Dördüncü Mesele:

Bir fiili işleyen ya da onu terkeden kimsenin durumuna bakılır:

(a) Fiili işlemesi ya da terki şeriata uygun olabilir.

(b) Fiili işlemesi ya da terki şeriata muhalif olabilir.

Her iki takdire göre de;

(a) Ya Şâri'e muvafakat etmek istemiştir.

(b) Ya da muhalefet etmek istemiştir. Bu durumda dört ihtimal karşımıza çıkmaktadır:

(a) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdınm da Şâri'in maksadına uygunluk olması. Na­maz, oruç, sadaka (zekât) hac vb. gibi. Allah'ın emrine uymuş olmayı, üzerine vacip olan şeyi eda etmeyi ya da mendub olan şeyi işlemeyi kastederek bu amelleri işlemesi gibi. Zina etme, içki içme ve diğer münker (kötü, gü­nah) görülen fiillerden kaçınması ve bununla da yasağa uymuş olmayı amaçlaması gibi. Bu şekilde işlenen amel­lerin sıhhati konusunda herhangi bir tereddüt bulunma­maktadır.

(b) Fiili işlemesi ya da terkinin şeriata muhalif olması, kas-dının da Şâri'e muhalefet anlamına geliyor olması duru­munda ise, kasıtlı olarak vâcibierin terki ve haramla­rın işlenmesi gibi bunların da hükmünün açık olduğu konusunda tereddüt bulunmamaktadır.

(c) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi ve kasdmın da Şâri'in maksadına muhalefet olması duru­munda iki ihtimal karşımıza çıkar:
1) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmemesi.
2) Fiil ya da terkin uygunluğunu bilmesi.

Birinciye Örnek: Kişinin yabancı diye karısıyla cinsî ilişkide bu­lunması; şarap diye gül suyu içmesi; kıldığı bir namazı kılmadığı ve zimmetinde borç olarak bulunduğu düşüncesine rağmen kasıtlı ter-ketmesi, Bu türden fiillerde, muhalefet ile isyan kas di gerçekleşmiş ol­maktadır. Usûlcüler bu türden olan 'Öleceği düşüncesiyle namazı erte­leyen kimse' meselesinde isyanın bulunduğuna dair ittifak olduğunu naklederler.

Bu tür fiillerde yasaktan beklenen mefsedet gerçekleşmemiştir; çünkü bu fiiller, işlendiği takdirde ortaya çıkacak mefs e deUerden do­layı yasaklanmışlardır. Yasağın illeti olan mefsedet gerçekleşmediği­ne göre, bu tür fiiller, gerekçe olan mefsedeti ortaya koyacak şekilde iş­lenen fiiller gibi olmayacaktır. Meselâ, şarap diye gül suyu içenin aklı başından gitmemiştir; kişinin yabancı diye karısı ile cinsî ilişkide bu­lunması halinde, erlik suyundan yaratılan çocuğun nesebi karışma­mış, bu ilişki sebebiyle kadına da bir ar dokunmamış tır. Namazı kıldı­ğı halde unutan ve borçlu olduğunu sandığı namazı kasten terkeden kimse, aslında namaz maslahatından mahrum kalmamıştır. Bu kısım altına giren diğer meselelerde de durum aynadır. Kısaca bu gibi fiil ya da terklerde, bir yandan şeriata uygunluk, diğer taraftan da muhale­fet bulunmaktadır.

İtiraz; Fiil, uygunluk üzere mi, yoksa muhalefet üzere mi mey­dana gelmiştir? Eğer uygunluk üzere meydana gelmişse, hakkında izm vardır demektir. Hakkında izin olan birşeyin işlenmesi durumun­da ise isyandan bahsetmek mümkün değildir. Ancak böyle bir kimse ittifakla âsî olmaktadır. Bu bir çelişkidir. Eğer muhalefet üzere mey­dana gelmişse, onunhaldunda izin yoktur demektir. Bu dummdahad-aızatında bir başka açıdan uygun olmasının bir değeri yoktur. Hakkında izin olmayınca, haddizatında muhalif bulunan bir fiile hangi hüküm gerekecekse, ona da aynı hüküm gerekecektir. Bu durumda yukarıdaki örneklerde geçen karısıyla cinsî ilişkide bulunana had ce­zası, içki diye gülsuyunu içene ftazir veya had) cezası lazım gelecektir. Oysaki ittifakla bu cezalar gerekmemektedir. Bu da bir çelişkidir,
Cevap: Bu tür işlenen fiiller, ilk iki kısımdan da bir tarafın hük­münü almaktadırlar. Çünkü bu fiiller her ne kadar kasıt itibarıyla muhalif iseler de vakıada meşru olan fiile uygun olmaktadırlar. Biz bu tür işlenmiş fiillere ya da gerçekleştirilmiş terklere baktığımız zaman, bu fiil ya da terkler sebebiyle bir maslahatın ortadan kalktığını ya da bir mefsedetin ortaya çıktığını görmemekteyiz. Ama kasıt ve niyete baktığımız zaman, emir ve yasağa saygının çiğnendiğini görüyoruz. Bu durumda olan kimse, sırf bu niyetine baktığımızda âsî olmakta, sırf fiile baktığımız zaman ise âsî olmamaktadır. İşin esası şudur; Böyle bir kimse, Allah hakkı açısından günahkar olmakta, kul hakkı [48]açı­sından ise günah sözkonusu olmamaktadır. Meselâ aslında kendi ma­lını, bir başkasının malı zannıyla gasbeden bir kimsenin durumunu ele alalım: Mal kendi malı olduğu için, kendisinden gasbettiği düşün­cesinde olan kimse tarafından bir taleple karşılaşmayacaktır; ancak emir ve yasağa gösterilmesi gereken saygıyı çiğnediği için, Allah hak­kı açısından kendisine bir talep yönelecektir. Kaide olarak ise, her yü-[339]    kümlülük hem Allah hakkı, hem de kul hakkı içermektedir.

İtiraz: Eğer mefsedetin gerçekleşmemesi ya da maslahatın orta­dan kalkmaması talebin mânâsım ortadan kaldınyorsa, o takdirde şa­rap içip de sarhoş olmayan veya zina edip de azil ya da başka bir yolla menisi rahime yerleşmeyen kimsenin durumunun da aynı olması ve bunlara had gerekmemesi lazım gelir. Çünkü bu yasaklardan beklenti halinde bulunan mefsedetler tahakkuk etmemiştir. Bu durumda bu suçlara had gerekmemesi uygun olacaktır ve bu kimselerin günaha girmesi de sadece kasıtları yönünden olacaktır.
Cevap: İtiraz yerinde değildir ve böyle birşey söylemek doğru ola­maz. Çünkü sözü edilen fiilleri işleyen kimse, mefsedet ya da maslaha­ta neden olan sebebi işlemiştir.[49]Bu sebepler, sözü edilen örneklerde aslında haram olan içki içmek ile erkeklik organım girdirmektir. Bu iki sebeb, büyük ihtimalle aklın izalesi ve nesebin karışması neticesini doğuran şeylerdir (mazinne). Sâri' Teâlâ, had cezasını aklın gitmesi ya da nesebin karışması karşılığında koymamıştır; aksine bunların sebe­bi karşılığında koymuştur. Yoksa bilindiği gibi müsebbeblerin var edilmesi, esbaba tevessül edenin (mütesebbib) işi değil, bizzat Allah'ın işi olmaktadır. Çocuğu meni, sarhoşluğu da içki içme sebebiyle yara­tan Allah olmaktadır. Aynen yemek neticesinde tokluğun, içmek neti­cesinde suya kanmanın, ateşle birlikte yanmanın yaratılması gibi. Nitekim bunlar yerinde açıklanmıştır. Durum böyle olunca, erkeklik organını girdiren ve içki içen kimse, sebebi tam olarak gerçekleştirmiş olmaktadır. Bu durumda mutlaka sebebin müsebbebinin ki had ce­zası oluyor gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Sebeb işlenmekle bir­likte sonuçsuz kalan bu türden diğer örneklerde de vaziyet aynıdır. Günaha gelince, o da buna uygun şekilde olacaktır. Burada bir soru var: Acaba bu tür meselelerden doğacak olan günah, sebebi sonucu (müsebbebi) doğuran fiillerin günahına eşit mi olacaktır? Ya daeşit ol­mayacak mıdır? Bu başka bir konudur ve burada izahaihtiyaç yoktur. 
(2) Fiili işlemesinin ya da terkinin şeriata uygun düşmesi; ancak uygunluğu bilmesi buna rağmen kasdınm muhalefet olması. Örnek: Dünya çıkarı elde etmek, insanların saygısını kazanmak, ya da kendi­sine dokunabilecek Ölüm vb. bazı eylemleri uzaklaştırmak amacıyla gösteriş için namaz kılması gibi. Bu kısım bir önceki kısımdan daha şiddetlidir/tehlikelidir. Bu kısmı kısaca şöyle ifade etmek mümkün­dür: Bu tür fiillerde bulunan kimseler, makâsıd olarak konulan (vaz') bazı şer'î muameleleri, Sâri' tarafından kendileri için vesile kılınma­yan başka işlere araç kılmaktadırlar. Bu kısım altına münafıklık, riya (gösteriş) ve Allah'ın hükümlerine karşı girişilen hiyel (kanuna karşı hile) yolları girer. Bunların tamamı bâtıl olmaktadır. Çünkü bu tasar­ruflarda gözetilen kasıt, bizzat Şâri'in kasdına ters düşmektedir. Do­layısıyla asla sahih olamazlar. Yüce Allah: "Doğrusu münafıklar ce­hennemin en alt tabakasmdadırlar"[50] buyurur. Bu mânânın açıklan­ması daha önce geçmişti.[51]

(d) Fiil ya da terkin muhalif, kasdın ise muvafık olması. Bu da iki kısımdır:
1)  Muhalifliği bilmesine rağmen işlemesi.
2)  Bilmeksizin işlemesi.
Eğer muhalif olduğunu bile bile işliyorsa,[52] bu durumda bidatten söz edilecektir. Sâri' Teâlâ tarafından konulmuş bulunan ibadetler üzerine tür ya da adet bakımından yeni ilaveler getirmekte olduğu gi­bi. Ancak çoğu kez bunlara ancak tevil yoluyla cüret edilir. Bununla birlikte bu gibi davranışlar Kur'ân ve Sünnette de geldiği gibi ve­rilmiştir. Konunun burada açılmasına ihtiyaç bulunmamaktadır. Bu konu ileride tekrar ele alınacak ve inşallah orada daha geniş bilgi verilecektir. Burada kısaca şunu demek gerekir ki, bütün bidatler ve­rilmiştir. Çünkü konuyla ilgili deliller genel olmakta ve her türlüsünü içerisine almaktadır: Şu nasslarda olduğu gibi: "Ey Muhammedi Fır­ka fırka olup dinlerini parçalayanlarla senin hiçbir ilişkin olamaz[53] "Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın.[54] Hadiste de şöyle buyrulur: "Her bidat sapıklık­tır." n[55] Bu mânâ hadislerde mütevatir gibidir.
İtiraz:Âlimler bidatleri şer'î hükümlerin mertebelerine göre bir sıralamaya koymuşlardır. Şöyle ki: Bidatlerden mutlak[56]olarak yeri-lenler haram olmaktadır. Mekruh olanlara gelince; bunlar, hakların­daki yergi mutlak olunmayan bidatlerdir. Bu iki kısım dışında kalan bidatler ise seran çirkin/kötü (kabih) değildir. Bidatlerden vâcib ve mendub olanlar, mutlak surette güzeldirler (hasen) ve işleyen ve onu ortaya koyan kişi övgüye layıktır. Mubah olan bidat da, göreli olarak güzel (hasen) olmaktadır. Kısaca bir kimsenin, ilk nesillerin güzel bul­duğu bidatler hakkında 'Onlar yerilmiş bidatlerdir ve onlar Şâri'in kasdına muhaliftir' demesi doğru değildir. Aksine onlar Şâri'in kasdına tam olarak uygundurlar. Meselâ, insanları Hz. Osman tarafından istinsah ettirilen imam mushaf üzerinde toplamak, Ramazan gecele­rini ihya etmek (teravih namazı) için camilerde toplanmak ve benzeri sonradan ihdas edilen ve insanların güzelliğinde görüş birliği ettikleri şeyler gibi. Burada insanlardan maksadım, selef-i salih ve müctehid imamlardır. "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da gü­zeldir.[57] Bütün bu şeyler, konunun çerçevesine dahildirler. Zira onlar uygunluğunun yani o şeyin ibadet oiarak Sâri' tarafından konulmuş olmadığının bilinmesiyle birlikte, kendi itikat ve ibadet kabul ettiği şeyler, Şâri'in hüküm belirtmemesi açısından muhalif fiillerdir; fakat uy­gunluk kasdı ile işlenmektedirler. Zira bunları işleyenlerin iyilikten başka bir kasıtları yoktur. Durum böyle olunca, bütün bidatlerin id­dianın aksine aynı kefeye konulmaması ve tümden yerilmiş olma­ması gerekecektir.
Cevap: Bunların hepsi, konunun çerçevesine dahil değildir. Çün­kü burada söz konusu olan, işlenilen fiilin, Şâri'in koymuş olduğu fiile muhalif olmasıdır. Selef-i salihin ihdas ettikleri ve âlimlerin sıhhati üzerinde icma ettikleri şeylerin Şâri'in koymuş olduğu esaslara her­hangi bir yolla muhalif düştüğü sabit değildir. Şöyle ki; Kur'ân'm mus­haf haline getirilmesi Hz. Peygamber zamanında gerçek­leştirilmemiştir; çünkü o zamanda buna ihtiyaç duyulmamıştır, zira ezber yoluyla o muhafaza ediliyordu[58] ve Kur'ân hakkında ümmetin gruplara bölünmesine sebeb olacak ihtilaflar da olmamıştı. Sadece iki ya da üç olay meydana gelmişti: Ömer b. el-Hattab ile Hişam b. Hakîm arasında; Übeyy b. Ka'b ile Abdullah b. Mesud arasında (okuma farklı­lığından ) meydana gelen ihtilaflar gibi. Bu konu ile ilgili olarak da Hz. Peygamber "Kur'ân hakkında tartışmaya girmeyiniz. Çün­kü onun hakkında tartışmaya girmek küfürdür"[59]buyurmuşlardır. Kısaca Kur'ân'ın mushaf haline getirilmesi konusu Hz. Peygamber zamanında meskûtun anh (hükmü hakkında sükût geçil­miş) bir konu idi. Sonra Kur'ân üzerinde ihtilaflar meydana gelip çoğa­lınca, insanlar birbirlerinin okuyuş tarzı hakkında 'Ben senin okuyuş tarzını inkar ediyorum' demeye başlayınca Kur'ân'm bir mushaf ha­linde toplanması (ve bütün insanların ellerinde bulunan yazılı Kur'ân malzemelerinin imha edilerek resmî yoldan çoğaltılan imam mushaf üzerinde birleştirilmesi) vacib ve daha önce görülmemiş bu hadise hakkında yerinde bir tedbir halini aldı. Dolayısıyla bu uygulamada şeriata ters düşme gibi bir durum yoktur. Eğer öyle olsaydı, o zaman vahiy döneminden sonra meydana gelen her yeniliğin bidat olması gerekirdi. Böyle bir netice ise ittifakla bâtıldır. Bu gibi şeyler, hak­larında belli bir esas bulunmamakla birlikte şer'î kaidelere uygun ola­rak icra edilen bir tür içtihadın konusu olmakta ve buna "mesâlih-i mürsele" (mürsel maslahatlar)  adı verilmektedir.   Selef-i  sâlihin   [3421 icrââtında yer alan örneklerin tümü bu kabildendir ve onlar mesâlih-i mürsele çerçevesinden asla dışarı çıkmazlar. Onlar içerisinde Şâri'in maksadına muhalif asla birşey yoktur. Nasıl olabilir ki, o şöyle buyur­maktadır: "Müslümanlar tarafından güzel görülen şey, Allah katında da güzeldir[60]"Ümmetim hata (sapıklık, dalâlet) üzere toplanmaz"[61]
Bu durumda üzerinde görüş birliği edilen (icmâ) şeyin Şâri'in kasdına uygunluğu sabit olmuştur. Sonuç olarak bu kısım,[62] fiil ya da terkin Şâri'e muhalif olması kısmının dışında kalmıştır. Yerilen bidatler ise, Sâri' tarafından konulmuş bulunan fiil ya da terklere muhalif olan şeylerdir. Bu konu  inşallah ileride tekrar ele alınacaktır.
Muhalif olan fiil, muhalifliği bilinmeden işlenmişse, o takdirde bunun iki yönü[63] olacaktır:
(1) Kasdın uygun olması ve bu yönden şeriata muhalif olmaması: Fiil, her ne kadar şeriata muhalif ise de, ameller niyetlere gö­redir. Bu fiili işleyen kimsenin niyeti, Şâri'in emrine uygun hareket etmektir; ancak bilgisizliği onu muhalif olarak işle­meye itmiştir, Şâri'e bilinçli olarak muhalefet etmek isteme­yen kimse, bile bile ona muhalefet eden ve ameli de öyle olan kimse ile aynı tutulamaz. Bu açıdan bakıldığı zaman onun ameli, kısmen dikkate alınacak ve tümden atılmayacak şekil­de değerlendirilecektir.
(2) Fiilin muhalif olması yönü: Şâri'in emir ve yasaktan amacı, itaattir (imtisal). Kişi emir ya da yasağa uymadığı zaman, Şâri'in amacına muhalefet edilmiş olur. Mükellefte bulunan ve onu amele iten itaat kasdı, muhalefeti muhalefetlikten çı­karmaz. Çünkü, o fiilde Şâri'in amacı bir açıdan gerçekleşme­miş; kasıd da amele uygun düşmemiştir.[64] Bu durumda bütün olarak ele alındığında fiil, muhalif bir durum almış ve her iki­sinde de (fiil ve kasıtta) muhalefet edilmiş gibi olmuştur. Dolayısıyla itaat (imtisal) gerçekleşmemiştir.

Bu iki yönden her biri, haddizatında biri diğeriyle çelişmede, ter­cih durumunda da karşı karşıya gelmektedirler (tearuz). Çünkü eğer sen mesela bunlardan birini diğerine tercih edecek olursan, diğerinde onu tercihi gerektirecek bir yönle karşılaşırsın. Bu durumda bunlar birbirleriyle tearuz ederler. Bu yüzden bu konu şeriatta kapalı bir hal almıştır. Konu ile ilgili bazı açıklamalar sonucunda durum daha iyi anlaşılacaktır:
Şöyle ki: "Fiili işleyen, itaat ve emre uyma amacından başka asla bir niyet ve kasıt bulundurmamıştır ve bu haliyle Şâri'e karşı saygısını çiğnememiş tir' gerekçesi ile uygun olan kasıt yönünü tercih edecek olursan, karşına'Uygunlukkasdi, meşru olana itaat ile kayıtlıdır; mu­halefet ile birlikte uygunluk kasdı gerçekleşmez' şeklinde bir esas çı­kacaktır. Uygunluk kasdının böyle bir kaydı bulunduğuna göre, yerini bulmayan mükellefin kasdı abes gibi birşey olacaktır. Hem sonra yeri­ni bulmayan kasıt uygun olamaz; çünkü fiillerde sözkonusu olan kasıt ve niyetler onlardan ayrı başlıbaşma meşru kılınmış şeyler değiller­dir.[65]
İtiraz: Şerîatler gelmeden önce de kasıt ve niyetlerin muteber ol­duğu sabittir. Nitekim fetret devirlerinde iman eden ve tevhide ula­şan, aslında muteber olmayan[66] zira henüz onların meşruluğu sabit olmamıştı bazı amellerle Allah'a kulluk icrasında bulundukları be­lirtilmiştir,[67]
Cevap: Eğer bu gibilerin fetret zamanında oldukları ve eski şerîatlerden istifade imkanının bulunmadığı farzedilecek olursa, bu durumda onlar için sözkonusu edilen niyet ve maksatların mutlak olarak muteber olup olmayacağı tartışmalı bulunmaktadır.[68]Çünkü bu fiiller, kendileriyle kulluk kastettikleri amelleri gibidir. Eğer, nasıl olursa olsun niyet ve kasıt muteberdir dersen, bu amellerin de sahih olması lâzım gelir; eğer amellerin dikkate alınmaması görüşünü benimsersen, bu hüküm kasıt hakkında da lâzım gelir. Hem sonra bi­zim buradaki sözümüz, şerîatler gelmeden önceki zamanlarla ilgili olmayıp, şerîatler geldikten sonraki dönemler hakkındadır. Eğer fetret devirlerinde yaşayan bazı kimselerle ilgili nakledilen haberler, onların eski şerîatlerden kalan bazı amellere yapışmış olmaları ile ilgilidir dersek,[69] durum zaten açık olacaktır.[70]

İtiraz: Hz. Peygamberin; "Ameller ancak niyetlere göredir" buy­ruğu, muhalif de olsa, bu amellerin muteber olabileceğini ifade eder. Çünkü niyet ve maksatlar amellerin ruhu olmaktadır. Bu durumda amel, kısmen ruha sahip bulunmaktadır. Durum böyle olunca, amel dikkate alınır. Kasdın muhalif, amelin uygun olması ya da her ikisinin de muhalif olması durumunda ise, durum farklıdır. Zira öyle bir amel  ruhsuz beden gibidir. Dolayısıyla "Ameller ancak niyetlere göredir" buyruğu kapsamına girmez; çünkü fiilde niyet bulunmamaktadır.
Cevap: Eğer ileri sürülenleri bir an için kabul etsek bile o takdir­de karşımıza "Emrimiz (dinimiz) üzere olmayan her amel merdûttur (reddedilir)"[71] hadisi çıkacaktır. Sözü edilen amel, Hz. Peygamber'in emrine uygun değildir. Dolayısıyla muteber değil, reddedil­miş olacaktır. Hem sonra ruhsuz cesetten faydalanma mümkün olma­yacağı gibi, ceset içerisinde olmayan ruhtan da faydalanılamaz. Çün­kü burada sözü edilen fiillerin, şeriata muhalif oldukları farzedilmek-tedir; dolayısıyla onlar sanki yok hükmünde olacaklardır. Geriye amelî bir hükümde yalnız başına niyet kalacaktır; böyle bir niyetin de önemi yoktur. Bu konuda her iki yönden de çok sayıda çelişenler bu­lunmakta ve mesele gerçekten müşkil bir hal almaktadır.
İşte bu noktadan hareketledir ki, bir grup müctehid niyet ve kasıt yönünü ağır bastırmışlar ve ibadetlerden telafisi gerekenleri telafi etmişler, muamelâtla ilgili tasarrufları da sahih saymışlardır. Bir baş­ka grup da mutlak fesat görüşüne meyletmiş ve şeriata muhalif düşen her türlü ibadet ve muameleyi batıl kabul etmişlerdir.[72]Bir üçüncü grup da orta yolu tutarak her iki tarafı da kısmen etkin kılmışlar; an­cak niyet ve kasdın etkisini bir yönde, fiilin etkisini de başka bir yönde kabul etmişlerdir. Her iki tarafın da etkin kılındığına aşağıdaki hu­suslar delalet etmektedir: (1)
Haram kılındığını bilmeksizin haram olan birşeyi yiyip-içen kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir fiilde, fiili işleyen o şeyin mubah olduğuna inandığı için işlediğinden hem niyet ve kasdın uygunluğu hem de, yapılması yasak olan birşeyi yaptığından fii­lin muhalifliği bir arada bulunmaktadır: Uygunluk tarafı (niyet)[73] etkin kılınarak had ve ceza düşürülmüş; muhaliflik tarafı[74] etkin kılınarak da o fiilin üzerine hükümlerinin doğmaması ve başka hükümle­re mesnet yapılmaması kabul edilmiş, böylece niyet ve kasıt tarafına meyledilerek telâfisi mümkün olup da tashihi gerekenler sahih kılın­mış; telâfisi mümkün olmayan şeylerden olup da ihmali gerekenler de ihmal edilmiştir.                                                                                 
Bu meselede iki tarafın da, her birine uygun bir şekilde dikkate alındığı görülmektedir. Meselâ iki erkek tarafından nikahlanan bir kadının durumuna bakalım: Bu erkeklerden sonuncusu o kadının bir başkası tarafından daha önce nikahlandığını ancak gerdeğe girdikten sonra öğrenmektedir. Bu durumda kadın Hz. Ömer, Muaviye ve el-Hasen'in fetvaları gereğince (ilkkocanın nikâhından) bâin (ayrı) düşe­cektir.[75] Benzeri görüş Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Benzeri bir mesele de mefkûdun[76] karısı ile ilgilidir. Bu kadın evlense de sonra ka­yıp olan kocası çıkıp gelse bakılır: Eğer kadını nikahlamadan önce çıkıp gelmişse, ilk koca daha hak sahibidir. İkinci koca gerdeğe girdik­ten sonra gelmişse, ikinci kocası daha hak sahibidir. Akitten sonra fa­kat gerdekten Önce gelmişse, o takdirde iki görüş bulunmaktadır.[77] Hadiste şöyle buyrulmuştur: "Herhangi bir kadın, velîlerinin izni ol­madan evlenirse nikâhı bâtıldır, bâtıldır, bâtıldır. [78]Eğer kocası kendişiyle gerdeğe girerse, kadın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır.[79] Namaz esnasında yanılma ile bütün meselele­riyle birlikte fâsid nikâh konularında da durum aynı şekilde olacaktır. (2)
İmam Mâlik'in hatta sahabelerin görüşlerinin (konu ile ilgili) esasını şu oluşturur: İbâdetler bahsinde bilgisizin (cahil) hükmü, unu­tan kimsenin hükmü gibidir. Buna göre onlar, bilmeksizin fiil ya da sözlü tasarruflarında şeriata muhalif düşen bir kimsenin durumunu, unutanın hükmüne benzetmişlerdir. Eğer kasıt olmaksızın yapılan fi-illerdeki muhalefet, mutlak muhalefet olsaydı, o takdirde böyle bir kimseyi kasıt sahibi kimse yerine korlardı. Nitekim İbn Habib[80] ve onun görüşüne katılanlar böyle düşünmektedirler. Halbuki durum hiç de öyle değildir. Şeriata uygun kasdm dikkate alındığı konusunda bu açıktır ve taharet, namaz, oruç[81] hac ve benzeri ibadetler bahsinde bu açıkça gözükmektedir. Keza nikah, talak, yiyecek ve içecek bahisle­ri gibi âdetlerle ilgili birçok konuda da durum aynıdır.

İtiraz: Bu dediğiniz, mâlî konularda tutmamaktadır; çünkü bile­rek de bilmeyerek de olsa itlaf durumunda tazmin sorumluluğu bulun­maktadır.

Cevap; Mâlî konularda tazmin hükmü başka birşeydir; çünkü (mal heder olmadığından) itlaf durumunda tazmin hükmünün gerekmesi için hata ile olmasıyla kasıtlı olması arasında fark bulunmamak­tadır. (3)
Bu ümmetten hata (yanılma) hükmünün kaldırıldığını gösteren deliller. Bu meyanda Kur'ân'da şu âyetler vardır: "İçinizden kastede­rek yaptıklarınız bir yana, yanılmalarınızda size bir sorumluluk yok­tur[82]"Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorum­lu tutma.[83] Hadîste bu duaya cevap olarak Yüce Allah tarafından "Öyle yaptım" buyrulduğu belirtilmiştir.[84]"Allah kişiye ancak gücü­nün yeteceği kadar yükler.[85]Hadiste de şöyle gelmiştir: "Ümmetim­den hata, unutma ve tehdit (zor, ikrah) altında yapılan şeyler (in hük­mü) kaldırıldı (yazılmadı)"[86]Sorumluluğun kaldırılması hükmünün taalluku konusunda ihtilaf meydana gelmiş ve bunun sadece âhiret alemiyle mi ilgili olduğu, yoksa her iki âlemi de mi kapsadığı tartışıl­mış olmakla birlikte bu mânâ üzerinde[87] genelde ittifak bulunmakta­dır. Âlimler sorumluluğun mutlak surette (tamamen) kaldırıldığının doğru olmadığı hususunda da ihtilaf etmemişlerdir.[88] Durum böyle olunca, iki taraftan her birinin kısmen de olsa aksini gösteren haricî bir delil bulunmadıkça dikkate alınmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Allah'u a'lem! [89]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..