sormayı yasaklayan âyet, "bu haccımız, sadece bu sene için midir, yoksa ömrümüz boyunca yeterli midir?" diye soru soran ve hz. Peygamberden de: "ömrümüz boyunca yeterlidir; eğer 'evet!' deseydim o zaman mutlaka (her sene) vâcib olurdu![61] şeklinde cevap alan kimse (el-akra'b. habis) hakkında inmiştir. Hadisin bazı rivayetlerinde hz. Peygamber
"ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı helak olmuşlardır."[62]buyurmuşlardır. Buradaki soruları fazla oluyordu ve pratik bir faydası bulunmuyordu. Çünkü onlar şayet sussalar da, amelden geri kalmasalardı; ihtiyaç olmaması açısından soru anlamsız kalıyordu. İşte bu mânâdan hareketledir ki, hz. Peygamber dedikoduve çok soru sormayı yasaklamıştı/[63]çünkü bu aynı zamanda faydasız sorular demekti. Cebrail kendisine kıyametin ne zaman kopacağını sormuştu da "bu konuda soru sorulan kimse, soru sorandan daha bilgili değildir." buyurmuşlar[64] ve bunun hakkında ilminin bulunmadığını haber vermişlerdi. Bu da ortaya koyuyor ki, kıyametle ilgili soruya herhangi bir yükümlülük ortaya çıkmaktadır.[65] ancak kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkması üzerine, ondan ve alâmetleri sayılan işlere düşmekten sakınmak, Allah'a dönmek gibi arzulanan neticeler doğacağı için, onları haber vermişti. Sonra hz. Peygamber hadisini, hz. Ömer'e, kendisine insanlara dinlerini öğretmek için cebrail'in geldiğini ifade ile bitirmiştir. Şu halde kıyametin ne zaman kopacağı sorusu karşısında, cevâbın bilinmesi dinde gerekli değildir ve hz. Peygamber bunu ortaya koymuştur. Hadisteki bu mânâ ve cebrail'in bu soruyu hz. Pey-gamber'eyöneltmesindeki fayda üzerinde düşünülmelidir. Hz. Peygamber başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır: "en büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir,"[66] bizim üzerinde durduğumuz konu ile ilgili örneklerden biri de budur. Çünkü haram kılınmadığı zaman, amel bakımından o şeyi sormanın ne faydası olacaktır? Hz. Ömer, âyetini[67] okuduğu zaman meyve manasına olan' ü'i+i 'kelimesini anladık; ama şu ı £}) kelimesi de ne oluyor? Diye sormuş, sonra: "bize tekellüfe girmek (yani üstümüze elzem olmayan işlere kendimizi kaptırmak) yasaklanmıştı." demiştir. Kur'ân-ı kerîm'de: "ey muhammedi sana 'ruh'un ne olduğunu soruyorlar. De ki:ruh rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta sizepek az bilgi verilmiştir." [68] buyrulmaktadır. Görünüşe göre bu âyet, onlara cevap verilmediğini, ona ait bilginin, teklif konusunda ihtiyaç duyulacak türden bulunmadığım ifade etmektedir. Rivayete göre hz. Peygamber'in ashabı sıkılmışlar ve:
yâ rasulallah! Bize (bir şeyler) anlat; diye talepte bulunmuşlardı. Bunun üzerine: "Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitâb'ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir." [69] âyetiinmiştir. Bu âyet, taleplerinin reddi ve Allah'a kulluk konusunda faydalı olacak hususlar hariç başka bir konuda talepte bulunmanın uygun olmadığı hususunda 'nass' gibidir. Sonra bir ara yine usanma durumu olmuş ve:
yâ rasulallah! Bize 'hadîslerin üzerinde, kur'ân'ın altında bir şeyler anlat! Demişler. Bunun üzerine de yusuf sûresi inmiştir. Hadis için ebû ubeyd'in fedâilu'l-kur'ân'ma bakınız. Yine hz. Ömer'in, kur'ân hakkında insanlara, üzerine herhangi bir amelî netice terettüp etmeyecek sorular soran dabî' [70]tartakladığı üzerinde düşünmek
Gerekir. İbnu'1-kevâ hz. Ali'ye âyetini [71] sorar. Hz. Ali ona:
yazık sana! Öğrenmek için sor, sıkıntı vermek için (taannut) sorma! Demiş ve ve sonra cevap vermiştir. İbnu'1-kevâ kendisine, "aydaki karartılar hakkında ne dersin?" demiş; hz. Ali de cevaben: "kör biri, kendisi gibi kör bir konudan soruyor." demiş ve sonra açıklamada bulunmuştur. Sonra ibnu'1-kevâ daha başka sorular da sormuştur. Haber uzundur. İmam mâlik b. Enes, pratik bir değeri olmayan konulardan söz etmeden hoşlanmazdı[72] ve bunun mekruhluğunu kendinden önce geçen din büyüklerinden naklederdi.
Bu tür pratik bir neticesi olmayan şeylerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl görmediği bir kaç bakımdan açıklanabilir:
A) Bu tür lüzumsuz uğraşılar, mükellefi yükümlü tutulduğu konularla uğraşmaktan alıkor. Hem bu tür uğraşılar üzerine ne dünyada ne de âhirette bir fayda terettüp etmez. Ahirette etmez; çünkü orada kişi emrolunup, yasaklandığı şeylerden sorguya çekilecektir. Dünyada da yoktur; çünkü bu tür lü-
Zumsuz bilgileri öğrenmesi, rızkını elde etme konusundaki tedbirlerine müsbet ya da menfi yönde etki etmeyecektir. Ama onu öğrenmekten duymuş olduğu manevî hazza gelince, onu elde etmek için gösterdiği meşakkat ve yorgunluk, elde ettiği lezzeti karşılamayacaktır. Bunda dünyevî bir faydanın varlığı varsayılsa bile, bunun hüsn ü kabul görmesi ve şeriat nazarında bir fayda kabul edilebilmesi için hakkında şâri'in hüsn ü şehâdeti bulunması gerekmektedir. Zira nice insanların lezzet ve fayda saydıkları şeyler vardır ki, şerîatte tam tersi hüküm almaktadırlar. Zina, içki ve diğer fısk u fücur işleri, dünyevî garazlar sâiki ile işlenmiş günahlar bu tür şeylerdendir. Şu halde her iki dünyada da bir semere vermeyecek şeylerle zamanı öldürmek ve böylece faydalı olan şeyleri ihmal etmek, yakışık almayan bir şeyin yapılması kabilinden olmaktadır.
B) Şeriat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Bunların dışında kalan şeyler, büyük bir ihtimalle kulların maslahatları hilafına olan şeylerdir. Bu durum öteden beri müşâhade edilegelmektedir. Şöyle ki, teklîfî bir hükümle ilgisi bulunmayan ilimlerle uğraşanların tümünün mutlaka Aralarında fitne bulunduğunu, doğru yoldan çıktıklarını, aralarında anlaşmazlıkların, ihtilafların kol gezdiğini ve bu anlaşmazlıklarının birbirleri ile irtibatın kesilmesine, birbirlerine sırt çevirmeye ve taassuba götürdüğünü ve bunun neticesinde de gruplara ayrıldıklarını[73] müşahadelerimiz neticesinde görmekteyiz. Eğer insanlar bunu yaparlarsa sünnetten dışarı çıkmış olurlar ve bu tefrikanın aslını da sadece bu sebep oluşturur. Çünkü onlar faydalı ilmi bırakıp, faydasız ilme geçmişlerdir. Bu ise hem öğrenci hem de hoca için büyük birfîtne-dir. Sâri teâlâ'nın yöneltilen soruya cevap vermemesi ve faydalı olan şekle doğru kaydırması, bu tür lüzumsuz bilgilerle uğraşmanın bir fitne olduğu ve vakti boşu boşuna öldürmek mânâsına geldiği hususunda en açık delillerden birisidir.
C) Her şey üzerinde düşünmek ve onunla ilgili bilgiyi elde etmek çabası, felsefecilerin tutumudur ki, müslümanlar onlardan tebrie ederler (uzak olduklarını söylerler). Onlar da, ancak sünnete muhalif şeylere tutunma neticesinde ortaya çıkmaktadır. Durumu bu olan bir gidişatta, müslümanlarm onlara uymaları büyük bir hatadır ve dosdoğru yoldan sapmak olur.bu itibarla, bu tür ilimlerle uğraşmanın şer'an hüsnükabûl görmemesinin sebepleri çoktur.
Soru:İlim, genel olarak güzel bir şeydir, herhangi bir kayıt geti-rilmeksizin matlûp kabul edilmiştir. İlim talebinde bulunmayı isteyen nasslar umûm sîgasiyla ve mutlaktır; dolayısıyla ilgili nasslar her ilmi içine alır. İlmin içerisinde de, pratik neticesi bulunan olduğu gibi, bulunmayanı da vardır. Bu itibarla, söz konusu nassları, bu iki neviden diğerini dışarıda bırakarak sadece birisine tahsis etmek bir tahakküm olmaz mı?! Sonra âlimler: "sihir, tılsım vb. Gibi amel safhasına konulması gibi bir amacı olmayan ilimlerden her birinin öğrenilmesi farz-ı kifâyedir." demişlerdir. Bu durumda hesap, hendese vb. Gibi amele yaklaştıracak ilimlerin öğrenilmesi hakkında ne diyebilirsiniz?! Yine meselâ "tefsir" ilmi matlûp ilimlerden birisidir. Bununla birlikte bazen, pratik bir neticesi olmayabilir. Fahreddin er-râzî'nin şu nakli üzerinde düşünmek gerekir. Şöyle ki: alimlerden birisi, bir yahudi'nin yanma uğradı. Yanında bir müslüman vardı ve ona kâinatın durumu hakkında bir şeyler okuyordu. Alim, yahûdîye, ona okuduğu şeyin ne olduğunu sordu. O:
ben ona Allah'ın kitabından bir âyeti tefsir ediyorum; dedi. Âlim, hayret içinde, onun ne olduğunu sordu. Yahûdî: "onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mıv. Onda hiçbir çatlak yoktur."[74] âyetidir demiş ve devamla: "ben ona göklerin inşa ve süslenmesi keyfiyetini açıklıyorum." demiştir. Bunun üzerine, o âlim bunu hüsnükabûlle karşılamıştır. Nakli mânâ olarak vermiş bulunuyoruz. Yine aynı şekilde yüce Allah'ın: "göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı ?"[75] ifadesi ile benzeri âyetler" aklî, naklî; kesbî, vehbî varlık âlemine çıkan her türlü ilmi içine alır.
Felsefecilerin iddiasına göre, felsefenin hakikati her ne olursa olsun mevcut şeyler hakkında, yaratıcısına delâlette bulunması açısından düşünmek demektir. Düşünmenin de deliller ve yaratıklar üzerinde olacağı malumdur.
Bütün bunlar, ilimlerin hepsinin istisnasız hüsnükabûl görmelerine delalet eden yönlerdir.
Cevap: ilim talebinde bulunan nasslar sanıldığı gibi umûmî ve mutlak değillerdir; zikri geçen delillerle tahsîs ve takyîd edilmişlerdir. Bu hususa iki şey açıklık getirmektedir:
A) Sahabe ve tabiînden oluşan selef-i sâlih, pratik birfaydası bulunmayan bu gibi konulara dalmamışlardır. Oysa ki onlar, talep edilen ilmin mânâsının ne olduğunu en iyi bilen kimselerdi. Dahası, hz. Ömer gibi konulara dalmayı, yasaklanılan tekellüf (aşırılık) kabilinden mütâlâa etmişti. Yine o'nun dabî' i bu yüzden tartaklaması konumuza delâlet açısından gayet açıktır. Üstelik hz. Ömer'in bu davranışına hiçbir kimse tepki de göstermemiştir. Selefin bu tür ilimlerle uğraşmamasının sebebi, hz. Peygamber'in bu tür konulara girmemiş olmasından başka bir şey değildir. Eğer girseydi mutlaka nakledilirdi. Fakat nakledilmedi; bu da o'nun bu gibi konulara girmediğini gösterir.
b) "Mekâsıd" bölümünde de ortaya konulacağı gibi bu şeriat ümmî bir ümmet için gönderilmiş ümmî bir şeriattır. Nitekim hz. Peygamber "biz ümmî bir ümmetiz. Hesap kitap bilmeyiz. Ay (eli ile işaret buyurarak) şöyle, şöyle ve şöyledir."[76] buyurmuşlardır. Daha buna benzer deliller bulunmaktadır. Konu yerinde genişçe ele alınmıştır.
İkinci itirazınızı kayıtsız olarak kabul etmiyor ve diyoruz ki: farz-ıkifâye olan husus sadece, mâhiyeti bilin sin veya bilinmesin, her fâsid ve bâtıl olan şeyin reddidir; şu kadar var ki, onun fâsid olduğunun bilinmesi zarurîdir, bunu da şeriat tekeffül etmiştir. Bu hususa delilimiz şudur: hz. Mûsâ sihirbazların ortaya koydukları sihrin hakikatini bilmiyordu. Bununla birlikte elinde bulunan ve daha güçlü olan mucize ile sihir iptal edilmişti. Hz. Musa'nın sihrin hakikatini bilmediği şuradan belli ki, onlar insanların gözlerini boyayıp, onlara korku verip ortaya büyük bir sihir koyduklarında, o korkmuştu; eğer onun mâhiyetini bilseydi, ondan korkmazdı. Nitekim bilenler yani sihirbazlar korkmamı şiardı. Yüce Allah, bunun üzerine hz. Musa'ya: "korkma, üstün olan muhakkak ki, sensin!" [77] buyurmuştu. Sonra da: "onların yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin, başarı kazanamaz." buyurmaktadır.Bu ifade ile, daha önceden bilgisi olmadığı bir konuda hz. Musa'ya bilgi verilmektedir.Eğer hz. Mûsâ daha önceden bilseydi, böyle bir ihtiyaç bulunmazdı.Hz. Musa'nın esas olarak bildiği tek şey, bunların bâtıl bir dâva üzerinde oldukları idi.Bu tür konularla ilgili her meselede söylenecek söz işte bu şekilde olacaktır.Eğer iptal ve red herhangi bir yolla gerçekle-şiyorsa, bu Allah'ın bir sevgili kulunun elinde cereyan eden mucize yolu ile olabileceği gibi, takvadan neş'et eden ve söz konusu ilmin dışında (keramet gibi) başka bir unsurla da olabilir, maksat da budur; dolayısıyla şer'an bu gibi ilimlerin istenilir oldukları kesinlik kazanmış değildir.
Tefsir ilminin matlûp ilimlerden oluşu ile ilgili itiraza gelince, bu ilim hitaptan muradın ne olduğunun anlaşılması için lazım olan şeylerin öğrenilmesini gerekli kılar. Kelâmda neyin istendiği bilinirse, bunun ötesinde kalan şeylerle uğraşmak bir tekellüf (aşırılık) olmaktadır. Bu hz. Ömer'in meselesinde gayet açıkça ortaya çıkmaktadır.O âyetini [78]okuyunca kelimesinin mânâsında duraklamış, onu anlayamamıştı.Hz. Ömer'in anlamadığı şey kelimenin kendi mânâsı idi ve onu bilmemek âyetin genel mânâsının anlaşılmasına halel getirmiyordu.Çünkü genel mânâ anlaşılıyordu. Şöyle ki, yüce Allah burada insanoğlunun yiyeceği hakkında söz etmekte ve gökten yağmur indirdiğini ve bununla tahıl, üzüm, zeytin, hurma... Gibi doğrudan doğruya; yine hayvanlara otlak kılmak suretiyle de dolaylı olmak üzere insanoğlu için pek çok çeşit yiyecek çıkardığını topluca belirtmiştir.Dolayısıyla bunların detaylarını ve hangi maddeler olduklarını öğrenmek artık lüzumsuz hale gelmiştir ve insanın bunları da öğrenmesi gereği yoktur. İşte bu noktadan hareketledir ki Allahu a'lem! kelimesinin mânâsının araştırılmasını hz.ömertekel-lüf (aşırılık) kabilinden saymıştır. Eğer öyle olmasa da, âyetin terkibi mânâsının anlaşılması için gerekli olsaydı, o takdirde bunu bir tekellüf olarak kabul etmez; aksine "onun âyetleri üzerinde düşünmeleri için..."[79]âyetinin fahvâsmca öğrenilmesi matlûp olan şeylerden olurdu. Bu yüzdendir ki, aynı hz. Ömer, kendisi minberde iken:
[80]âyetindeki kelimesini hazır olanlara sormuş ve hüzeyl kabilesine mensup bir adam kalkarak, bu kelimenin kendi lügatlerinde yani azar azar noksanlaştırmak mânâsına geldiğini söylemiş ve örnek vermek üzere de şu beyti okumuştur:(keser, yay yapılan ağacı nasıl yontar, semer de ondan, kıvırcık tüylü hörgücü)
Bunun üzerine hz. Ömer:
ey insanlar! Câhiliyye devri şiirlerinizi toplamaya bakınız; çünkü onda kitâb'ınızın tefsiri bulunmaktadır;demiştir.
Öbür taraftan kalabalık bir cemâat içerisinde dabî': âyetinin[81] mânâsını sormuştu. Pratik hiçbir faydası yoktu ve insanların zihinlerini karıştırmaktan başka bir amacı da bulunmuyordu. Bu yüzden hz. Ömer, bilindiği üzere kendisini tartaklamış ti. Şu halde "onlar', üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz bir bakmazlar mı?! Onda hiçbir çatlak yoktur." [82]âyetinin amelî bir neticesi olmayacak hendese ilmiyle tefsir edilmesi uygun değildir. Çünkü bu tür bir tefsir arab' m bilip anlamadığı şeyler kabilin-dendir. Kur'ân ise sadece onların dilinde ve onlarca bilinen tarzda inmiştir. Bu konu Allah'ın izni ile, "mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.
Pratik bir neticesi bulunmayan, arablar tarafından bilinmeyen ve şeriata nisbet edilmeye çalışılan bütün ilimler hakkında söylenecek söz aynıdır. Tabîat ilimleri ve daha başka ilimlerle uğraşanların, kendi uğraştıkları ilimlerin kur'ân'dan alındığına dâir âyetlerle, hz. Peygamber'in hadisleri ile istidlalde bulunma çabaları bir tekellüften (aşırılıktan) başka bir şey değildir. Mesela sayılarla uğraşanlar "...sayanlarasor." [83]âyeti ile; hendese ile uğraşanlar: "Allah gökten su indirdi de, vadiler kendi ölçülerince sel olup aktı."[84]âyeti ile astronomi ile uğraşanlar: "güneş ve ay, bir hesap iledir." [85]âyeti ile; mantıkçılar, küllî-olumsuz önermenin zıddının cüz'î-müsbet olduğu konusunda: "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir." demekle Allah'ı gereği gibi değerle ndireme diler. De ki:". ..kitâb'ı kim indirdi?"[86] âyeti ile, yine bazı hami (atıf) ve şart türlerinin diğer şeylerle; remilcilerin: "...size indirilmiş bir kitap veya intikâl etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin." [87]âyetiyle birlikte, hz. Peygamber'in"... Kum üzerinde çizgi çizen bir nebî vardı."[88] sözleriyle iddialarını de-lillendirmeye çalışmışlardır. Bu saydıklarımız ve daha başkaları iddialarını kitaplarına dercetmişlerdir ve hepsi de kendi ilimlerinin bizatihi maksûd olduğunu kesin ifade ile belirtmişlerdir. Böylece dördüncü suâlin cevabı da anlaşılmış olmaktadır ve "göklerin ve yerin hükümranlığını, Allah'ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı?" âyetinin kapsamına araplarca bilinmeyen; içlerinden kolay ve hoşgörü esasına dayalı bir dîn ile gönderilmiş bulunan bir peygamberin ümmî ümmeti ile hiç de uyum arzetmeyen felsefî ilimlerin de itibâra alınmasının girmeyeceği [89]ortaya çıkmaktadır. Felsefe, öğrenilmesi-nin caiz olduğunu kabul etsek bile, kaynak bakımından zor, yolları sarp, elde edilmesi çok güç bir ilimdir. Tam bir ümmîlik içerisinde yetişen araplara hitab eden şeriatın, Allah'ın âyetlerinin, onun varlık ve birliğine delâlet eden delillerin öğrenilmesi için felsefe öğrenilmesi şeklinde bir kayıt içermesi uygun değildir. Kaldı ki, felsefe din büyükleri tarafından zemmedilmiş, daha önce de geçtiği gibi, bu konuya onlarca dikkat çekilmiş bulunmaktadır.
Bu husus anlaşıldı ise, netice olarak diyoruz ki, pratik bir netice doğurmayan bir şey, şerîatçe matlûp değildir.
Lügat, nahiv, tefsir vb. İlimler gibi, üzerine şer'an matlûp olan bir hususun bağlı bulunduğu şeylere gelince, matlûp olan bir şeyin kendisine bağlı olduğu şey de şer'an ya da aklen matlûp olacaktır. Yerinde de açıklandığı gibi bu hususta bir problem bulunmamaktadır. Ancak burada üzerine dikkat çekilmesi gereken bir husus daha vardır ki, o da altıncı mukaddimemizi oluşturacaktır: [90]
Konular
- (ö. 790 = 1388)
- "EL-MUVÂFAKÂT" NEŞRİNE AİT BİR-İKİ SÖZ
- ESERİN TANITIMI
- Daha Öncekilerin İhmal Ettikleri Bahisler
- Kitabın Tanınmamasının Sebebi
- Kitaba Olan Teveccühümüzün Sebebi Ve Kitap Üzerinde Yaptığımız Çalışmalar
- Hadislerin Tahrıcı
- Önceki Baskıda Bulunan Tahrip Ve Hatalar
- Müellifin Önsözü
- Mukaddimeler
- Birinci Mukaddime
- İkinci Mukaddime
- Üçüncü Mukaddime
- Dördüncü Mukaddime:
- Beşinci Mukaddime:
- Altıncı Mukaddime:
- Yedinci Mukaddime
- Sekizinci Mukaddime
- Dokuzuncu Mukaddime
- Onuncu Mukaddime
- On Birinci Mukaddime
- On İkinci Mukaddime
- On Üçüncü Mukaddime
- BİRİNCİ KISIM
- HÜKÜMLER KİTABI
- Şer'î Hükvmler
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele