logo logo

Yeni nesil güncel konularla ilgili sorular ve cevaplar!

Fetvalar.Com

Yeni Nesil Fetvalar

Sistemimize üye olarak sitemizi daha aktif olarak kullanabilirsiniz.

Üyelik için tıkla

Fetvalar.Com

Güncel sorular ve cevapları

Sekizinci Mesele


Şâri'ce kendileri için belirli bir vakit belirlenmiş gerek vâcib ve gerekse mendûbların vakitleri içerisinde işlenmiş olması durumun­da, bunda şer'an bir taksir olmadığı gibi, bir itâb (azar), bir zem (yergi) de yoktur. İtâb ve zem sadece onların vaktine riayet etmeyen kimseler üzerinedir. Vacib ya da mendûbun geniş vakitli [115]veya dar vakitli ol­ması arasında bir fark yoktur. Bu esasa iki husus delalet etmektedir: 1.
Şâri'ce vaktin belirlenmesinde ya gözetilen bir maksat vardır ya da yoktur. Bir kasıt ve mânâ bulunmaması bâtıldır. Öyleyse geriye bir mânâsının olması kalmaktadır. Bu mânâ da, fiilin belirlenmiş vakit içerisinde îfâ edilmiş olmasıdır. Eğer fiil o vakit içerisinde îfâ edilirse, şâri'in belirlemeden kasdettiği maksad da budur. Bu da kesinlikle ım] emrin, o vakit içerisinde vâki olan fiile muvafakatini gerektirir. Eğer bu vakit içerisinde işlenilmiş fiil için bir itâb veya yerme bulunsaydı, o takdirde bu itâb ve yerme, fiilin itaba sebep olan vakit içerisinde işlen­mesi sebebiyle şâri'in kasdına muhalefet edilmiş olacağı için olacaktı.oysa ki, biz onun muvafık olduğunu kabul ediyoruz. O takdirde bu bir çelişki olurdu. 2.

Eğer öyle olsaydı, itaba maruz kalınan fiilin içerisinde işlendiği zaman dilimi, belirlenmiş vakitten olmayacaktı. Çünkü fiilin geniş vakitli olması durumunda, belirlenmiş vaktin, onun tercih edilmiş bir dilimi olduğunu kabul etsek, bu durumda tercih hakkı ile itâb birbiriy­le tenakuz teşkil edecektir. O takdirde fiilin işlendiği zaman diliminin mutlaka belirlenmiş zaman haricinde olması gerekecektir; halbuki biz onun içerisinde ve onun bir parçası olduğunu biliyoruz. Bu bir muhale götürür ve bunun açıklığı delil ikâmesine ihtiyaç göstermeye­cek derecededir.

İtiraz: hayırlı işlerde acele etmek ve onlar için koşturmak şer'an matlûptur ve bu kat'î bir esas olmaktadır. Bu ne belli bir vakte, ne de belli bir hale mahsûs değildir. Hayırlı amellere koşmak ve acele etmek matlûp olduğuna göre, mutlaka onu erteleyen kimsenin taksir ve tefrit ehlinden sayılması gerekecektir. Hiç şüphe de yoktur ki, bu halde bulunanlar tefrit ve taksirlerinden ötürü itaba maruz kalacak­lardır. Bu durumda nasıl olur da itâb yoktur; denilebilir?
Bu iddiamızın doğruluğuna hz. Ebû bekir'den rivayet edilen şu söz de delâlet etmektedir. O, hz. Peygamber'in 'vaktin ev­veli Allah'ın nzâsıdır, sonu da Allah'ın affıdır."[116] sözünü duyunca: "Allah'ın rızası benim için affından daha sevimlidir; çünkü onun rızâsı ihsan sahipleri için, affı da taksir gösterenler içindir." demiştir.
İmam mâlik'in mezhebinde de buna delâlet eden hususlar bulun­maktadır: o, namaz kıldırması için yaşından dolayı bir adamı ileri sü­ren yolcular hakkında, adamın da sabah namazını iyice aydınlıkta kıl­dırdığını öğrenince: "vaktin evvelinde kişinin namazını yalnız başına kılması, iyice aydınlandıktan sonra cemâat içerisinde kılmasından bence daha hayırlıdır." demiştir. Görüldüğü gibi, imâm erken davran­ma ve fiilin ilk vaktinde işlenmesi hükmünü takdim etmiş, terkeden kimsenin taksirde bulunduğu kabul edilen cemâat sünnetine itibar etmemiştir. Dolayısıyla erken davranmayı terkeden bir kimsenin taksir ehli olarak kabulü öncelik arzedecektir. Yine imâm mâlik'ten yolculuk ya da hastalık sebebiyle ramazan orucunu tutmayan, sonra şaban ayı dışında kaza edebileceği aylardan birisinde yolculuktan dö­nen veya iyileşen fakat orucunu tutmayıp sonunda ölen kimse hakkın­da üzerine 'it'âm' yani fakir doyurma yükümlülüğü bulunduğunu ifâde ettikten sonra, o kimsenin ehl-i tefritten olduğunu kabul etmiş­tir. Aynen şaban'da yolculuktan dönüp ya da iyileşip de ikinci rama­zan gelinceye kadar orucunu tutmayan kimse gibi kabul etmiştir. Hal­buki, imâm mâlik'e göre orucun kazası fevri (ertelenemez türden) de­ğildir. El-lahmî:[117] o (mâlik) orucun kazasını ne fevri ne de terâ-hî üzere değil, hep kaza fırsatım kollama üzerine olma şeklinde kabul etmiştir. Bu durumda şaban'dan önce kaza etme kudreti bulunmalı­na rağmen şaban içerisinde kaza edecek olsa, üzerine fakir kimseletta doyurulması yükümlülüğü gerekmeyecektir; çünkü taksir ve tefiptt göstermemiştir. Eğer şaban'dan önce ölürse, tefrit göstermiş olaca­ğından, üzerine fakir doyurması yükümlülüğü gerekecektir. Şâfifli-rin terâhî üzeredir dedikleri hac hakkındaki görüşleri gibi. Eğer edadan önce ölürse günahkar olur. Şâfiîlerin görüşü de aynı şekilde zikredilen esasa zıt düşmektedir.
Şer'an ya nassla [118]ya da içtihâdla[119] belirlenmiş muayyen vakit­ler bulunduğunu görürsünüz. Sonra bu vakitlerde acele davranma ko­nusunda taksir gösterenler levme uğrarlar ve itaba maruz kalırlar. Hatta bazan günahkar da olurlar. Buda, sizin ortaya koyduğunuz eia-sa tezad teşkil eder.

Cevap: hayırlı amellerde acele davranmak, onlar için koştur­mak prensibi inkar edilemez. Ancak kendisi için belirli bir zamanın belirlendiği amelin, belirlenen vakti içerisinde işlenmesine acele dav­ranmak, koşturmak tabir edilebilir mi ki, zikredilen bu esas onu da içi­ne alsın; yoksa böyle olmaz ve onu içine almaz mı?
Delilin gereği doğrultusunda olan şık birincisi (yani meselenin başında konulan) olmaktadır. Bu durumda hz. Peygamber'in"en hayırlı amel hangisidir?" şeklinde kendisine yöneltilen bir soru­ya "ilk vaktinde kılınan namazdır."[120] şeklinde verdiği cevâbıyla, mutlak anlamda ihtiyar vakti (namazı kılmak için belirlenmiş vakit içerisinden tercih edilen zaman dilimi) kasdedilmiş olmaktadır.
Buna şu husus da işaret eder. Hz. Peygamber a'râbîye namaz vakitlerini öğrettiği sırada [121]namazları birinde ilk vakitlerin de diğerinde de son vakitlerinde olmak üzere kılmışlar ve bu iki vakit arasındaki zamanı namazların öte aşılmaz, öne alınmaz şekilde vakit­leri olarak belirlemişler, bu vakitler içerisinde kılındığı takdirde taksîr bulunacağına dâir tenbihte bulunmamışlardı. Taksir ve tefritin ancak, bu vakitlerden sonra olan zaruret vakti içinde kılınması duru­munda olacağına dikkat çekmişler ve bir zarureti bulunmayan kimse­nin bu vakitler içerisinde kılması durumunda "onun namazının mü­nafıkların namazı olduğunu"[122]ifâde etmişler ve tefrit vaktinin, güne­şin şeytanın iki boynuzu arasında olduğu zaman olduğunu açıklamış­lardır. Ancak namazı belirlenmiş vakit içerisinde kılmayan kimsele­rin acele davranma ve hayra koşma vasfı haricinde kalan kimselerden sayılması uygun olacak ve işte o zaman kişi tefrit ve taksirle ve yine bazılarınca günahkar olmakla nitelenecektir. Fevri olan (acele davra-nılan, ertelenemeyen) vâciblerde de durum aynıdır.

Ertelenebilen (ömrî olan) vâciblere gelince, bunların sonlan mechûl bir zamanla kayıtlanınca bu, bir nevi o fiilin imkan bulunan ilk zamanda yapılması için gayret sarfetmenin, çabuk davranmanın istenildiğine dâir bir alâmet olmaktadır. Çünkü âkibet meçhuldür. Kişi, o vacibi işleyebilecek kadar bir süre yaşar ve özür olmadığı halde onu işlemezse elbette ki, tefrit ve taksir göstermiş sayılacaktır. İmâm şafiî, bu ertelemesinden dolayı o kimseyi günahkâr kabul etmiştir; çünkü çabuk davranmak ve bir an evvel îfâ etmek matlûp olmakta, gerçek anlamda ilk vakitle sonu arasında bir tercih sözkonusu olma­maktadır. Çünkü sonu belli değildir; belli olan sadece şu anda elde bu­lunan imkandır. Netice itibarıyla bu konu, bizim burada söz ettiğimiz esas dahiline girmemektedir; dolayısıyla da onu bozma durumunda değildir.

Yine muayyen vakte nisbetle de çabuk davranmanın müstehab-lığı inkâr edilemez; ancak geniş vakitli vacibi, ilk vaktinden erteleyen kimse taksirde bulunmuş sayılmaz. Aksi takdirde vaktin geniş tutul­masının bir mânâsı kalmazdı. Bunun benzerini keffâret konusunda tercihli vâciblerde görebiliriz. Mükellef belirlenen seçenekler arasın­da tercîhde bulunabilmektedir. Gerçi belirlenen bu şeyler arasında sevâb bakımından farklılık olabilir; bir kısmı diğerine nisbetle daha sevâblı olabilir, ama bu durumu farkettirmez. Nitekim ramazan kef-fâreti konusundaki, hadiste tercih hakkı verilmesine rağmen fakirleri doyurma seçeneğinin daha sevâb olduğu söylenmiştir. İmâm mâlik'in görüşü de böyledir. Aynı şekilde zıhâr, katil vb. Gibi keffâretlerde köle azadı getirilmiştir. Yükümlü istediği köleyi seçmekte serbesttir. Hal­buki, efdal olan değeri en fazla ve ailesi katında üstün yeri olan bir kö­lenin azâd edilmesidir. Bukeyfiyetle, tercih hakkı ortadan kalkmış ol­maz; değeri çok yüksek olmayan bir köleyi azâd eden kimse, îfâda taksir ve. Tefrit göstermiş sayılmaz. Aynı şekilde yemin keffâretinde giyecek ve yiyecek tercihinde bulunan kimsenin durumu da aynıdır. Bunlara benzer şekilde, şâri'in ferdlerinin belirlenmesinde bir kasdı Tıklım hükümler Bulunmayan mutlak iûrtstte vârid olan talepleri de —her ne kadar bunlar içerisinde en üstününü işlemek fazilet bakımından daha ondu ine de—bu kabildendir. Yine meselâ yürüyerek yapılan hac ibâdeti da­ha faziletlidir. Bununla birlikte, haccını binerek edâ eden bir kimse hacda taksir göstermiş sayılmaz. Keza mescide giderken fazla adım atmış olmak, azından faziletçe daha üstündür, bununla birlikte evi yakın olup da az yürüyen kimse taksirde bulunmuş sayılmaz. Bilakis taksirde bulunan kimse, belirlenmiş bir şeyi yerine getirmede kusur gösteren ve kendisine yönelen emrin gereğinin hâricine çıkan kimse­dir. Bizim konumuzda ise böyle bir durum yoktur.

Hz. Ebû bekir'e nisbet edilen söz ise sahih değildir; sahîh olduğunu farzetsek bile, o kat'î olan bir esasla çelişki durumundadır. Bu da kabul edilmese bile, o ihtiyar edilen vaktin tamamından tehîr etme anlamına yorulur. Bu da kabul edilmese o takdirde 'taksir' sözü sevabı katlamak için koşmak şeklinde ifâde edebileceğimiz evlâ olan bir şeyin terki anlamında kullanmış olur. Çünkü erteleyen kimse em­rin gereğine muhalif olmaktadır.

İmâm mâlik'in zikri geçen meselelerine gelince; onun namazın takdimini ve cemâatin terkini müstahab görmesi, muhtemelen sabah namazının bir zaruret vakti vardır, şeklindeki görüşe riâyet sebebiyle olmalıdır. Nitekim bu meselede imâm namazı o zamana kadar ertele-mişti. Ramazan'ın kazası konusundaki, tefrit doyurması şeklindeki görüşü ise, kazanın ertelenemeyeceği (fevri olduğu) esâsına dayan­maktadır. Dolayısıyla itiraz yerinde değildir.
Tevfik ancak Allah'tandır! [123]