On İkinci Mukaddime
İlim tahsilinde gayeye ulaştırıcı en kestirme ve salim yol onu tam ve noksansız bir şekilde elde etmiş gerçek ehlinden[188] almaktır. Yüce Allah insanı hiçbir şey bilmez halde yaratmış, sonra ona öğretmiş, basîret vermiş, dünya hayatında menfaatlerini temin için gerekli yollara kendisini irşâd buyurmuştur. Ancak Allah'ın insana öğrettiği şeyler iki türden oluşmaktadır:
A) Zarurî olan, nereden ve nasıl olduğu bilinmeyen, bilakis yaratılışında mündemiç bulunan bilgilerdir. Bunlar insanın dünyaya daha doğar doğmaz memeyi ağzına alarak sormaya başlaması gibi hissî; kişinin kendi varlığını bilmesi, iki zıddın bir arada bulunamayacağı gibi aklî bilgilerdir.
B) Şuurlu ya da şuursuz talîm yoluyla öğrenilen bilgiler. Seslerin algılanması, kelimelerle konuşulması, eşyanın isimlerinin öğrenilmesi... Gibi zarurî olan çeşitli davranışlar gibi. Bunlar hissî olan, duyularla elde edilen bilgilerdir. Aynı şekilde akıl ve düşünce yoluyla elde edinilen nazarî ilimler de bu kabildendir.
Bizim burada söz konusu ettiğimiz kısım düşünce ve istidlale ihtiyaç duyan ilimlerle ilgilidir. Bunların öğrenilmesinde mutlaka bir muallime (öğreticiye) ihtiyaç vardır. Gerçi insanlar bu konuda ihtilaf etmişler ve "muallimsiz ilim tahsilinin mümkün olup olmadığı" konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Elbette ki mümkündür. Ancak öteden beri süregelen vakıa göstermektedir ki, ilim tahsilinde mutlaka bir muallime ihtiyaç vardır. Bu husus ilim tahsilinde genelde üzerinde herkesin ittifak ettiği bir şarttır. Gerçi bazı tafsilâtında görüş ayrılıkları vardır. Mesela: ehl-i sünnetle, imâmiyye (şîa) arasındaki görüş ayrılığı gibi. Onlar muallimin masum olmasını şart koşmaktadırlar. İsabetli taraf, muallimin masum olması şartını ileri sürmeyen müslümanların büyük çoğunluğunu teşkil eden ehl-i sünnet tarafıdır. Çünkü masumluk ancak peygamberlere hastır. Bununla birlikte onlar, öğretilen şey ister ilim olsun ister amel, câhilin muallime ihtiyacı olduğunu ifâde etmektedirler. Vakıada ve öteden beri süre gelen uygulamada herkesin bu konu üzerinde ittifak etmiş olmaları, bu şartın zarurî olduğu hakkında yeterli bir delildir. Şöyle demişlerdir: "ilim adamların göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti; fakat onların anahtarları hep erbabının ellerinde kaldı." bu söz ilmin mutlaka erbabından alınmasının zaruretine hükmetmektedir. Zira bu iki mertebenin ötesinde onlara göre başka bir hedef yoktur.
Bu konudaki dayanağı şu hadis oluşturmaktadır: "yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı almak suretiyle kabzeder."[189]
Durum böyle olduğuna göre, ilim tahsilinde muallim unsuru hiç şüphesiz anahtar durumundadır.
Muallim unsurunun zarûrîliğini ortaya koyduktan sonra diyoruz ki, mutlaka muallim olacak kişi ehil olmalı ve ilmine vâkıf bulunmalıdır. Bu da son derece açıktır. Bu konuda da bilginler arasında ittifak vardır. Çünkü hangi ilim dalı olursa olsun, âlimde var olmasını şart koştukları şartlardan biri de, o ilmin esaslarına, hangi temelller üzerine kurulduğuna vâkıf ve o ilim dalıyla ilgili maksûdunu ifâdeye kadir olması, onun gereklerini bilmesi ve o ilim dalına yönelik vârid şüphelerin izâlesine kadir bulunmasıdır. İleri sürülen bu şartlara baktığımızda ve şer'î ilimlerde hüccet olmuş selef-i sâlih imamlarını bunlara vurduğumuzda, onların bu vasıflara en üst düzeyde sahip olduklarını görürüz.
Ancak âlimin hiç hata yapmaması diye bir şart da yoktur. Çünkü her ilmin fer'î meseleleri yayıldıkça ve birbirleri üzerine binince birbirine karışırlar. Muhtemelen hatalar şu hususlardan doğar:
A) Fer'î meselelerin aynı ilimde farklı esaslardan doğduğu sanı-labilir ve bu bir problem doğurur.
B) Meselenin bazı esaslara bağlı olduğu gizli kalabilir ve âlim bu gizlilik sebebiyle onu ihmal edebilir. Oysa ki, durum öyle değildir.
C) Benzerlik yönleri tearuz eder ve iş çatallaşır. Bu durumda âlim tercih yollarından birini kullanarak kendisince ağır basanı tercih eder.[190] hata daha başka yollarla da.olabilir. Bunlar o zâtın âlim ve kendisine uyulan bir imâm (muktedâ bih) olmasına mâni değildir. Bu şartları kendisinde eksik olarak bulundurursa, o takdirde kemâl mertebesinden o noksanı ölçüsünde uzaklaşır ve o noksanını tamamlamadıkça da kemâl mertebesine hak kazanamaz.
Fasıl:
İlmin hakkını veren gerçek âlimin bazı emare ve alâmetleri vardır ki, bunlar itibar bakımından farklı olsa da daha önce geçenlere paralellik arzeden şeylerdir ve şu üç husustan ibarettir:
1. Bildiğiyle amel etmek. Alimin sözü işine mutabık olur. Eğer sözü farklı, işi farklı ise o kendisinden ilim alınmaya ve o ilimde kendisine uyulmaya ehil değildir. Bu mânâ "ictihâd" bahsinde yeterince açıklanacaktır.
2. O ilimde bizzat üstadların elinde yetişmiş olması lâzımdır. İlmi onlardan almalı, onlarla hep beraber olmalı, onların terbiyesinde yetişmelidir. Böylece o da en uygun yolla üstadlarının lahip ulduğu vasıflara ulaşacaktır. Selef-i sâlihin durumu işto bu minval üzereydi.
bunların başında da sahabenin hz. Peygamber'e olan mülâzemetleri (sıkı sıkıya bağlılıkları) gelir. Sahabe her ne vo ondan nasıl sâdır olursa olsun, onun sözlerini ve fiillerini rehber olarak almışlar; onun murâd ettiğini anlamış olsunlar olmasınlar ondan kendilerine intikal eden her şeye itimad etmişler; onların itiraz edilemeyecek doğru ve asla halel görmeyecek hikmet olduklarına; onun kemâl koruluğuna asla nakîsanın giremeyeceğine kesin olarak inanmışlardı. Onların sahip oldukları bu özellik, elbetteki sürekli onunla olan beraberliklerinden, ona olan mülâzemetlerinden, sabır, itimâd ve güvenlerinden kaynaklanmıştı. Hudeybiye sulh andlaşması sırasındaki hz. Ömer'in tutumuna bakınız. Uzun bir hadis içerisinde anlatıldığına göre hz. Ömer ortaya çıkan müşkil vaziyyetten müteessir olmuş ve varıp hz. Peygamber'e
Biz müslümanlar hak, düşmanlarımız bâtıl üzere bulunmuyorlar mı? Diye sormuş, hz. Peygamber:
Evet öyledir, buyurmuş. Hz. Ömer:
Biz müslümanların öldürülenleri cennette, onlardan öldürülenler ise cehennemde değiller mi? Demiş. Hz. Peygamber:
Evet öyledir, buyurmuş. Hz. Ömer:
Bu halde dînimiz uğrunda bu denâeti niçin kabul edelim? Allah bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin dönelim? Diye karşı çıkmıştı. Hz. Peygamber:
"Hattâboğlu! Ben muhakkak surette Allah'ın peygamberiyim. O benim yardımcımdır ve o beni asla zayi edecek değildir." buyurmuşlar. Hz. Ömer sabredememiş ve öfkeli vaziyette hz. Ebû bekir'e gelmiş. Ona da aynı şeyleri söylemiş. Hz. Ebû bekir kendisine: o muhakkak surette Allah'ın peygamberidir. Allah onu asla zayi edecek değildir." demiştir... Sonunda Allah rasûlü'ne fetih haberi veren vahiy gelmiş ve rasûlullah hz. Ömer'i çağırtıp inen âyetleri okutmuş. O:
Yâ rasûlallah! O (hudeybiye sulhu) bir fetih midir? Diye sormuş. Hz. Peygamber de:
Evet! Buyurmuşlar. Bunun üzerine hz. Ömer sükûn bulup, kalbi ferahlayarak huzurdan ayrılmış.[191]
Bu durum, mülâzemetin, ulemâya boyun eğmenin ve müşkilatlı anlarda kesin delil ortaya çıkıncaya kadar onlara tahammül göstermenin faydalarındandır. Sıffîn gününde bu konuda sehl b. Hanîf "ey insanlar! Kendi görücünüzü itham ediniz. Vnllnhi, ben (hemen hudeybiye sulhu sonrasında) ebû cendel'in anlaşma gereği müşriklere iade edildiği günde, eğer gücüm yetseydi, mutlaka rasûlullah'ın emrini reddederdim. Kendimi öyle görüyordum.[192] demiştir. Bu sözü o, kendilerinin çok zor durumda oldukları bir an için söylemiştir. Bu böyle o fetih sûresinin bu içinde bulundukları çok zor durumdan dola* yi şiddetli üzüntü ve kedere giriftar olduktan sonra kendilerine indiğini; bu şiddetli sıkıntı ve çıkmaz içerisinde iken kendilerini tuttukları-nı ve kendi görüşlerini terkederek hz. Peygamber'in emrine teslim olduklarını, sonunda kur'ân'ın indiğini ve böylece problemin ortadan kalktığını ifâde etmek istemiştir.
İlimde mülâzemet bundan sonra artık vazgeçilmez bir esas oldu. Tabiîn nesli, aynen ashabın hz. Peygamber'e olan mülâzemetleri gibi, sahabeye mülâzemette bulundular ve sonunda dinde anlayış sahibi kimseler oldular ve şer'î ilimlerde kemâl zirvesine ulaştılar. Bu esâsın doğruluğunu isbat için şu husus yeterlidir: kendisinden ilim alınan ve bu şekilde meşhur olan âlimlere bakınız, mutlaka onların kendi nesilleri içerisinde aynı şekilde şöhret bulmuş bir üstadları olduklarını göreceksiniz. Sapık bir fırka ya da ehl-i sünnete muhalif olan kimselerin mutlaka bu vasıftan yoksun oldukları görülmüştür. Zahirîlerden 1 im hazm'a bu şekilde eleştiriler yöneltilmiş, onun, ilmi üstadlardan ııl-madığı, onların edepleri ile edeplenmediği ileri sürülmüştür. İlimde rüsûh sahibi âlimler ise böyle değillerdir. Onlar ilimlerini üstad ı urdan almışlar ve onlara mülâzemette bulunmuşlardır. Dört imam ve benzerleri gibi.
3. Üçüncü alâmet ve işaret ise, ilmi aldığı kimseye iktidâda bulunması, uyum göstermesi ve onun edebiyle edeplenmesidir. Nitekim ashabın hz. Peygamber'e tabiîn neslinin ashaba olan ikti-dâlarını biliyoruz. Her nesilde de durum aynıdır. İmâm mâlik kendi emsallerinden işte bu vasfı ile temayüz etmiştir. İmam mâlik'i özel olarak zikretmemizin sebebi bu özelliğe son derece dikkat etmesi sebebiyledir. Yoksa dînî konularda kendilerine tâbi olunan bütün âlimler aynı şekilde bu vasfa sahip bulunuyorlardı. Ancak imam mâlik bu konuda aşırı duyarlılıkla meşhur olmuştu. Bu özellik terke-dilince bid'atler başını kaldırmaya başlamıştır. Çünkü iktidânın terki, onu terkeden kimsede temelini arzu ve hevese uymanın oluşturduğu bir durumun ortaya çıktığının delilidir. Bu konunun izahı inşAllah "ictihâd" bahsinde gelecektir.
Fasıl:
İlim tahsilinin iki yolu vardır:
1) müşâfehe: üstaddan bizzat şifahî olarak ilim almak: bu yol ilim tahsilinde iki açıdan dolayı en faydalı ve ve sağlıklı yol olmaktadır:
A) Hoca ile öğrenci arasında Allah'ın koymuş olduğu bir hususiyet bulunmaktadır ve ilim tahsilinde bulunan herkes bunu müşâhade etmektedir. Nice meseleler vardır ki, öğrenci onu kitaptan okumakta, ezberlemekte ve defalarca tekrar etmekte fakat bir türlü anlamamaktadır. Aynı şeyi üstadın takrir etmesi durumunda ise anında anlamaktadır ve daha oracıkta konu hakkında ilim sahibi olmaktadır. Bu anlayış ya hal karineleri veya öğretmenin öğrencinin hatırına gelmeyen fakat asıl problemi teşkil eden noktayı açıklaması gibi hususlardan oluşan hissî bir durum neticesinde olmaktadır.
B) Ya da bunun ötesinde (manevi fetih diyebileceğimiz) başka bir şey vardır; yüce Allah öğrencinin b hocasının huzuruna varıp onun ilmine olan ihtiyacını ortaya koyarak durması, ona gönlünü açması neticesinde onun basiretini açmakta ve böylece öğrenci o meseleyi kolayca anlamaktadır. Bu bizce yadırganacak bir şey de değildir. Bu hususa "hz. Peygamber vefat ettiği zaman, (ilham kaynaklarının kesilmesi sebebiyle) sahabe kendilerini inkâr etmişlerdir." şeklindeki hadis işarette bulunmaktadır. Yine hanzala hadisi bu konuda gayet açıktır. Bilindiği üzere hanzala el-üseyyidî, hz. Peygamber'e gelerek kendisinin huzurunda iken iyi halde olduklarını, hep manevî bir hava üzere bulunduklarını, fakat huzurdan ayrıldıklarında kendilerinde bu havanın kalmadığını ifadeyle şikâyette bulunmuştu. Bunun üzerine hz. Peygamber kendisine: "siz eğer her zaman benimya-nımda bulunduğunuz gibi olsanız, melekler kanatlarıyla sizleri gölgelerlerdi." buyurmuşlardı.[193]hz. Ömer de: "rab-bime üç yerde muvafık düştüm." demiştir. Bunlar âlimlerle beraberliğin insana kazandırdığı meziyetlerdendir. Onların huzurunda olan öğrenciye, huzurunda olmadığı zaman açılmayan kapılar açılmaktadır. Bu beraberlik ve üstada olan mülâzemet, onun ahlâkı ile edeplenme ve ona tâbi olma ölçüsünde Allah öğrenciye bir nur bahşetmekte ve ilim tahsilini ona kolaylaştırmaktadır.
Netice itibarıyla ilim tahsilinde bu yol her halükârda faydalı ve en emin yoldur. İlk nesillerden tahsil sırasında yazı yoluyla ilim alanim çok azdı. Onlar not tutmayı iyi karşılamazlardı. Nitekim imâm m&likbunu hoş karşılamamış ve kendisine de: "ya nasıl yapalım? "diye soranlara: "ezberlersiniz, anlarsınız, sonunda kalbinize onun aydınlığı vurur ve onu yazmaya artık ihtiyaç duymazsınız." demiştir,[194] ömer'in de ilmin yazı yoluyla alınmasını hoş karşılamadığı rivayet edilmiştir. Unutkanlığın ortaya çıkıp, şeriatın yok olmasından korkulduğu için insanlara bu ruhsat verilmiştir. Yoksa yazı hiçbir zaman hocanın yerini tutmayacaktır.
2. Mütâlâa: ilim tahsilinde ikinci yol da tasnif ve tedvin edilen kitapları mütâlâa etmektir. Bvda faydalı bir yoldur. Ancak iki şartı
Vardır:
A) O ilmin maksatlarını ve ıstılahlarını daha önceden öğrenmiş olmak ve o kitabın mütâlâası için gerekli olan altyapıya sahip olmak. Bu noktaya da daha önce arzettiğimiz birinci yolla yani şifahî tahsil ya da ona bağlı usullerle ulaşılır. "ilim adamla -nn göğüslerinde idi. Sonra kitaplara intikal etti; fakat onların anahtarları hep erbabının ellerinde kaldı." sözünün manası işte budur. Kitaplar yalnız başlarına öğrenciye hiçbir şey vermezler; mutlaka hocaların onları açmaları, talebeyi elinden tutarak onların içine sokmaları gerekmektedir.bu husuh müşâhade ile sabit bulunmaktadır.
B) İkinci şart, her ilimde ilk kaynaklar seçilmelidir. Her ilimdo ilk mütehassıslar, kendilerini konuya, sonra gelenlerden daha çok vermişlerdir. Bu görüşümüzün dayanağını da tecrübe ile haber oluşturmaktadır. Hangi ilim olursa olsun tecrübe ile açıkça sabittir ki, sonra gelenler, ilimde öncekilerin ulaşmış bulunduğu rüsûh mertebesine asla yetişememişlerdir. Ame-lî-nazarî her ilimde durum aynıdır. Öncekilerin (mütekaddi-mîn) dünya ve ahiretlerinin ıslâhı konusunda ortaya koydukları amelleri ile, sonraki gelenlerin (müteahhirîn) amelleri farklıdır. Aynı şekilde onların ilimleri de daha köklüdür. Sahabenin şer'î ilimlere olan vukufları, tabiîninki gibi değildir. Tabiînden sonra gelen neslin ilmi de tabiînin ilmi ayarında değildir. Bu zamanımıza kadar böyledir. Onların hal terce-melerine, sözlerine, menkıbelerine vâkıf olanlar bunu açıkça görürler.
Görüşümüze delâlet eden habere gelince, hz. Peygamber hadislerinde "en hayırlı nesil içinde bulunduğum nesildir.sonra (lirayla) onları takip edenler, sonra da onları takip edenler..." buyurmuşlardır.[195] bu hadiste, her neslin kendisinden sonraki durumunun arzettiğimiz şekilde olduğuna işaret bulunmaktadır. Yine hz. Peygamber hadislerinde: "dininizin ilk zamanı nübüvvet ve rahmettir. Sonra mülk ve rahmet olur, daha sonra da mülk ve ceberut (istibdâd)olur. En sonunda da ısırıcı saltanat haline gelir."[196] buyurmuşlardır. Bu netice ancak zaman içinde azar azar hayrın azal- ması ve şerrin çoğalması neticesinde meydana gelir. Bizim burada söz konusu ettiğimiz husus da bu hadisin mutlak ifadesi altına girer. İbn mesûd şöyle der: "gelecek her senenin bir öncekinden daha kötü olmadığı asla görülmemiştir. Ben bu sözümle şu yıl diğerinden daha yağmurlu veya şu sene şu seneden daha bolluk demeyi kasdetmiyorum; ben bununla hayırlılarınızın ve âlimlerinizin gitmelerini kasdediyo-rum. Sonra bir kavim türer, reyleri ile işleri birbirine kıyas yaparlar. Neticede de islâm binası yara alır ve yıkılır." bu sözün mânâsı şu hadislerin içinde mevcuttur: 'yüce Allah ilmi insanların arasından bir çırpıda çekip çıkararak almaz. Ancak onu ulemâyı ilimleriyle birlikte almak suretiyle kabzeder. Sonunda onlar câhil başlar edinirler; onlara sorarlar, onlar da bilgisizce cevap verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de başkalarını saptırırlar.[197] "islâm garîb olarak başlamıştır, başladığı gibi garîb olarak dönecektir. Gariblere ne mutlu!" "bu garibler kimlerdir? Yâ rasulallah!" diye sorduklarında da: "Allah için vatanlarından ayrılanlardır." (taberânî'nin) rivayetinde ise: "insanların fesada uğradığı bir zamanda sâlih olanlardır." buyurmuşlardır.[198] ebû idrîs el-havlânî de: "islâmın insanların tutundukları kulpları vardır. (zaman gelir) bunlar teker teker sökülür." der. Birisi de şöyle demiştir: "ipin zamanla kuvvetini kaybettiği gibi, sünnet birer birer ortadan kalkar." ebû hüreyre "Allah'ınyardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dînine akın akın girdiklerini görünce...[199] âyetlerini okumuş ve sonra: "irâde ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın dînine akın akın girdikleri gibi ondan mutlaka akın akın çıkacaklardır." demiştir. Abdullah'tan nakledildiğine göre o: "islâmın nasıl noksanlaşacağını biliyor musunuz?" demiş, onlar: "evet, elbisenin boyasının azar azar çıktığı gibi; hayvanın yağının azaldığı gibi." demişlerdir. Bunun üzerine abdullah: "o (evet) ondandır." demiştir. "bugün size dîninizi kemâle erdirdim." [200] âyeti indiği zaman hz. Ömer ağlamıştı. Hz. Peygamber kendisine niçin ağladığını sormuş, o da:
yâ rasulallah! Bizim dînimiz hep kemâle doğru ilerliyordu, şimdi ise kemâle ermiş bulunuyor. Kemâl bulup da noksanlaşmaya yüz tutmayan hiçbir şey yoktur; dedi. Hz. Peygamber [ "'v»üxn" ı da: "doğru söyledin." buyurdu.[201] bu meyânda haberler pek çoktur. Bütün bunlar dîn ve dünyânın noksanlaştığına delâlet etmektedir. Bunlar içerisinde en önemlisi de ilimdir. Şu halde ilim de şüphesiz noksanlaşma süreci içerisindedir.bu sebepten dolayıdır ki, ilim tahsilinde ihtiyatlı davranmak isteyen kimseler için mütekaddimîn (önce geçen) ulemânın kitapları, onların sözleri ve menkıbeleri daha faydalı bulunmaktadır. Hangi ilimden olursa olsun bu fark etmemektedir. Özellikle de hakkın kopmaz kulpu, en koruyucu sığınağı durumunda olan şer'î ilimlerde bu husus çok önemlidir.doğruya muvaffak kılan ancak Allah'tır. [202]
Konular
- Önceki Baskıda Bulunan Tahrip Ve Hatalar
- Müellifin Önsözü
- Mukaddimeler
- Birinci Mukaddime
- İkinci Mukaddime
- Üçüncü Mukaddime
- Dördüncü Mukaddime:
- Beşinci Mukaddime:
- Altıncı Mukaddime:
- Yedinci Mukaddime
- Sekizinci Mukaddime
- Dokuzuncu Mukaddime
- Onuncu Mukaddime
- On Birinci Mukaddime
- On İkinci Mukaddime
- On Üçüncü Mukaddime
- BİRİNCİ KISIM
- HÜKÜMLER KİTABI
- Şer'î Hükvmler
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü mesele
- Beşinci Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele