On Üçüncü Mukaddime
Amel sahasında prensip edinilen ilmî esasların, kabul görebilmeleri için kapsamına giren amellerin rükün ve şartlarında bir ihlal olmaksızın normal şartlar altında yapılabilir olmaları gerekir. (tatbik edilebilirlik prensibi) eğer böyle olmazlarsa, onlara ilmî esaslar olarak bakmak mümkün değildir.
Bu hususu biraz izah etmek istiyoruz. Şer'an matlûb olan ilimler, sadece amellerin istenilen şekle uygun ve noksansız olarak yapılmasını temin içindir. Amellerin kalble, sözle ve şâir organlarla yapılabilen cinslerden olması arasında fark yoktur ve burada bunların hepsi kas-dedilmektedir. Eğer ameller normal şartlar içerisinde eksiksiz olarak ilme uygun şekilde cereyan ediyorsa, o ilim gerçek ilimdir. Eğer ameller normal şartlar altında o doğrultuda gerçekleşemiyorsa yani ilmin tatbik edilebilirlik özelliği yoksa, ona ilim demek mümkün değildir; çünkü gereği olan amel istenildiği şekilde ve eksiksiz olarak gerçekle-şememektedir.bu ise fâsiddir. Çünkü ilmin cehle dönüşmesi söz konusudur.
Örnek: esaslarını ortaya koymaya çalıştığımız şer'î ilimlerden misal vermek istiyoruz: akâid ilminde ortaya konulmuştur ki, gerek llah'ın vs gantkıı hı, pfyfamberin imlerlerinde vakıaya uygun düşmemekhâfâlöz konusu değildir.yinousûl-ıfıkıhta toklîf-i mâ iftyuiak (takat üstü yükümlülük) caiz değildir. Normalin üstünde olan güçl ük ve sıkıntı (haraç) doğuracak mükellefiyetler de teklîf-i mâ ift yutak kabilinden sayılmıştır. Şu halde bunlar doğrultusunda seyretmeyen, bidüziye (muttarit) olmayan, normal şartlar altında uygulama imkanı bulamayan her şer'î nass, aslında üzerine hüküm bina edilecek bir esas, kendisine istinad edilecek bir kaide değildir.
Bu mukaddimenin faydası, kendisini daha çok sözlerin anlaşılmasında, kullanılan üslûp ile siyak ve sibak takdirinde (mecârî'l-esâlîb), bir de işe girişilmesinde (duhûl fi'1-a'mâl) gösterir.
Sözlerin anlaşılması konusuna misaller verelim: yüce Allah: "Allah inkarcılara inananlar üzerinde asla bir yol (fırsat) kılmayaaktır."[203] buyurmaktadır. Eğer bu âyet bir 'ihbar' (haber verme) olarak değerlendirilirse bu vakıaya aykırı olur ve haber verilen şey doğru olmaz; çünkü kâfirlerin müslümanlar aleyhinde yol buldukları, onları esir ve zillete maruz bıraktıkları çoğu kez olabilmektedir. Şu takdirde buradan anlaşılacak mânânın mutlaka vakıaya uygun ve bidüziye değişmez olması gerekmektedir. Bu da âyetin ihbar mânâsına değil inşâ mânâsına yanî şer'î bir hükmün vaz'ı anlamına alınmasıyla olur ve netice itibarıyla âyetin bu mânâ üzerine hamledilmesi gerekir.[204] bir başka misal "anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler."[205] âyetiyle ilgilidir. Eğer bu âyet de şer'î bir hükmün vaz'ı anlamına yorulursa o zaman duruma uygun ve devamlı olur; zikrinde bir fayda doğar. Ama, âyet annelerin durumunu bildirme mânâsına alındığı takdirde, bundan âyet inmeden önce zaten bilinen husus üzerine ekfayda doğmaz.[206]
Kullanılan üslûp ile §iyuk ye sibak (sözün başıyla sonunun uy-ı5iı n ıuğu) takdiriyle ilgili misal: "inananlara ve sâlih amel işleyenlere, sakınırlar, inanırlar, sâlih amel işlerler, sonra haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsadaha önceleri tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur."[207] bu âyette kullanılan sîga geneldir; zahiri bütün tadılan şeylerin âyetin hükmü içerisine girmesini ve bu şartlarla onların kullanılmasında bir günah olmadığını gerektirir. Bu arada tabiî şarap ela bunun içerisine girer. Ancak bu zahir mânâ, üslûptan çıkan anlayışın ahengini ve sözün akışını bozmaktadır.ü[208]stelik içkinin haram kılınmasından sonra âyetin inmesine neden olan nüzul sebebi de gözardı edilmektedir. Çünkü yüce Allah içkiyi haram kıldıktan sonra yukarıdaki âyeti inzal buyurmuştur. Zahirini aldığımızda bu içkinin haram kılınması hükmünü nakzeder ve hem izin hem de yasak bir arada toplanmış olur; bu durumda da mükellefin emre imtisâli mümkün olmaz.
Bu noktadan hareketledir ki, hz. Ömer âyetin daha önce geçen içki yasağına yönelik olduğu şekilde tevîlde bulunan kimsenin hatalı olduğunu belirtmiş ve ona: "eğer sakınırsan, Allah'ın haram kıldığı şeyden uzaklaşırsın." demiştir. Zira mükellefe "şundan uzaklaş!" deyip, bu yasağı iyice teyid ettikten sonra dönüp de "eğer sen onu yaparsan, sana bir günah yoktur." denilmesi uygun ve doğru değildir. Sonra yüce Allah içkinin Allah'ı zikirden, namazdan alıkoyduğunu, Allah yolunda sevişen insanlar arasında kin ve düşmanlık soktuğunu belirtmiştir. O anlayış, haram kılma hükmünün yerleşmesinden sonra "...sakınırlar, inanırlar, sâlih amel işlerlerse...[209] buyruğuna ten düşer ve içkinin haram kılınmasından sonra, içilmesi takdirinde kemâl mânâda takvanın ortaya çıkması mümkün olmaz. Çünkü, bubir normali n üitüade güçlük (haraç) veya teklîf-i mâ lâ yutak kabilinden olmuş olur.amellere girme (tatbik sahasına koyma) konusuna gelince, bu husus meselenin esasını teşkil etmektedir. İstihsan ve mesâlih-i mür-sole ile amel etmenin temelini de bu oluşturmaktadır. Çünkü prensip şudur: söz umûmu üzere hamledildiği zaman normalin üstünde sıkıntıya (haraç) ve aklen ya da şer'an mümkün olmayan bir neticeye götürüyorsa, o istikâmet üzere carî ve bidüziye değişmez değildir; dolayısıyla da mutlakhğı devamlılık göstermez. Kur'ân ve sünnetin müşkilâtı hakkında söz etmek isteyen kimseler için de bu bir esas olmaktadır. Çünkü nassların umûm ya da ıtlâkı üzere hamledilmeleri durumunda zikri geçen tatbik edilebilirlik imkânı kalmayabilir; bunun için de bidüziye değişmezlik ve devamlılığı gerektirecek tarzda kayıtlanmaları gerekir. Bu kısmın içerisine ruhsatlarla ilgili hükümler de girer; çünkü ruhsat bahsinde hâkim konumda olan; ruhsatın gireceği konularla girmeyeceği konular arasını ayıran bu esasdır.
Bu esası şer'î kaideleri ortaya koyarken göz önünde bulundurmayan kimseler, hataya düşmekten kurtulamazlar. Hatta çoğu kez, bu esasın 'müteşâbihât'a tâbi olanların ve sırât-ı müstakimden sapmış sayılan fırkaların usûllerinde ihlal edildiğini görmek mümkündür. Bu durum aynı şekilde, içtihadı meselelerde muteber imamların ve önceki âlimlerin yaklaşımlarında da gözükebilmiştir.
Burada size iki misal vereceğiz. Her ikisi hakkında da asrımız ilim adamlarından biri ile aramızda müzâkere cereyan etmiştir:
Birincisi: mağrib ilim adamlarından birisi bana "ahiret yolcusuna gerekli olan düşünce ve meşguliyet ne olmalıdır?" konusunda yazarak şöyle demişti: "eğer namazda iken bir şey onu bir an da olsa meşgul etmişse, müttakîlerin yaptığı gibi, elli bin değerinde bir şey de olsa onu elinden çıkararak kalbini (sırrını) o kendisini meşgul eden şeyden boşaltır." ben bu sözü bir problem olarak gördüm ve kendisine yazarak şöyle dedim: "kalbin meşguliyetlerden arındırılması tamam, doğrudur. Ancak kalbi, kendisini meşgul eden şeyi elden çıkarmak suretiyle arındırmanın vâcib oluşuna gelince, doğrusu bu vâcibliği anlayamıyorum? Eğer bu mutlak surette vâcib ise, o takdirde bütün insanlara, kendilerini namazda iken meşgul eden mallarından, mülklerinden, yurtlarından, köylerinden, eşlerinden, çocuklarından... Vb. Vazgeçmeleri ve bütün bunları terketmeleri gerekirdi. İlâveten şunu da belirtelim ki, bazan maldan vazgeçmek ve onu elden çıkarmak yüzünden insanın namazdaki meşguliyeti, o mal elinde ikenki meşguliyetinden daha fazla olur. Sonra insanı meşgul eden şey yoksulluksa o zaman ne yapacak? Biz özellikle de kalabalık bir ailesi olan ve geçinme zorluğu çeken kimselerden pek çoğunun yoksulluk yüzünden zihnen hep meşgul olduklarını görüyoruz. İnsanların büyük çoğunluğu
Mukaddimeler
Bu gibi şeylerden birileriyle meşguliyetten hâlî değillerdir. Şimdi bütün bunlara, kendilerini namazda meşgul edecek şeylerden onlun elden çıkarmak suretiyle kurtulmaları mı gerekmektedir? Bunu anlamak mümkün değildir. Fıkıh ve ibâdet konusunda ictihâd üzere carî olan şey, sâdece zihni meşgul eden şeylerden kurtulma çabasında bulunmaktır. Bazen insanın namazda iken meşguliyetine sebep olan mal ya da başka bir şeyden kurtulma mendûb olabilir. Tabiî bu da eğer şer"an ondan kurtulmak mümkünse ve elden çıkarıldığında yokluğu, varlığının verdiği meşguliyet kadar veya daha fazla oranda insanı meşgul etmeyecekse söz konusu olacaktır. Sonra meşguliyet içerisinde kılman namaza hakılır: sahibi onu vücûben mi veya müsta-hap olarak mı iade edecektir, yoksa vücûb düşecek midir? Bu ayrı bir konudur.... Mesele özet olarak bitti.
Bu yazdıklarım kendisine ulaşınca, o zat bana karşılık vererek söylediklerimi kabul ettiğini belirtmiştir ki, doğrusuca budur. Çünkü insanı namazda iken meşgul edecek şeylerden sıyrılmak gerekliliğini mutlak olarak söylemek, insanların halleri farklı olduğundan vakıada istikâmet üzere kâbil-i tatbik olmayacaktır. Dolayısıyla da böyle bir şeyin fıkhî bir esas olarak kabul edilmesi ve ona dayanılması asla doğru değildir.
İkincisi de, hilaftan çıkma suretiyle takvaya uygun hareket etmiş olma anlayışıyla ilgilidir. Sonra gelen âlimlerin birçoğu, tekltfl ameller konusunda hilaftan kurtulmayı matlûp telakki etmekte v« üzerinde ihtilaf edilen konuları (hadiste helalla haram arasında yer aldığı belirtilen) 'müteşâbihât'tan (yani şüpheli şeylerden) saymaktadırlar.
Ben bu hususu nice zamandan beri bir müşkil olarak görüyorum. Hatta bu konuda mağrib'e ve ifrîkıyye'ye yazdım. Fakat bana sadra şifa bir cevap gelmedi. Bu konuda vârid izaha muhtaç konulardan birisi, fıkhın büyük çoğunluğu üzerinde dikkate alınacak ihtilafların bulunduğu 'muhtelefün fîh' meselelerden meydana gelmektedir.[210] bu takdirde şeriatın büyük çoğunluğu 'müteşâbihât'tan olacaktır. Bu ise şeriatın konulusuna aykırıdır. Keza o takdirde takva (vera) en zorgüçlüklerden biri olacaktır. Zira genel olarak hiçbir kimsenin ne bir ibâdeti ne bir muamelesinede yükümlü tutulduğu bir başka işi,uzak-laşılması istenilen hilaftan ârî bulunmamaktadır. Bu durumda takva diye istenilen şeyin güçlüğü ortadadır.
Birisi bana şöyle cevap vermişti: müteşâbihâttan olan muhtele-fun fîh konular, delilleri birbirine eşit ya da yaklaşık olan ihtilaflı konulardır. Fıkhın çoğunluğu da böyle değildir; aksine iyice düşünüldüğünde bu özellikte olan meselelerin azınlığı teşkil ettiği görülür. Bu takdirde de sâdece az bir kısım müteşâbih olmuş olur. Hususiyeti bakımından takva (vera) ise, sadece bu türde de olsa, gerçekten çok zor ve ağırdır; ona ancak Allah'ın yasak fiilin neticelerini sürekli aklında bulundurmaya muvaffak kıldığı kimseler ulaşabilir. Nitekim hz. Peygamber bir hadislerinde: "cennet insanın hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır."[211] buyurmuşlardır.... O zatın bana yazdıkları bunlar.
Ben ona yazdığım cevapta şöyle dedim: sizin ortaya koyduğunuz şey açık değil. Çünkü sizin bu söylediğiniz, sadece müctehid hakkında geçerli olabilir. Müctehid ise görüşlerin değil sadece delillerin tearuzu (çatışması) durumunda takva (vera) ile hareket eder. Dolayısıyla o, söz konusu ettiğimiz şey değildir. Mukallide gelince, bu özel vera (takva) sahibi, onun hilaftan icmâa çıkmasını istemektedir. İsterse kendisine fetva veren kimse, ihtilafçılar arasında en üstünü bulunsun, ayırım yapmamaktadır. Amî (sıradan biri) olan kimse, bütün işlerinde, ihtilafçılar içerisinde hangisinin delilce daha güçlü, hangisinin delilce daha zayıf olduğunu bilemez. Onların delillerinin birbirlerine müsâvî ya da yakın mı? Yoksa değil mi? Olduğunu bilemez. Çünkü bunu ancak mesele üzerinde düşünebilecek bir seviyeye sahip olanlar yapabilirler. Amî ise böyle değildir. Sonra problem, dikkate alınan hilaftan sakınma esası üzerine kurulmuştur. Dikkate alman hilaf ise, şer'î meselelerin çoğunda mevcut bulunmaktadır. Dikkate alınmayan hilaf ise azdır; müt'a, ribe'n-nesîe, kadınlara arkalarından yaklaşma (nıehâşşi'n-nisâ) vb. Konular gibi.
Sonra delillerin müsâvîliği veya birbirlerine olan yakınlığı, müc-tehidlerin bakış açılarına nisbetle izafîdir (göreli); farklılık arzeder. Nice iki delil vardır ki, bazılarına göre müsâvî veya birbirlerine yakın olurken, bazılarına göre ise değillerdir. Bu durumda da âmî , ihtilaflardan hangisinden kaçınıp, hangisinden kaçınmayacağını belirleyebileceği bir kritere (zabıt) sahip olamayacaktır. Bu konuda müctehide de başvuramayacaktır; çünkü onun kaçınmasını veya kaçınmamasını emredeceği husus kendi görüş ve içtihadına göre olacaktır. O konudamidece onun görüşün» tabi olması da, hilaftan çıkmukhmn yulnızca onu taklîd etmesi ve ona uyması demektir. Özellikle de bu müctehidin karşı görüşe sahip müctehidin görüşünün zayıf olduğunu ve itibar edilemeyeceğini iddia etmesi durumunda bu gayet açıktır. Bu müctehide değil de başka müctehide baş vurması durumunda da durum aynıdır. Bu durumda âmî, eğer bu işlere tâbi olacaksa tam bir şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu ise gerçekten çok zor bir olaydır. Kim bu dinin koyduğu esasları zorlaştırmaya kalkarsa, kendisi mağlûp düşer. Soruyu soran kişi (müellif) üzerine müşkil gözüken ve şimdiye kadar henüz cevabı açıklanmayan nokta işte burasıdır.
Haddizatında vera'ın (takva) zor olduğu hususunda diyecek bir şey yoktur, nitekim her hususta takvayı iltizamda bulunmanın güç bir iş olduğunda da problem bulunmamaktadır. Ancak takvanın zorluğu, onu bilfiil ortaya koyma cihetinden değildir. Zira yüce Allah dînimizde, bize sıkıntı (haraç) verecek şeylere yer vermemiştir. Aksine takvanın zorluğu nefsin alışık olduğu şeylerden ve özellikle de arzu ve heveslerinden koparma açısından olmaktadır. Biz meselenin dayanağı (menâtı) üzerinde iyice düşündüğümüzde buradaki söz konusu olan özel vera (takva) ile diğer vera nevileri arasındaki farkı açıkça görürüz. Çünkü diğer vera nevilerinin vukuu, nefsin arzularına karşı koymak bakımından zor da olsa, kolaydır. Hilaftan çıkma verâsı ise, nefse muhalefet konusu bir tarafa, vukuu çok zor bir olaydır. Bu itibarla soruyu soran bu fakirin bahsettiği şiddet, zorluk ve sıkıntıdan (haraç) maksadının ne olduğu ve sizin işarette bulunduğunuz husus olmadığı sanırım ortaya çıkmıştır. Ona yazdıklarım burada bitti. Onunla aramızda cereyan eden söz de bu noktada durdu.
Bu arzedilenler ışığı altında düşünen kimse, bu zâtın bana cevap olarak yazdığı şeyin bidüziye değişmez (muttarit) olmadığını[212]vakıada istikâmet üzere cereyan etmeyeceğini; vukuunda büyük sıkıntıların lâzım geleceğini anlayacaktır. Dolayısıyla onun, dayanılacak bir temel, üzerine hüküm bina edilecek bir kaide olması sahih değildir. Bu konuda misaller pek çoktur. Bu esası iyi anlamak gerekir; çünkü gerçekten çok faydalıdır. Birçok vera, müteşâbihâtın temyizi (birbirine benzer ve karışık noktaların ayrılması), nelerin müteşâbih-likte dikkate alınıp alınmayacağı gibi konularla ilgili meseleler hep bu esas üzerine bina edilmektedir. Bu kitabın çeşitli yerlerinde inşAllah tahkikte bulunacağınız konu ile ilgili birçok mesele bulacaksınız. [213]
Bu hususu biraz izah etmek istiyoruz. Şer'an matlûb olan ilimler, sadece amellerin istenilen şekle uygun ve noksansız olarak yapılmasını temin içindir. Amellerin kalble, sözle ve şâir organlarla yapılabilen cinslerden olması arasında fark yoktur ve burada bunların hepsi kas-dedilmektedir. Eğer ameller normal şartlar içerisinde eksiksiz olarak ilme uygun şekilde cereyan ediyorsa, o ilim gerçek ilimdir. Eğer ameller normal şartlar altında o doğrultuda gerçekleşemiyorsa yani ilmin tatbik edilebilirlik özelliği yoksa, ona ilim demek mümkün değildir; çünkü gereği olan amel istenildiği şekilde ve eksiksiz olarak gerçekle-şememektedir.bu ise fâsiddir. Çünkü ilmin cehle dönüşmesi söz konusudur.
Örnek: esaslarını ortaya koymaya çalıştığımız şer'î ilimlerden misal vermek istiyoruz: akâid ilminde ortaya konulmuştur ki, gerek llah'ın vs gantkıı hı, pfyfamberin imlerlerinde vakıaya uygun düşmemekhâfâlöz konusu değildir.yinousûl-ıfıkıhta toklîf-i mâ iftyuiak (takat üstü yükümlülük) caiz değildir. Normalin üstünde olan güçl ük ve sıkıntı (haraç) doğuracak mükellefiyetler de teklîf-i mâ ift yutak kabilinden sayılmıştır. Şu halde bunlar doğrultusunda seyretmeyen, bidüziye (muttarit) olmayan, normal şartlar altında uygulama imkanı bulamayan her şer'î nass, aslında üzerine hüküm bina edilecek bir esas, kendisine istinad edilecek bir kaide değildir.
Bu mukaddimenin faydası, kendisini daha çok sözlerin anlaşılmasında, kullanılan üslûp ile siyak ve sibak takdirinde (mecârî'l-esâlîb), bir de işe girişilmesinde (duhûl fi'1-a'mâl) gösterir.
Sözlerin anlaşılması konusuna misaller verelim: yüce Allah: "Allah inkarcılara inananlar üzerinde asla bir yol (fırsat) kılmayaaktır."[203] buyurmaktadır. Eğer bu âyet bir 'ihbar' (haber verme) olarak değerlendirilirse bu vakıaya aykırı olur ve haber verilen şey doğru olmaz; çünkü kâfirlerin müslümanlar aleyhinde yol buldukları, onları esir ve zillete maruz bıraktıkları çoğu kez olabilmektedir. Şu takdirde buradan anlaşılacak mânânın mutlaka vakıaya uygun ve bidüziye değişmez olması gerekmektedir. Bu da âyetin ihbar mânâsına değil inşâ mânâsına yanî şer'î bir hükmün vaz'ı anlamına alınmasıyla olur ve netice itibarıyla âyetin bu mânâ üzerine hamledilmesi gerekir.[204] bir başka misal "anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler."[205] âyetiyle ilgilidir. Eğer bu âyet de şer'î bir hükmün vaz'ı anlamına yorulursa o zaman duruma uygun ve devamlı olur; zikrinde bir fayda doğar. Ama, âyet annelerin durumunu bildirme mânâsına alındığı takdirde, bundan âyet inmeden önce zaten bilinen husus üzerine ekfayda doğmaz.[206]
Kullanılan üslûp ile §iyuk ye sibak (sözün başıyla sonunun uy-ı5iı n ıuğu) takdiriyle ilgili misal: "inananlara ve sâlih amel işleyenlere, sakınırlar, inanırlar, sâlih amel işlerler, sonra haramdan sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsadaha önceleri tatmış olduklarından dolayı bir günah yoktur."[207] bu âyette kullanılan sîga geneldir; zahiri bütün tadılan şeylerin âyetin hükmü içerisine girmesini ve bu şartlarla onların kullanılmasında bir günah olmadığını gerektirir. Bu arada tabiî şarap ela bunun içerisine girer. Ancak bu zahir mânâ, üslûptan çıkan anlayışın ahengini ve sözün akışını bozmaktadır.ü[208]stelik içkinin haram kılınmasından sonra âyetin inmesine neden olan nüzul sebebi de gözardı edilmektedir. Çünkü yüce Allah içkiyi haram kıldıktan sonra yukarıdaki âyeti inzal buyurmuştur. Zahirini aldığımızda bu içkinin haram kılınması hükmünü nakzeder ve hem izin hem de yasak bir arada toplanmış olur; bu durumda da mükellefin emre imtisâli mümkün olmaz.
Bu noktadan hareketledir ki, hz. Ömer âyetin daha önce geçen içki yasağına yönelik olduğu şekilde tevîlde bulunan kimsenin hatalı olduğunu belirtmiş ve ona: "eğer sakınırsan, Allah'ın haram kıldığı şeyden uzaklaşırsın." demiştir. Zira mükellefe "şundan uzaklaş!" deyip, bu yasağı iyice teyid ettikten sonra dönüp de "eğer sen onu yaparsan, sana bir günah yoktur." denilmesi uygun ve doğru değildir. Sonra yüce Allah içkinin Allah'ı zikirden, namazdan alıkoyduğunu, Allah yolunda sevişen insanlar arasında kin ve düşmanlık soktuğunu belirtmiştir. O anlayış, haram kılma hükmünün yerleşmesinden sonra "...sakınırlar, inanırlar, sâlih amel işlerlerse...[209] buyruğuna ten düşer ve içkinin haram kılınmasından sonra, içilmesi takdirinde kemâl mânâda takvanın ortaya çıkması mümkün olmaz. Çünkü, bubir normali n üitüade güçlük (haraç) veya teklîf-i mâ lâ yutak kabilinden olmuş olur.amellere girme (tatbik sahasına koyma) konusuna gelince, bu husus meselenin esasını teşkil etmektedir. İstihsan ve mesâlih-i mür-sole ile amel etmenin temelini de bu oluşturmaktadır. Çünkü prensip şudur: söz umûmu üzere hamledildiği zaman normalin üstünde sıkıntıya (haraç) ve aklen ya da şer'an mümkün olmayan bir neticeye götürüyorsa, o istikâmet üzere carî ve bidüziye değişmez değildir; dolayısıyla da mutlakhğı devamlılık göstermez. Kur'ân ve sünnetin müşkilâtı hakkında söz etmek isteyen kimseler için de bu bir esas olmaktadır. Çünkü nassların umûm ya da ıtlâkı üzere hamledilmeleri durumunda zikri geçen tatbik edilebilirlik imkânı kalmayabilir; bunun için de bidüziye değişmezlik ve devamlılığı gerektirecek tarzda kayıtlanmaları gerekir. Bu kısmın içerisine ruhsatlarla ilgili hükümler de girer; çünkü ruhsat bahsinde hâkim konumda olan; ruhsatın gireceği konularla girmeyeceği konular arasını ayıran bu esasdır.
Bu esası şer'î kaideleri ortaya koyarken göz önünde bulundurmayan kimseler, hataya düşmekten kurtulamazlar. Hatta çoğu kez, bu esasın 'müteşâbihât'a tâbi olanların ve sırât-ı müstakimden sapmış sayılan fırkaların usûllerinde ihlal edildiğini görmek mümkündür. Bu durum aynı şekilde, içtihadı meselelerde muteber imamların ve önceki âlimlerin yaklaşımlarında da gözükebilmiştir.
Burada size iki misal vereceğiz. Her ikisi hakkında da asrımız ilim adamlarından biri ile aramızda müzâkere cereyan etmiştir:
Birincisi: mağrib ilim adamlarından birisi bana "ahiret yolcusuna gerekli olan düşünce ve meşguliyet ne olmalıdır?" konusunda yazarak şöyle demişti: "eğer namazda iken bir şey onu bir an da olsa meşgul etmişse, müttakîlerin yaptığı gibi, elli bin değerinde bir şey de olsa onu elinden çıkararak kalbini (sırrını) o kendisini meşgul eden şeyden boşaltır." ben bu sözü bir problem olarak gördüm ve kendisine yazarak şöyle dedim: "kalbin meşguliyetlerden arındırılması tamam, doğrudur. Ancak kalbi, kendisini meşgul eden şeyi elden çıkarmak suretiyle arındırmanın vâcib oluşuna gelince, doğrusu bu vâcibliği anlayamıyorum? Eğer bu mutlak surette vâcib ise, o takdirde bütün insanlara, kendilerini namazda iken meşgul eden mallarından, mülklerinden, yurtlarından, köylerinden, eşlerinden, çocuklarından... Vb. Vazgeçmeleri ve bütün bunları terketmeleri gerekirdi. İlâveten şunu da belirtelim ki, bazan maldan vazgeçmek ve onu elden çıkarmak yüzünden insanın namazdaki meşguliyeti, o mal elinde ikenki meşguliyetinden daha fazla olur. Sonra insanı meşgul eden şey yoksulluksa o zaman ne yapacak? Biz özellikle de kalabalık bir ailesi olan ve geçinme zorluğu çeken kimselerden pek çoğunun yoksulluk yüzünden zihnen hep meşgul olduklarını görüyoruz. İnsanların büyük çoğunluğu
Mukaddimeler
Bu gibi şeylerden birileriyle meşguliyetten hâlî değillerdir. Şimdi bütün bunlara, kendilerini namazda meşgul edecek şeylerden onlun elden çıkarmak suretiyle kurtulmaları mı gerekmektedir? Bunu anlamak mümkün değildir. Fıkıh ve ibâdet konusunda ictihâd üzere carî olan şey, sâdece zihni meşgul eden şeylerden kurtulma çabasında bulunmaktır. Bazen insanın namazda iken meşguliyetine sebep olan mal ya da başka bir şeyden kurtulma mendûb olabilir. Tabiî bu da eğer şer"an ondan kurtulmak mümkünse ve elden çıkarıldığında yokluğu, varlığının verdiği meşguliyet kadar veya daha fazla oranda insanı meşgul etmeyecekse söz konusu olacaktır. Sonra meşguliyet içerisinde kılman namaza hakılır: sahibi onu vücûben mi veya müsta-hap olarak mı iade edecektir, yoksa vücûb düşecek midir? Bu ayrı bir konudur.... Mesele özet olarak bitti.
Bu yazdıklarım kendisine ulaşınca, o zat bana karşılık vererek söylediklerimi kabul ettiğini belirtmiştir ki, doğrusuca budur. Çünkü insanı namazda iken meşgul edecek şeylerden sıyrılmak gerekliliğini mutlak olarak söylemek, insanların halleri farklı olduğundan vakıada istikâmet üzere kâbil-i tatbik olmayacaktır. Dolayısıyla da böyle bir şeyin fıkhî bir esas olarak kabul edilmesi ve ona dayanılması asla doğru değildir.
İkincisi de, hilaftan çıkma suretiyle takvaya uygun hareket etmiş olma anlayışıyla ilgilidir. Sonra gelen âlimlerin birçoğu, tekltfl ameller konusunda hilaftan kurtulmayı matlûp telakki etmekte v« üzerinde ihtilaf edilen konuları (hadiste helalla haram arasında yer aldığı belirtilen) 'müteşâbihât'tan (yani şüpheli şeylerden) saymaktadırlar.
Ben bu hususu nice zamandan beri bir müşkil olarak görüyorum. Hatta bu konuda mağrib'e ve ifrîkıyye'ye yazdım. Fakat bana sadra şifa bir cevap gelmedi. Bu konuda vârid izaha muhtaç konulardan birisi, fıkhın büyük çoğunluğu üzerinde dikkate alınacak ihtilafların bulunduğu 'muhtelefün fîh' meselelerden meydana gelmektedir.[210] bu takdirde şeriatın büyük çoğunluğu 'müteşâbihât'tan olacaktır. Bu ise şeriatın konulusuna aykırıdır. Keza o takdirde takva (vera) en zorgüçlüklerden biri olacaktır. Zira genel olarak hiçbir kimsenin ne bir ibâdeti ne bir muamelesinede yükümlü tutulduğu bir başka işi,uzak-laşılması istenilen hilaftan ârî bulunmamaktadır. Bu durumda takva diye istenilen şeyin güçlüğü ortadadır.
Birisi bana şöyle cevap vermişti: müteşâbihâttan olan muhtele-fun fîh konular, delilleri birbirine eşit ya da yaklaşık olan ihtilaflı konulardır. Fıkhın çoğunluğu da böyle değildir; aksine iyice düşünüldüğünde bu özellikte olan meselelerin azınlığı teşkil ettiği görülür. Bu takdirde de sâdece az bir kısım müteşâbih olmuş olur. Hususiyeti bakımından takva (vera) ise, sadece bu türde de olsa, gerçekten çok zor ve ağırdır; ona ancak Allah'ın yasak fiilin neticelerini sürekli aklında bulundurmaya muvaffak kıldığı kimseler ulaşabilir. Nitekim hz. Peygamber bir hadislerinde: "cennet insanın hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır."[211] buyurmuşlardır.... O zatın bana yazdıkları bunlar.
Ben ona yazdığım cevapta şöyle dedim: sizin ortaya koyduğunuz şey açık değil. Çünkü sizin bu söylediğiniz, sadece müctehid hakkında geçerli olabilir. Müctehid ise görüşlerin değil sadece delillerin tearuzu (çatışması) durumunda takva (vera) ile hareket eder. Dolayısıyla o, söz konusu ettiğimiz şey değildir. Mukallide gelince, bu özel vera (takva) sahibi, onun hilaftan icmâa çıkmasını istemektedir. İsterse kendisine fetva veren kimse, ihtilafçılar arasında en üstünü bulunsun, ayırım yapmamaktadır. Amî (sıradan biri) olan kimse, bütün işlerinde, ihtilafçılar içerisinde hangisinin delilce daha güçlü, hangisinin delilce daha zayıf olduğunu bilemez. Onların delillerinin birbirlerine müsâvî ya da yakın mı? Yoksa değil mi? Olduğunu bilemez. Çünkü bunu ancak mesele üzerinde düşünebilecek bir seviyeye sahip olanlar yapabilirler. Amî ise böyle değildir. Sonra problem, dikkate alınan hilaftan sakınma esası üzerine kurulmuştur. Dikkate alman hilaf ise, şer'î meselelerin çoğunda mevcut bulunmaktadır. Dikkate alınmayan hilaf ise azdır; müt'a, ribe'n-nesîe, kadınlara arkalarından yaklaşma (nıehâşşi'n-nisâ) vb. Konular gibi.
Sonra delillerin müsâvîliği veya birbirlerine olan yakınlığı, müc-tehidlerin bakış açılarına nisbetle izafîdir (göreli); farklılık arzeder. Nice iki delil vardır ki, bazılarına göre müsâvî veya birbirlerine yakın olurken, bazılarına göre ise değillerdir. Bu durumda da âmî , ihtilaflardan hangisinden kaçınıp, hangisinden kaçınmayacağını belirleyebileceği bir kritere (zabıt) sahip olamayacaktır. Bu konuda müctehide de başvuramayacaktır; çünkü onun kaçınmasını veya kaçınmamasını emredeceği husus kendi görüş ve içtihadına göre olacaktır. O konudamidece onun görüşün» tabi olması da, hilaftan çıkmukhmn yulnızca onu taklîd etmesi ve ona uyması demektir. Özellikle de bu müctehidin karşı görüşe sahip müctehidin görüşünün zayıf olduğunu ve itibar edilemeyeceğini iddia etmesi durumunda bu gayet açıktır. Bu müctehide değil de başka müctehide baş vurması durumunda da durum aynıdır. Bu durumda âmî, eğer bu işlere tâbi olacaksa tam bir şaşkınlık içerisinde kalacaktır. Bu ise gerçekten çok zor bir olaydır. Kim bu dinin koyduğu esasları zorlaştırmaya kalkarsa, kendisi mağlûp düşer. Soruyu soran kişi (müellif) üzerine müşkil gözüken ve şimdiye kadar henüz cevabı açıklanmayan nokta işte burasıdır.
Haddizatında vera'ın (takva) zor olduğu hususunda diyecek bir şey yoktur, nitekim her hususta takvayı iltizamda bulunmanın güç bir iş olduğunda da problem bulunmamaktadır. Ancak takvanın zorluğu, onu bilfiil ortaya koyma cihetinden değildir. Zira yüce Allah dînimizde, bize sıkıntı (haraç) verecek şeylere yer vermemiştir. Aksine takvanın zorluğu nefsin alışık olduğu şeylerden ve özellikle de arzu ve heveslerinden koparma açısından olmaktadır. Biz meselenin dayanağı (menâtı) üzerinde iyice düşündüğümüzde buradaki söz konusu olan özel vera (takva) ile diğer vera nevileri arasındaki farkı açıkça görürüz. Çünkü diğer vera nevilerinin vukuu, nefsin arzularına karşı koymak bakımından zor da olsa, kolaydır. Hilaftan çıkma verâsı ise, nefse muhalefet konusu bir tarafa, vukuu çok zor bir olaydır. Bu itibarla soruyu soran bu fakirin bahsettiği şiddet, zorluk ve sıkıntıdan (haraç) maksadının ne olduğu ve sizin işarette bulunduğunuz husus olmadığı sanırım ortaya çıkmıştır. Ona yazdıklarım burada bitti. Onunla aramızda cereyan eden söz de bu noktada durdu.
Bu arzedilenler ışığı altında düşünen kimse, bu zâtın bana cevap olarak yazdığı şeyin bidüziye değişmez (muttarit) olmadığını[212]vakıada istikâmet üzere cereyan etmeyeceğini; vukuunda büyük sıkıntıların lâzım geleceğini anlayacaktır. Dolayısıyla onun, dayanılacak bir temel, üzerine hüküm bina edilecek bir kaide olması sahih değildir. Bu konuda misaller pek çoktur. Bu esası iyi anlamak gerekir; çünkü gerçekten çok faydalıdır. Birçok vera, müteşâbihâtın temyizi (birbirine benzer ve karışık noktaların ayrılması), nelerin müteşâbih-likte dikkate alınıp alınmayacağı gibi konularla ilgili meseleler hep bu esas üzerine bina edilmektedir. Bu kitabın çeşitli yerlerinde inşAllah tahkikte bulunacağınız konu ile ilgili birçok mesele bulacaksınız. [213]
Konular
- Müellifin Önsözü
- Mukaddimeler
- Birinci Mukaddime
- İkinci Mukaddime
- Üçüncü Mukaddime
- Dördüncü Mukaddime:
- Beşinci Mukaddime:
- Altıncı Mukaddime:
- Yedinci Mukaddime
- Sekizinci Mukaddime
- Dokuzuncu Mukaddime
- Onuncu Mukaddime
- On Birinci Mukaddime
- On İkinci Mukaddime
- On Üçüncü Mukaddime
- BİRİNCİ KISIM
- HÜKÜMLER KİTABI
- Şer'î Hükvmler
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü mesele
- Beşinci Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele