Dokuzuncu Mukaddime

Önemi ve kesinliği bakımından ilim üç kısma ayrılır: a) ilmin esas ve özünü teşkil eden kısım, b) ilmin esâsından olmamakla birlik­te ikinci derecede önem arzeden kısım, c) bu iki kısmın haricinde ka­lan kısım.
A) İlmin esas ve özünü teşkil eden kısım (sulbu'1-ilim): esas ye itimada şayan olan işte bu kısımdır; tahsilin mihverini bu kısım teş­kil eder; ilimde rüsûh sahibi olanların nihâî amaçlan bunlara ulaş­maktır. Bunlar kati olan ya da kat'î bir esasa dayanan hususlardır. Yüce şerîat-ı muhammediyye işte bu tarz üzere indirilmiştir. Bu yüz­den de usûlde ve furûda taraf-ı ilâhîden muhafaza altına alınmıştır. Nitekim bu "doğrusu 'zikri' (kitâb'ı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz."[173]âyetinde ifade edilmiştir. Çünkü bunlar iki cihan seâdetinin esâsım oluşturan serî maksatların korunması esâsına da­yanır ve zarûriyyât, hâciyyât ve tahsîniyyât ile bunların tamamlayıcı ve bütünleyici unsurlarından ibarettir. Bunlar şeriatın temelleridir. Bunların ve bunlara istinâd eden şâir furû meselelerinin dikkate alın­dığı konusunda kesin delil bulunmaktadır. Bunların temel ilim oldu­ğunda, esasları yerleşik, unsurları sabit bulunduğunda herhangi bir kuşku ve problem bulunmamaktadır.her ne kadar bunlar akılla bulunmuş olmayıp vass't (konulmuş) iieler de netice itibarıyln böyledir, çünkü vaz'î olanlar da, kimin ilim ifâde konutunda bazan aklî veriler paralelinde yer alabilirler. Şeriat ilmi de işte bu cümledendir. Çünkü şeriat ilmi, pek dağınık ve çeşitli türden olan cüziyyâtın genel ve kapsamlı bir şekilde istikraya tabi tu­tulması neticesinde elde edilmekte ve neticede akılda; bidüziye (mut-tarid), genel ve sabit, zeval bulmaz ve değişmez, hep hâkim konumda  külli esâslardan oluşan bir koleksiyon (mecmua) vücûda gelmektedir. Bu zikrettiğimiz vasıflar ise aklî külliyyâtın (genel esaslar) özellikleri­dir. Yine aklî külliyyât varlık âleminden alınmışlardır; bu ise vaz'î bir iştir; aklî değildir. Bu itibarla da şer'î külliyyât ile aklî külliyyât eşitlik nrzederler. Dolayısıyla da aralarında fark kalmaz.

Şu halde ilmin bu kısmına ait üç özellik vardır; diğer kısımlardan bunlarla ayrılır:
1. Genellik ve bidüziyelik (muttaritlik): bu özellikten dolayıdır ki, mükelleflerin fiilleri konusundaki şer'î hükümler, her ne kadar kısımları (cüziyyâtı) sonsuz ise de, konuluş biçimine uygun bir yürürlüğe sahip olmuştur. Parzedilecek hiçbir amel, varsayılacak hiçbir hareket veya sükûn yoktur ki, şe­riat onlar üzerinde ayrı ayrı ya da bütün içerisinde hâkim ko­numda olmasın; onun dâiresi içerisine girmesin. Bu mümkün değildir. Şeriatın 'genelliği'nden maksat da işte budur. Şe­riatın nass ya da aklî esaslarında varsayıldığı iddia edilen bir hususîlik varsa eğer, mutlaka o da şer'î genel bir esasa dönük­tür. Bunlara örnek olarak arâyâ[174], diyetin âkile [175]üzerine konulması, kırâz akdi (mudârabe)[176] musâkât akdi[177], hay­vanın sütlü gösterilmesi amacıyla birkaç gün sağılmayarak müşterinin aldatılması durumunda isterse malın iadesi ve süte karşılık da bir sâ' hurma verilmesi vb. Uygulamaları gös­terebiliriz. Çünkü bunlar hâcî ya da tahsînî esaslara veyahut da bunların mütemmimlerinden (tamamlayıcı) olan esaslara bağlıdır. Bunlar ise genel özellikli hususlardır. Dolayısıyla ilk bakışta özel gibi gözüken bir şey, aslında mutlaka genel özellik arzetmektedir. Fıkhın babları üzerinde düşünmek bu­nu açıklamaktadır.
2. Sabitlik ve değişmezlik: şer'î ahkâmın bu özelliğinden dolayıda, kemâle erdikten sonra artık, ne nesh, ne umumunun tahsisi, ne mutlaklığının takyidi, ne de hükümlerinden birilinin kaldırılması söz konusu değildir. Bu durum ister bütün mükelleflere yönelik (genel), ister bazılarına hâs (özel) olıun, farketmemektedir; belli bir zaman ya da durum için de farklı­lık göstermemektedir. Sebep olarak belirlenen bir şey ilele-bed sebeptir; asla kalkmaz, şart olarak belirlenen sonsuza dek şarttır; vâcib ve mendûb olan nihayete dek vâcib ve men-dûbtur..., bütün hükümleri aynı şekilde ebediyen sona ermez ve değişmez özelliktedir. Şayet dünya hayatının ebedîliği far-zedilse, ona yön veren ve yükümlülük getiren şer'î hükümler de aynı şekilde ebedî olacaktır.
3. Hâkim konumda olması, mahkûm olmaması: bunun anlamı sonuç olarak, uygun bir ameli gerekli kılmasıdır. Bu özellik ten dolayı da şer'î ilimler sadece amel ifâde eden, ya da amele yönlendiren hususlara inhisar etmekte ve bunun ötesini faz­lalık saymaktadır. Amel hususunda şeriata hâkim konumda olan bir şey asla bulunamaz; var gözükse bile mutlaka o hâkim pozisyonundan mahkûm vaziyetine geçer. Diğer ilim­lerin durumları da aynıdır.

Şu halde bu üç vasfa sahip olan her ilim; esas ve özü teşkil eden kı­sımdandır. Bundan ne kasdettiğimiz ve delilleri bu kitapta ortaya çık­mıştır.
B) İkinci kısım (mülahu'1-ilim): bu kısım, ilmin esas ve özün­den olmayıp, kesinlik taşımayan hususlardır. Bunlar kendiliklerin­den ne kafidirler, ne de kat*î bir esasa bağlıdırlar; bilakis ya zannî bir esasa bağlıdırlar ya da kat'î bir esasa bağlı olsalar da yukarda saydı­ğımız üç özellikten bir ya da daha fazlasını taşımamaktadırlar. Bun­lar aklın hayal gücüne dayalı anlık düşüncesinde ve ilk bakışta esası bozmaksızın çıkarmış olduğu şeylerdir. İşte bu vasıfta olan ilimler ikinci kısımdan sayılırlar.

Birinci özelliğin, yani genellik ve bidüziyelik (muttaritlik) vasfı­nın bulunmaması, o şeyin ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan ol­masına mânidir. Çünkü bir şeyin muttarit olmaması (kâh işleyip kâh işlememesi), onun dikkate alınma ve muteber olma derecesini zayıfla­tır ve gözardı edilebileceği ihtimalini güçlendirir. Çünkü o ilmin yer yer geçerli olmaması, konusuna olan güvenin zayıflığına delâlet eder ve onu kasıtsız, tesadüfen meydana gelmiş olan şeyler zümresine yak­laştırır. Netice itibarıyla da ona güvenilmez ve üzerine hüküm bina edilmez.
İkinci özelliğin, yani sabitlik ve değişmezlik vasfının bulunmasıda ilmin esas özünü teşkil eden kısımla bağdaşmaz. Çünkü bir [10] numis hakkında hüküm verilip, sonra bazı yer ve hallerde daha önce­ki konulan hükme muhalefet edilirse, o hükmün ya mutlak olmadığı halde konulduğu biçimde bırakılması veya hâss olan bir konunun umûmî şekilde vaz' edilmesi gibi bir sebepten dolayı hatalı ve bâtıl ol­duğu ortaya çıkar. Bu durumda onun üzerinde düşünen kimsenin hükme olan güveni kalmaz. Bu da onun ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan çıkması demektir.

Üçüncü özelliğin, yani hâkim konumda olması vasfının bulun­maması da, o şeyin ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan olmama­lını gerektirir. Çünkü bu akıllarda sahih olsa bile, nefislerin mücer-r»»d bir haz duymasından başka pratik bir fayda bulunmuyor, demek­tir. Bu durumda bunlarla diğer eğlencelerin aynı olması gerekir. Bun­lar madem ki, sahîh değillerdir, öyle ise itibara alınmamaya daha la­yıktırlar. Sofistâîlerle, benzeri akımların konulan işte bu kabil­dendir.

Bu özelliklerden bir ya da birkaçının bulunmaması sebebiyle il­min esas ve özünü teşkil eden kısımdan sayılmayan bazı örnekler var­dır ki, diğerleri onlara ilhak edilir. Bunlar şunlardır: 1.
Özellikle de taabbudî konularda olmak üzere, mânâsı aklen kav-ranamayacakkonularda elde edilmeye çalışılan hikmetler. Misal ola­rak, abdestte belli organların yıkanması; namazın, ellerin kaldırılma­sı, kıyam, rükû, sücûd... Gibi belli fiillerin yapılması şeklinde icra edil­mesi; orucun-gece değil de gündüze has olması, namazın başka vakit­ler değil de tayin edilen vakitler içerisinde kılınması ve böylece vakit­lerin belirlenmesi, haccın belli davranışlardan meydana gelmesi ve belli mekanlarda îfâ edilmesi ve belli bir mescidin (ka'be) tavaf edil­mesi ve benzeri daha pek çok akılla bir türlü kavranılması mümkün olmayan ve ulaşılamayan taabbudî konularda elde edilmeye çalışılan hikmetler bu kabilden olmaktadır. Bazıları çıkarak kendi akıllarınca bunların hikmetlerini ortaya koymakta ve şâri'in bunlardan maksa­dının buldukları hikmetlerin gerçekleşmesi olduğunu iddia etmekte­dirler. Bunlar tamamiyle zan ve tahminden ibarettir ve kendi konula­rında bidüziyelik (muttaritlik) arzetmeyen şeylerdir. Bunlar şâz olan şeyleri duyduktan sonra, onları izah etmeye çalışmak kabilindendir. Belki bu ikinci neviden olup da üçüncü kısımdan sayılması gereken şeyler de olacaktır. Çünkü bizim bilgimiz dahilinde olmayan ve eli­mizde de bir delil bulunmayan bu gibi hususlarda böylesi bir iddiada t8ıl   bulunmak bir nevi şeriat üzerine cinayet işlemek sayılacaktır.[178] 2.
Haber ve selefe ait sözlerin, aslında gerekmeyecek bir rivayet vs tahammül keyfiyetine bağlanmaları ve o şekilde rivayet edilmeleri, buna uyma hakkında bir istek bulunmadığı halde, böyle bir istek var­mış gibi davranılması: müselsel hadislerin rivayetinde olduğu gibi, geçmiş zamanda rivayet sırasında kasıtsız olarak benimsenen keyfi-yot ve biçimleri, daha sonrakilerin kasıf lı ve bağlayıcı olarak benimse­meleri; aynı tarz ve şekil üzere tahric etmek için sıkıntıya" sokacak şe­kilde araştırmalar yapılmasını gerektirecek bir hal alması bu kabil­dendir. Oysa ki, hadis bir amelle ilgili olsa bile bu çaba üzerine her­hangi bir pratik netice doğmamaktadır. Çünkü hadis rivayetinde belli şekle riâyet zorunluluğunun bulunmaması, o tür hadislerin gereği ile amel keyfiyetine herhangi bir halel getirmez. Meselâ "şefkat edenlere rahman acır." mânâsına gelen hadisini[179] ör­nek alalım. Hadisçiler, bu hadisin talebenin şeyhinden duyacağı ilk hadis olmasını şart koşmuşlardır. Halbuki, bu hadisi ondan daha baş­ka hadisler öğrendikten sonra işitecek olsa, bu durum söz konusu ha­disin gereği ile amel etmeye engel teşkil etmeyecektir. Müselsellik keyfiyeti hadislerin tamamında ya da büyük çoğunluğunda değişmez bir hususiyet değildir ki, uyulması gerekli olsun. Bu itibarla bu gibi şeylerin talep edilmesi, ilmin esas ve özünden değildir.
3.                                                                                                                                  

Tevatüre ulaşma gibi bir niyet olmaksızın, hadislerin lüzumun­dan fazla yollardan tahricine çalışma da bu kabildendir. Eğer hadis sahabe, tabiîn ya da daha beriki nesillerde âhâd özelliğini öte aşmıyor­sa, bu durumda sırf hadisi pek çok şeyhten ve çeşitli yönlerden almış sayılmak için yapılan çalışma ve gösterilen çabaların bir anlamı yok­tur. Bu gibi hususlarla uğraşmak ilmin esas ve özünü teşkil eden kı­sımdan sayılamaz. Ebû ömer b. Abdilberr, hamza b. El-kenânî'den şöyle nakleder: "bir hadisi iki yüz tarikten veya ikiyüz kadar (şek râvîden) tarîkten tahrîc ettim ve bu beni pek çok sevindirdi; yaptığım iş pek hoşuma gitti. Sonunda rüyamda yahya b. Maîn'i gördüm. Ona:

—ey ebû zekeriyyâ! Ben bir hadisi tam ikiyüz tarikten tahrîc ey­ledim! Dedim. O biraz sustu ve:
İlletinin, putperestlikten henüz çıkıldığı için tekrarona geri götürebileceği en­dişesinin olduğunu, zamanımızda ise böyle bir korku bulunmadığı için, hey­kel vb. Gibi şeyleri edinmede bir sakıncanın bulunmayacağını söylemektedir­ler. Bu hükmün illetinin, zan ve hevese dayanılarak belirlenmesinden başka bir şey değildir. "yaptığın bu işin 'çoklukla öğünmek sizi o kadar oyaladı ki...[180]âyetinin kaplamı dahiline girmesinden korkarım." dedi. Onun söyle­dikleri böyle ve netice itibarıyla da doğrudur. Çünkü hadisin sıhhati için yeterli derecede tahrîcde bulunmak maksat için yeterlidir. Gerisi lüzumsuz bir çaba olmaktadır. 4.

Rü'yâ: müjde verme ve korkutmaya yönelik olmayan hususlar­da, rü'yâdan çıkarılan neticeler de bu kabildendir. Pek çok insan ilmî meseleler hakkında rü'yâlarla ve onlardan çıkarılan neticelerle açık­ça istidlalde bulunmaktadırlar. Çünkü bu bilgi doğru da olsa, onun te­melini oluşturan rü'yâ bu tür istidlaller için şer'an muteber değildir. Mesela az önce zikri geçen kenânî'nin rü'yâsı gibi. Her ne kadar orada yahya b. Maîn'in sözü doğru ise de, biz onunla istidlalde bulunanlayız. Biz önce onu uyanıklık halinde ilme arzederiz. Böylece onu şahit getir­me (istişhad) uyku halinden değil de uyanıklık halinden alınmış olur. Rü'yâ ise sadece bir ünsiyet havası doğurulmak için zikredilmiş olur. Ulemâdan vârid olan bu tür rü'yâlarla istişhad haberlerini de bu şekilde anlamak gerekir. 5.

Pratik bir netice doğurmayan ihtilaf konulan. Daha önce bunlar­dan bir kısmına atıfta bulunulmuştu. Bunların pek çoğu diğer ilimler­de de olur. Arap dilinde bu tür şey pek çoktur. Mesela fiilin masdardan

Türemesi, kelimesinin asıl ve i'rabı, eşya meselesi, bir lafızda esas olan isimdir meselesi gibi konular bunlardandır. Her ne kadar bu gibi konular bidüziye (değişmez) esaslar üzerine bina edilmişlerse de, bunlarla ilgili ihtilaflar işe yarar bir fayda sağlamamaktadır. Dolayı­sıyla bu gibi ihtilaf mevzuları da ilmin esas ve özünü teşkil eden kısım haricinde kalmaktadır. 6.

Şiir: ilmî ve amelî mânâlar ortaya konulurken şiire dayanmak da yine bu kabildendir. Bu yol üzerinde daha çok ehl-i tasavvuf yürü­mekte; kitaplarında ve makamlarının belirtilmesi sadedinde şiiri çok­ça kullanmaktadırlar. Bu gibileri şiirlerin mânâlarını ortaya koy­makta ve onların gereği ile ahlâklanılmasını istemektedirler. Gerçek­te bu da ilmin öz ve esâsından değildir. Ancak ince manâlı şiirlerde, tabiatı yumuşatma ve nefisleri arzulanan istikâmette coşturma ve harekete geçirme gibi özellikler bulunduğu için ikinci derecede önom nr-zeden kısımdan sayılır. Şiirin bu özelliğinden dolayı genelde vai/.lıir, ondan istifâdeyi kendilerine bir âdet edinmişler ve va'zları esmımnda bolca kullanmışlardır. İşin hakikati üzerinde düşündüğümüzde fu netice karşımıza çıkar: istişhad (şahit gösterme) şiirin etkisiyle değil mânâsıyladır. Eğer mânâ şer'î ise makbuldür, aksi takdirde makbul

Değildir.  7.

Mânâların yerleşmesi için iyi halleriyle bilinen zevatın sözleriyle istidlalde bulunmak: bu da o zata karşı duyulan hüsn ü zan üzerine bina edilen bir istidlal şeklinden başka bir şey değildir. Çünkü bunla­rın da bazan —"ictihâd" bahsinde de zikredileceği gibi— sözleri hüc­cet olabilir. İyi hal ve fazileti herkesçe bilinen zevatın sözlerine karşı insanlar meyyal oldukları için, onların sözlerini —zedeleyici durum­lardan uzak oldukları durumda— bir kayda bağlamaksızın almak bu kabildendir. Ancak bunlar ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan sayılmazlar. Çünkü bunlar uygulamada doğrulukları şaşmaz değil­dir, hata da edebilirler. Bu sadece bir yaklaşım olarak alınır. 8.

Allah'ın velî kullarından olan hâl ehlinin sözleri: bunların sözle­riyle istidlal de aynı şekilde ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan değildir. Şöyle ki, bunlar kendilerini mevlâ'nın hizmetine vakfetmiş­ler ve her şeyden el-etek çekmişlerdir. Onların bu tarafları ağır basa­rak, Allah'tan başka her şeyden vazgeçilmesi gibi konulan işlemişler ve bunun gereğini vurgulamışlardır. Bunların tekliflerini çoğu insan yapabilecek güçte değildir. Oysa ki, onlar bunu bütün herkes için ko­nuşmaktadırlar. Bu her ne kadar doğru ise de kendi seviyesine göre anlamak gerekir; mutlak olarak ele alınmamalıdır. Çünkü bunların istedikleri büyük çoğunluk için ya sıkıntı (haraç) ya da tâkât üstü yü­kümlülük (teklîf-i mâ lâ yutak) olur. Öte taraftan onlar, ancak belli bir hal ve belli bir biçimde yerilecek şeyleri yer yer kayıtsız olarak zem-metmişlerdir. Bu durumda onların bu sözlerini olduğu gibi almak yanlış anlamalara sebep olabilir. Ama genel olarak onların sözlerini almak ve istidlalde bulunmak faydadan hâlî değildir. Netice olarak bu tür istidlaller de ilmin esas ve özünü teşkil eden kısımdan değil, onun tezyîni mahiyetinde ikinci derecede önem arzeden kısımlarındandır. 9.

Bazı ilimlerin, diğer ilimlere atıfta bulunarak, gerçek anlamda i-muvafakat İki kaidenin bir enaıta birleşmesi söz konusu olmaksızın onların kaideleri ile neticeye ulaşması da bu kabildendir. Bunu şöyle bir olay­la açıklayalım: nahiv âlimi el-ferrâ: "kim bir ilimde derinleşir ve mehâret sahibi olursa, diğer bütün ilimler ona kolaylaşır (ve o ilimler­le ilgili de söz söyleyebilir.)" der. Bunun üzerine mecliste hazır bulu­nan ve ferrâ'nm teyzesinin oğlu olan hanefî imamlarından kadı mu-hammed b. El- hasen kendisine: "sen ilminde mehâret sahibisin. Peki sana şimdi sahanla ilgisi olmayan bir soru soracağım: namazında ya-nılan ve sehiv secdesi yapan, fakat sehiv secdesinde de yanılan kimse hakkında ne dersin?" demiş. Ferrâ: "bir şey lâzım gelmez." diye cevap vermiş. İmam muhammed'in "nasıl" sorusuna da:
"Bizde (dilde) ism-i tasgiri[181] yapılan bir kelime ikinci defa tasgir yapılamaz. Sehiv secdesinde yanılan kimsenin durumu da aynı olma­lıdır. Çünkü o, ism-i tasgirin ikinci bir defa tasgiri gibi bir şeydir; ya­nılma için yapılan secde bir nevi namazın telâfisi içindir. Tasgirin tek­rar tasgiri yapılamayacağı gibi, telâfinin de telâfisi yapılamaz.." de­miş. Bunun üzerine imam muhammed: "anaların senin gibi birini do­ğurmuş olacağını sanmıyorum." diye onu tasdik etmiş.

Görüldüğü gibi, ismin tasgiri ile namazda sehiv arasındaki mânâ birliği son derece zayıftır; zira mânâ bakımından bunlardan birini di­ğerine kıyası gerektirecek aralarında gerçek müşterek bir nokta bu­lunmamaktadır. Ama aralarında müşterekliği sağlayan ortak bir nokta (cami vasıf) bulunsaydı, o takdirde bu kısımdan sayılmayacak­tı. Nitekim harun reşid'in huzurunda ebû yusufla kisâî arasında cereyan eden şu olay da buna misal olacaktır: rivayete göre ebû yûsuf, harun reşid'in huzuruna girer. Kisâî halifeyle şakalaşmakta, birbirlerine latife yapmaktadırlar. Ebû yûsuf (halifeye):

—Bu kûfeli sizi meşgul ediyor ve size galebe çalıyor; dedi. Halife:

—Ebû yûsuf! Bu bana gönlümün hoşlandığı şeyleri getiriyor; di­ye karşılık verdi. Bu arada kisâî hemen ebû yûsuf a yönelerek:

—Ey ebû yûsuf! (gel münazara yapalım.) Bir meselen var mı? Dedi. O da:

—Nahiv'den mi, fıkıhtan mı? Diye sordu. Kisâî:

—Bilakis fıkıhtan; diye cevap verdi. Bunun üzerine hârûn reşid güldü ve yere bakındı, sonra garibseyerek:

—Ebû yûsuf a fıkıhtan bahsedeceksin öyle mi? Dedi. Kisâî:

—Evet! Diye cevap verdi ve sonra:

—Ey ebû yûsuf! Ne dersin? Bir adam karısına kelimesini

Üstünlü olarak dese ne lâzım gelir? Diye sordu, e-bû yûsuf da:

—Kadın eve girdiğinde boş olur; cevabını verdi. Kisâî: —hata ettin, ey ebû yûsuf! Dedi. Harun reşîd güldü ve : —Doğrusu nasıl? Diye sordu. Kisâî:

—Adam sözünü şeklinde üstünlü söyleyince fiil bulunduğu için talakhemen vuku bulur. Ama bu şeklinde kesreli söylerse, o za­man şart edatı olacağından fiil işlenmiş olmaz, talâk da vuku bulmaz; demiştir. Bu olaydan sonra ebû yûsuf, kisâî'nin yanına gitmeyi hiç terketmemiştir. Bu meegle dile dair bir kuralla ilgili olarak cereyaruet-mektedir; her iki ilimde de hüküm verilirken temel alınır.

Buraya kadar verdiklerimiz, düşünen insana işin ötesinde dalın nelerin bulunduğunu; ilim tahsili sırasında neyi alıp neleri bırakması gerektiğini iyice bilmesi zaruretini ortaya koyan misallerdir. Çünkü bir çokları, ilkbakışta bu gibi meseleleri güzel bulmakta ve ömrünü bu gibi meselelerle geçirmekte; bunların ötesinde ne amel ne de itikat sahasında asıl öğrenmesi gereken konulara zaman ayırmamaktadırlar. Böylece ilim talebi yolunda gösterilen çabalar beyhude olmaktadır. Allah cümlemizi böyle bir durumdan korusun!
Bu konuda verilecek en güzel misallerden birisi de bazı hocaların bize anlattıkları şu olaydır: ebû'l-abbâs b. El-bennâ'Ya sorarlar ve: âyetinde[182] niçin üzerinde nasbedici bir etki göstermemiş? Derler. O cevâbında: " söz (kavi) söylenen şeyde (makûl) etki doğurmayınca, âmil de ma'mûlü üzerinde etkisini göster­memiştir." demiş. Bunun üzerine soruyu soran:

—Efendim! Nin kullanımı ile, kâfirlerin iki peygamber hak­kındaki sözleri arasında ne bağlantı var? Diye açıklama istemiş. Ebû'l-abbâs ona:

—Be adam! Ben sana gayet güzel, revnaklı bir çiçek getirdim; sen o güzelim çiçeği soyup soğana çevirip sonra da onun revnakını istiyor­sun! Demiş, yahut da bu mânâda bir şey söylemiş. İşte verilen cevabı görüyorsunuz. Bu ve benzeri ilim telakki edilen şeyler akla vurulduğu zaman gerçek ilimle, ilim olmayan arasındaki fark ortaya çıkacaktır.

C) Üçüncü kısım: bu kısım, ne ilmin esas ve özünü teşkil eden ne de zannîolan ve ikinci derecede önem arzedenkısımlarındandır. Ne kat'î ne de zannî bir esasa bağlı değillerdir. Bunlar muteber ilimler ve amel ve itikat konularında kendilerine müracaat edilen prensiplere vurularak ortadan kaldırılması gereken şeylerdir. Çoğu kez bunlar hakkın iptalini ve bâtılın tervicini amaçlayan şeylerdir. Bunlar ilim doğildir. Çünkü aslı esası yoktur, sabit kriterleri yoktur, hâkim ko­numda ve bidüziye (muttarit) değillerdir. Bunlar ikinci kısımdan da doğildir; çünkü o kısım akılların güzel bulduğu, nefislerin meylettiği şeylerdir. Zira onlarda ilmin verilerine ters düşen, onlarla uyuşmayan hususlar bulunmamakta ve kısmen de olsa bir esasa dayanmaktadır­lar. Bu üçüncü kısım ise öyle değildir; bunlar onların özelliklerinden hiçbirisine sahip değillerdir.
Her ne kadar bazı insanlar bu gibi şeyleri güzel bularak talepte bulunmuşlarsa da, bunlar arızî şüpheler ve daha önceki grupla arala­rında bulunan benzerlikten dolayı olmaktadır. Bazı geri zekalılar bunların bir aslı ve esâsı olduğunu iddia etmişler ve onlara bu açıdan [88i meyletmişlerdir. Bunların ileri sürülen asıl ve esaslarının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar çeşitli menfaat ve maksatları, arzu ve he­vesleri temin ve tatmin için ortaya konulmaya çalışılan vehim ve ha­yallerden başka birşey değildir. Alışılmadık, garîb şeyleri ortaya at­mak, ilimde rüsûh sahiplerinin anlamadıkları mânâlar çıkarmak; zahir mânâların ötesinde çok ince mânâların bulunduğunu ve bunları ancak seçkin kimselerin anlayabileceğini ve kendilerinin de işte on­lardan olduklarını iddia kabilinden yaygaralar koparmak işte bu gru­ba giren örneklerdendir. Bunların hiçbir gerekliliği yoktur. Bu gibi şeylerle uğraşıp da kendisinin bu incelikleri anlayabilen seçkin kim­selerden olduğunu iddia eden kimselerin, imtihan edildiklerinde rezil rüsvây olmaktan başka yapabilecekleri bir şey yoktur. Nitekim gaz-zâlî, ibnu'l-arabî ve daha başkaları bunların içyüzlerini ortaya koy­muşlardır.

Bu kısmın örneğini bâtıniyyenin kur'ân tevîli karşısındaki tu­tumları teşkil eder. Bunlar kur'ân âyetlerini zahir mânâlarından çı­kararak, asıl maksadın bunların ötesinde bâtını mânâlar olduğunu; bunlara da akıl ya da düşünce yolu ile ulaşmanın mümkün olmadığını, bunların ancak masum imâma tabî olunmak suretiyle, onun vâsıtası ile elde edilebileceğini iddia ederler. Bunların iddialarında dayanak­ları kısmen hurûfîlik ve ilm-i nücûmdur. Son zamanlarda bu tür ah­makça şeyler epey yaygınlaştı ve şeriat etrafında bâtınîlerin iddi­alarına benzer iddialar bir hayli çoğaldı. Hatta bu, bırakın başka tür­lüsünü, hiçbir şekilde makûl olmayacak bir hâl aldı. Sofistâiyye ve mütehakkimenin tuttukları yol da bu bu kısım içerisine girmektedir. Bütün bunların bir aslı, esâsı yoktur; doğuracakları bir semere de bu­lunmamaktadır, ilimle hiçbir ilgileri yoktur.

Fasıl:

Bazan birinci kısımda olan bir bilginin ikinci kısımdan sayılması boz konusu olabilir. Bu ilimlerin birbirine karıştırılması neticesinde düşünülebilir. Meselâfakîh, meselesini örneğinbir nahvî mesele üze­rine bina eder. Sonra dönerek bunu bilinen bir mukaddime olarak de­ğil de —nahivcinin yaptığı gibi— bir mesele olarak ortaya koymaya başlar, en sonunda dafıkhî meselesini ona irca eder. Halbuki, yapması gereken şey, nahvî konuyu o ilimde işi tamamlanmış ve neticeye bağ­lanmış şekli ile alması ve doğrudan kendisinin onun üzerine hüküm binasına geçmesiydi. O bunu yapmayıp, o konuyu bir nahivci gibi eli' alarak yeniden ortaya koymaya, onu isbâta, zabtına ve delillendiril-mesine dâir söz etmeye başlayınca, onun bu çabaları gereksiz olacak ve herhangi bir ihtiyaç karşılamayacaktır. Aynı şekilde sayısal bir meselenin ortaya konulması gerektiğinde de yapması gereken, o ilme dâir neticeye bağlanmış esasları alarak hükmüne mesnet yapmasıdır. Böyle yapmaz da sanki bu ilmin konusunu işliyormuş gibi uzun uzadı-ya sayılarla ilgili söz etmeye başlarsa bu bir fazlalık olur ve birinci kı­sımdan değil de, eğer sayılacaksa ikinci kısımdan, yanî talî unsurlar­dan kabul edilir. Birbirlerinden istifâde eden bütün ilimlerde de du­rum aynıdır.

Birinci kısımdan olan bilgilerin üçüncü kısma girmesi gereken durumlar da olabilir. Bu şer'î eğitim metoduna aykırı olarak ilmî me­selelerin ehil olmayan kimselere yahut aklı henüz küçücük me selelere açılmış olan kimselere büyük meseleleri anlatmaya kalkmak ve bu­nunla iftihar etmek durumlarında tasavvur edilebilir. Bu karşıdaki insanı büyük sıkıntılara düşürür. Bunlardan en tehlikelisi de hz. Ali'nin şu sözünde ifâdesini bulmaktadır: "insanlara akıllarının aldı­ğı şekilde konuşun, Allah ve rasûlünün tekzîb edilmesini ister misi­niz?" bu tür sözler bazen dinleyiciler üzerinde fitne tesiri icra eder. Ni­tekim bu kitabın ilgili yerinde zikredilecektir.

Birinci kısımdan olan bilgilerin üçüncü kısımdan sayılması gibi bir durum söz konusu olabildiğine göre, ikinci kısımdan olan bilgilerin üçüncü kısımdan sayılabilmeleri öncelikli olarak mümkün olur. Çün­kü ona birinci gruptan daha yakındır. Gerçek bir ilim adamının eğitim ve öğretimde mutlakabuhususlarariâyetetmesi gerekir. Aksi takdir­de o bir eğitimci olamaz; bilakis kendisinin bir mürebbîye ihtiyacı olur.

Bu noktadan hareketle diyoruz ki; bu kitap üzerinde mütâlâada bulunacak kimsenin şer'î ilimlerde; usûl ve furûunda; aklî ve naklî ilimlerde derinleşmedikçe, taklid ve mezhep taassubundan kurtul­madıkça ona tenkitçi bir gözle ya da ondan istifâde amacı ile bakması uygun değildir. Eğer böyle bir seviyeye ulaşmadan bu kitabı değerlen­dirmeye kalkışırsa, o takdirde kitabın muhtevasının her ne kadar aslında hikmet ise de, arazi olarak ona fitne tesiri yapmasından kor­kulur.
Doğruya muvaffak kılan Allah'tır. [183]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..