On Birinci Mesele
Usûl âlimlerinin beyanı üzere kifâî (içtimaî) talep (farz-ı kifâye) herkese yöneliktir. Ancak, içlerinden bir kısmı onu yerine getirdiği zaman diğerlerinden yükümlülük düşmektedir.
Usûlcülerin bu söyledikleri talebin küllîliği açısından doğrudur. Cüz'îliği açısından ele aldığımızda ise tafsilât vardır ve kısımlara ayrılır; belki de söz iyice dallanır ve uzar. Ancak hepsi için geçerli olacak ve bir araya toplayacak kural (zabıt) şudur: farz-ı kifâyede "talebin belirli bir kesime yönelmiş olması"dır. Bu da rast gele bir kesim değil, bilakis istenilen fiili yapmaya ehil olan kesimdir. Yoksa talep genel olarak herkese yönelmez.[186]
Delilleri:
Bu konuya delâlet eden delillerin başında ilgili nasslar gelmektedir: "inananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir
Taifenin dîni iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz [187]burada mevzu bahis olan teşvîk sadece bir taife içindir, bütün toplum için değildir. "sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden bir cemâat olsun..[188] "ey muhammedi sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar..."[189] kur'ân'da bu türden pek çok şey vardır. Bütün bunlarda talep, herkese değil sadece belli bir kesime yönelerek gelmiştir.
İkincisi, bu konuda sabit olan kat'î şer'î kaidelerdir. Devlet başkanlığı (imâmet-i kübrâ)[190] ve diğer amme velayetleri (kamu idarecilikleri, imâmet-i suğrâ) gibi. Çünkü bunlarla ilgili talepler kendilerinde aranılan şartları taşıyan insanlara yöneliktir ve onlar için taayyün[191] etmektedir; yoksa herkes için değildir. Diğer amme velayetleri de aynı durumdadır. Bunlar ittifakla, kendisinde bu görevleri yerine getirmek için gerekli olan ehliyet ve yeterliliğe sahip olanlardan istenilmekte, görev için bunlar taayyün etmektedir. Aynı şekilde cihad çağrısı da farz-ı kifâye olması durumunda bu iş için gerekli olan cesaret ve kahramanlık vb. Gibi vasıflara hâiz olan kimselere yönelik olacaktır. Zira bu gibi önemli mükellefiyetlerle ne yapacağını bilemeyen âciz kimselerin yükümlü tutulması doğru değildir. Bu tür kifâî yükümlülüklerle ehil olmayan kimseleri muhatap tutmak mükellef açısından teklîf-i mâ lâ yutak, elde edilmesi istenilen maslahat veya uzaklaştırılması istenilen mefsedet açısından da abes kabilinden olacaktır ki, her ikisi de şerîatte bâtıl olmaktadır.
Üçüncüsü: bu konuda vâki olan ulemâya aitfetvâlar (yani uygulama) ve yine bu kabilden olmak üzere şerîatte vuku bulan örnekler: bunlardan olmak üzere hz. Peygamber'in ebû zer'e olan şu sözlerini görüyoruz: "ey ebû zer! Gerçek şu ki, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim, için sevdiğim şeyi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi üzerine (de olsa) emirlik (yöneticilik) yapmayasın, yetim, malı üzerinde vesayette bulunmayasın."[192] hadiste sözü edilen her iki husus da kifâî (içtimâi) farzlardandır. Bununla birlikte hz. Peygamber ebû zer'i bunları kabul etmekten nehyetmistir. Şayet bu iki kifâî yükümlülüğün diğer insanlar tarafından ihmal edildiği varsayılsa, ebû zer'in de söz konusu ihmâl günahı altına gireceğini söylemek sahih olmayacaktır. Ebû zer gibi olanların durumu da aynı olacaktır. Hadiste "emirlik isteme..."[193] buyrulmuştur. Bu nehiy emirliğin bütün insanîarayönelik bir vücûb olmadığını gerektirir. Hz. Ebû bekir bazı insanları, emirlikten nehyetmiştir. Hz. Peygamber vefatettiğizamanhz. Ebûbekir hilâfeti üstlenmişti. Kendisine o adamlardan biri geldi ve:
Sen beni emirlikten nehyettin, sonra kendin kabul ettin? Diye sormuştu. Hz. Ebû bekir:
Evet, ben seni emirlikten şimdi de nehyediyorum, dedi ve kendisinin hilâfet görevini üstlenmek mecburiyetinde kaldığını belirterek mazeretini bildirdi.
Rivayete göre temim ed-dârî hz. Ömer'den vaizlik yapmak için izin istemişti. Hz. Ömer ona izin vermedi. Halbuki, vaizlik temîm ed-dârfnin yapmak istediği vaizliği kasdediyo-rum kifâî farzlardan bulunuyordu.
Buna benzer bir olay da hz. Ali'den nakledilmiştir.bir çok farz-ı kifâyenin ortaya konulması ve îzâhı konusunda ulemâ, işte bu geniş ve açık yol üzerinden yürümüşlerdir: nakledildi-
Fasıl:
Burada konunun vuzuha kavuşması ve doğruluğunun ortaya çıkması için Allah'ın izniyle biraz tafsilatta bulunmak istiyoruz: şöyle ki:
Yüce Allah insanları hem uhrevî hem de de dünyevî maslahatlarının ne olduğunu ve onları nasıl elde edeceklerini bilmez bir vaziyette yaratmış, ana rahminden çıkarmıştır. Nitekim "ve Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı."[194]âyetinde bu husus gayet açık bulunmaktadır. Sonra yüce Allah onları tedrîc ve terbiye esası üzerine dayalı olarak bilgilendirdi. Bu bazan ilham yoluyla oldu: çocuğun hemen doğum sonrasında annesinin memesini ağzına alması va sormaya başlaması gibi. Bazan da eğitim öğretim (terbiye) yoluyla oldu. İnsanlar eğitim ve öğretim yoluyla, her türlü maslahatları celbetmek ve her türlü mefsedetleri de defetmek üzere, kendi fıtratlarında gizli bulunan melekeleri, ilhama dayalı doğuşlarını ortaya çıkarmak için ilâhî talebe muhatap oldular. Çünkü bu iş bütün detaylarıyla maslahatlarını gerçekleştirebilmek için ilk ve temel unsur oluyordu. Bu eğitim ve öğretim fiiller, sözler, bilgiler, inançlar, şer'î ve örfi muaşeret kuralları... Gibi şeyleri kapsıyordu. Bu eğitim ve öğretim itina ile uygulanırken her insanda mevcut bulunan fıtrî meleke ve çeşitli hal ve durumlarla ilgili olan özel istidadlar belirecek, güç-lenecekve ortayaçıkacaktı. Böylece ilgi duyduğu ve ilgili yeteneklere sahip olduğu alanda kişi, kendisi gibi olmayan diğer akranlarına karşı temayüz edecekti. Daha aklı ermeye başlama zamanı geldiğinde, artık ilk yaratılışı sırasında içerisine konulan fıtrî kabiliyetler iyice kendisini gösterecektir. Bakarsın biri ilim tahsili için vardır, diğeri riyaset için hazırlanmıştır; bir diğeri ihtiyaç duyulan sanatlardan birisine yatkındır; bir dördüncüsü boğuşma, vuruşma ve mücâdele için yaratılmıştır ... Böylece ihtiyaç duyulan her iş ve mesleğe uygun istidat ve kabiliyetler bulunur.
Evet! Her ne kadar herkes hemen her işe az çok yatkın kılınmışsa da, çoğu kez mutlaka bunlardan bir kısmının diğerlerine galebe çaldığı görülür. Dolayısıyla teklif, o kimseye üzerinde bulunduğu ka-
Nun unda bütün insanların günaha gireceği anlamında hakîkî bir vücûb olmadığını gerektirmektedir. Eğer "mecazî olarak vâcib denilir" şeklindeki sözünden serî mânâda vâcib mânâsını kasdetmiyorsa, o takdirde paragrafın sonundaki "bu şekildeki bir yaklaşımla hilafın dayanağı da ortadan kalkmış olacaktır." sözü tamamlanmış olmayacaktır. Eğerbu sözüyle hakîkî anlamda herkes üzerine farz olacağını ve yapılmaması durumunda herkesin günahkar olacağını kasdediyorsa, o zaman sözü biribirini tamamlayacaktır. Ancakbukez de meseleyi tamamıyla daha önceki mukaddimelerde bahsettiği hiçbir neticesi olmayan kısım mâhiyetine sokacak ve ilmin ne özünden (sulbünden) ne de tâli unsurlarından (mülahmdan) sayılmayacak hale getirecektir.biliyetler doğrultusunda eğitilmiş, öğretilmiş ve terbiye edilmiş haliyle yapılır. Bu takdirde her bir mükellefe kifâî taleplerden kendi istidadı doğrultusunda olan bir yükümlülük terettüp edecektir ve bu insanları yetiştirmek durumunda olan kimselerin de bu hususu göz önünde bulundurmaları ve herkesi kendi istidad ve kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirmeleri; her bir yükümlülüğün doğru bir yol üzere ona ehil kimselerin eline verilmesini temine çalışmaları; ehil insanların o işi üstlenmelerine yardımcı olmaları, onun îfâsı konusunda devamlı olmalarını temin ve teşvik etmeleri bir görev olarak kendisini göstermektedir. Böylece daha ilk andan itibaren herkes, kendisinde rıso] galip bulunan istidat ve kabiliyetler doğrultusunda ortaya çıkarılacak, sonra bunlar o dallarla ilgili ehil insanların ellerine teslim edileceklerdir; onlar da o ilim, sanat, meslek ve benzeri dallarda ehil olarak yetişebilmesi için onlara uygun gelen muameleyi gösterecektir. Eğer geliştirilen bu istidat ve kabiliyetler; kazandırılan beceriler, kendileri için fıtrî bir meleke, ondan ayrılması mümkün olmayan bir vasıf halini alırsa; artık beklenen netice hâsıl olmuş, uygulanan eğitim ve öğretimin (terbiyenin) amacı gerçekleşmiş olur.
Meselâ farzedelim ki, bir çocuğun diğer vasıflara da sahip olması yanında özellikle son derece zeki olduğu, parlak bir anlayış gücüne sahip bulunduğu, işittiklerini anlama ve ezberleme istidadında olduğu görülse, bu çocuk sahip olduğu bu kabiliyetler istikametinde yönlendirilecektir. Bu, o çocuğun sorumluluğunu üstlenen kimse üzerine bir anlamda vâcib olmaktadır. Çünkü onda istikbalde eğitim ve öğretim maslahatını üstlenme ve onu gereği gibi ifâ etme kabiliyeti gözükmekte ve bu netice umulmaktadır. Dolayısıyla bu çocuğun eğitilip öğretilmesi, her ilim dalı için gerekli olan temel bilgiler ve âdâb-ı muaşeret kurallarının kendisine verilmesi istenilecektir. Bundan sonra mutlaka nihâî hedefe ulaşabilmek için gerekli merhalelerin kısım kısım ele alınması ve çocuğa yardımcı olunması gerekmektedir. Ancak bu konuda mutlaka rabbânî âlimlerin yani terbiyecilerin öngördükleri programa riâyet edilecektir. Çocuk kısımlardan birine başlayıp da, tabiatı özel olarak o kısma meyledince, o kısmı diğerlerinden daha fazla sevince, bu sevdiği kısımla başbaşa bırakılır ve ehline teslim edilir. O kısımda çocuğun ihmâle uğramadan, gereklerine riayetsizlikler söz konusu olmaksızın kapasitesi ve kabiliyetleri ölçüşünce alması için imkanların hazırlanması sorumlu kişiler üzerine vâcib olur. Sonra o kısımla yetinirse, tabiî bu güzel bir şeydir. Ancak çocukbaşka dallarda dayetişmekistiyorsa, o takdirde daha önce yapılan şey burada da yapılır. Böylece en son noktaya ulaşıncaya kadar devam edilir.
Mesela arapça öğrenimiyle işe başlasa. Zira en önce öğrenilmesi gereken arapça olmaktadır. Çocuk bu işin üstadlarına teslim edilir ve
çocuk onların gözetim ve sorumlulukları altında olur. Onlar da çocuğu gözetir ve kollarlar. Onların çocuğu kendi yanlarında alıkoymaları, istenilen konuda hem kendilerine hem de çocuğa uygun gelecek şekilde onu yetiştirmeleri gerekir. Eğer çocuk azim ve sebat sahibiyse bu böyle devam eder ve Kur'ân'da mehâret sahibi olması için Kur'ân ehlinin gözetim ve sorumluluğuna tevdi edilir. Artık çocuktan mesul onlar olurlar. Aynı şekilde hadis veya fıkıh ya da diğer şer'î ilimleri öğrenme isteği durumunda da söz konusu olur. Kendisinde cesaret ve atılım gücü, idarecilik gibi hususlarda yeteneği ortaya çıkan çocuklar hakkında da aynı şekilde belli bir programa riâyet edilerek hareket [isi] edilir; önce onlara âdâb öğretilir ve temel bilgiler verilir, sonra da öncelik sırasına göre ırâfe (kethüdâlık, reislik), nakîblik, askerlik, rehberlik ve irşâd, imamet (devlet başkanlığı) vb. gibi durumuna uygun olan kısımlara geçilir. Böylece her bir kifâî farz (içtimaî yükümlülük) için yetişmiş ehil insanlar ortaya çıkarılmış olacaktır. Çünkü önce herkes aynı yola girecek ve herkes kendi kabiliyet ve istidadına göre yürüyecektir. Bunlar içerisinden artık devam edemeyip durmak zorunda kaldığı nokta, insanların bir şekilde ihtiyaç duydukları bir nokta olacaktır. Eğer kendisinde güç varsa devam edecek ve kifâî yükümlülüklerin en son noktasına ve çok nadir olarak elde edilebilen mertebesine kadar ulaşabilecektir. Gerek şer'î sahada ve gerekse sevk ü idare konusunda ictihad mertebesine ulaşmak gibi. Böylece hem dünya hem de âhiret işleri düzene girecek ve her şey yerli yerince îfâ edilecektir.
Görüldüğü üzere kifâî talep yolunda ilerleme tek bir tertip üzere olmadığı gibi, ne kayıtsız olarak herkese yönelmekte, ne de yine kayıtsız olarak belli bir kesime yönelmektedir. Keza o vesileler göz ardı edilerek makâsıd açısından ya da aksi şekilde istenilmemektedir. Aksine ona böyle bir tafsile gidilmeden, İslâm ümmeti içerisinde böyle bir tevzîde bulunmadan tek bir açıdan bakmak doğru değildir. Yoksa farz-ı kifâye konusunda tutarlı bir söz etmek herhangi bir şekilde mümkün olmayacaktır.
Her şeyi en iyi bilen ve en doğruya hükmeden Allah'tır. [195]
Usûlcülerin bu söyledikleri talebin küllîliği açısından doğrudur. Cüz'îliği açısından ele aldığımızda ise tafsilât vardır ve kısımlara ayrılır; belki de söz iyice dallanır ve uzar. Ancak hepsi için geçerli olacak ve bir araya toplayacak kural (zabıt) şudur: farz-ı kifâyede "talebin belirli bir kesime yönelmiş olması"dır. Bu da rast gele bir kesim değil, bilakis istenilen fiili yapmaya ehil olan kesimdir. Yoksa talep genel olarak herkese yönelmez.[186]
Delilleri:
Bu konuya delâlet eden delillerin başında ilgili nasslar gelmektedir: "inananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir
Taifenin dîni iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz [187]burada mevzu bahis olan teşvîk sadece bir taife içindir, bütün toplum için değildir. "sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan men eden bir cemâat olsun..[188] "ey muhammedi sen içlerinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar..."[189] kur'ân'da bu türden pek çok şey vardır. Bütün bunlarda talep, herkese değil sadece belli bir kesime yönelerek gelmiştir.
İkincisi, bu konuda sabit olan kat'î şer'î kaidelerdir. Devlet başkanlığı (imâmet-i kübrâ)[190] ve diğer amme velayetleri (kamu idarecilikleri, imâmet-i suğrâ) gibi. Çünkü bunlarla ilgili talepler kendilerinde aranılan şartları taşıyan insanlara yöneliktir ve onlar için taayyün[191] etmektedir; yoksa herkes için değildir. Diğer amme velayetleri de aynı durumdadır. Bunlar ittifakla, kendisinde bu görevleri yerine getirmek için gerekli olan ehliyet ve yeterliliğe sahip olanlardan istenilmekte, görev için bunlar taayyün etmektedir. Aynı şekilde cihad çağrısı da farz-ı kifâye olması durumunda bu iş için gerekli olan cesaret ve kahramanlık vb. Gibi vasıflara hâiz olan kimselere yönelik olacaktır. Zira bu gibi önemli mükellefiyetlerle ne yapacağını bilemeyen âciz kimselerin yükümlü tutulması doğru değildir. Bu tür kifâî yükümlülüklerle ehil olmayan kimseleri muhatap tutmak mükellef açısından teklîf-i mâ lâ yutak, elde edilmesi istenilen maslahat veya uzaklaştırılması istenilen mefsedet açısından da abes kabilinden olacaktır ki, her ikisi de şerîatte bâtıl olmaktadır.
Üçüncüsü: bu konuda vâki olan ulemâya aitfetvâlar (yani uygulama) ve yine bu kabilden olmak üzere şerîatte vuku bulan örnekler: bunlardan olmak üzere hz. Peygamber'in ebû zer'e olan şu sözlerini görüyoruz: "ey ebû zer! Gerçek şu ki, ben seni zayıf görüyorum. Ben kendim, için sevdiğim şeyi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi üzerine (de olsa) emirlik (yöneticilik) yapmayasın, yetim, malı üzerinde vesayette bulunmayasın."[192] hadiste sözü edilen her iki husus da kifâî (içtimâi) farzlardandır. Bununla birlikte hz. Peygamber ebû zer'i bunları kabul etmekten nehyetmistir. Şayet bu iki kifâî yükümlülüğün diğer insanlar tarafından ihmal edildiği varsayılsa, ebû zer'in de söz konusu ihmâl günahı altına gireceğini söylemek sahih olmayacaktır. Ebû zer gibi olanların durumu da aynı olacaktır. Hadiste "emirlik isteme..."[193] buyrulmuştur. Bu nehiy emirliğin bütün insanîarayönelik bir vücûb olmadığını gerektirir. Hz. Ebû bekir bazı insanları, emirlikten nehyetmiştir. Hz. Peygamber vefatettiğizamanhz. Ebûbekir hilâfeti üstlenmişti. Kendisine o adamlardan biri geldi ve:
Sen beni emirlikten nehyettin, sonra kendin kabul ettin? Diye sormuştu. Hz. Ebû bekir:
Evet, ben seni emirlikten şimdi de nehyediyorum, dedi ve kendisinin hilâfet görevini üstlenmek mecburiyetinde kaldığını belirterek mazeretini bildirdi.
Rivayete göre temim ed-dârî hz. Ömer'den vaizlik yapmak için izin istemişti. Hz. Ömer ona izin vermedi. Halbuki, vaizlik temîm ed-dârfnin yapmak istediği vaizliği kasdediyo-rum kifâî farzlardan bulunuyordu.
Buna benzer bir olay da hz. Ali'den nakledilmiştir.bir çok farz-ı kifâyenin ortaya konulması ve îzâhı konusunda ulemâ, işte bu geniş ve açık yol üzerinden yürümüşlerdir: nakledildi-
Fasıl:
Burada konunun vuzuha kavuşması ve doğruluğunun ortaya çıkması için Allah'ın izniyle biraz tafsilatta bulunmak istiyoruz: şöyle ki:
Yüce Allah insanları hem uhrevî hem de de dünyevî maslahatlarının ne olduğunu ve onları nasıl elde edeceklerini bilmez bir vaziyette yaratmış, ana rahminden çıkarmıştır. Nitekim "ve Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez bir halde çıkardı."[194]âyetinde bu husus gayet açık bulunmaktadır. Sonra yüce Allah onları tedrîc ve terbiye esası üzerine dayalı olarak bilgilendirdi. Bu bazan ilham yoluyla oldu: çocuğun hemen doğum sonrasında annesinin memesini ağzına alması va sormaya başlaması gibi. Bazan da eğitim öğretim (terbiye) yoluyla oldu. İnsanlar eğitim ve öğretim yoluyla, her türlü maslahatları celbetmek ve her türlü mefsedetleri de defetmek üzere, kendi fıtratlarında gizli bulunan melekeleri, ilhama dayalı doğuşlarını ortaya çıkarmak için ilâhî talebe muhatap oldular. Çünkü bu iş bütün detaylarıyla maslahatlarını gerçekleştirebilmek için ilk ve temel unsur oluyordu. Bu eğitim ve öğretim fiiller, sözler, bilgiler, inançlar, şer'î ve örfi muaşeret kuralları... Gibi şeyleri kapsıyordu. Bu eğitim ve öğretim itina ile uygulanırken her insanda mevcut bulunan fıtrî meleke ve çeşitli hal ve durumlarla ilgili olan özel istidadlar belirecek, güç-lenecekve ortayaçıkacaktı. Böylece ilgi duyduğu ve ilgili yeteneklere sahip olduğu alanda kişi, kendisi gibi olmayan diğer akranlarına karşı temayüz edecekti. Daha aklı ermeye başlama zamanı geldiğinde, artık ilk yaratılışı sırasında içerisine konulan fıtrî kabiliyetler iyice kendisini gösterecektir. Bakarsın biri ilim tahsili için vardır, diğeri riyaset için hazırlanmıştır; bir diğeri ihtiyaç duyulan sanatlardan birisine yatkındır; bir dördüncüsü boğuşma, vuruşma ve mücâdele için yaratılmıştır ... Böylece ihtiyaç duyulan her iş ve mesleğe uygun istidat ve kabiliyetler bulunur.
Evet! Her ne kadar herkes hemen her işe az çok yatkın kılınmışsa da, çoğu kez mutlaka bunlardan bir kısmının diğerlerine galebe çaldığı görülür. Dolayısıyla teklif, o kimseye üzerinde bulunduğu ka-
Nun unda bütün insanların günaha gireceği anlamında hakîkî bir vücûb olmadığını gerektirmektedir. Eğer "mecazî olarak vâcib denilir" şeklindeki sözünden serî mânâda vâcib mânâsını kasdetmiyorsa, o takdirde paragrafın sonundaki "bu şekildeki bir yaklaşımla hilafın dayanağı da ortadan kalkmış olacaktır." sözü tamamlanmış olmayacaktır. Eğerbu sözüyle hakîkî anlamda herkes üzerine farz olacağını ve yapılmaması durumunda herkesin günahkar olacağını kasdediyorsa, o zaman sözü biribirini tamamlayacaktır. Ancakbukez de meseleyi tamamıyla daha önceki mukaddimelerde bahsettiği hiçbir neticesi olmayan kısım mâhiyetine sokacak ve ilmin ne özünden (sulbünden) ne de tâli unsurlarından (mülahmdan) sayılmayacak hale getirecektir.biliyetler doğrultusunda eğitilmiş, öğretilmiş ve terbiye edilmiş haliyle yapılır. Bu takdirde her bir mükellefe kifâî taleplerden kendi istidadı doğrultusunda olan bir yükümlülük terettüp edecektir ve bu insanları yetiştirmek durumunda olan kimselerin de bu hususu göz önünde bulundurmaları ve herkesi kendi istidad ve kabiliyetleri doğrultusunda yönlendirmeleri; her bir yükümlülüğün doğru bir yol üzere ona ehil kimselerin eline verilmesini temine çalışmaları; ehil insanların o işi üstlenmelerine yardımcı olmaları, onun îfâsı konusunda devamlı olmalarını temin ve teşvik etmeleri bir görev olarak kendisini göstermektedir. Böylece daha ilk andan itibaren herkes, kendisinde rıso] galip bulunan istidat ve kabiliyetler doğrultusunda ortaya çıkarılacak, sonra bunlar o dallarla ilgili ehil insanların ellerine teslim edileceklerdir; onlar da o ilim, sanat, meslek ve benzeri dallarda ehil olarak yetişebilmesi için onlara uygun gelen muameleyi gösterecektir. Eğer geliştirilen bu istidat ve kabiliyetler; kazandırılan beceriler, kendileri için fıtrî bir meleke, ondan ayrılması mümkün olmayan bir vasıf halini alırsa; artık beklenen netice hâsıl olmuş, uygulanan eğitim ve öğretimin (terbiyenin) amacı gerçekleşmiş olur.
Meselâ farzedelim ki, bir çocuğun diğer vasıflara da sahip olması yanında özellikle son derece zeki olduğu, parlak bir anlayış gücüne sahip bulunduğu, işittiklerini anlama ve ezberleme istidadında olduğu görülse, bu çocuk sahip olduğu bu kabiliyetler istikametinde yönlendirilecektir. Bu, o çocuğun sorumluluğunu üstlenen kimse üzerine bir anlamda vâcib olmaktadır. Çünkü onda istikbalde eğitim ve öğretim maslahatını üstlenme ve onu gereği gibi ifâ etme kabiliyeti gözükmekte ve bu netice umulmaktadır. Dolayısıyla bu çocuğun eğitilip öğretilmesi, her ilim dalı için gerekli olan temel bilgiler ve âdâb-ı muaşeret kurallarının kendisine verilmesi istenilecektir. Bundan sonra mutlaka nihâî hedefe ulaşabilmek için gerekli merhalelerin kısım kısım ele alınması ve çocuğa yardımcı olunması gerekmektedir. Ancak bu konuda mutlaka rabbânî âlimlerin yani terbiyecilerin öngördükleri programa riâyet edilecektir. Çocuk kısımlardan birine başlayıp da, tabiatı özel olarak o kısma meyledince, o kısmı diğerlerinden daha fazla sevince, bu sevdiği kısımla başbaşa bırakılır ve ehline teslim edilir. O kısımda çocuğun ihmâle uğramadan, gereklerine riayetsizlikler söz konusu olmaksızın kapasitesi ve kabiliyetleri ölçüşünce alması için imkanların hazırlanması sorumlu kişiler üzerine vâcib olur. Sonra o kısımla yetinirse, tabiî bu güzel bir şeydir. Ancak çocukbaşka dallarda dayetişmekistiyorsa, o takdirde daha önce yapılan şey burada da yapılır. Böylece en son noktaya ulaşıncaya kadar devam edilir.
Mesela arapça öğrenimiyle işe başlasa. Zira en önce öğrenilmesi gereken arapça olmaktadır. Çocuk bu işin üstadlarına teslim edilir ve
çocuk onların gözetim ve sorumlulukları altında olur. Onlar da çocuğu gözetir ve kollarlar. Onların çocuğu kendi yanlarında alıkoymaları, istenilen konuda hem kendilerine hem de çocuğa uygun gelecek şekilde onu yetiştirmeleri gerekir. Eğer çocuk azim ve sebat sahibiyse bu böyle devam eder ve Kur'ân'da mehâret sahibi olması için Kur'ân ehlinin gözetim ve sorumluluğuna tevdi edilir. Artık çocuktan mesul onlar olurlar. Aynı şekilde hadis veya fıkıh ya da diğer şer'î ilimleri öğrenme isteği durumunda da söz konusu olur. Kendisinde cesaret ve atılım gücü, idarecilik gibi hususlarda yeteneği ortaya çıkan çocuklar hakkında da aynı şekilde belli bir programa riâyet edilerek hareket [isi] edilir; önce onlara âdâb öğretilir ve temel bilgiler verilir, sonra da öncelik sırasına göre ırâfe (kethüdâlık, reislik), nakîblik, askerlik, rehberlik ve irşâd, imamet (devlet başkanlığı) vb. gibi durumuna uygun olan kısımlara geçilir. Böylece her bir kifâî farz (içtimaî yükümlülük) için yetişmiş ehil insanlar ortaya çıkarılmış olacaktır. Çünkü önce herkes aynı yola girecek ve herkes kendi kabiliyet ve istidadına göre yürüyecektir. Bunlar içerisinden artık devam edemeyip durmak zorunda kaldığı nokta, insanların bir şekilde ihtiyaç duydukları bir nokta olacaktır. Eğer kendisinde güç varsa devam edecek ve kifâî yükümlülüklerin en son noktasına ve çok nadir olarak elde edilebilen mertebesine kadar ulaşabilecektir. Gerek şer'î sahada ve gerekse sevk ü idare konusunda ictihad mertebesine ulaşmak gibi. Böylece hem dünya hem de âhiret işleri düzene girecek ve her şey yerli yerince îfâ edilecektir.
Görüldüğü üzere kifâî talep yolunda ilerleme tek bir tertip üzere olmadığı gibi, ne kayıtsız olarak herkese yönelmekte, ne de yine kayıtsız olarak belli bir kesime yönelmektedir. Keza o vesileler göz ardı edilerek makâsıd açısından ya da aksi şekilde istenilmemektedir. Aksine ona böyle bir tafsile gidilmeden, İslâm ümmeti içerisinde böyle bir tevzîde bulunmadan tek bir açıdan bakmak doğru değildir. Yoksa farz-ı kifâye konusunda tutarlı bir söz etmek herhangi bir şekilde mümkün olmayacaktır.
Her şeyi en iyi bilen ve en doğruya hükmeden Allah'tır. [195]
Konular
- On İkinci Mukaddime
- On Üçüncü Mukaddime
- BİRİNCİ KISIM
- HÜKÜMLER KİTABI
- Şer'î Hükvmler
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele
- Dördüncü mesele
- Beşinci Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele
- Onuncu Mesele
- On Birinci Mesele
- On İkinci Mesele
- On Üçüncü Mesele
- VAZ'Î HÜKÜMLER
- Vaz'ı Hükümlerin Birinci Nevi: Sebeb
- Birinci Mesele
- İkinci Mesele
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele
- Beşinci Mesele
- Altıncı Mesele
- Yedinci Mesele
- Sekizinci Mesele
- Dokuzuncu Mesele