[1] İleride bunun bir tenakuza götüreceği belirtilecektir.
[2] Buhârî, eymân 28, 31; ebû dâvûd, eymân 19; tirmizî, nüzûr 2; neseî, eymân 28; îbn mâce, keffârât 16; ahmed, 6/36. Delili kısaca şöyle özetleye­biliriz: nezir ancak tâat hakkında olur. Mübâhı terketmeye nezreden kimse­nin nezrinin lağv (boş) olduğunda icmâ etmişlerdir. Eğer mubahın terki tâat olsaydı ve nezre vefa gösterilmesini isteyen hadisle talep edilenler içerisine girseydi, o takdirde riâyet etmenin gerekmeyeceğine dâir icmâ etmezlerdi.
[3] Buhârî, eymân 31; ebû dâvûd, eymân 19; ibn mâce, kefförât 21; ahmed, 4/168.
[4] Müellif îmâm mâlik'in sözünü mubahın terki üzerine hamletmiştir. Bu da oturmak ve gölgelenmektir. Ondan sonra da sözünü söylemiştir. Ancak sa­hih hadiste benzeri durumlarda, bizzat fiilin nefse işkence olduğunu ve bu­nun da haram olduğunu belirten ifâdeler bulunmaktadır. Meselâ "şüphesiz ki, Allah bunun nefsine olan işkencesinden müstağnidir." buyrulmuştur. Bu takdirde yapılan bu şekildeki bir nezir, mubahın terki vasıtasıyla değil, doğrudan olmak üzere masıyetin nezri mahiyetinde olmaktadır.
[5] Bunun kaide olduğu ittifakla teslim edilemez. Zira islâm âlimleri yüce Allah'ın aza çok verebileceğini belirtmişlerdir. Takdir sadece Allah'ın lûtfu esâsına dayanır; tartı ve ölçüyle değildir. Yüce Allah: "inanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere, soylarını da katarız buyurmaktadır. Dolayısıyla tâatte birbirlerine eşit olan iki kişiden birisi­nin, âhirette daha üstün bir mevkide olmasında bir engel yoktur. Aksine amel yönünden daha az olan bir kimse, derece bakımından daha yüksekte olabilir. Çünkü hepsi de Allah'ın lütuf ve keremiyle olup, amellerin ölçü ve tartısıyla değildir. Görüldüğü üzere bu delil çeşitli açılardan zayıf gözük­mektedir..
[6] Bu mesele içerisinde yer alan fasılda, görüşü, delili ve reddi işlenecektir.
[7] Şu halde işlenmesi matlûp değildir ki, bizim iddia ettiğimiz husus da budur.
[8] Yani hükümlerin teşriinde gözetilen şer'î maksatlarla
[9] Çünkü maslahatın korunması için mubahın hem işlenmesi hem de terki şâri'ce maksûd olacak ve mükellef her ikisini yapma durumunda ancak ita­at içerisinde sayılacaktır.
[10] Ahkâf, 46/20.
[11] Hûd, 11/15-16.
[12] Buhârî, cihâd 37;müslim, zekât 121;neseî, zekât 81; ibnmâce, fiten 18; ahmed,3/7, 21.
[13] El-ırâkî, îhyâ'mn hadislerini tahrîc sırasında, bu sözü ibn ebf d-dünyâ ve beyhakî'nin (şuab'da) hz .ali'ye mevkuf olarak munkatı bir senetle rivayet ettiklerini söyler ve merfû olarak bulamadığını belirtir
[14] Yâni aslında kendisinde bir sakınca bulunmayan şeyleri, sakıncalı şeylere götürebilir düşüncesiyle yapmazdık demektir
[15] Ahmed, 4/197.
[16] Buhârî, ezan 155; deavât 17; müslim, mesâcid 142, zekât, 53; ebû dâvûd, vitr 24; ıbn mâce, ikâme 32; ahmed, 2/238 ...
[17] Mübâhm işlenmesi bazan da  bir vacibin terki değil midir? Bu takdirde mübâhı işlemek suretiyle haramı terketmiş olmaz. Üzerinde düşünülmeli­dir.
[18] Yani hem işlediği için hem de işlemediği için hesaba çekilmesi söz konusu olacaktır.

Tkkllrl hükümler          
[19] Araf,7/6
[20]Buhârî, savm 51; edeb 86; tirmizî, zühd 64.
[21] Bir önceki ay m hadis. Şu kadar var ki, onun evvelinde "şüphesiz senin rab-binin üzerinde hakkı vardır." kısmı bulunmamaktadır.
[22] Rahman, 55/10 Vd.
[23] Nahl, 16/14.
[24] Câsiye,45/13.
[25] A'râf, 7/32.
[26] İnşikâk, 84/8.
[27] Buhârî, tefsîr 84/1; ahmed, 6/206.
[28] Araf, 7/6.
[29] Bu iki vasfa sahip insanlar arasında söz konusu edilen üstünlük sâlih amel­ler açısındandır; bizzat bu vasıflarından dolayı değildir. Kitabın sonunda "tearuz ve tercih" bahsinde bununla ilgili müellife ait güzel bir bahis gele­cektir
[30] Bkz. Buhârî, salât 14; müslim, mesâcid 61-63; ebû dâvûd, salât 163; ah-med, 6/37....
[31] Bkz. Buhârî, imân 1.
[32] Birinci, üçüncü, altıncı ve yedinci delilin bir şıkkı bu doğrultudadır.
[34] Bakara, 2/168.
[35] Bakara, 2/172.
[36] Mü'minûn, 23/51.
[37] A'râf, 7/32.
[38] Bkz. Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn
[39] Ahmed, 2/108.
[40] Nisa, 4/25.
[41] Sünnî talak, nasıl boşanılacağı, boşama sırasında nelere riâyet edileceği sünnet tarafından belirlenen talak şeklidir. Bidî talak ise mübâh olmadığı için onu misal vermemiştir.
[42] Ebû üâvûd, talâk 3; ibn mâce, talâk 1. Hadis zayıf bulunmamıştır, bkz. Aclûnî, keşfu'1-hafâ, 1/28
[43] Bakara, 2/229.
[44] Bakara, 2/230.
[45] Talâk, 65/1.
[46] Bakara, 2/231.
[47] Bkz. Buhârî, isti'zân 52; tirmizî, fedâilu'l-cihâd 11; ibn mâce, cihâd 19; ah-med, 4/144.
[48] Talak, zarurî ve küllî olan neslin ikâmesini temin eden nikahın terkine hiz­met etmektedir. Aynı şekilde talak küllî ve hâcî bir aslı yıkan şeye de hizmet etmektedir. Nitekim müellif söyleyecektir.
[49] İsrâ, 17/37.
[50] Bkz.buhârî,isti'zân52;tirmizî,fedâilu'l-cihâdll;ibnmâce,cihâdl9;ah-med, 4/144.
[51] Müellif burada cihâdı tekmîlî asıllardan olarak göstermiştir. İleride "me-kâsıd" bahsinde de zarûriyyâttan gösterecektir. Aralarında bir çelişki bu­lunmamaktadır; çünkü duruma göre cihâd zarûriyyâttan Olur, Duruma göre de mükemmil unsur olabilir. Meselâ her tarafı kargaşa ve fesat alır götürür, can ve dîn güvenliği kalmazsa cihâd z arûrî bir hal alır; böyle değilse mükem­mil unsur şeklinde düşünülür.
[52] Bu cümle şimdiye kadar ortaya konulan problemler ve verilen cevapların hâsılası olmaktadır.
[53] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/101-120
[54] Bunlar bazan vâcib, mendûb ya da mekruh da olabilirler. Meselâ işlenmele­rini zarûrîya da hâcî bir hususun gerektirmesi durumunda bunlar vâcib; gü­zel örf ve âdetin gerektirdiği bir şey ise mendûb; onların ihlâlini gerektiren bir şeyse —israf gibi— mekruh vasıflarını alırlar.
[55] Buradaki sözünden anlaşılan, tek bir şahsa göre mubahın küll açısından ele alındığında mendûb hükmünü almasıdır. Bu paragrafın sonunda ise "işte böylece bütün insanlar onu terketseler, o takdirde mekruh olurdu." sözüyle de, sankî kifâî bir talep olduğunu, dolayısıyla bazılar işlediği takdirde diğer­lerinden talebin düşeceğini belirten bir ifâde kullanmıştır. Muhtemelen ko­nuyu birinci sözü doğrultusunda anlamak gerekmektedir. İleride gelecek "keza insanın bunları bazı durum ve zamanlarda terketmesi veya sadece ba­zı insanların terketmeleri de caizdir, "sözü de bunu desteklemektedir.
[56] Buhârî, salât 9; neseî, zekât 40; muvatta, libâs 3.
[57] Müslim, îmânl47; ibn mâce, duâ 10; ahmed, 4/133 ...
[58] Bakara, 2/275
[59] Mâide, 5/96.
[60] Mâide, 5/1.
[61] Tabiî yeme ve içme dışında kalan şeyleri.
[62] Bu ve bundan sonrasını sadece tek şahsa nisbetle ele almıştır.
[63] Ya ezan, ikâmet gibi kifâî, ya da diğer misaller gibi aynî vâcib olurlar.
[64] Bkz. Buhâri, ezan 29, 34; müslim, mesâcid 251-254; ahmed, 1/394 ...
[65] Ona göre, mubah bir şeyi işlemede devamlılık göstermek, o şeyin küçük gü­nah haline dönüşmesine sebep olabilir.
[66] Bu hadisi burada almasının sebebi, şâri'in terkin tekrarına, hafife alma ve umursamazlık üzerine tertip ettiği hükmün aynısını tertip ettiğini ifâde içindir. Dînî mükellefiyetlerle istihfafta bulunma ve onları önemsememenin ne kadar büyük bir cürüm olduğu bellidir. Böylece hadisin zikri, terkin tekrarı durumunda ortaya çıkacak günahın, bir defa işlenmesi duru­munda söz konusu olandan çok daha büyük olduğuna delâlet etmiş olmakta­dır
[67] Her iki hadis için bkz. Ebû dâvûd, salât 204; tirmizî, cuma 7; neseî, cuma 2; ibn mâce, ikâme 93; muvatta, cuma 20; ahmed, 3/332 ...
[68] Buradaki tekrardan bir fayda çıkmamaktadır. Bu belki de bir tahrif sonucu­dur.
[69] Nasıl ki, mendûb cüz olarak mendûb, küll olarak vâcib oluyordu ise, burada da vâcib küll halinde ele alındığında farz olur. Böylece daha önce mendûb, mübâh ve mekruh için açıklanan yol dışına da çıkmaz. Bunun onlardan ay­rıldığı yer şurasıdır: daha öncekiler küllî olarak ele alındıklarında, cüzî ola­rak ele alınma durumundaki hükümlerinden farklı bir hüküm almaktadır­lar.
[70] Tarifleri için bkz. S. 68'deki dipnotlar.
[71] Tirmizî, tıb 2; ebû dâvûd, tıb 1; ıbn mâce, tıb 1; ahmed, 3/156.
[72] Müslim, sayd 57; ebû dâvûd, edâhî 11...
[73] Yani bu zikri geçen küllî meselelerin kapsamları altına giren cüzlerin az ol­ması ve şümullerinin zayıf bulunması durumunda küllî ve cüzî oluşları ha­linde de hükmün aynı olması görüşü kabul görebilir.
[74] Daha önce de geçtiği gibi, yasak olan şeylerin küllî ya da cüzî oluşlarına göre mertebelerinin farklı olması.
[75] Müslim, ilim 15; neseî, zekât 64; ahmed, 4/357.
[76] Buharı, cımâiz 32; müslim, kasâme 27; ahmed, 1/383 ...
[77] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/121-130
[78] Şayet "devamlı" kaydı olmadan zikretseydi daha tutarlı olurdu. Çünkü mesî-re yerlerinde gezinmemek, kuş sesi dinlememek ... Bunlara müptela olma­nın terkine hizmet etmektedir ve bunların devamlılık üzere işlenmesinin terki matlûptur
[79] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/130-132
[80] Bakara, 2/223.
[81] Bakara, 2/35.
[82] Bakara, 2/58.
[83] Mâide, 5/2.
[84] Cuma, 62/10.
[85] Bakara, 2/57.
[86] Cuma, 62/11.
[87] Lokman, 31/6.
[88] Zümer, 39/23.
[89] Bkz.buhârî,tsti'/.ân52;tirmizî,fedâilu'l-cihâdll;îbnmâce,cihâd 19; ah-med, 4/144.
[90] Nikâhta def çalınması gibi.
[91] Bayram gününde, mcsciddu kılıç-kalkan oyununa müsâade edilmesi gibi.
[92] Bkz. Ebû dâvûd, atime i)0; tirmizî, libâs 6; ibn mâce, atime 60.
[93] Az sonra da geleceği gibi, bazan da o şey hakkında izin bulunduğu anlaşılma-yabilir.
[94] Yani mubahın iki anlamı arasındaki farka delili. Bu üç delil içerisinde en açık olanıdır. İstidlal yönü, günahın kaldırılması ifâdesi âmm olmakla bir­likte, bundan tahyîr mânâsı gerekmemesidir.
[95] Bakara, 2/158.
[96] Nahl,16/106.
[97] Ayette "günahın kaldırılması" tabiri olmamakla birlikte, aynı mânâ bulun­maktadır, oyüzden de mendûbun hilâfına olmasına rağmen buraya alınmış­tır.
[98] Burada müellifin maksadı, sadece zikrettiği bu iki lafız değildir, bu lafızlarla birlikte aynı mânâyı ifâde eden diğer lafızlar da bu iki lafza dahildir.
[99] Geçen izahatlar ışığı altında, burada "bazan da vacib olur" ilâvesinde bulun­ması uygundu.
[100] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/132-136
[101] Bu birinci delilden uzak değildir. Çünkü bunun ifade ettiği anlam şudur: yü­ce Allah emrolunan ve yasaklanılan şeylerle korunmasına özen gösterilen üç husustan birinin teminini kasdetmiş olmaktadır. Mubah ise böyle değil­dir; ona yönelik işlenmesi ya da terki şeklinde bir kasdı bulunmamaktadır. Çünkü onun üzerine üç şeyden bir husus terettüp etmemektedir. Dolayısıy­la da mübâh mücerred mükellefin tercihine bırakılmış ve mahza arzu ve he­vesine, sırf kendi hazzına tâbi kılınmıştır. Bu aslında birinci delilin aynısı­dır. Aralarındaki fark nihayet şudur: birinci delilde, garaza mübâh cihetin­den doğrudan doğruya girmişti, burada ise emir ve nehiy vasıtasıyla yaklaş­maktadır. Dolayısıyla bu aynı delilin bir başka açıdan tasviri mahiyetinde­dir.
[102] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/136-137
[103] Buhârî, bed'u'1-vahy 1...; müslim, imâre 155; ebûdâvûd, talak ll;neseî, taharet 59 ...; tbn mflce, 26. [150]
[104] Ahzâb,33/5. 100   bakara, 2/286.
[105] Bkz. İbn kesir, 1/342
[106] İbn mâce, talâk 16. Şevkânî'nin bildirdiğine göre ayrıca ibn hibban, dara-kutnî, taberânî, hâkim de tahric etmişler, nevevî hasen olduğunu söyle­miştir.
[107] Yaklaşık şekillerde olmak üzere bkz. Buhârî, hudûd 22; talâk 11; ebû
Dâvûd, hudûd 17; tirmizî, hudûd 1; ahmed, 6/100
[108] Nisa, 4/43.
[109] Aklı başında iken ve içkinin pek çok kötülüğe götüreceğini bilerek içmiştir; dolayısıyla onların husulüne dâir bir kasdı bulunmasa bile muâhaze edilir. Zina cezasının bu denli ağır tutulması da sadece sebebiyet verdiği neticeler itibarıyla : '.malıdır. O bu neticeleri bilmektedir. Zina sırasında bunları dü­şünmemesi, böyle bir kasdının bulunmaması durumu değiştirmemektedir. Sebeb bahsinin sekizinci meselesinde de geleceği üzere sebebiyet verecek bir şeyin işlenmesi, sebebin ortaya konulması gibidir. Müsebbibi kasdetmiş olup olmaması farkulmemektedir.
[110] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/137-139
[111] Müellif, burada daha önce arzettiği ve "cüz olarak ele alındığında mendûb vâcib olur" şeklinde belirlediği esası biraz daha açmak istemektedir. Burada ikinci meselenin birinci faslında yetindiği gibi yapmayarak müekked sün­netlerle râtib nafilelerin dışında kalan diğer mendûblan da konu içine dâhil etmektedir.
[112] Delîlin mihverini, bunları küll olarak terkeden kimselerin adalet vasıflarını yitirmeleri ve bunların dînin konumunda etkin bulunmaları teşkil ediyordu. Bunların her ikisi de, burada terkinde bir kerahet bulunmayan ve geçen kaidenin üzerine bina edildiği sünnetlergibi olmayan mendûblar için geçerli olabilir mi? Eğer bunların terkinde bir kerahet bulunmuyorsa, onu terkeden kimse nasıl adalet vasfını kaybedecek, dînin konumuna nasıl etkide buluna­caktır? Bu itibarla hem konu üzerinde hem de iddia edilen neticeler üzerinde daha fazla düşünmek gerekmektedir.
[113] Bu kısımdaki vâciblik hükmü, asıl maksûd olan vâcibdeki kadar güçlüolma-maktadır. Bunun üzerine şu netice terettüp eder: vesîle vacibin terkinden gerekecek günahla işlenmesi sonucunda elde edilecek sevap, maksûd olan vacibin günah ve sevabına denk olmayacaktır.
[114] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/140-141
[115] Mesele, cumhurun geniş vakitli vâcib hakkındaki görüşü üzerine bina edil­miştir. Geniş vakitli vâcibden kasıt şudur: bazı yapılması istenilen şeyler vardır ki, onlar için belirlenmiş vakit geniştir; şayet mükellef o vaktin her­hangi bir diliminde onu îfa edecek olsa, üzerine bir günah terettüp etmeye­cektir. Burada müellif hatta taksirin de bulunmadığını, itabın da söz konu­su olmayacağını belirtmektedir. Onu vaktin ilk diliminde îfâ etmek ve böyle­ce öne geçmek ve efdaliyet ise daha başka bir şeydir; ondan vacibin belirlen­miş vaktin en sonunda îfâ edilmesi durumunda taksirin söz konusu olması gerekmeyecektir.
[116] Tirmizî, salât 13.
[117] Ali b. Muhammed el-mâlikî (ö. H. 478).
[118] Vaktin evveli ... Hadisi gibi.
[119] Namaz, hac ve oruç konularında imâm mâlik'le şafiî'ye nisbet ettiği vakitler gibi. Bunların vakitleri içtihâdla tayin edilmiştir
[120] Ebû dâvûd, salât 9; tirmizî, mevâkît 13; ahmed, 6/374, 440.
[121] Bkz. Ebû dâvûd, salât 1.
[122] Ebû dâvûd, salât, f>; muvatta, kur'ân 46; ahmed, 3/ 185.
[123] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/141-145
[124] Hac, 22/36.
[125] Bu durumda, o şeyin zimmette sabit olması nasıl mümkün olabilir? Zira yü­kümlü tutulan durum zaman ve mekâna göre farklılık göstermektedir; Yeri­ne göre tamamen düşebilmekte, azlık ve çokluk bakımından değişebilmektedir.
[126] Konuyu biraz açmak istiyoruz: kifâî (içtimâi) farzlar, bazan cüz olarak yapı­lıp yapılmamakta muhayyer kılınırlar. Medenî hayatın ikâmesi için gerekli olan çeşitli sanatlar ve mesleklerin icrası gibi. Bazan da cüz olarak mendûb olurlar. Adalet, ihsan, diğer nafileler, nikâh vb. Gibi. Şu kadar var ki, ikincisi kül olarak ele alındığında mutlaka kifâî vâcib olur. Bazan cüz'î olarak da ke­sinlik (vücûb) arzeder. Bizzat devlet başkanına nisbetle adaletin ikâmesi gi­bi. O ferd olarak da adaletin ikâmesi talebiyle kesin olarak memurdur. An­cak "kifâî (içtimaî) farzlar aynî olarak mendûb hükmünü alırlar." sözü küllî bir kaide deği ldir. Aksine bazan mendûb bazan da yapılıp yapılmaması mu­hayyer olur. Nitekim daha önce de işaret edilmişti.

Kısaca, kifâî (içtimaî) farz olan bir şey, bazan cüz olarak ele alındığında yapılıp yapılmaması muhayyer olur, bazan da mendûb olur. Kesin talep an­cak kül olarak ele alındığında söz konusudur. Bazan nadiren de olsa, ferdî planda da kesinlik (vücûb) arzettiği olur.

Buna göre şunu da ekleyebiliriz: kifâî farzı edâ eden kimse ondan ancak mendûb sevabı alır. Herkes terkettiğinde bütün mükellefler onun terkinden dolayı ikâba uğrarlar. Bazan da onu işleyen bir sevâb elde edemez. Bu kifâî farzın cüz olarak ele alındığında mükelleflerin yapıp yapmamakta muhay­yer kılındıkları sanatlar ve mesleklerin icrası gibi kısmında olur. Bu konu üzerinde iyice düşünmek gerekir.
[127] Şatibi, el-muvafakat islami ilimler metodolojisi, iz yayıncılık. 1/145-150
[128] Bu mertebe bir açıdan helâle benzemektedir; çünkü ona taalluk edecek bir talep bulunmamaktadır, yapılması durumunda günah da yoktur; harama da benzemektedir; çünkü bunlara eğer bir hüküm taalluk edecek olsaydı, muhtemelen bu levm (kınama) ve zem olurdu.
[129] Müellif, bu mertebenin sadece teklîfî hükümlerden olmadığına hükmettik­ten sonra, onun altıncı bir hüküm olduğunu veya şer'îbir hüküm olmadığım ifâdeye gitmemiş, helâl ile haram arasında bir mertebe olduğunu belirtmek­le yetinmiştir.
[130] Bkz. Darakutnî, 4/184, 298.
[131] Bakara, 2/222.
[132] Bakara, 2/220.
[133] Bakara, 2/217.
[134]  Yani haramlık şüphesi bulunup da hakkında haram kıhcı bir nass bulunma­yan, sükût geçilen konuları [135]
[136] Tevbe, 9/43. Dclîl olarak kullanılan kısım âyetin devamı dır. Ayetteki ifâdeye görehz.peygamber, doğru olup olmadıkları tebeyyün etmeden önce onlara izin vermiştir. Bu husus âyet başında ifâde edilen af kapsamından olmak­tadır.
[137] Enfâl, 8/68.
[138] Ebû dâvûd, sünne 6.
[139] Neseî, hac l;ahmed, 2/247.
[140] Al-i imrân, 3/97.
[141] Yaklaşık olarak bkz. Müslim, hac 141; neseî, hac 76; îbnmâce,menâsik4], 44; ahmed, 4/175.
[142] Mâide, 5/101.
[143] Buhârî,mevâkît11,pitcn 15;itisâm 3; müslim, fedai! 136-137;ebûdâvûd, nikâh o ..-
[144] Bkz. İbnkesîr, 2/104.
[145] Ekran gibi. Hadisin metninde "urd" kelimesi geçmektedir. Bu kelime bir şe­yin yanı, canibi manasınadır. (ç)
[146] Haram olmayan şeyi haram kılıcı vahyin inmesi, rezil ve rüsvay olmaya maruz kalma vb. Gibi kendilerinin hoşlarına gitmeyecek şeylerin ortaya çık­ması vb..
[147] Mâide, 5/101.
[148] "Hz.Peygamber (as) çok soru sorulmasından hoşlanmazdı." diye başlanıp da buraya kadar arzedilen kısımdan.
[149] Bakara, 2/67 vd.
[150] Tevbe, 9/43.
[151] Enfâl,8/68.
[152] Mesela aynı anda yapıl ması imkanı olmayan iki işin yapılmasını isteyen iki delilin bulunması durumunda bunlardan birini takdimde bulunarak tercihe gitme gibi.

Teklifi hükümler                                 
[153] 'İktizâ' fiilin işlenmesini ya da terkini talep etmektir ki, vâcib, mendûb ile haram ve mekruh kısımlarını içerir. Tahyîr' ise muhayyer kılmak, tercihe bırakmak anlamında olup 'mübâh'ı içine ahr. (ç)
[154] Yani güçlü bir çelişen i olan delille amel etmek. Gerçi bu delil ilmî olmamak­tadır; çünkü mücerredzandan başka bir şey değildir ve şer'îbir mesnedi de yoktur
[155] Bir berîd on iki mildir
[156] Orucunu bozmasını ya da tevilini dayandırdığı asıl, dayanak.
[157] Ebû dâvûd, salât (cuma) h.no: 1091 {c.l/s.286).
[158] Bkz. Müslim, cihâd 69. Müslim'in bu rivayetinde öğle namazı olarak belirtil­miştir.
[159] Elimizdeki her iki baskıda da cümle olumlu kurulmuş olmakla birlikte, sözün siyak ve sibakını, tahkiki yapan abdullah dıraz'ın muhtemelen bura­da bir istinsah hatası olabileceği şeklindeki notunu da dikkate alarak bu şekilde olumlu olarak tercüme ettik. (ç)
[160] Bkz. İbn mâce, taharet 54; tirmizî, taharet 30; abmed, 4/229.
[161] Ay nî'n in nakline göre ebû yûsuf şöyle demiştir: medine'ye gittiğimde îmâm mâlik'i ziyaret etmiş ve sohbet esnasında sâ'ın sekiz ntıl olduğunu  söylemiştim. İmâm mâlik; hayır, sekiz değil 5 tam 1/3 rıtıldır, diyerek bir öl­çek getirip: işte hz.peygamber'in (as) sâ'ı budur, dedi. Ve hakîkaten bu ölçek 5 tam 1/3 rıtıl idi. (bkz. Tecrid 5/82). (ç)   
[162] Yani delilin gereğinden mesela delili doğru şekilde anlayamamak gibi hata yolu ile veya delili unutmak suretiyle çıkmak. Birinci neviden sayılan müc-tehidin hatası ise farklıdır. Orada müetehid delile sarılmakta ve onunla amel etmektedir. Ancak daha güçlü bir delit karşısındaodelileyapışmasmın hatalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Burada ise delili terk ve gereğinden çık­mak söz konusu edilmektedir.
[163] İbn mâce, talâk 16. Şevkânî'nin bildirdiğine göre ayrıca ibn hibban. Dara-kutnî,taberânî, hâkim de tahric etmişler, nevevîhasen olduğunu söylemiş­tir.
[164] Ebû davûd, hudûd 5; ahmed, 6/181. Müellifin aldığı hadiste bulunmamakla birlikte verdiğimiz bu iki kaynakta hadis "hadler müstesna" şeklinde kayıt­lıdır. O yüzden biz parantez içerisinde ilâve ettik. (ç)
[165]  Hadîsin sahîh olduğunu kabul etsek bile, her iki hadiste de sözü edilen şey, bizim burada konu edindiğimiz " afv" yani "şer'an bir günahın, sakıncanın ol­maması ve mağfiret edilmesi" mânâsında değildir. Ama bir kimsenin köle­sinden veya yaraladığı birisinden dolayı kısas edilmemesi konusuna gelince, o tamamen ayrı bir konudur. Bu hadisi concordanee vasıtasıyla bulama­dık. Kaldı ki, her iki hadiste de söz konusu olan sürçme ve suçlardan maksa-dm, hakkında şer'an belirlenmiş bir had cezası olmayan, tazîr nevinden bu­lunan suçlardan olması gerekmektedir. Nitekim izahlar da bu doğrultuda yapılmıştır.
[166] Necm, 53/31-32.
[167] İzah etmeye çalıştığım izm ân âda afv uhrevî bir durum olmaktadır. Daha ön­ce geçen misallerine bakınız. Hatta müellif bizzat kendisi de mağfiretin husulünden söz etmiştir ki, bu her ne kadar meselâ içki içmek gibi şeyler se­bebiyle kendisine haddin adem-i tatbiki hükmünü tabî kılsa da tamamen aslî kasıtla yapılan uhrevî bir durum olmaktadır. Ancak bazı afv mahalleri de vardır ki, onların altına dünyevî herhangi bir durum girmemektedir. Me­sela müetehidin yaptığı hatalar gibi. Bu tür hataların affı tamamen uhrevî bir durum olmaktadır.
[168] Acaba bu aynı zamanda günahı da düşürür mü? Görünen odur ki, şüphe çe­şitlerinin çoğu günahı da düşürür. Eğer şüphe sâdece haddi düşürecek, gü­nahı düşürmeyecek ol ursa, o takdirde o, burada konumuzu teşkîl eden "afv mertebesi" dâhilinde olmaz.
[169] Çünküo, ikinci nevin ikinci şıkkı olmaktadır. Abdullah dıraz müellife bu ko­nuda itiraz eder ve notunda şöyle der: "ancak buna,"delilin gereğinden tevîl yoluyla çıkmaktır", diye nasıl söylenebilir? Halbuki, hadlerin şüphe ile dü­şürülmesi "hadleri şüphelerle düşürünüz." (bkz. Keşful-hafâ, 1/73) şek­lindeki hadîsle amel etmek olmakta, dolayısıyla bu delille tahsîs edilmiş hadler hakkındaki delilin genel kapsamından dışarıçıkılmişolmamaktadır. Çünkü tahsis gördükten sonra, o kısımda delili uygulamaya koymamak delilin gereğinden çıkmak olmaz. Aksine bu iş, ânım olan deiîlin delâletinin bu konuyu içerisine almadığını beyan eden tahsîs delilinin imâli olmakta­dır. Dolayısıyla hadlerin şüphelerle def edilmesi konusunun "afv" mertebe-sininbuikincinev'inin her iki şıkkına da girmeyeceği kanâatindeyiz. Çünkü burada kasıtsız olarak ya da tevîl yoluyla delilin terki söz konusu değildir.

Ancak burada müellifin kasdettiği delilden maksat muhtemelen haddin ikâmesini gerektiren beyyine vb. Olmalıdır ve terkedilen delilden kasdmın da bu olduğu anlaşılmaktadır.
[170] Mâide, 5/93.
[171] Bkz. Ebû dâvûd, atime 30; tirmizî, libâs 6; ibn mâee, atime 60.
[172] Mâide, 5/5.
[173] Bkz. Darakutnî, 4/184, 298.
[174] Yaklaşık olarak bkz. Müslim hac, 141;neseî,hac76;ibnmâce,menâsik41, 44; ahmed, 4/175.
[175] Ebû dâvûd, sünne 6.
[176] Yani muhtemel bir gerekçe bulunsa bile sükût edilen, açîklamaya gidilme­yen bir yönün.
[177]  Neseî, hac 1; ahmed, 2/247. Yani fazla deşelemeyiniz ki üzerine size bir fay­dası olmayacak tafsilât binmesin.
[178] Bakara, 2/219.
[179] Hatta bazıları bu yüzden, haramlığın bu âyetle başladığı görüşündedirler.
[180] Mâide, 5/90.
[181] Mâide, 5/93.
[182] "Beyu'l-melâkîh", gebe devenin karnındaki yavrunun; "bey u'l-nıe idamın" de henüz damızlık erkek hayvanın sulbündeki dölün satılması olmaktadır. (ç)
[183] Garar iki kısımda mütâlâa edilir: a) vücutta garar.b) vasıfta garar. Yukarı­da verilen misaller vücutta gararla ilgilidir. (ç)
[184] Kendisinde hem erkeklik hem de dişilik alâmeti bulunan kimse. (ç)
[185] Şatibi, el-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/150-168
[186] Yani bu durumda, farz-ı kifâye hiçbir kimse tarafından işlenmediği zaman, terettüp edecek günah bütün mükellefler üzerine olmayacak, sadece o iş için ehil olan kimselere ait olacaktır
[187] Tevbe, 9/122.
[188] Al-i imrân, 3/104.
[189] Nisa, 4/102. Bu âyetler söz kon usu ta lebin sadece ehil olan kimselere yönelik olduğunu göstermez. Onlara yönelik olduğu gibi, bütün imkanlarını kulla­narak onların yetiştirilmesini temin etmek durumunda olan bütün mükel­leflere de yöneliktir. Eğer içtimaî farzlar için ehil ol an kişiler yetiştirilmezse, o takdirde bütün mükellefler bundan mesul olacaklardır. Nitekim bir âyette "bir fitneden sakının ki, o sadece içinizden zâlim olanlara isabet etmez ..." buyruhnuş ve böylesi bir durumda herkesin mesul olacağı belirtilmiştir.
[190] Müellifin görüşü esas alındığında bugün halîfe olmadığına göre, bundan mesul olacak kişiler sadece bu göreve ehil olan kimseler olacak ve ümmet günahkâr olmayacaktı r. Ve yine hilâfet için aranılan şartların hiçbir kimse­de bulunmadığı varsayılacak olsa, bu görevin ihmâlinden dolayı hiçbir kim­se günahkâr olmayacaktır. Doğrusu böyle bir neticeyi kabul etme imkanı yoktur. Müellifin bahsettiği "taayyün" meselesi şu anda sözünü ettiğimiz farz-ı kifâyeden ayrı, başka bir şeydir.
[191] Şu anda biz farz-ı aynı işlemiyoruz. Cihâdın onlar üzerine taayyün edeceği müsellemdir. Ancak hepimiz üzerine vâcib olan şey bu işin gerçekleşmesidir. Kısaca konuyu şöyle özetlemek mümkündür: fiilen maslahatı gerçekleştir­me işini yüklenmek buna'ehil olan kimseler üzerine düşecektir. Kendisin­den başka ehil olmaması ve o iş için kendisinin taayyün etmesi durumunda o işi yüklenmesi taayyün eden kimse için farz-ı ayın olacaktır. Eğer kendisin­den başka ehil insanlar varsa, ehil olmayan insanlar gibi onun için de talep hâlâ kifâî olarak farz olmaya devam edecektir. Bu durumda, kifâî talebe ehil olanla olmayan arasındaki fark şudur: ehil olmayan kimse, û işi ehil olan bi­risinin üstlenmesi için çalışmak, ehil olan insanları yetiştirmek ve ortaya çı­karmakla yükümlüdür. Ehil olan kimse ise, ehiî n mayan kimsenin yaptıkla­rını yapmakla birlikte, ayrıca bu iş için kendisi taayyün ettiğinde onu üstlen-mek ve yerine getirmekle görevlidir.
[192] Müslim, imâre 17; ebû dâvûd, vesâyâ 4.
[193] Hadisin devamı: "eğero sana talebin neticesinde veriîirse, onunla yalnız bı­rakılırsın; yok sen istemeden verirlerse o zaman yardım görürsün." şeklin­dedir. Bkz.buhâri, ahkâm 5, 6; müslim, imaret 13; ebû dâvûd, imaret 92.
[194] Nahl, 16/78.
[195] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/168-174
[196] Hac, 22/78.
[197] Aynı cinsten olan ribevî malların bir tarafi fazlahkh olarak yapılan peşin mübâdeleteriyle, bir tarafı fazlahkh olmasa dahi veresiye yapılan mübade­leleri ribâ olmaktadır. (Ç)
[198] bkz. s.68 (dipnot).
[199] Yani evlenüdiği zaman şüpheli şeyler kazanmaya tevessül etme, bazı yasak­lara düşme korkusu vb. gibi engeller; insanlarla haşir neşir olduğunda bazı münker olan şeyleri görebileceği ve işitebileceği ihtimalleri gibi engeller kasdedilmektedir. Bu engeller bulunması na rağmen bu tür tasarruflar ya­saklanmış değildir.
[200] Zira hemen her teklifte az ya da çok bir güçlük vardır.
[201] Müellif burada bu şıkkın altına girecek hem hacmen fazla uzun olmayan hem de fazla Önemi bulunmayan bazı tafsilatı vermek için bir "Mesele" aç­makta ve yukarıdan beri izah etmeye çalıştığı 11. Mesele'nin (c) şıkkını da daha sonraya bırakmaktadır. Bu itibarla yaptığı bu iş sistematik açıdan pek uygun gözükmemektedir.
Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/174-176
[202] 'Zerîa'(ç.Zerâi') Bir kötülüğe ya da iyiliğe götüren yollar, vesileler, vasıtalar demektir. (Ç)
[203] Eğerbirincisiyse aralarında tearuzun bulunması sahîh değildir... şeklinde­ki on üçüncü meselenin başında geçen sözleri kasdediyor.
[204] Müteşâbihâttan buradaki kas di, muhtemelen hadiste geçen "müştebihâfla aynı anlamda olmalı, yani helâl ve haram arasında şüpheli olan şeylerden sakınmanın gerekliliğini bildiren asıl. (Ç)
[205] Buharı, Ferâiz 62; Müslim, Ferâiz 1; Ebû Davûd, Ferâiz 11
[206] Nisa, 4/11.
[207] Şatibi, El-Muvafakat İslami İlimler Metodolojisi, İz Yayıncılık. 1/177-181


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..