Dokuzuncu Mesele
Mükellef üzerine vâcib olan haklar (mükellefiyetler) iki kısımdır. Bunlar ister namaz, oruç, hac gibi Allah haklarından olsun; ister borçlar, nafaka yükümlülükleri, nasihat, iki kişi arasını bulma vb. Gibi kul hakları olsun farketmemektedir. Bunlar:
1. Şer'an belirlenmiş (muhadded, muayyen, mukadder) haklar ve,
2. Şer'an belirlenmemiş haklar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Şer'an belirlenmiş ve tayin edilmiş haklar (vâcibler, mükellefiyatlar), îfâ edilinceye kadar mükellefin zimmetinde sabittir ve onun üzerine bir borç olarak terettüp eder: satın alınan malların bedelleri, itlaf edilen malların tazmîn bedelleri, zekât miktarları, namazların farzları... Gibi. Hu gibi vâciblerin mükellefin zimmetinde bir borç olarak lâzım olmasında herhangi bir problem bulunmamaktadır. Bunun delîli vacibin takdir ve tahdîd edilmiş olmasıdır. Çünkü bu durum, o muayyen şeyin edasına yönelik kasdın bulunduğunu göstermektedir. Şayet onu yerine getirmezse, hitâb üzerinde bakî kalacaktır ve bir delîl olmadıkça üzerinden sakıt olmayacaktır.
Muayyen olmayan (gayr-ı mahdûd) vacibe gelince, bu da mükellef için lâzımdır; işlenmesi istenilmektedir. Şu kadar var ki, aşağıdaki sebeplerden dolayı zimmete terettüp etmemektedir: 1.
Eğer bu da zimmete terettüp edecek olsaydı, o takdirde belirli ve muayyen (mahdûd) olurdu. Zira mechûl bir şey zimmette sabit olmaz ve onun zimmete nisbetinin anlamı anlaşılamaz. Dolayısıyla da borç olarak zimmet üzerine terettübü sahîh olmaz. İşte bu noktadan hareketle, biz onun zimmette sabit olamayacağına istidlalde bulunuyoruz. çünkü bu vâcibler (haklar, mükellefiyetler) mikdar bakımından mec-hûldürler. Mikdârı bilinmeyen bir şeyle yükümlü tutulmamız, vukuu imkansız olan bir şeyle yükümlü kılmak demektir. Böyle bir yükümlülük ise naklî deliller bakımından imkansız (mümteni) bulunmaktadır.
Örnek: kayıtsız olarak vârid olan sadakalar, gedikleri kapama, muhtaçların ihtiyaçlarını giderme, çaresizin imdadına koşma, boğulanı kurtarma, cihâd, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi. Bunlar altına diğer kifâî farzlar (içtimaî farzlar) da girer. Sâri teâlâ "...isteyene de istemeyene de ondan yedirin."[124] "çıplağı giydirin."; "Allah yolunda infakta bulunun." ... Buyurduğu zaman bunun mânâsı, her vakıada nisbetine göre, belirli bir miktar tayin edilmeksizin ihtiyâcın giderilmesinin istenilmesi demektir. Bir hacet ortaya çıktığı zaman, onun giderilmesi için ihtiyaç duyulan miktar nassla değil de ictihâdla (nazar) taayyün edecektir. Bir aç ortaya çıktığı zaman, mükellef, talebin mutlaklığı gereği olmak üzere onu doyurmak ve ihtiyacını gidermek durumundadır. Eğer onu doyurmayacak bir miktar yedirecek olsa, emre muhatap olmasına sebeb olan ihtiyacın giderilmesi için yeterli miktarda ve açlığını giderecek kadar yedirmedikçe kendisine yönelik olan talep hâlâ üzerinde bakî kalacaktır. Yeterli miktar ise zamandan zamana, halden hale değişecektir. Mesela bazan fazla aç olmaz ve bir miktar yiyeceğe ihtiyaç gösterir; ihmal edilir de iyice acıkırsa, dahu fazla yiyeceğe ihtiyaç doğar. Bazan bir başkası do- ubi] yurur ve kendisinden talep doğrudan kalkmış olur. Bazan bir başkam doymayacak kadar yedirir, beriki istenilenden daha az bir miktarla yükümlü tutulur. Yükümlülük konusu zaman ve mekâna, halde n h a le değiştiğine göre, kesin olarak istenilecek belli bir şeyin zimmet üzerine tertibine gidilmesi mümkün olmaz. Bu tür vâciblerin meçhull ıi|>, ii-nün anlamı işte budur. Bu tür vâcibler ancak ihtiyacın* ortaya çıul ifjı vakitte (hâl-i hazırda) nassm gereğiyle değil, ictihad (takdir, na/.u1) yoluyla malûm olmaktadırlar. İhtiyacın ortaya çıktığı vakit geçi ikinci vakitte birinciyle değil başka bir şeyle mükellef olacaktı ya ortaya çıkan ihtiyâcın ortadan kalktığı farzedildiğinde kendisinden yükümlülük düşecektir.[125] 2.
Eğer zimmetine bir şey terettüp edecek olsaydı, bu makûl olmazdı. Çünkü, kişi muhtacın ihtiyaç gösterdiği her vakitte onun ihtiyacını gidermekle mükelleftir. Mesela bir vakit geçse ve belli bir miktarla onun ihtiyacını karşılama imkanı bulunsa sonra onu yapmasa, bu zimmetinde sabit olacaktır. Sonra ikinci bir zaman gelse ve o ilk zamandaki hali üzere veya daha şiddetli bir durum içerisinde bulunsa, şimdi bu durumda ya yine onu karşılamakla mükelleftir denilecek ya da mükellef olmadığı söylenecektir. İkinci şık bâtıldır. Zira bu ikincisi sükût açısından birinciden evlâ değildir. (birinci düşmediğine göre ikinci de düşmeyecektir.) Çünkü mükellef, ihtiyacın giderilmesi için yükümlü tutulmuştur; öyle olduğu takdirde ihtiyaç mevcut olduğu
I halde yükümlülük kalkmış olacaktır. Bu ise muhaldir. Bu durumda mutlaka ikinci defa da, zimmete o vakitte ihtiyaç için yeterli olacak kadar bir yükümlülük terettüp edecektir. Bu durumda bir haktan dolayı zimmete, geçmiş zamanlar adedince farklı miktarlar (kıymetler) terettüb etmiş olacaktır. Bu ise şerîatte makûl olmayan bir neticedir. 3.
Bu yükümlülük ya aynî ya da kifâî vâcib (farz-ı ayn, farz-ı kifâye) olacaktır. Her iki takdire göre de hiçbir kimsenin yapmaması durumunda şöyle bir netice gerekecektir: ya bu muayyen olmayan tek bir zimmet üzerine terettüp edecektir; bu ise bâtıldır ve makûl değildir. Ya da bütün insanların zimmetlerine bölünerek binecektir. Bu da aynı şekilde batıldır. Çünkü herkese düşecek pay belli değildir. Yada bölünmeden bütün zimmetlere binecektir ve bundan meselâ bir dirhem kıymetinde olan bir vacibe karşılık meselâ yüz bin insanın zimmetinde yüz bin dirhemlik bir yükümlülük lâzım gelecektir ki, bu da daha önce geçtiği gibi bâtıldır. 4.
Eğer zimmette sabit olacak olursa, bu bir abes olurdu. Şerîatte 1169] ise abesle iştigal yoktur. Çünkü maksat hacetin giderilmesi olduğuna göre, zimmetin sabit karakteri böyle bir maksada aykırıdır. Çünkü maksat, ortaya çıkan ihtiyacı gidermektir, onun kıymetini yüklenmek değildir. Hüküm zimmetin meşguliyeti sebebiyle, vücûbun sebebine aykırı olunca bu bir abes olur ve onunla meşgul olmak doğru olmaz.
"aynı durum farz olan zekât ve benzerlerinde de gerekir, zira onlardan da gözetilen maksat ihtiyaçların giderilmesidir. Bununla birlikte onlar zimmette sabit olmaktadırlar." diye bir itiraz serdedilemez.
Çünkü biz, evet maksadın zikrettiğiniz şey olduğunu kabul ediyoruz, diyoruz. Ancak, zekâtla giderilen ihtiyaç genelde taayyün etmiş değildir. Dikkat edilirse, zekât bizzat ihtiyaç belirmese bile, ittifakla ödenmesi gerekmektedir. Böylece zekât ivazlı muameleler ve hibe yoluyla sabit haklar (mükellefiyetler, borçlar) gibi olmuştur. Şâri'e ait bu gibi haklarda (mükellefiyetlerde) misil ile ya da kıymet ile tazminde (ödenmesinde) bir kasıt bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz mesele ise böyle değildir. <^ünkü burada hacet taayyün etmiştir ve mutlaka izâlesi gerekmektedir. Bu yüzden illâ da izâlesi için zekât malı olması gerekmemektedir; aksine hangi mal olursa olsun, matlûp hâsıl olmaktadır. Burada mal bizatihi matlûp değildir. O yüzden ortaya çıkan ihtiyaç kendiliğinden kalkıverse vücûb düşmektedir. Zekât ve benzerlerinde ise maksat, mutlaka malın elden çıkarılmasıdır. Harcama yerlerinin şu anda zekât mallarına ihtiyaçları bulunmasa bile ödenmesi gerekir. İşte bu yüzden zekât yükümlülüğü belirlenmiş ve zimmette sabit olmuştur.
Bu kısmın diğer nevilerinin hükmü de, doğan ihtiyaçlar için mal harcanması hakkındaki bu arzettiğimiz durum üzeredirler.
İtiraz: Eğer bilmemezlik vacibin zimmette sabit olmasına mani olsaydı teklifin aslının sübûtuna da mâni olurdu. Çünkü teklifte yükümlü tutulan şeyin bilinmesi şarttır. Zira bilinmeyen şeyle yükümlü tutmak teklîf-i mâ lâ yutaktır (takat üstü yükümlülük). Şayet bir kimseye: "bilmediğin bir miktar harca."; "kaç rekat olmadığını bilmediğin namazları kıl."; "bilmediğin, tanımadığın kimseye nasihat et."... Gibi yükümlülükler getirili» bu teklîf-i mâla yutak olurdu. Çünkü;yükümlü tutulan şeylerin bilinmesi ebediyen mümkün olmaz, ancak bir va- ın hiyle bilinebilirdi. Vahiyle bilinince de mechûl değil, malûm olurdu. Bilinen bir şeyle yükümlü tutmak da sahihtir. Bu bir çelişkidir.
Cevap: Asıl teklife mani olan bilinmezlik, sâri' katında belirlenmiş olan şeye ilişkin olan bilinmezliktir. Mesela sâri' "bir köle azad et!" der de bununla beyanda bulunmaksızın falanca köleyi kastederse bu türden olur ve böyle bir teklif imkansızdır. Ama teklifte sâri' katında taayyün etmeyen bir şey ile yükümlü kılmak sahihtir. Nitekim keffâret bahsinde mükellefe belli şeyler arasında tercihini kullanma hakkı verilmesi sahîh olmuştur. Çünkü şâri'in bu seçenekler içerisinde husûsiyle birisinin yapılmasına ilişkin bir kasdı bulunmamaktadır. Burada da durum aynıdır. Şâri'in buradaki maksadı genel anlamda doğan ihtiyaçların giderilmesi, açılan gediklerin doldıırulmasıdır. Herhangi bir ihtiyaç taayyün etmedikçe bir talep de bulunmamaktadır; taayyün edince de talep ortaya çıkmaktadır. Bu meseleden murâd olunan mânâ işte budur. Yükümlülük konusunun miktar ve daha başka vasıflarının tayini bulunmaksızın mükellef tarafından yerine getirilmesi mümkündür.
Muayyen vâcible, muayyen olmayan vâcib arasında bir üçüncü kısım daha vardır ki, bu tam olarak ikisinden birisi altına girmemekte, bu kısım ictihâd konusu olmaktadır; akraba ve eş nafakaları hl gibi. Bunlar her iki tarafa da benzedikleri için âlimler arasında: "aca-b ba bunlar zimmette sabit olurlar mı, yoksa olmazlar mı?" diye ihtilâf meydana gelmiştir. Eğer zimmette sabit olacaksa, yoksulluk (i'sâr) durumunda bu yükümlülük düşmeyecektir.
Birinci kısımdan olan vâcibler, dînî zaruretlerden olmaktadır. Bu yüzden bunların takdir ve tayin cihetine gidilmiştir. İkinci grup tahsîn ve tezyin kaidesi altına girmektedir; yanî tahsîniyyâttandır. Bu yüzden de mükellefin içtihadına havale edilmiştir. Üçüncü kısım ise güçlü bir sebepten dolayı her iki kısma da benzemektedir ve onların tarafında gibi gözükmektedir. Dolayısıyla her vakıada tayin için mutlaka üzerinde düşünmek gerekecektir. Allahu a'lem!
Fasıl:
Muhtemelen ilk iki kısmın aynî ve kifâî talep özelliğiyle belirlenmesi mümkündür. Çünkü birinci kısmın özünü, bütün mükelleflerden teker teker aynî olarak belirlenmiş talep teşkil etmekte; ikinci kısmın özünü de dînde ve onun sâliklerinde ortaya çıkan sıkıntı, güçlük ve ihtiyacın giderilmesi oluşturmaktadır. Ancak bu ikinci kısmın içerisine aynî talep olduğu zannedilen bazı vâcibler de girebilmektedir. Genelde bunlar kesin talep özelliğini ancak kifâî (içtimaî) olma durumunda alırlar: adalet, ihsan, yakınlara haklarını vermek gibi. Kesin talep bulunmazsa o zaman mendûb olurlar. Kifâî (içtimaî) farzlar aynî olarak mendûb hükmünü alırlar. Bu konu üzerinde düşün.[126]
Üçüncü kısma gelince, her iki tarafa da benzerlik arzettikleri için tafsilâtında fukahânın zikrettikleri üzere ihtilaf edilmiştir. Allahu a'lem! [127]
1. Şer'an belirlenmiş (muhadded, muayyen, mukadder) haklar ve,
2. Şer'an belirlenmemiş haklar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Şer'an belirlenmiş ve tayin edilmiş haklar (vâcibler, mükellefiyatlar), îfâ edilinceye kadar mükellefin zimmetinde sabittir ve onun üzerine bir borç olarak terettüp eder: satın alınan malların bedelleri, itlaf edilen malların tazmîn bedelleri, zekât miktarları, namazların farzları... Gibi. Hu gibi vâciblerin mükellefin zimmetinde bir borç olarak lâzım olmasında herhangi bir problem bulunmamaktadır. Bunun delîli vacibin takdir ve tahdîd edilmiş olmasıdır. Çünkü bu durum, o muayyen şeyin edasına yönelik kasdın bulunduğunu göstermektedir. Şayet onu yerine getirmezse, hitâb üzerinde bakî kalacaktır ve bir delîl olmadıkça üzerinden sakıt olmayacaktır.
Muayyen olmayan (gayr-ı mahdûd) vacibe gelince, bu da mükellef için lâzımdır; işlenmesi istenilmektedir. Şu kadar var ki, aşağıdaki sebeplerden dolayı zimmete terettüp etmemektedir: 1.
Eğer bu da zimmete terettüp edecek olsaydı, o takdirde belirli ve muayyen (mahdûd) olurdu. Zira mechûl bir şey zimmette sabit olmaz ve onun zimmete nisbetinin anlamı anlaşılamaz. Dolayısıyla da borç olarak zimmet üzerine terettübü sahîh olmaz. İşte bu noktadan hareketle, biz onun zimmette sabit olamayacağına istidlalde bulunuyoruz. çünkü bu vâcibler (haklar, mükellefiyetler) mikdar bakımından mec-hûldürler. Mikdârı bilinmeyen bir şeyle yükümlü tutulmamız, vukuu imkansız olan bir şeyle yükümlü kılmak demektir. Böyle bir yükümlülük ise naklî deliller bakımından imkansız (mümteni) bulunmaktadır.
Örnek: kayıtsız olarak vârid olan sadakalar, gedikleri kapama, muhtaçların ihtiyaçlarını giderme, çaresizin imdadına koşma, boğulanı kurtarma, cihâd, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma gibi. Bunlar altına diğer kifâî farzlar (içtimaî farzlar) da girer. Sâri teâlâ "...isteyene de istemeyene de ondan yedirin."[124] "çıplağı giydirin."; "Allah yolunda infakta bulunun." ... Buyurduğu zaman bunun mânâsı, her vakıada nisbetine göre, belirli bir miktar tayin edilmeksizin ihtiyâcın giderilmesinin istenilmesi demektir. Bir hacet ortaya çıktığı zaman, onun giderilmesi için ihtiyaç duyulan miktar nassla değil de ictihâdla (nazar) taayyün edecektir. Bir aç ortaya çıktığı zaman, mükellef, talebin mutlaklığı gereği olmak üzere onu doyurmak ve ihtiyacını gidermek durumundadır. Eğer onu doyurmayacak bir miktar yedirecek olsa, emre muhatap olmasına sebeb olan ihtiyacın giderilmesi için yeterli miktarda ve açlığını giderecek kadar yedirmedikçe kendisine yönelik olan talep hâlâ üzerinde bakî kalacaktır. Yeterli miktar ise zamandan zamana, halden hale değişecektir. Mesela bazan fazla aç olmaz ve bir miktar yiyeceğe ihtiyaç gösterir; ihmal edilir de iyice acıkırsa, dahu fazla yiyeceğe ihtiyaç doğar. Bazan bir başkası do- ubi] yurur ve kendisinden talep doğrudan kalkmış olur. Bazan bir başkam doymayacak kadar yedirir, beriki istenilenden daha az bir miktarla yükümlü tutulur. Yükümlülük konusu zaman ve mekâna, halde n h a le değiştiğine göre, kesin olarak istenilecek belli bir şeyin zimmet üzerine tertibine gidilmesi mümkün olmaz. Bu tür vâciblerin meçhull ıi|>, ii-nün anlamı işte budur. Bu tür vâcibler ancak ihtiyacın* ortaya çıul ifjı vakitte (hâl-i hazırda) nassm gereğiyle değil, ictihad (takdir, na/.u1) yoluyla malûm olmaktadırlar. İhtiyacın ortaya çıktığı vakit geçi ikinci vakitte birinciyle değil başka bir şeyle mükellef olacaktı ya ortaya çıkan ihtiyâcın ortadan kalktığı farzedildiğinde kendisinden yükümlülük düşecektir.[125] 2.
Eğer zimmetine bir şey terettüp edecek olsaydı, bu makûl olmazdı. Çünkü, kişi muhtacın ihtiyaç gösterdiği her vakitte onun ihtiyacını gidermekle mükelleftir. Mesela bir vakit geçse ve belli bir miktarla onun ihtiyacını karşılama imkanı bulunsa sonra onu yapmasa, bu zimmetinde sabit olacaktır. Sonra ikinci bir zaman gelse ve o ilk zamandaki hali üzere veya daha şiddetli bir durum içerisinde bulunsa, şimdi bu durumda ya yine onu karşılamakla mükelleftir denilecek ya da mükellef olmadığı söylenecektir. İkinci şık bâtıldır. Zira bu ikincisi sükût açısından birinciden evlâ değildir. (birinci düşmediğine göre ikinci de düşmeyecektir.) Çünkü mükellef, ihtiyacın giderilmesi için yükümlü tutulmuştur; öyle olduğu takdirde ihtiyaç mevcut olduğu
I halde yükümlülük kalkmış olacaktır. Bu ise muhaldir. Bu durumda mutlaka ikinci defa da, zimmete o vakitte ihtiyaç için yeterli olacak kadar bir yükümlülük terettüp edecektir. Bu durumda bir haktan dolayı zimmete, geçmiş zamanlar adedince farklı miktarlar (kıymetler) terettüb etmiş olacaktır. Bu ise şerîatte makûl olmayan bir neticedir. 3.
Bu yükümlülük ya aynî ya da kifâî vâcib (farz-ı ayn, farz-ı kifâye) olacaktır. Her iki takdire göre de hiçbir kimsenin yapmaması durumunda şöyle bir netice gerekecektir: ya bu muayyen olmayan tek bir zimmet üzerine terettüp edecektir; bu ise bâtıldır ve makûl değildir. Ya da bütün insanların zimmetlerine bölünerek binecektir. Bu da aynı şekilde batıldır. Çünkü herkese düşecek pay belli değildir. Yada bölünmeden bütün zimmetlere binecektir ve bundan meselâ bir dirhem kıymetinde olan bir vacibe karşılık meselâ yüz bin insanın zimmetinde yüz bin dirhemlik bir yükümlülük lâzım gelecektir ki, bu da daha önce geçtiği gibi bâtıldır. 4.
Eğer zimmette sabit olacak olursa, bu bir abes olurdu. Şerîatte 1169] ise abesle iştigal yoktur. Çünkü maksat hacetin giderilmesi olduğuna göre, zimmetin sabit karakteri böyle bir maksada aykırıdır. Çünkü maksat, ortaya çıkan ihtiyacı gidermektir, onun kıymetini yüklenmek değildir. Hüküm zimmetin meşguliyeti sebebiyle, vücûbun sebebine aykırı olunca bu bir abes olur ve onunla meşgul olmak doğru olmaz.
"aynı durum farz olan zekât ve benzerlerinde de gerekir, zira onlardan da gözetilen maksat ihtiyaçların giderilmesidir. Bununla birlikte onlar zimmette sabit olmaktadırlar." diye bir itiraz serdedilemez.
Çünkü biz, evet maksadın zikrettiğiniz şey olduğunu kabul ediyoruz, diyoruz. Ancak, zekâtla giderilen ihtiyaç genelde taayyün etmiş değildir. Dikkat edilirse, zekât bizzat ihtiyaç belirmese bile, ittifakla ödenmesi gerekmektedir. Böylece zekât ivazlı muameleler ve hibe yoluyla sabit haklar (mükellefiyetler, borçlar) gibi olmuştur. Şâri'e ait bu gibi haklarda (mükellefiyetlerde) misil ile ya da kıymet ile tazminde (ödenmesinde) bir kasıt bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz mesele ise böyle değildir. <^ünkü burada hacet taayyün etmiştir ve mutlaka izâlesi gerekmektedir. Bu yüzden illâ da izâlesi için zekât malı olması gerekmemektedir; aksine hangi mal olursa olsun, matlûp hâsıl olmaktadır. Burada mal bizatihi matlûp değildir. O yüzden ortaya çıkan ihtiyaç kendiliğinden kalkıverse vücûb düşmektedir. Zekât ve benzerlerinde ise maksat, mutlaka malın elden çıkarılmasıdır. Harcama yerlerinin şu anda zekât mallarına ihtiyaçları bulunmasa bile ödenmesi gerekir. İşte bu yüzden zekât yükümlülüğü belirlenmiş ve zimmette sabit olmuştur.
Bu kısmın diğer nevilerinin hükmü de, doğan ihtiyaçlar için mal harcanması hakkındaki bu arzettiğimiz durum üzeredirler.
İtiraz: Eğer bilmemezlik vacibin zimmette sabit olmasına mani olsaydı teklifin aslının sübûtuna da mâni olurdu. Çünkü teklifte yükümlü tutulan şeyin bilinmesi şarttır. Zira bilinmeyen şeyle yükümlü tutmak teklîf-i mâ lâ yutaktır (takat üstü yükümlülük). Şayet bir kimseye: "bilmediğin bir miktar harca."; "kaç rekat olmadığını bilmediğin namazları kıl."; "bilmediğin, tanımadığın kimseye nasihat et."... Gibi yükümlülükler getirili» bu teklîf-i mâla yutak olurdu. Çünkü;yükümlü tutulan şeylerin bilinmesi ebediyen mümkün olmaz, ancak bir va- ın hiyle bilinebilirdi. Vahiyle bilinince de mechûl değil, malûm olurdu. Bilinen bir şeyle yükümlü tutmak da sahihtir. Bu bir çelişkidir.
Cevap: Asıl teklife mani olan bilinmezlik, sâri' katında belirlenmiş olan şeye ilişkin olan bilinmezliktir. Mesela sâri' "bir köle azad et!" der de bununla beyanda bulunmaksızın falanca köleyi kastederse bu türden olur ve böyle bir teklif imkansızdır. Ama teklifte sâri' katında taayyün etmeyen bir şey ile yükümlü kılmak sahihtir. Nitekim keffâret bahsinde mükellefe belli şeyler arasında tercihini kullanma hakkı verilmesi sahîh olmuştur. Çünkü şâri'in bu seçenekler içerisinde husûsiyle birisinin yapılmasına ilişkin bir kasdı bulunmamaktadır. Burada da durum aynıdır. Şâri'in buradaki maksadı genel anlamda doğan ihtiyaçların giderilmesi, açılan gediklerin doldıırulmasıdır. Herhangi bir ihtiyaç taayyün etmedikçe bir talep de bulunmamaktadır; taayyün edince de talep ortaya çıkmaktadır. Bu meseleden murâd olunan mânâ işte budur. Yükümlülük konusunun miktar ve daha başka vasıflarının tayini bulunmaksızın mükellef tarafından yerine getirilmesi mümkündür.
Muayyen vâcible, muayyen olmayan vâcib arasında bir üçüncü kısım daha vardır ki, bu tam olarak ikisinden birisi altına girmemekte, bu kısım ictihâd konusu olmaktadır; akraba ve eş nafakaları hl gibi. Bunlar her iki tarafa da benzedikleri için âlimler arasında: "aca-b ba bunlar zimmette sabit olurlar mı, yoksa olmazlar mı?" diye ihtilâf meydana gelmiştir. Eğer zimmette sabit olacaksa, yoksulluk (i'sâr) durumunda bu yükümlülük düşmeyecektir.
Birinci kısımdan olan vâcibler, dînî zaruretlerden olmaktadır. Bu yüzden bunların takdir ve tayin cihetine gidilmiştir. İkinci grup tahsîn ve tezyin kaidesi altına girmektedir; yanî tahsîniyyâttandır. Bu yüzden de mükellefin içtihadına havale edilmiştir. Üçüncü kısım ise güçlü bir sebepten dolayı her iki kısma da benzemektedir ve onların tarafında gibi gözükmektedir. Dolayısıyla her vakıada tayin için mutlaka üzerinde düşünmek gerekecektir. Allahu a'lem!
Fasıl:
Muhtemelen ilk iki kısmın aynî ve kifâî talep özelliğiyle belirlenmesi mümkündür. Çünkü birinci kısmın özünü, bütün mükelleflerden teker teker aynî olarak belirlenmiş talep teşkil etmekte; ikinci kısmın özünü de dînde ve onun sâliklerinde ortaya çıkan sıkıntı, güçlük ve ihtiyacın giderilmesi oluşturmaktadır. Ancak bu ikinci kısmın içerisine aynî talep olduğu zannedilen bazı vâcibler de girebilmektedir. Genelde bunlar kesin talep özelliğini ancak kifâî (içtimaî) olma durumunda alırlar: adalet, ihsan, yakınlara haklarını vermek gibi. Kesin talep bulunmazsa o zaman mendûb olurlar. Kifâî (içtimaî) farzlar aynî olarak mendûb hükmünü alırlar. Bu konu üzerinde düşün.[126]
Üçüncü kısma gelince, her iki tarafa da benzerlik arzettikleri için tafsilâtında fukahânın zikrettikleri üzere ihtilaf edilmiştir. Allahu a'lem! [127]
Konular
- Onuncu Mukaddime
- On Birinci Mukaddime
- On İkinci Mukaddime
- On Üçüncü Mukaddime
- BİRİNCİ KISIM
- HÜKÜMLER KİTABI
- Şer'î Hükvmler
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü mesele
- Beşinci Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele