On Birinci Mesele:
Yukarıda belirtilen keşif vb. gibi şeylerin dikkate alınıp, onlarla amel edilebilmesi için mutlaka şer'î bir hüküm ya da dînî bir kaideye ters düşmemesi gerekmektedir. Dînî bir kaide ya da şer'î bir hükmü ihlâl eden birşey haddizatında hak olan birşey değildir; o ya hayaldir ya vehimdir ya da şeytanın ilkâsı (telkini) olmaktadır. Bunlar bazen içerisinde haktan unsur da taşıyabilir; bazen de haktan hiçbir şey taşımaz. Bu durumda bunların dikkate alınması doğru değildir; çünkü ser'an sabit bulunan bir esasa ters düşmektedir. Şöyle ki:Hz. Peygam-ber'in getirmiş bulunduğu şeriatbundan önceki meselede de geçtiği gibi geneldir, özel değildir. Onun esasları bozulamaz ve onun bidüziyeliği ortadan kaldırılamaz; onun hükümleri altına girmeyen bir mükellefin olması düşünülemez. Durum böyle olunca, şu anda Üzerinde durduğumuz kabilden olan ve şeriat tarafından konulmuş bulunan esaslara ters düşen herşey sakat ve bâtıl olacaktır.
Buna verilecek misallerden biri İbn Rüşd'e sorulan şöyle bir sorudur: Bir hâkim, kendisine gelen bir dâvada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamberin kendisine "Bu şahitlikle hüküm verme; çünkü o bâtıldır" dediğini görür. Bu durumda ne yapacaktır?
İşte böylesi bir rüya, ne bir emir ve yasak; ne müjdeleme ve korkutma konusunda dikkate alınmayacaktır; çünkü şer'î kaidelerden birisiyle ters düşmekte ve şer'î bir hükmü ihlale uğratmaktadır. Bu türden olan diğer örneklerde de durum aynıdır, "Hz. Ebu Bekir, bir adam öldükten sonra, görülen bir rüya üzerine onun vasiyetini yerine getirmiştir" şeklinde yapılan rivayetözel bir uygulamadır ve çeşitli ihtimalleri taşıdığı için genel bir kaideyi bozabilecek güçte değildir. Çünkü bu uygulamanın muhtemelen vârislerin, rızası üzerine gerçekleştirilmiş olması mümkündür ve böylece şer'î bir aslın ihlale uğraması sözkomısu olmayacaktır.
Buna göre, bir kimse mükâşefe yoluyla belli bir suyun gasbedil-miş ya da necis olduğunu, ya da şu şahidin yalancı olduğunu veya A'nın delil ikame ederek elde ettiği malın aslında B'ye ait olduğunu.., vb. anlasa, açık bir gerekçe (sebep) olmadığı sürece, bu mükâşefe doğrultusunda amel etmesi doğru olmayacaktır; dolayısıyla böyle bir durumda asla su yok farzedilerek teyemmüm alınamayacak; şahidin şehâdeti reddedilemeyecek, o malın B'ye ait olduğuna hükmedil eme-yecektir. Çünkü zahirde şeriatın getirdiği kurallar gereğince başka hükümler sabittir ve bu hükümler sadece mükâşefe veya firaset gibi şeylere dayanılarak terkedilemez. Nitekim aynı şekilde uykuda görülen rüyaya da itimat edilemez. Eğer bunlar caiz olacak olsaydı, o takdirde zahirle hükmetme gerekçelerinin bulunmasına rağmen şer'î hükümlerin bunlarla bozulması[352] caiz olurdu. Böyle bir netice asla sahih değildir; dolayısıyla işlemekte olduğumuz konuda da durum aynı olacaktır.Sahîh'te şöyle gelmiştir: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz ve huzurumda muhakeme oluyorsunuz. Belki içinizden bazıları kendisini daha İyi savunuyor ve ben de sonuçta işittiğim doğrultusunda (zahire göre) hükmediyorum..[353] Hz. Peygamber bu hadislerinde hükmü, işitilen şeylerin gereğine ve diğer şeylerin terkine bağlamıştır. Hz. Peygamber, kendisine arzediîen hükümlerin pek çoğunun aslına vakıf bulunuyor; onların haklıya da haksız olduklarını biliyordu. Buna rağmen o, ancak ve ancak duyduğuna göre hükümde bulunuyor; bilgisi doğrultusunda hüküm vermiyordu. Bu husus, hâkimin kendi bilgisiyle (sübjektif olarak) hükümde bulunmasının yasaklanmasına bir dayanak olmaktadır.
İmam Mâlik, kendisinden meşhur olarak nakledilen görüşüne göre, hâkimin, huzurunda kesin olarak yalancı oldukları bilinmeyen âdil şahitlerin şehadette bulunması durumunda, kendi bilgisi aksine de olsa hüküm vermek zorunda olduğunu belirtmiştir. Çünkü, onların şehâdetleri gereği hükümde bulunmazsa, kendi bilgisiyle hükmetmiş olacaktır. Hâkimin bu bilgisi başka başka şeylerin de karışabileceği harikuladeliklerden değil, hiç kuşku içermeyen âdetlerden çıkarılmıştır. Hâkimin kendi bilgisine dayanarak hükümde bulunabileceği görüşünde olanlar[354] da, nihayet görüşlerini yine harikuladeliklerden değil, âdetlerden elde edilen bir bilgi üzerine kurmaktadırlar. Bu yüzden Hz. Peygamber, kendisi en büyük hüccet olduğu halde, şahsî bilgisine dayanarak hüküm vermede bulunmamıştır[355] İbnu'l-Arabî, Mâliki imam Şâşfnin, Bağdad'da kâdılkudât[356]iken, İyas b. Muâvi-ye'nin kadılık yaptığı günlerdeki tutumu gibi, fîrasetle hükümde bulunur olduğunu nakletmiş ve üstadı Fahru'l-İslâm Ebu Bekir eş-Şâşî'nin ona reddiye olmak üzere bir cüz (risale) yazdığını söylemiştir.
O böyle diyor. Vakıa, eğer o başka hüccet vb. aramadan mutlak olarak fîraset ile hükmediyordu idiyse, elbetteki bu tutumu reddedilmeye lâyıktır.
İtiraz; Bu vardığınız sonuç iki açıdan müşkil gözüküyor: (1)
Mükâşefe ve keramet sahibi kimselerden sizin bu dediğinizin aksi doğrultusunda nakiller vardır. Bazı kimseler, keşfe ya da alışılmış olmayan bilgi edinme yollarına dayanarak, dış görünüşü itibarıyla he-laî olan birçok şeyden geri durmuşlardır. Baksanız a, İmam Şiblî,
helâlden başka bir şey yememeye azmetmişti ve badiyede bir incir ağacı gördü; ondan yemek istedi. Bunun üzerine ağaç hemen dile gelerek: "Benden yeme, çünkü ben bir yahudîye aidim" dedi.[357]Abbas b. el-Mühtedî de bir kadınla evlenmişti. Gerdek gecesi, pişmanlık duydu; kadına yaklaşmak istediğinde engellendiğini hissetti. Bunun üzerine ondan vazgeçti ve dışarı çıktı. Üç gün sonra kadının kocası olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde kendilerinde, normal ya da normalin üstünde, yediklerinin helal olup olmadığına dair bir alâmet taşıyan kimselerin durumu da böyledir. Meselâ el-Hâris el-Muhâsibî'nin parmaklarından birinde bir damar vardı ki, bu damar elini şüpheli bir şeye uzattığında derhal hareket ederdi. O da o şeyden elini çekerdi.
Bunun dayanağını da Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet edilen zehirlenmiş koyunla ilgili hadis teşkil eder. Bu hadiste: "Ondan Hz, Peygamber ve diğerleri yedi. Hz. Peygamber: 'Elinizi ondan çekin; çünkü o (koyun) bana kendisinin zehirlenmiş olduğunu bildirdi. ' buyurdu. Etten yiyen Bişr b. el-Berâ öldü..[358] Hz. Peygamber, burada davranışını (koyun budunun lisan-ı hal ile ifade ettiği) sözü üzerine bina etmiş ve hem kendisi onu yemekten geri durmuş, hem de ashabına orıdan yememelerini emretmişti. Hem sonra bu, bizden öncekilerin şeriatına da uygun düşmektedir. Zaten bizden öncekilerin şeriatı, eğer bizim şeriatımızda naklediliyor ve neshedildiği de bildiril-miyorsa, bizim de şeriatımız olmaktadır. Bu husus bakara (inek) olayında vardır, Bu olayda anlatıldığı üzere, İsrailoğulları, bir inek boğazlamak[359] ve onun bir parçasıyla öldürülmüş bulunan birisine vurmakla emredilmişlerdi. Neticede Allah, onu diriltmiş ve kendisini öldüren kimseyi bildirmişti. Bunun üzerine de kısasla hükmedilmişti. Yine Kur'ân'da anlatılan ve gemide delik açan ve çocuğu öldüren Hızır
olayında[360] da tezimize çok açık delâlet bulunmaktadır. Bunlara benzer, gerek peygamberlerin mucizelerinde ve gerekse evliyanın kerametlerinde etkin olan bu tür unsurlar pek çoktur. (2)
Harikuladelikler, peygamberler ile veliler için, bize nisbetle alışılmış şeyler gibidir. Nasıl ki, normal bir şey (delil) bize suyun pis olduğunu ya da gasbedilmiş bulunduğunu gösterse, bizim ondan geri durmamız gerekiyorsa, burada da durum aynıdır, Zira gayb âleminden gelen bilgilenme ile, şühûd âleminden gelen bilgilenme arasında bir fark yoktur. Nitekim, pisliğin suya düştüğünü baş gözü ile görmek ile gayb gözüyle görmek arasında da fark bulunmamaktadır. Dolayısıyla hükmün, bunun üzerine bina edildiği gibi, onun üzerine de bina edilmesi gerekir. Bu ikisi arasım a3rıranîar, doğruya isabetten uzaktırlar.
Cevap: Belirtilen şeyler doğrultusunda amel etmenin doğru olabileceği ve bunların genelde meşru olan şeyle amel etmek olacağı konusunda aramızda bir tartışma bulunmamaktadır. Bu netice iki yönden sağlanmaktadır: (1)
Hz. Peygarober'den sadır olan şeylere kıyasta bulunmak ve onlara benzeyenleri onlara katmak. Tabiî bu durumda, bu tür harikuladeliklerin vakıa deliliyle Hz. Peygamber'e has olduğunun sabit olmaması gerekir. Bu türden olup da sadece Hz. Peygamber'e has olmaları onların mucize oluşları açısındandır. Bu durumda Hızır olayı, bizim şeriatımıza göre neshedilmiş olacaktır.[361] Kaldı ki, bazı âlimler âdetlerden hasıl olan bilgiye dayanarak gemiyi delmek ve kusurlu hale getirmek şeklinde bir davranışın caiz olacağı görüşündedirler. Çocuğun Öldürülmesi konusunda ise, asla böyle bir görüşe sahip olmak mümkün değildir. İki tevilden birisine göre, Bakara (inek boğazlama) olayı da mensuh bulunmaktadır. Mezhepdeki maktulün (ölürken) "Beni falan öldürdü" demesi durumunda sözüne itibar edileceği şeklindeki görüşe göre ise âyet muhkem bulunmaktadır. (2)
Kıyas yapılamaması takdiri, iîkkâidenin gereğinin aksine bir durum olmaktadır; zira onlarda carî olan kıyasla amel etmektir. Kıyas yapma imkânının yokluğunu takdir ettiğimizde şöyle deriz: Evliyadan nakledilen bu olaylar şer'î bir nassamıistenid bulunmaktadır. Bu nass da günah demek olan kalbi rahatsız eden şeylerden (hazâzu'l-kulûb) sakınma talebidir. Kalbi rahatsız eden şeyler sayısız etkenler sebebiyle meydana gelir ve bunlar içerisine bu tarzdaki şeyler de girer. Hz. Peygamber bir hadislerinde: "İyilik, nefsin huzur bulduğu şeydir. Kötülük ise, kalbini tırmalayan şeydir"[362] buyurmuşlardır. Şu halde, kalbi rahatsız eden şeyleri belli birşeye münhasır olmaksızın daha geniş manâsıyla tefsir edenlere göre bu (bahis konusu) şer'î nasslaramüstenid olma dairesinden çıkmış değildir. Bugibişey- [27i] lerin dikkate alınmasında, şer'î bir kaidenin ihlâlini gerektiren bir durum bulunmamaktadır. Bizim sözümüz, İbn Rüşd'ün meselesi ile, o türden olan diğer konularla ilgilidir. Bu durumda, Hızır'ın çocuğu öldürmesi olayını, bizim şeriatımıza da teşmil etmek ve böyle bir şeyin bizim şeriatımızda da olabileceğini söylemek asla mümkün olmayacaktır. Omensühbirhükümdür. Buarzettiğimizhususunizahı şöyle: Eğer bu tür anlatılan hikâyeler, İbn Rüşd'e sorulan soruda bulunan durum gibi birşey anımsatıyorsa, şeriatın esasları onun hilafına bulunmaktadır. Çünkü zahire göre hüküm verme esası, özellikle ahkâm (hükümler) kısmında olmak üzere kesin olmaktadır. Başkası hakkında, itikat konusuna nisbetle de genel olarak aynı olmaktadır. Çünkü bütün insanların Efendisi, kendisine vahiy ile bildirilmesine rağmen, münafıklar vb. kimseler hakkında, işleri zahirdeki görünüşe göre yürütüyor; onların iç hallerini bilmesine rağmen dış görünüşlerine itibar ediyordu. Bu (yani onun onların içyüzünü bilmesi) kendisini, onlar hakkında zevahire göre işlem görmesi hükmünden çıkarmamıştır.
İtiraz: Hz. Peygamber'in bu tutumu, insanların "Muhammed adamlarını öldürüyor" demelerinden korkması neticesinde böyle olmuştur. Dolayısıyla illet başka birşey olup, sizin sandığınız şey değildir. Şimdi, bu illet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan kalkacak ve bâtına göre hüküm vermede bir sakınca kalmayacaktır.
Cevap: Bu, bizim arzettiğimiz şeye en güçlü bir delil olmaktadır. Çünkü böyle bir kapının açılması, zahire dayanılarak hüküm verme esasını tümden ortadan kaldırır. Çünkü, zahir bir sebeple öldürülmesi gereken bir kimsenin durumu hakkında gerekçe gayet açık olarak bulunacaktır. O kişiyi açık bir sebep olmadan sırf gaybî bir duruma dayanarak öldürmek istemek ise, zihinleri karıştırabilir ve zevahiri örter. Şeriatta böyle bir kapının açılmasına imkân verilmemiştir. Meselâ,"Beyyine [363] davacı (müddet) üzerinedir;yemin ise inkâr edene verdirilir" [364] prensibine dayalı bulunan dâvalar bahsine bakalım. Bu prensipten hiçbir kimse istisna edilmemiştir. Hatta Hz. Peygamber'in bizzat kendisi bile, satın almış olduğu birşeyin karşı tarafça inkâr edilmesi durumunda beyyineye ihtiyaç duymuş ve "Kim bana şehâdet eder?" buyurmuştur. Sonunda Huzeyme b. Sabit kendisi lehine şehâdette bulunmuş ve Allah, onun şahitliğini iki şahidin şehâdeti yerinde kabul etmiştir.[365] Hz. Peygamber için durum böyle olursa, ümmetin normal fertleri hakkında nasıl olur? En büyük insan, en güvenilir bir kimseye karşı davacı olsa bile, beyyine davacı, yemin de inkâr eden kimseye (davalı) verdirilecektir.[366] Bu da aynı tür ve tarzdandır. Netice olarak şer'î emirler ve yasaklar karşısında gaybî durumlar dikkate alınmamaktadır. Bu noktadan hareketle evliya ve diğer âlimler, şeriata ters düşen her türlü keşf ve hitaba itibarda bulunmamışlar; aksine bu tür şeyleri şeytandan saymışlardır. Bu nokta anlaşılınca, evliyadan nakledilmiş bulunan hallerle ilgili konularda aşağıdaki gibi yorum mümkün olacaktır.
Zikredilen ağacın konuşmuş olması, o ağaçtan incirin yenmesini, konuşulan kimseye haram kılacak şekilde şer'î bir engel değildir. Nitekim, sahrada bir av bulunsa ve av "Ben sahipliyim" ya da buna benzer birşey dese, yine durum aynı olacaktır. Şiblî'nin ondan yememesi (haram olduğu için değil) aksine, Allah'a olan yakînî imam ile yiyeceğe ihtiyaç duymayacağına inandığı için, ya da başka bir yerde yiyecek bulacağını zannettiği için, ya da daha başka bir sebeple olabilir. Bu türden nakledilen diğer örneklerde de durum aynıdır. Yahut şöyîe deriz: O şeyi yemesi kendisine mubahtı; ancak bu alâmetten dolayı onu yemeyi terketti. Nitekim insan, istişare, rüyaya da benzeri bir sebeple, iki mubahtan birini terkedebilir. Bu husus inşallah ileride ele alınacaktır. Pis ya da gasbedilmiş olduğu keşif yoluyla öğrenilen su hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz. O şey hakkında, zahirde şer'î bir aslın ihlâline sebebiyet vermeyecek şekilde tercih hakkı bulunduğuna ve bir caizden başka bir caize intikâl durumu olduğuna göre, kendisine bir günah/sakınca terettüp etmeyecektir. Bununla birlikte biz, zahirle amel ederek ve muamelesinde şer'î esasa itimat ederek sözkonusu keşfin gereğine muhalefette bulunmasını farzedecek olsak, bu durumda o kimse hakkında bir günah ve kınama sözkonusu olmayacaktır. Zira keramet ve harikuladeliklerden maksat, şer'î bir hükmü delmek veya ondan birşeyi ortadan kaldırmak değildir. Nasıl olabilir ki, zaten kerametler şeriata uymanın bir semeresidir. Dolayısıyla meşru olan birşeyin, meşru olmayan birşeye sebebiyet vermesi veya fer'in (dal) aslı ortadan kaldırması muhaldir ve böyle bir netice asla meydana gelmeyecektir.
Lianda bulunan eşler hakkında gelen hadis üzerinde düşünelim. Bu hadiste Hz. Peygamber [ al«^S^tv'l şöyle buyurmuştu: "Bakın. Eğer kadın şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o falandandır. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, bu kez o falandandır." Sonunda kadın, kocanın zina iddiasını doğrular şekilde bir çocuk doğurmuştu. Buna rağmen Hz. Peygamber kadına had takbik etmemiş ve "Eğer Hân hükmü gereğince yapılan yeminler olmasaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı" buyurmuştur.[367] Bu hadis, had cezasını engelleyen şeyin yeminler olduğunu göstermektedir. Had tatbikini düşündüğü halde yapmaktan geri durması, fîrâset ile ulaşılan neticenin, meşru kılman yeminler karşılığında bir hükmü bulunmayacağını gösterir. Ama yeminlerden sonra, kocanın isnadı ikrar ya da beyyine ile sabit olsaydı, o zaman yeminler kadından haddi düşürmeyecekti.
İkinci Soruya Cevap: Harikuladelikler, her ne kadar nebiler ve veliler için diğer insanlara nisbetle normal şeyler gibi ise de, bu durum mutlak surette onlarla amel edilmesini gerektirmez. Zira bu şer'an kendisiyle amel edilen bir şey olarak sabit olmamıştır. Yine harikuladelikler eğer muhalefet etmeyi gerektirecek bir şekilde gelmişse, o takdirde onlara, içerisinde hak olmayan şeylerle şaibeli olarak girilmiş olur. Şeriata uygun olmayan rüya gibi. Mesela bir kimseye rüyasında "Şunu yapma!" denilmesi, halbuki o şeyin şer'an emredilmiş olması veya "Şunu yap!" denilmesi, fakat o şeyin yasaklanmış olması gibi. Bu türden olan şeylerin çoğu, seyr-i sülûkunu sağlam esaslar üzerine kurmayan ya da şeyhsiz (mürşidsiz) kendi başına sülûka kalkışan kimselerin başına gelmektedir. Evliya tarihini, onların gidişatlarını inceleyenler, onların bu türden şeylere iltifat etmeyerek hep şeriatın zevahirini dikkate aldıklarını görecektir.
Soru: Bu izah, bunlar üzerinde yürünemeyeceğini gerektirir. Halbuki mesele bu gibi şeylerle amel edilebileceği şeklinde vaz' edilmişti.
Cevap: Burada olmaz denilen, bu tür şeylerle amel edilmesi durumunda şer'î bir kaidenin ihlale uğraması sözkonusu olan hallerdir. Şerîata uygun olarak onlarla amel edilmesi durumu ise, yasaklanmış değildir.
Fasıl:
Bu şartın dikkate alınması kesin olduğuna göre; harikuladeliklere uygun olarak amel etme nasıl caiz olacaktır?
Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Haklarında genişlik bulunan caiz ya da işlenmesi matlup olan işler hakkında, zikri geçen hususların gereği ile amel etmek caizdir. Bu şu şekillerde olur: (1)
Bu mubah bir iş hakkında olur. Meselâ, mükâşefe sahibi bir kimse, falancanın, filan vakitte kendisine geleceğini görür veya kendisine gelişindeki iyi ya da kötü maksadını bilir ya da kalbinde bulunan hak ya da bâtıl olan bir düşünceye vâkıf olur. Bunun neticesinde de onun bu kasdma göre hareket eder ve kendisine gelişindeki amacının kötü olduğunukeşfetmesine göre koruyucu önlemler alır. İşte böyle bir davranış, yapılması caiz olan işlerdendir. Nitekim aynı şeyi gerektiren bir rüya görmesi durumunda da durum aynıdır. Ancak daha önce de geçtiği gibi ona meşru bir şekilde muamele etmek durumundadır, başka türlü hareket'edemez, (2)
Bunlarla amel, gerçekleşmesi umulan bir faydadan dolayı olur. Çünkü akıllı bir kimse kendisini, muhtemelen sonucundan endişe ettiği birşeyin içine atmaktan çekinir. Zira kişi, harikuladeliklere iltifattan dolayı kendisini beğenme (ucb), kibir vb. gibi kötü neticelerle karşı karşıya kalabilir. Çünkü kerametler, bir taraftan bir meziyet ve özellik oldukları gibi diğer taraftan da bir deneme ve imtihan unsurudurlar ve onlarla insanların nasıl davrandıkları ortaya çıkarılmak istenir. Nitekim bu konu üzerinde dahaönce durmuştuk. Buna rağmen, keramet gösterilmesinde bir ihtiyaç belirir veya bunu n için gerektirid bir sebep bulunursa, bu takdirde gösterilmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber ihtiyaçtan dolayı bazen gaybî haberlerde bulunurdu. Hz. Peygamber'in vâkıf olduğu her gaybî haberi bildirmediği de bilinmektedir. Aksine sadece bazı vakitlerde ve ihtiyaçların gerektirdiği ölçüde bildiriyordu. Kendisi, namazda iken arkasında namaz kılanları gördüğünü söylemişti.Çünkü bunu bildirmesinde hadiste belirtilen faydalar bulunmaktaydı.[368]O, arkadan gördüğünü söylemeden de onlara emir ya da yasakta bulunabilirdi. Ancak bazı faydalar mülahazasıyla öyle yapmadı. Diğer keramet ve mucizelerinde de durum aynı olmaktadır. Aynı konumda ümmetinin de benzeri şekilde hareket etmesi, birinci durumda olduğundan daha uygun (evlâ) olacaktır.[369] Bununla birlikte bu, yine de cevaz hükmünü öte geçmeyecektir; çünkü kendini beğenme, kibir vb. gibi bazı arızî durumların ortaya çıkabilme ihtimali bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in haber vermesi ve onun haberlerinin faydalardan uzak olmaması hakkında herhangi bir olumsuz tavır yoktur. Bu faydalardan biri de gören ya da işiten herkesin imanının takviye edilmesidir ve bu fayda dünya durdukça kesilmeyecek olan bir faydadır. (3)
Gerekli hazırlıkların yapılması için uyan ya da müjde durumlarını içerir olması. Bu da caizdir, Meselâ, "Eğer şu olmazsa şöyle bir olay olacak" veya " Eğer şu yapılırsa şöyle birşey olmayacak" diye haber vermek ve bu haberin gereği ile sâlih rüyada olduğu gibi amel etmek gibi. Bu gibi haberlerin sâlih rüya yerine konulması ve ona göre davra-nılması caizdir. Nitekim Cafer b. Türkan'dan şöyle rivayet edilmiştir: Yoksullarla birlikte oturuyordum. Mükâşefe yoluyla bana bir dinar (altın para) gösterildi. Ben o parayı onlara vermek istedim. Sonra kendi kendime: "Belki ona ihtiyacım olur" diye düşündüm. Derken beni bir diş ağrısı tuttu. Ben. o dişi çıkardım, hemen diğeri ağrıdı. Onu da çıkardım. Bunun üzerine gayptan bana bir ses geldi ve: "Eğer o dinarı onlara vermezsen ağzında tek bir diş dahi kalmayacaktır" dedi. er-Rûzbârî'den de şöyle nakledilir: Taharet konusunda bende bir aşırılık vardı. Bir gece, döktüğüm suyun çokluğundan dolayı iyice göğsüm daralmış ve kalbimde huzur kalmamıştı. Bunun üzerine: 'Ta Rabbi! Affını isterim" dedim. Gayptan bir sesin: "Af, ilimdedir" dediğini duydum ve o durum benden artık gitti.
Kısaca, harikuladeliklerle amel etme konusunda geçen şart mutlak surette dikkate alınmak durumundadır. Ulaşılmak istenen sonuç budur. Benim burada bu üç durumu zikredişimin sebebi, diğerlerini anlamada yardımcı olmak üzere bunların bir örnek olması ve bu sahada onlara bakılması içindir. Bu durum başka bir esasa daha işaret etmeyi gerektirmektedir: [370]
Buna verilecek misallerden biri İbn Rüşd'e sorulan şöyle bir sorudur: Bir hâkim, kendisine gelen bir dâvada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamberin kendisine "Bu şahitlikle hüküm verme; çünkü o bâtıldır" dediğini görür. Bu durumda ne yapacaktır?
İşte böylesi bir rüya, ne bir emir ve yasak; ne müjdeleme ve korkutma konusunda dikkate alınmayacaktır; çünkü şer'î kaidelerden birisiyle ters düşmekte ve şer'î bir hükmü ihlale uğratmaktadır. Bu türden olan diğer örneklerde de durum aynıdır, "Hz. Ebu Bekir, bir adam öldükten sonra, görülen bir rüya üzerine onun vasiyetini yerine getirmiştir" şeklinde yapılan rivayetözel bir uygulamadır ve çeşitli ihtimalleri taşıdığı için genel bir kaideyi bozabilecek güçte değildir. Çünkü bu uygulamanın muhtemelen vârislerin, rızası üzerine gerçekleştirilmiş olması mümkündür ve böylece şer'î bir aslın ihlale uğraması sözkomısu olmayacaktır.
Buna göre, bir kimse mükâşefe yoluyla belli bir suyun gasbedil-miş ya da necis olduğunu, ya da şu şahidin yalancı olduğunu veya A'nın delil ikame ederek elde ettiği malın aslında B'ye ait olduğunu.., vb. anlasa, açık bir gerekçe (sebep) olmadığı sürece, bu mükâşefe doğrultusunda amel etmesi doğru olmayacaktır; dolayısıyla böyle bir durumda asla su yok farzedilerek teyemmüm alınamayacak; şahidin şehâdeti reddedilemeyecek, o malın B'ye ait olduğuna hükmedil eme-yecektir. Çünkü zahirde şeriatın getirdiği kurallar gereğince başka hükümler sabittir ve bu hükümler sadece mükâşefe veya firaset gibi şeylere dayanılarak terkedilemez. Nitekim aynı şekilde uykuda görülen rüyaya da itimat edilemez. Eğer bunlar caiz olacak olsaydı, o takdirde zahirle hükmetme gerekçelerinin bulunmasına rağmen şer'î hükümlerin bunlarla bozulması[352] caiz olurdu. Böyle bir netice asla sahih değildir; dolayısıyla işlemekte olduğumuz konuda da durum aynı olacaktır.Sahîh'te şöyle gelmiştir: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz ve huzurumda muhakeme oluyorsunuz. Belki içinizden bazıları kendisini daha İyi savunuyor ve ben de sonuçta işittiğim doğrultusunda (zahire göre) hükmediyorum..[353] Hz. Peygamber bu hadislerinde hükmü, işitilen şeylerin gereğine ve diğer şeylerin terkine bağlamıştır. Hz. Peygamber, kendisine arzediîen hükümlerin pek çoğunun aslına vakıf bulunuyor; onların haklıya da haksız olduklarını biliyordu. Buna rağmen o, ancak ve ancak duyduğuna göre hükümde bulunuyor; bilgisi doğrultusunda hüküm vermiyordu. Bu husus, hâkimin kendi bilgisiyle (sübjektif olarak) hükümde bulunmasının yasaklanmasına bir dayanak olmaktadır.
İmam Mâlik, kendisinden meşhur olarak nakledilen görüşüne göre, hâkimin, huzurunda kesin olarak yalancı oldukları bilinmeyen âdil şahitlerin şehadette bulunması durumunda, kendi bilgisi aksine de olsa hüküm vermek zorunda olduğunu belirtmiştir. Çünkü, onların şehâdetleri gereği hükümde bulunmazsa, kendi bilgisiyle hükmetmiş olacaktır. Hâkimin bu bilgisi başka başka şeylerin de karışabileceği harikuladeliklerden değil, hiç kuşku içermeyen âdetlerden çıkarılmıştır. Hâkimin kendi bilgisine dayanarak hükümde bulunabileceği görüşünde olanlar[354] da, nihayet görüşlerini yine harikuladeliklerden değil, âdetlerden elde edilen bir bilgi üzerine kurmaktadırlar. Bu yüzden Hz. Peygamber, kendisi en büyük hüccet olduğu halde, şahsî bilgisine dayanarak hüküm vermede bulunmamıştır[355] İbnu'l-Arabî, Mâliki imam Şâşfnin, Bağdad'da kâdılkudât[356]iken, İyas b. Muâvi-ye'nin kadılık yaptığı günlerdeki tutumu gibi, fîrasetle hükümde bulunur olduğunu nakletmiş ve üstadı Fahru'l-İslâm Ebu Bekir eş-Şâşî'nin ona reddiye olmak üzere bir cüz (risale) yazdığını söylemiştir.
O böyle diyor. Vakıa, eğer o başka hüccet vb. aramadan mutlak olarak fîraset ile hükmediyordu idiyse, elbetteki bu tutumu reddedilmeye lâyıktır.
İtiraz; Bu vardığınız sonuç iki açıdan müşkil gözüküyor: (1)
Mükâşefe ve keramet sahibi kimselerden sizin bu dediğinizin aksi doğrultusunda nakiller vardır. Bazı kimseler, keşfe ya da alışılmış olmayan bilgi edinme yollarına dayanarak, dış görünüşü itibarıyla he-laî olan birçok şeyden geri durmuşlardır. Baksanız a, İmam Şiblî,
helâlden başka bir şey yememeye azmetmişti ve badiyede bir incir ağacı gördü; ondan yemek istedi. Bunun üzerine ağaç hemen dile gelerek: "Benden yeme, çünkü ben bir yahudîye aidim" dedi.[357]Abbas b. el-Mühtedî de bir kadınla evlenmişti. Gerdek gecesi, pişmanlık duydu; kadına yaklaşmak istediğinde engellendiğini hissetti. Bunun üzerine ondan vazgeçti ve dışarı çıktı. Üç gün sonra kadının kocası olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde kendilerinde, normal ya da normalin üstünde, yediklerinin helal olup olmadığına dair bir alâmet taşıyan kimselerin durumu da böyledir. Meselâ el-Hâris el-Muhâsibî'nin parmaklarından birinde bir damar vardı ki, bu damar elini şüpheli bir şeye uzattığında derhal hareket ederdi. O da o şeyden elini çekerdi.
Bunun dayanağını da Ebu Hureyre ve daha başkalarından rivayet edilen zehirlenmiş koyunla ilgili hadis teşkil eder. Bu hadiste: "Ondan Hz, Peygamber ve diğerleri yedi. Hz. Peygamber: 'Elinizi ondan çekin; çünkü o (koyun) bana kendisinin zehirlenmiş olduğunu bildirdi. ' buyurdu. Etten yiyen Bişr b. el-Berâ öldü..[358] Hz. Peygamber, burada davranışını (koyun budunun lisan-ı hal ile ifade ettiği) sözü üzerine bina etmiş ve hem kendisi onu yemekten geri durmuş, hem de ashabına orıdan yememelerini emretmişti. Hem sonra bu, bizden öncekilerin şeriatına da uygun düşmektedir. Zaten bizden öncekilerin şeriatı, eğer bizim şeriatımızda naklediliyor ve neshedildiği de bildiril-miyorsa, bizim de şeriatımız olmaktadır. Bu husus bakara (inek) olayında vardır, Bu olayda anlatıldığı üzere, İsrailoğulları, bir inek boğazlamak[359] ve onun bir parçasıyla öldürülmüş bulunan birisine vurmakla emredilmişlerdi. Neticede Allah, onu diriltmiş ve kendisini öldüren kimseyi bildirmişti. Bunun üzerine de kısasla hükmedilmişti. Yine Kur'ân'da anlatılan ve gemide delik açan ve çocuğu öldüren Hızır
olayında[360] da tezimize çok açık delâlet bulunmaktadır. Bunlara benzer, gerek peygamberlerin mucizelerinde ve gerekse evliyanın kerametlerinde etkin olan bu tür unsurlar pek çoktur. (2)
Harikuladelikler, peygamberler ile veliler için, bize nisbetle alışılmış şeyler gibidir. Nasıl ki, normal bir şey (delil) bize suyun pis olduğunu ya da gasbedilmiş bulunduğunu gösterse, bizim ondan geri durmamız gerekiyorsa, burada da durum aynıdır, Zira gayb âleminden gelen bilgilenme ile, şühûd âleminden gelen bilgilenme arasında bir fark yoktur. Nitekim, pisliğin suya düştüğünü baş gözü ile görmek ile gayb gözüyle görmek arasında da fark bulunmamaktadır. Dolayısıyla hükmün, bunun üzerine bina edildiği gibi, onun üzerine de bina edilmesi gerekir. Bu ikisi arasım a3rıranîar, doğruya isabetten uzaktırlar.
Cevap: Belirtilen şeyler doğrultusunda amel etmenin doğru olabileceği ve bunların genelde meşru olan şeyle amel etmek olacağı konusunda aramızda bir tartışma bulunmamaktadır. Bu netice iki yönden sağlanmaktadır: (1)
Hz. Peygarober'den sadır olan şeylere kıyasta bulunmak ve onlara benzeyenleri onlara katmak. Tabiî bu durumda, bu tür harikuladeliklerin vakıa deliliyle Hz. Peygamber'e has olduğunun sabit olmaması gerekir. Bu türden olup da sadece Hz. Peygamber'e has olmaları onların mucize oluşları açısındandır. Bu durumda Hızır olayı, bizim şeriatımıza göre neshedilmiş olacaktır.[361] Kaldı ki, bazı âlimler âdetlerden hasıl olan bilgiye dayanarak gemiyi delmek ve kusurlu hale getirmek şeklinde bir davranışın caiz olacağı görüşündedirler. Çocuğun Öldürülmesi konusunda ise, asla böyle bir görüşe sahip olmak mümkün değildir. İki tevilden birisine göre, Bakara (inek boğazlama) olayı da mensuh bulunmaktadır. Mezhepdeki maktulün (ölürken) "Beni falan öldürdü" demesi durumunda sözüne itibar edileceği şeklindeki görüşe göre ise âyet muhkem bulunmaktadır. (2)
Kıyas yapılamaması takdiri, iîkkâidenin gereğinin aksine bir durum olmaktadır; zira onlarda carî olan kıyasla amel etmektir. Kıyas yapma imkânının yokluğunu takdir ettiğimizde şöyle deriz: Evliyadan nakledilen bu olaylar şer'î bir nassamıistenid bulunmaktadır. Bu nass da günah demek olan kalbi rahatsız eden şeylerden (hazâzu'l-kulûb) sakınma talebidir. Kalbi rahatsız eden şeyler sayısız etkenler sebebiyle meydana gelir ve bunlar içerisine bu tarzdaki şeyler de girer. Hz. Peygamber bir hadislerinde: "İyilik, nefsin huzur bulduğu şeydir. Kötülük ise, kalbini tırmalayan şeydir"[362] buyurmuşlardır. Şu halde, kalbi rahatsız eden şeyleri belli birşeye münhasır olmaksızın daha geniş manâsıyla tefsir edenlere göre bu (bahis konusu) şer'î nasslaramüstenid olma dairesinden çıkmış değildir. Bugibişey- [27i] lerin dikkate alınmasında, şer'î bir kaidenin ihlâlini gerektiren bir durum bulunmamaktadır. Bizim sözümüz, İbn Rüşd'ün meselesi ile, o türden olan diğer konularla ilgilidir. Bu durumda, Hızır'ın çocuğu öldürmesi olayını, bizim şeriatımıza da teşmil etmek ve böyle bir şeyin bizim şeriatımızda da olabileceğini söylemek asla mümkün olmayacaktır. Omensühbirhükümdür. Buarzettiğimizhususunizahı şöyle: Eğer bu tür anlatılan hikâyeler, İbn Rüşd'e sorulan soruda bulunan durum gibi birşey anımsatıyorsa, şeriatın esasları onun hilafına bulunmaktadır. Çünkü zahire göre hüküm verme esası, özellikle ahkâm (hükümler) kısmında olmak üzere kesin olmaktadır. Başkası hakkında, itikat konusuna nisbetle de genel olarak aynı olmaktadır. Çünkü bütün insanların Efendisi, kendisine vahiy ile bildirilmesine rağmen, münafıklar vb. kimseler hakkında, işleri zahirdeki görünüşe göre yürütüyor; onların iç hallerini bilmesine rağmen dış görünüşlerine itibar ediyordu. Bu (yani onun onların içyüzünü bilmesi) kendisini, onlar hakkında zevahire göre işlem görmesi hükmünden çıkarmamıştır.
İtiraz: Hz. Peygamber'in bu tutumu, insanların "Muhammed adamlarını öldürüyor" demelerinden korkması neticesinde böyle olmuştur. Dolayısıyla illet başka birşey olup, sizin sandığınız şey değildir. Şimdi, bu illet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan kalkacak ve bâtına göre hüküm vermede bir sakınca kalmayacaktır.
Cevap: Bu, bizim arzettiğimiz şeye en güçlü bir delil olmaktadır. Çünkü böyle bir kapının açılması, zahire dayanılarak hüküm verme esasını tümden ortadan kaldırır. Çünkü, zahir bir sebeple öldürülmesi gereken bir kimsenin durumu hakkında gerekçe gayet açık olarak bulunacaktır. O kişiyi açık bir sebep olmadan sırf gaybî bir duruma dayanarak öldürmek istemek ise, zihinleri karıştırabilir ve zevahiri örter. Şeriatta böyle bir kapının açılmasına imkân verilmemiştir. Meselâ,"Beyyine [363] davacı (müddet) üzerinedir;yemin ise inkâr edene verdirilir" [364] prensibine dayalı bulunan dâvalar bahsine bakalım. Bu prensipten hiçbir kimse istisna edilmemiştir. Hatta Hz. Peygamber'in bizzat kendisi bile, satın almış olduğu birşeyin karşı tarafça inkâr edilmesi durumunda beyyineye ihtiyaç duymuş ve "Kim bana şehâdet eder?" buyurmuştur. Sonunda Huzeyme b. Sabit kendisi lehine şehâdette bulunmuş ve Allah, onun şahitliğini iki şahidin şehâdeti yerinde kabul etmiştir.[365] Hz. Peygamber için durum böyle olursa, ümmetin normal fertleri hakkında nasıl olur? En büyük insan, en güvenilir bir kimseye karşı davacı olsa bile, beyyine davacı, yemin de inkâr eden kimseye (davalı) verdirilecektir.[366] Bu da aynı tür ve tarzdandır. Netice olarak şer'î emirler ve yasaklar karşısında gaybî durumlar dikkate alınmamaktadır. Bu noktadan hareketle evliya ve diğer âlimler, şeriata ters düşen her türlü keşf ve hitaba itibarda bulunmamışlar; aksine bu tür şeyleri şeytandan saymışlardır. Bu nokta anlaşılınca, evliyadan nakledilmiş bulunan hallerle ilgili konularda aşağıdaki gibi yorum mümkün olacaktır.
Zikredilen ağacın konuşmuş olması, o ağaçtan incirin yenmesini, konuşulan kimseye haram kılacak şekilde şer'î bir engel değildir. Nitekim, sahrada bir av bulunsa ve av "Ben sahipliyim" ya da buna benzer birşey dese, yine durum aynı olacaktır. Şiblî'nin ondan yememesi (haram olduğu için değil) aksine, Allah'a olan yakînî imam ile yiyeceğe ihtiyaç duymayacağına inandığı için, ya da başka bir yerde yiyecek bulacağını zannettiği için, ya da daha başka bir sebeple olabilir. Bu türden nakledilen diğer örneklerde de durum aynıdır. Yahut şöyîe deriz: O şeyi yemesi kendisine mubahtı; ancak bu alâmetten dolayı onu yemeyi terketti. Nitekim insan, istişare, rüyaya da benzeri bir sebeple, iki mubahtan birini terkedebilir. Bu husus inşallah ileride ele alınacaktır. Pis ya da gasbedilmiş olduğu keşif yoluyla öğrenilen su hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz. O şey hakkında, zahirde şer'î bir aslın ihlâline sebebiyet vermeyecek şekilde tercih hakkı bulunduğuna ve bir caizden başka bir caize intikâl durumu olduğuna göre, kendisine bir günah/sakınca terettüp etmeyecektir. Bununla birlikte biz, zahirle amel ederek ve muamelesinde şer'î esasa itimat ederek sözkonusu keşfin gereğine muhalefette bulunmasını farzedecek olsak, bu durumda o kimse hakkında bir günah ve kınama sözkonusu olmayacaktır. Zira keramet ve harikuladeliklerden maksat, şer'î bir hükmü delmek veya ondan birşeyi ortadan kaldırmak değildir. Nasıl olabilir ki, zaten kerametler şeriata uymanın bir semeresidir. Dolayısıyla meşru olan birşeyin, meşru olmayan birşeye sebebiyet vermesi veya fer'in (dal) aslı ortadan kaldırması muhaldir ve böyle bir netice asla meydana gelmeyecektir.
Lianda bulunan eşler hakkında gelen hadis üzerinde düşünelim. Bu hadiste Hz. Peygamber [ al«^S^tv'l şöyle buyurmuştu: "Bakın. Eğer kadın şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o falandandır. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, bu kez o falandandır." Sonunda kadın, kocanın zina iddiasını doğrular şekilde bir çocuk doğurmuştu. Buna rağmen Hz. Peygamber kadına had takbik etmemiş ve "Eğer Hân hükmü gereğince yapılan yeminler olmasaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı" buyurmuştur.[367] Bu hadis, had cezasını engelleyen şeyin yeminler olduğunu göstermektedir. Had tatbikini düşündüğü halde yapmaktan geri durması, fîrâset ile ulaşılan neticenin, meşru kılman yeminler karşılığında bir hükmü bulunmayacağını gösterir. Ama yeminlerden sonra, kocanın isnadı ikrar ya da beyyine ile sabit olsaydı, o zaman yeminler kadından haddi düşürmeyecekti.
İkinci Soruya Cevap: Harikuladelikler, her ne kadar nebiler ve veliler için diğer insanlara nisbetle normal şeyler gibi ise de, bu durum mutlak surette onlarla amel edilmesini gerektirmez. Zira bu şer'an kendisiyle amel edilen bir şey olarak sabit olmamıştır. Yine harikuladelikler eğer muhalefet etmeyi gerektirecek bir şekilde gelmişse, o takdirde onlara, içerisinde hak olmayan şeylerle şaibeli olarak girilmiş olur. Şeriata uygun olmayan rüya gibi. Mesela bir kimseye rüyasında "Şunu yapma!" denilmesi, halbuki o şeyin şer'an emredilmiş olması veya "Şunu yap!" denilmesi, fakat o şeyin yasaklanmış olması gibi. Bu türden olan şeylerin çoğu, seyr-i sülûkunu sağlam esaslar üzerine kurmayan ya da şeyhsiz (mürşidsiz) kendi başına sülûka kalkışan kimselerin başına gelmektedir. Evliya tarihini, onların gidişatlarını inceleyenler, onların bu türden şeylere iltifat etmeyerek hep şeriatın zevahirini dikkate aldıklarını görecektir.
Soru: Bu izah, bunlar üzerinde yürünemeyeceğini gerektirir. Halbuki mesele bu gibi şeylerle amel edilebileceği şeklinde vaz' edilmişti.
Cevap: Burada olmaz denilen, bu tür şeylerle amel edilmesi durumunda şer'î bir kaidenin ihlale uğraması sözkonusu olan hallerdir. Şerîata uygun olarak onlarla amel edilmesi durumu ise, yasaklanmış değildir.
Fasıl:
Bu şartın dikkate alınması kesin olduğuna göre; harikuladeliklere uygun olarak amel etme nasıl caiz olacaktır?
Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Haklarında genişlik bulunan caiz ya da işlenmesi matlup olan işler hakkında, zikri geçen hususların gereği ile amel etmek caizdir. Bu şu şekillerde olur: (1)
Bu mubah bir iş hakkında olur. Meselâ, mükâşefe sahibi bir kimse, falancanın, filan vakitte kendisine geleceğini görür veya kendisine gelişindeki iyi ya da kötü maksadını bilir ya da kalbinde bulunan hak ya da bâtıl olan bir düşünceye vâkıf olur. Bunun neticesinde de onun bu kasdma göre hareket eder ve kendisine gelişindeki amacının kötü olduğunukeşfetmesine göre koruyucu önlemler alır. İşte böyle bir davranış, yapılması caiz olan işlerdendir. Nitekim aynı şeyi gerektiren bir rüya görmesi durumunda da durum aynıdır. Ancak daha önce de geçtiği gibi ona meşru bir şekilde muamele etmek durumundadır, başka türlü hareket'edemez, (2)
Bunlarla amel, gerçekleşmesi umulan bir faydadan dolayı olur. Çünkü akıllı bir kimse kendisini, muhtemelen sonucundan endişe ettiği birşeyin içine atmaktan çekinir. Zira kişi, harikuladeliklere iltifattan dolayı kendisini beğenme (ucb), kibir vb. gibi kötü neticelerle karşı karşıya kalabilir. Çünkü kerametler, bir taraftan bir meziyet ve özellik oldukları gibi diğer taraftan da bir deneme ve imtihan unsurudurlar ve onlarla insanların nasıl davrandıkları ortaya çıkarılmak istenir. Nitekim bu konu üzerinde dahaönce durmuştuk. Buna rağmen, keramet gösterilmesinde bir ihtiyaç belirir veya bunu n için gerektirid bir sebep bulunursa, bu takdirde gösterilmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber ihtiyaçtan dolayı bazen gaybî haberlerde bulunurdu. Hz. Peygamber'in vâkıf olduğu her gaybî haberi bildirmediği de bilinmektedir. Aksine sadece bazı vakitlerde ve ihtiyaçların gerektirdiği ölçüde bildiriyordu. Kendisi, namazda iken arkasında namaz kılanları gördüğünü söylemişti.Çünkü bunu bildirmesinde hadiste belirtilen faydalar bulunmaktaydı.[368]O, arkadan gördüğünü söylemeden de onlara emir ya da yasakta bulunabilirdi. Ancak bazı faydalar mülahazasıyla öyle yapmadı. Diğer keramet ve mucizelerinde de durum aynı olmaktadır. Aynı konumda ümmetinin de benzeri şekilde hareket etmesi, birinci durumda olduğundan daha uygun (evlâ) olacaktır.[369] Bununla birlikte bu, yine de cevaz hükmünü öte geçmeyecektir; çünkü kendini beğenme, kibir vb. gibi bazı arızî durumların ortaya çıkabilme ihtimali bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in haber vermesi ve onun haberlerinin faydalardan uzak olmaması hakkında herhangi bir olumsuz tavır yoktur. Bu faydalardan biri de gören ya da işiten herkesin imanının takviye edilmesidir ve bu fayda dünya durdukça kesilmeyecek olan bir faydadır. (3)
Gerekli hazırlıkların yapılması için uyan ya da müjde durumlarını içerir olması. Bu da caizdir, Meselâ, "Eğer şu olmazsa şöyle bir olay olacak" veya " Eğer şu yapılırsa şöyle birşey olmayacak" diye haber vermek ve bu haberin gereği ile sâlih rüyada olduğu gibi amel etmek gibi. Bu gibi haberlerin sâlih rüya yerine konulması ve ona göre davra-nılması caizdir. Nitekim Cafer b. Türkan'dan şöyle rivayet edilmiştir: Yoksullarla birlikte oturuyordum. Mükâşefe yoluyla bana bir dinar (altın para) gösterildi. Ben o parayı onlara vermek istedim. Sonra kendi kendime: "Belki ona ihtiyacım olur" diye düşündüm. Derken beni bir diş ağrısı tuttu. Ben. o dişi çıkardım, hemen diğeri ağrıdı. Onu da çıkardım. Bunun üzerine gayptan bana bir ses geldi ve: "Eğer o dinarı onlara vermezsen ağzında tek bir diş dahi kalmayacaktır" dedi. er-Rûzbârî'den de şöyle nakledilir: Taharet konusunda bende bir aşırılık vardı. Bir gece, döktüğüm suyun çokluğundan dolayı iyice göğsüm daralmış ve kalbimde huzur kalmamıştı. Bunun üzerine: 'Ta Rabbi! Affını isterim" dedim. Gayptan bir sesin: "Af, ilimdedir" dediğini duydum ve o durum benden artık gitti.
Kısaca, harikuladeliklerle amel etme konusunda geçen şart mutlak surette dikkate alınmak durumundadır. Ulaşılmak istenen sonuç budur. Benim burada bu üç durumu zikredişimin sebebi, diğerlerini anlamada yardımcı olmak üzere bunların bir örnek olması ve bu sahada onlara bakılması içindir. Bu durum başka bir esasa daha işaret etmeyi gerektirmektedir: [370]
Konular
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- DÖRDÜNCÜ NEVİ
- ŞÂRİ'ÎN, MÜKELLEFİN ŞERÎ HÜKÜMLER ALTINA GİRMESİNDEKİ KASDI
- (MÜKELLEFİN ŞERİATLA YÜKÜMLÜ TUTULMASI)
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:[53]
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele:
- On Birinci Mesele:
- On İkinci Mesele:
- On Üçüncü Mesele:
- On Dördüncü Mesele:
- On Beşinci Mesele:
- On Altıncı Mesele:
- On Yedinci Mesele:
- On Sekizinci Mesele:
- On Dokuzuncu Mesele:
- Yirminci Mesele:
- İKİNCİ NEVİ
- YÜKÜMLÜLÜKLERDE MÜKELLEFİN MAKSADI (NİYETİ)
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele: