Beşinci Mesele:                                                                                     

Maslahatın temini ya da mefsedetin temini, eğer mubah türden ise, iki kısımdır:

(a) Bir başkasına zarar içermeyen kısım. ,

(b) Bir başkasına zarar içeren kısım.Bu ikinci de kendi arasında iki kısımdır: (1)

Maslahatı celbetmekya da mefsedeti defetmek isteyen kimse ya bu zararı kastetmektedir. Meselâ geçimini temin etmek için ticaret mallarının fiyatını düşüren ve bu arada bu fiiliyle başkalarına da za­rar vermeyi kasteden kimsenin durumunda olduğu gibi. (2)

Ya da başkalarına zarar vermeyi kastetmemektedir. Bu da iki kı­sımdır:

i) Verilen zararın genel olması. Malların pazar yerine ulaşma­dan kapatılması, şehirlinin köylü için simsarlık yapması, kişinin ge­niş bir cami yapılması ya da benzeri kamu ihtiyacının gereği olarak is­timlak edilmek istenen evini ya da bahçesini satmaktan kaçınması gi­bi.

Zararın özel olması. Bu da iki türdür:
(1) Bizzat maslahatı elde etmek ya da mefsedeti uzaklaştırmak isteyen kimsenin kendisine de zarardan dokunması, buna rağmen o fi­ili işlemeye ihtiyaç duyması. Meselâ kendisine dokunacak bir zulmü, şayetuzaklaştırdığı takdirde o zulmün bir başkasına dokunacağını bi­le bile uzaklaştırması; bir yiyecek maddesini ya da ihtiyaç duyduğu bir maddeyi almaya koşması, avı başkalarından önce kendisinin avlama­ya çalışması, odun, su ve benzeri mubah (serbest) malları bir an evvel kendisinin toplamaya çalışması ve bunları yaparken de eğer sözü ge­çen malları kendi eli altına geçirdiğinde, başkalarının o malların yok­luğundan dolayı zarar göreceğini bilmesi; buna karşılık kendi elinden alınması durumunda da bizzat kendisinin zarar görür olması.
(2)  Kendisine bir zararın dokunmaması: Bu da üç kısımdır:
(1) O fiili işlemesi durumunda doğacak zararın âdeten kesin olması. Konak kapısının arkasına karanlıkta giren kim­senin mutlaka düşeceği şekilde bir çukur (kapan) kazıl­ması gibi.
(2) Zarara sebebiyet vermesi nadir olan fiiller. Genelde her­kesin düşmeyeceği bir yere kuyu kazmak, genelde yiyen kimseye zarar vermeyen[90]gıda maddelerini yemek vb. gi­bi.
(3)  Zarara sebebiyet vermesi nadir olmayıp çoğunluğu teşkil eden fiiller. Bu da iki şekilde olur:
i) Gâlib olur. Harbîlere (düşmana) silah satmak,[91] şarap­çıya üzüm satmak, insanları aldatmayı meslek haline

getirmiş kimselere, insanların kolayca aklanabileceği birşeyi satmak vb. gibi.
ii. Gâlib değil fakat çokça olur. ("Buyûu'1-âcâl"[92] ya da "îyne" adı verilen) örtülü riba satışlarında olduğu gibi.

Böylece tamamı sekiz kısım etmektedir. Şimdi bunları teker te­ker ele alalım:

Birinci kısım: Aslî izin üzere devam etmektedir ve bu konuda her­hangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Dolayısıyla hakkında delil ge­tirmeye de ihtiyaç bulunmamaktadır. Çünkü daha başlangıçta (ibti-daen) bunlar hakkında izinin bulunduğu bilinmektedir.

İkinci kısım: Bu tür fiillerde bulunan başkalarına zarar verme kasdının engelleneceğine dair de bir tereddüt bulunmamaktadır, Çünkü "İslâm'da başkasına zarar vermek ve zarara zararla mukabe­lede bulunmak yoktur" ve bu bir prensip olarak kesindir. Ancak, hem kendisine fayda teminini hem de başkasına zarar verme unsurunu içe­ren bu tür fiiller üzerinde durmak gerekmektedir; Acaba böyle bir fiil yasaklanır ve mübahlıktan çıkar mı? Yoksa aslî ibaha hükmü üzere kalmaya devam eder ve kişi sadece kasdmdan dolayı mı günah kaza­nır? Bu üzerinde ihtilaf bulunabilecek bir noktadır. Konu, gasbedilmiş yerde kılman namaz meselesine benzemektedir. Bununla birlikte ko­nu üzerinde durulurken aşağıdaki tafsilatın dikkate alınması müm­kündür:

Sözkonusu amel terkedilip, elde etmek istediği maslahata ulaş­mak ya da kendisinden uzaklaştırmak istediği mefsedetten kurtul­mak için başka bir fiile intikal edildiğinde, amaçladığı şey ya gerçekle­şecek ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer amaçladığı şey gerçekleşecek­se, o takdirde sözü edilen fiilin engelleneceğinde kuşku yoktur. Çünkü amacına başkasına zarar vermeksizin ulaşabildiği halde zarar veren yolu seçmişse, amacının başkalarına zarar vermek olduğu ortaya çı­kar. Eğer amacına ulaşabilmek için sözkonusu fiili işlemekten başka çaresi yoksa, bu durumda kendi maslahatını temin ya da kendisine ulaşacak zararı uzaklaştırmaya çalışan kimsenin hakkı daha öncelik­li olacak, başkalarına zarar verme kasdım bulundurmaması istene­cektir. Bu bir takat üstü yükümlülüktür denilemez. Çünkü böyle bir kimse sadece başkalarına zarar verme kasdını bulundurmamakla yü­kümlü tutulmaktadır ve böyle bir kasdın bulundurulmaması da kesb (irade, güç) altına dahildir.Yoksa yükümlü tutuldugu şey bizzat baş­kalarına zarar vermemesi değildir.
Üçüncü kısım: Bu kısımda da ya engellenmesi durumunda telafî-si mümkün olmayacak şekilde bir zarar verme[93] sözkonusu olur ya da öyle olmaz.
Eğer kendisi için böyle bir zarar lazım gelecek olursa, onun hakkı mutlak surette öne alınır. Gerçi bu hususa karşı çıkılmış ve bu itiraz, usulcülerin koymuş olduğu kalkan örneği ile desteklenmek istenmiştir. Şöyle ki: Kâfirler, bir müslümanıkalkan edinerek müslümanların üzerine yürüseler ve bu kalkan yapılan müslüman öldürülmedikçe düşmanın müslümanların kökünü kazıyacakları anlaşılsa bu durum­da kalkan yapılan müslüman öldürülerek diğer müslümanlar kurta­rılmaya çalışılır.[94]Ancak kalkan meselesini delil olarak kullanarak konuya itirazda bulunmak zayıf olmaktadır.
Eğer zararın telafisi imkanı bulunur[95] ve tamamen onun ortadan kaldırılması mümkün olursa; genel olan zararın dikkate alınması ön­celik arzedecektir. Bu durumda kendisi için fayda temini ya da kendi­sinden zarar defi için çalışan kimse, amaçladığı şeyi yapmaktan engel­lenecektir. Çünkü kamu maslahatları özel maslahatlardan Önce gelir. Malların pazara gelmeden kapatılması, şehirlinin köylü adına sim­sarlık yapması, selefin zenâatkarlarm ki aslında bunlar emin kim­seler olmaktadır[96] tazmin sorumluluğu ile mesul tutulması konu­sunda görüş birliği etmeleri, Hz. Peygamberin mescidini genişletme­leri ve bunun için sahipleri razı olsun olmasın gerekli yerleri istimlâkte bulunmaları... evet bütün bu uygulamalar konunun sıhha­tine delil olmakta, kamu maslahatının fertlere dokunacak zararı te­lafi etmek kaydıyla özel maslahatlara takdim edileceği hükmünü getirmektedir.

Dördüncü kısım: Genel olarak ele aldığımızda konu iki bakış açı­sına sahip bulunmaktadır;

(a) Hazların isbatı yönü.

(b) Hazların düşürülmesi yönü.

Eğer biz nazları dikkate alacak olursak, bu durumda kendisi için maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalışan kimsenin hakkı bundan başkaları zarar görse dahi önce gelecektir. Çünkü masla­hatın temini ya da mefsedetin uzaklaştırılması Sâri' için istenilen ve amaçlanan birşeydir. Bu yüzdendir ki, yemesi-içmesi haram olan şey­ler zaruretten dolayı mubah kılınmış, dirhemi dirhem karşılığında ve­resiye vermek anlamına gelen karz akdi duyulan ihtiyaçtan dolayı ve kullara genişlik olsun diye caiz kılınmış; yardımlaşmanın temini için ihtiyaç duyulan ariyye uygulamasında ağaç üzerindeki yaş hurmanın kuru hurma karşılığında tahmin yoluyla satılmasına izin verilmiştir. Buna benzer daha pek çok mesele vardır ki, deliller onların Şâri'in amacı dahilinde olduğunu göstermektedir. Bu sabit olduğuna göre, ki­şinin (aslında mubah bulunan şeylerden bazılarını) başkalarından önce hareket ederek ele geçirmesi halinde, o şey üzerinde şer'an hak sahibi olacaktır ve o şey başkasının değil onun mülkü altına girecektir. Ona herkesten önce ulaşmış olması, Şâri'e karşı bir muhalefet içer­memektedir; dolayısıyla fiil sahih olacaktır. Böylece geri kalanın hak­kını, önce varanın hakkına takdim etmenin şer'an gözetilmiş birşey olmadığı ortaya çıkmaktadır. Ancak önce varan kendi hakkını düşü-rürse o zaman bu mümkün olabilir. Önce varanın hakkını düşürmesi gibi bir mecburiyeti de bulunmamaktadır; hatta zarûrîyyât konusun­da kendi nefsi için gerekli olan hakkını kullanması mecburiyeti vardır ve bu gibi durumlarda hakkını düşürme gibi bir seçeneği yoktur. Çün­kü o şey kesin olarak kendi hakkı olmaktadır; başkasının hakkından olduğu ise zan ya da şek (şüphe) ölçüsündedir. Bu zararın uzaklaştırıl­ması konusunda açıktır. Maslahatın temini konusunda da eğer onun bulunmaması zarar verecekse durum aynı olacaktır.
ed-Davudî'ye soruldu; "Sultana haraç adı altında verilen angar­yadan kurtulma imkanı olan bir kimsenin bunu yapması caiz midir?" O: "Evet, başka türlüsü de helal olmaz" diye cevap verdi. Ona şöyle de­nildi: "Sultan haracı tek tek şahıslar üzerine değil de belli bir yerleşim yeri ahalisine topluca koysa,"[97]bundan kurtulmaya kadir olan kimse bunu yapabilir mi? Eğer o kendisini kurtarırsa diğer ahaliye haksızlık olacak ve haracı onlar tamamlamak zorunda kalacaklardır." Cevap olarak: "Evet yapabilir dedi" ve şöyle devam etti: "İmam Malik, zekat tahsildarının nisab miktarına ulaşmayan iki ortağın koyunları için or­taklardan birinden zekat alması hakkında: 'Bu bir zulümdür ve kendi­sinden alman ortak üzerinde kalır, öbür arkadaşından verdiğinin ya­rısını alamaz' demiştir. Devamla: "Ben bu konuda Sahnûn'dan rivayet edilen görüşü kabul etmiyorum. Çünkü zulüm emsal gösterilemez. Hiç bir kimsenin, zulüm başkasına isabet edecek korkusuyla kendisi­ni zulüm altına sokması gerekmez. Yüce Allah şöyle buyurur: "İnsan­lara zulmedenlere, yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenlere karşı du­rulmalıdır."[98]ed-Davudî'nin sözü böyle. Bazı nakillerde Yahya b. Ömer'in bu doğrultuda: "Kişinin kendisinden zulmü uzaklaştırmasın­da bir sakınca yoktur" dediğini gördüm. Halbuki zulmü kendisinden uzaklaştırması durumunda eğer zulüm açık bir haksızlık ise o zulmün bir başkasına yükleneceği bilinmektedir. Abdu'1-Ganî, el-Mü'telef ve'1-Muhtelef adlı eserinde Hammad b. Ebî Eyyub'dan nakleder: Hammad b. Ebî Süleyman'a: "Ben konuşuyorum ve benden nöbet kaldırılıyor. Benden kaldırınca da tabiî bir başkasına konuyor" dedim. O: "Sana sadece kendin hakkında konuşmak düşer. Senden kaldırılınca onun kime konulduğuna aldırış etmezsin" dedi.
Başka türlü uzakl aştırıl amam ası halinde zulmü def etmek için rüşvet vermek, isyancılara mal vermek, esir mübadelesi için kafirlere fidye vermek, hacca gitmek isteyenlere haraç vermek de bu kabilden­dir. Bütün bunlar günah ile bir fayda elde etmek ya da bir zararı defet­mek demektir. Cihad faziletini istemek de bu kabildendir. Halbuki ci-hadda kâfirin küfrü üzere ölmesi veya kâfirin müslümanı öldürmesi gibi durumlar bulunmaktadır. Hatta Hz. Peygamber "Al­lah yolunda Öldürülmeyi, sonra diriltilip tekrar öldürülmeyi gerçek­ten arzu ederim[99] buyurmuştur. Bunun tabiî sonucu onu öldürenin cehenneme girmesidir. Âdem'in iki oğlundan biri (Habil): "Ben hem benim, hem de kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olmanı is­terim"[100] demiştir. Dahası, cezalarki bunların tamamı maslahatın temini, mefsedetin de uzaklaştırılması demektir başkalarına zarar verme anlamı içerir. Şu kadar var ki, mefsedetin defi için bütün bun­lar ilga edilmiş, dikkate alınmamıştır. Çünkü sözkonusu zararlar bu hükümlerin meşru kılınması sırasında Sâri' tarafından gözönünde bulundurulmuş değildir. Hem sonra maslahatın temini, mefsedetin defi için çalışan kimsenin tarafı öncelikli olmaktadır. Bu konu üzerin­de daha önce durulmuştur.

İtiraz: Bu nokta çeşitli meselelerde problem doğurur. Çünkü sa­bit bir kaide olarak "Zarar ve zararla mukabele yoktur." Zikredilen meselelerde ise başkalarına zarar verme mevcuttur. Bu durumda kaide gereği onların meşru olmaması gerekir, Bunu şu örnekler de destekler: Bir kimsenin elinde yiyecek bulunduğu zaman, o kimse na-çar halde kalan bir kimseye kendisinin de o yiyeceğe ihtiyacı bulunduğu halde bedelli ya da bedelsiz vermesi için zorlanabilmektedir. Keza muhtekirin (karaborsacı) elinde bulunan yiyecek mallarını dev­let başkanı (bedelini ödeyerek) zorla elinden alabilmektedir. Çünkü o malları elinde tutması başka insanlara zarar vermektedir. Daha baş­ka benzeri konular da mevcuttur.

Cevap: Bütün bunlarda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Şöyle ki: Geçen meselelerde bulunan ve yerleşik asıllarda sözkonusu olan başkalarına zarar verme, izin sırasında Şâri'ce maksûd değildir; izin sadece kişinin maslahatın temini ya da mefsedetin defi için çalış­ması hakkındadır. Hem sözü edilen meselelerde iki zarar verme karşı karşıya gelmektedir (tearuz): (a) Zilyede ve mâlike zarar verilmesi. (b) Zilyed ya da mâlik olmayan kimseye zarar verilmesi. Bilindiği üzere şeriatta zilyed ve mâlikin hakkı Önce gelir ve hakların çatışması durumunda hak sahibine karşı durulmaz. Kısaca izin, izin olması açı­sından başkalarına zarar vermeyi gerektirmez. Nasıl gerektirebilir ki, şeriatın özelliği böyle birşeyi yasaklamaktır. Dikkat edilecek olur­sa görülecektir ki, maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimse, bu fiiliyle başkalarına zarar vermeyi kastederse günahkar ol­maktadır ve o yaptığı şeye ihtiyacının bulunması da durumu değiştir­memektedir. Bu da göstermektedir ki, Sâri' Teâlâ başkalarına zarar verilmesini kastetmemektedir; aksine zarar vermeyi yasaklamıştır ki, o da zilyed ve mâlikin zarara uğratılmasıdır.

Yiyecek maddesine zaruret ölçüsünde ihtiyaç duyan (naçar) kim­se ile ilgili mesele aslında bizi desteklemektedir. Çünkü yiyecek mad­desini vermeye zorlanan kimse, bizzat o yiyeceğe yokluğunda zarar göreceği ölçüde muhtaç değildir. Eğer aynı ölçüde onun da muhtaç olduğunu farzedecekolursak, o takdirde zorlanması zaten sahih olma­yacaktır. Dolayısıyla konu aynı tartışma konusu olmaktadır. Yiyecek maddesini vermeye zorlanan kimse, onu vermesinden dolayı zarar görmemektedir. Bu nokta iyi kavranmalıdır. Muhtekirin durumuna gelince; o ihtikâr (stok) yapmak suretiyle hatalı bir yola girmiş ve ya­sak olan birşeyi işlemiş ve bu haliyle insanlara da zararlı olmuştur. Bu durumda devlet başkanının onu zarara sokmaksızın insanlara verdiği zararı bertaraf etmesi gerekecektir. Sonra ihtikar meselesi, kamu ya­rarı için özel zararlara katlanmanın caiz olduğu üçüncü kısımdan ol­maktadır.

Bütün buraya kadar anlatılanlar nazların dikkate alınması du­rumuyla ilgili idi.

Onları dikkate almadığımız zaman ise iki durumlakarşıkarşıya

oluruz: (1)
Kendi nefsim düşünmeyi bir tarafa bırakarak, eşitlik üzere diğer insanların içerisine girme. Bu gerçekten övgüye değer bir davranıştır. Böyle davranışlar Hz. Peygamber zamanında yapılmıştır. O şöyle bu­yurur: "Eş'arîler gazada yiyecekleri biter veya Medine'deki çoluk ço­cuklarının yiyecekleri azalırsa ellerindeki yiyeceği bir elbisenin içine toplar, sonra onu aralarında bir kabın içinde eşitlik üzere taksim eder­ler. Onlar bendendir; ben de onlardanım,"[101] Buradakendi hakkını dü­şüren kimse, başkalarını bu konuda kendisi gibi görmekte ve onu san­ki kardeşi veya oğlu veya yakın bir akrabası ya da yetimi saymakta ve kendisini onlara vacib ya da mendup olarak bakmakla yükümlükimse olarak görmekte; kendisini Allah'ın kulları arasında huzur ve sükunu teminle, onların hayırlarını kollamakla görevli saymaktadır. Bu ha­liyle o, hak sahibi olsa bile diğer insanlardan biri gibi olmaktadır. Du­rumu böyle olunca, o kimsenin artık o hakkı kendisine tahsis etme yo­luna gitmesi mümkün değildir. Aksine, o hakkı insanlar arasında paylaştırmakiçin kendisini görevli hissedecektir. Aynen şefkatli bir baba­nın çocuklarını ihmal ederek yalnız başına yiyip içemeyeceği gibi, bu kimse de Öyle olacaktır. İşte Eş'arîler bu mertebede bulunmaktadır ve Hz, Peygamber [ altömiul onlar hakkında; "Onlar benden, ben de on-lardamm" buyurmuştur. Bu konuda Hz. Peygamber uyul­ması gereken en büyük Önder, şefkat konusunda da en müşfik babadır. Zira o, ümmetini ihmal ederek hiçbir konuda kendi nefsini düşünme­miştir. Müslim'de Ebû Sa'îd'den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defa biz Hz. Peygamber ile beraber bir seferde iken devesi üzerinde bir adam geliverdi ve gözünü sağa sola çevirmeye başladı. Bunun üze­rine Rasulullah: "Kimin yanında fazla hayvan varsa onu hayvanı olmayana versin ve kimin fazla azığı varsa olmayana versin!" buyurdu.
Ravi der ki: "Mal çeşitlerinden söylediğini söyledi. Hatta artan bir malda hiçbirimizin hakkı olmadığı düşüncesine vardık. '[102]Başka bir hadiste de "Şüphesiz malda zekâttan başka bir hak da vardır"[103]buyrulmuştur. Zekatın, ikrazın (ödünç verme), ariyyenin, hediyenin vb. meşru kılınması bu mânâyı destekleyen hususlardandır. Bu tür ör­neklerin tamamı üstün ahlâk anlayışıyla ilgili olmaktadır ve bunlar kişinin sadece kendi nefsini düşünmesi gibi bir durumla bağdaşmaz. Bu durumda, fiili işleyene, sadece diğer insanlara dokunacak zarar öl­çüsünde ya da daha az bir zarar gelecektir. Böyle bir insan, kendi nef­sini kesin bir zarar altına sokmuş da olmamaktadır. Söz konusu zarar beklenti halinde olan bir zarardır ya da başkalarından zararı gider­mek uğruna tahammül edebileceği az bir zarardır. Bu bütün müslü-manları tek bir vücut gibi gören bir kimsenin bakışı olmaktadır. Ni­tekim bumeyandaHz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Mümin için mü'min, birbirini kenetleyen duvar gibidir[104] "Mil'-minler tek bir cesed gibidir. Bir organ rahatsız olursa, diğer bütün or­ganlar uykusuzluk ve ateş (humma) ile ona iştirak ederler[105] "Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe mü'min olmaz.[106] Bu mânâda daha pek çok hadis bulunmaktadır. Zira mü'minin mü'mini tam anlamıyla kenetlemesi ancak bu mânâ ile ve bunun için gerekli sebeblerin ortaya konulması yoluyla olacaktır. Aynı şekilde tek ceset şeklinde olunabilmesi için de, faydanın herkes için eşit olarak ve kendi ihtiyacına göre dağıtılması gerekecektir. Nitekim  vücutta da organlar gıdadan istifade ederken paylaşım, eksiksiz-nok-sansız her organın kendi ihtiyacına göre olmaktadır. Eğer bazı organ­lar ihtiyacından fazla ya da daha az alacak olurlarsa, vücut normal ha­linden çıkacaktır. Bu özelliğin esası, Kur'ân'da zikredilen müminle­rin birbirlerinin velileri olduğunu, sözbirliği etmelerinin ve kardeşli­ğin gerekliliğini, gruplaşmadan kaçınmanın zaruretini ifade eden âyetler olmaktadır ve bunlar pek çoktur. Ümmetin tek bir vücut gibi bütünlüğü ve sağlıklı olması ancak bu ve benzeri özelliklerin bulun­masıyla mümkün olacaktır.
İkinci durum: îsâr yani başkalarını kendi nefsine tercih etmek: Bu nazlardan feragat konusunda daha köklü bir tavır olmaktadır. Bu­rada kişi yakî5tTtnanına güvenle ve gerçek tevekküle ulaşarak kendi çıkarlarını terketmekte ve başkalarını kendi nefsine tercih etmekte, Allah'a olan muhabbetinden dolayı O'nun yolundaki kardeşine yardımcı olmak için meşakkatlere katlanmaktadır. Bu son derece üstün bir ahlâk örneğidir ve amellerin en yücelerindendir. Bu haslet, Hz. Peygamber'in tavırlarında örneğini bulmuş ve onun ilâhî rızaya uygun ahlâkının bir tezahürü olmuştur. "Yüce Peygamber hayır yolunda insanların en cömerdi idi. Encömertolduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cibril ile karşılaştığı zaman ise esen rüz­gardan daha cömertolurdu.[107] Hz. Hatice kendisine: "İşini görmekten aciz olanın yükünü yüklenirsin, fakire verir kimsenin kazandırama-yacağmı kazandırırsın, Hak yolunda ortaya çıkan hadiseler karşısın­da (halka) yardım edersin"[108] demiştir. Bir defasında kendisine dok­san bin dirhem getirilmiştir. Onları birhasır üzerine koymuş ve dağıt-mayabaşlamıştır. İsteyen hiçbir kimseyi geri çevirmemiş ve tamamım tüketinceye kadar dağıtmıştır. Sonra bir adam gelmiş ve istekte bu­lunmuş, ona: "Yanımda verecek birşey yok. Ancak benim adıma borç­lan ve alacağını al; bize birşey geldiğinde onu öderiz" buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Allah sana gücünün yetmediğini yüklememistir" demiş, Hz. Peygamber bu sözden hoşlanmamıştır. Ensardan bir adam: 'Ya Rasûlallah! Harca, Arşın Sahibinin azaltacağından korkma" demiştir. Bunu duyan Hz. Peygamber tebessüm etmiş, hoş-nudluğu yüzünde belirmiş ve: "Ben bununla emrolundum" buyur­muştur. Hadisi Tirnıizî nakletmiş tir. Enes de: "Hz. Peygamber, yarın için birşey biriktirmez di" demiştir. Bu mânâda haberler pek çoktur. Sahabe de aynı şekilde idi. "Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği yoksula, öksüze ve esire yedirirler"[109]âyetinin tefsiri sadedinde, keza Sahîh'te "Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden ön­de tutarlar"[110] âyeti hakkında gelen rivayetleri, aynı şekilde Hz. Âişe'den gelen rivayeti biliyorsunuz. Daha önce Hükümler bahsinin Sebebler bölümünde hazlarm düşürülmesi doğrultusunda amelde bulunmadan söz edilirken zikredilmişti.

îsâr (başkalarını tercih) iki kısımdır:' a. Maldan ve eşten vazgeç­me yoluyla. Nitekim Sahîh'te muâhât (kardeşlik akdi) hadisinde zik-redildiği üzere Hz. Peygamber tarafından Muhacir ile Ensar arasında kardeşlik ilan edilmişti. Ensardan biri, muhacir kardeşine, malının yarısını vermeyi ve ona helal olması için de karısını boşamayı düşün­müştü. (2)
Candan vazgeçme yoluyla. Yine Sahih'te geçtiği üzere[111] Ebu Tal-ha, Uhud gününde kendisini Hz. Pcygamber'e kalkan yapmıştı. Hz. Peygamber insanları görmek için başını uzatıyordu. Ebu Talha kendisine: "Bakma! Yâ Rasûlallah! İnsanların attıkları oklar­dan biri isabet edebilir. Canım sana feda olsun" diyordu. Hz. Pey-gamber'i korumak için elini oka siper etmiş ve bu yüzden çolak olmuştu.[112] BuörnektavrınHz. Peygamber'in davra­nışlarında da yer aldığı malumdur. Zira o, savaşlarda düşmana en ya­kın kimse olurdu. Bir gece Medineliler korkuya kapılmışlardı. Birta­kım insanlar korku sebebi sesin geldiği tarafa gittiler. Hz. Peygam-ber'i o taraftan dönerken buldular. 'Korkmayın!' diye onları karşılamıştı. Ebu Talha'ya ait çıplak bir at üzerinde kılıcını kuşanmış, haberin mahiyetini öğrenmek istemişti.[113]Bu kendi canını feda etmek isteyen bir kimsenin davranışı olmaktadır. Ali b. Ebî Tâlib'in de hicret gününde, müşriklerin Hz.Peygamber'i öldürmeye azmet­tikleri bir anda onun yatağında yatması ve gecelemesi herkesçe bili­nen bir olaydır. Yaygın bir deyişte de: "Başkaları uğrunda candan geçinek, cömertliğin en son noktasıdır" denilmektedir. Sûfiyyeden bazıla­rı sevgiyi tarif ederlerken 'O başkalarını tercihtir' demişlerdir. Bu­nun doğruluğuna Kur'ân'dan delalet de vardır: Mısır azizinin (vezir) karısı (Züleyha), Yusuf hakkında: "Ondan murad almak iste­yen bendim; kuşkusuz Yusuf doğrulardandır"[114]demiş ve onun suç­suzluğunu ifade ile suçun kendisine ait olduğunu belirtmiş ve böylece sevdiğini kendi nefsine tercih etmiştir.
Nevevî şöyle der: Yiyecek ve benzeri dünya işleri ile nefsânî haz­lar hakkında başkalarını tercihte bulunmanın üstünlüğü hakkında âlimler icmâ etmişlerdir. Allah'a yaklaştıran fiiller (kurbetler, ibâdet­ler) ise böyle değildir; çünkü bunlarda sözkonusu olan hak Allah'a ait­tir. Bu kendisinden önceki kısımla[115]birlikte çeşitli mertebelere ayrı­lır. İnsanlar bu konuda tam tevekkül ve yakın mertebesine ulaşma yo­lundaki derecelerine göre farklılık arzederler. Rivayete göre Hz. Pey­gamber Hz. Ebu Bekir'den malının tamamını, Hz. Ömer'­den de malının yarısını kabul buyurmuş olmasına rağmen, Ebû Lübâbe ve Ka'b b. Mâlik'ten mallarının üçte birini kabul etmiştir. İb-nu'1-Arabî, bu ikisinin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer mertebesinde olma­dıklarından, Hz. Peygamber'in kendilerine onlara davran­dığı gibi davranmadığını söylemiştir. Onun sözü böyle.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Burada îsâr, peşin zevklerden fera­gat etme anlamına gelmektedir ve bu yüzden doğacak meşakkate gö­ğüs germe durumunda eğer şer'î bir maksat ihlal edilmiyorsa kınama ve azar yoktur. Ama şer'î bir maksadın ihlali sözkonusu olursa, bu durumda hazdan feragattan bahsedilemez ve böyle birşey şer'an öv­güye değer bir davranış da olamaz. Şer'an övgüye değer bir davranış olmaması şunun içindir: Bu durumda hazlardan feragat ya sırf em­redenin (Sâri') emri içindir ya da başka bir durum içindir yahut da amaçsızdır. Amaçsız oluşu abestir ve akıllı bir kimse böyle bir davra­nışta bulunmaz. O fiili emredenin emri gereği olarak yapmış olması durumunda, o şeyin şer'î bir maksadı ihlal etmesinden söz etmek tezat olur. Çünkü o şeyin ihlali emredenin emri değildir. Durum öyle olma­yınca da, fail ona (emredene) muhalif demektir. Emredenin emrine muhalefette bulunmak, ona uygun hareket etmenin zıddı olur. Bu du­rumda onun üçüncü bir durum yani haz için olduğu ortaya çıkar. Hazların düşürülmesi meselesinde başka bir ihtimalin de bulunmadı­ğı açıklanmıştı. Dördüncü kısımla ilgili söylenecek söz tamamlanmış oluyor. Hazların düşürülmesi konusuna nisbetle geçen üç kısmın hük­mü buradan anlaşılır.

Beşinci kısım: Maslahat temini ya da mefsedet defi için uğraşan kimseye herhangi bir zarar içermeyen, ancak işlenmesi durumunda mefsedete sebebiyet vereceği kesin olan kısım. Bu kısmın da iki yönü bulunmaktadır:

(a) Başka birine zarar verme kasdı olmaksızın şer'an kastedil-mesi caiz olan şeyi kastetmiş olması yönü. Bu açıdan bakıldı­ğı zaman bu kısımdan olan fiiller caiz olacak, yasak olmaya­caktır.

(b) Kastedilen bu fiilin terki halinde zarar görmemesine rağ­men işlenmesi durumunda zorunlu olarak başkalarına za­rar dokunacağı neticesini bilmesi yönü. Bu açıdan bakıldığın­da fiil, başkalarına zarar verme kasdmin bulunduğu zannını içermektedir. Çünküfiili işlemesi durumunda: (a) Yazarûrî, hâcî ya da tekmili bir amaç bulundurmadan sırf mubah oldu­ğu için fiili yapmış olacaktır. Bunların meydana getirilmesi konusunda ise sırf meydana getirilmiş olma açısından Şâri'e ait bir kasıt bulunmamaktadır, (b) Ya da emredilmiş olan bir fiili başkalarına zarar verecek biçimde zarar ver­meden işleme imkanı bulunmasına rağmen işleyen kimse dı^rumunda olacaktır. Fiilin bu şekilde başkasına zarar veri­lerek işlenmesi de Sâri' tarafından amaçlanmış değildir.

Her iki duruma göre de, başkalarına zarar vereceğini bile bile böyle bir fiili işlemek istemesi durumunda, mutlaka şu iki durumdan biri ile karşı karşıya olunacaktır:

(a) Ya emredilmiş olunan şeyi araştırma konusunda ihmal
göstermektedir[116]ve bu yasak bir davranıştır.ya da başkalarına zarar vermeyi[117] amaçlamaktadır. Haliyle
bu da yasak olmaktadır. Bu durumda o fiili işlemekten engel­lenmesi gerekecektir. Ancak buna rağmen o fiili işlemesi du­rumunda fiili ile mütecaviz sayılır ve tecavüzü neticesinde or­taya çıkan zararı tazmin eder. Tazmin konusu, can ve mal ko­nusunda her olaya uygun bir şekilde ele alınır ve fail teca­vüz kasdı sabit olmadıkça asla kasıtlı olarak zarar vermiş kabul edilmez.[118] Gasbedilmiş yerde kîlınan namaz meselesi,gasbedilmiş bıçakla hayvan boğazlama meselesi ve bunlara benzer olan aslında mubah olmakla birlikte başkasına zarar verme unsuru içeren diğer meseleler hep bu şekilde ele alına­cak ve değerlendirilecektir. Meselenin iki yönüı15olduğu için­dir ki, çoğunluk âlimlere göre bu şekilde kılman namaz sahih ve yeterli olmakta,[119] aslî fiil geçerli kabul edilmekte; ancak öbür tarafı dikkate alınacağı için de o fiili işleyen âsî ve eğer ortada başkalarına verilmiş bir zarar varsa o zararı tazminle sorumlu sayılmaktadır. Bu durumda yönler farklı olduğu için hükümler arasında bir çelişkiden de söz edilmeyecektir. Sözü edilen meselelerde fesâd görüşünü benimseyenler, burada da aynı görüşü taşımaktadırlar. Fıkhî değerlendirme açısından bu bahis çok geniştir ve meselede kıstas bu nokta[120] olmakta­dır. Bu nazların isbatı yönünden olmaktadır. Malumdur ki, nazlarından feragat eden kimseler, durumu böyle olan bir fiil altına asla girmezler.

Altıncı kısım: Nadir olarak mefsedete götüren fiiller. Bunlar aslî izin üzere bulunurlar. Çünkü maslahatın galip olması durumunda, onun bulunmamasını doğuracak nadir haller dikkate alınmaz. Şöyle ki, âdeten bir nebze de olsa asla mefsedet içermeyen bir maslahatın bulunması mümkün değildir. Ancak Sâri' Teâlâ, teşrî esnasında maslahatın ağır basmasını dikkate almış, mefsedetin nadirliğini ise kale almamıştır. Böylece şer'î hükümler, varlık âleminde bulunan âdiyyât mesabesinde tutulmuş ve onların paralelinde düzenlenmiştir. Maslahatın teminine, mefsedetin de uzaklaştırılmasına yönelik bir kasıt bulunduran kimsenin bu durumda nadiren zararın da doğabile­ceğini bilmesi, değerlendirme konusunda bir taksir sayılmayacağı gi­bi, zararın vukuuna yönelik bir amaç bulundurmuş da kabul edilmez. Şu halde fiil, aslî meşruluk üzere kalmaya devam edecektir.

Buna, meşru kılınan şeylerle ilgili kıstasların (davâbıt) bu şekil­de bulunması delil olmaktadır: Meselâ, kan, mal ve ırz konularında şe-hadetle hükmedilir. Halbuki şahitlerin yalan söyleme, yanılma ve vehme kapılma ihtimalleri bulunmaktadır. Yolculukta belirli bir me­safede namazı kısaltmanın mübahhğı hükmü doğmaktadır; halbuki konfor içerisinde yolculuk yapan bir hükümdar için meşakkat sözko-nusu olmayabilir. Mukim olup da ağır işlerde çalışan kimseler, belirli bir meşakkat altında oldukları halde namazı kısaltmaktan menedil-
 mislerdir.[121]Furû-ı fıkıhta vâhid haberle[122] ve cüz'î kıyaslarla[123] amel edilmektedir; oysa ki çeşitli sebeblerden dolayı bunlar hata içerebilir­ler ve doğru olmayabilirler. Ancak bu gibi ihtimaller nadir olmaktadır; dolayısıyla dikkate alınmamış, aksine galip bulunan maslahat yönü dikkate alınmış ve hükümler ona göre düzenlenmiştir. Bu bahis, bu ki­tabın ilgili yerinde izah edilmiştir.
Yedinci kısım: Mefsedete götürmesi zannî olan fiiller. Bu kısımda görüş ayrılığının bulunması muhtemeldir. Bizzat bu fiillerin hükmü­nün mübahhk ve izin olduğu konusu açıktır. Nitekim altıncı kısımda buna değinildi. Bu gibi fiillerden zarar ya da mefsedetin doğabileceği­nin zan ölçüsünde olmasına gelince, bu durumda bakılır: Acaba bura­da zan kesin bilgi mesabesinde tutulur ve fiil (beşinci kısımda) sözü ge­çen iki yönden[124] dolayı menedilir mi? Ya da bulunmama ihtimali[125] ki bu durumda zararın doğmaması ihtimali nadirdir dikkate alı­narak menedilmez mi? Zannın dikkate alınması aşağıdaki hususlar­dan dolayı daha ağır basmaktadır:

(a) Amelî konularda zan, kesin bilgi mesabesinde sayılır. Görün­düğü kadarıyla burada da aynı durum geçerlidir.

Nasslarla belirlenmiş bulunan "sedd-i zerîa" da bu kısım çer-
çevesine girmektedir.[126] Örnekler: "Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip Al­lah'a sövmesinler."[127] Bu âyet, müşriklerin: 'Ta bizim ilahla­rımıza hakaret etmekten f sövmekten) vazgeçersin; ya da biz de senin ilahına söveriz" demeleri üzerine inmiştir. Sahîh'te şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber "Şüphesiz en büyük günahlardan biri de, kişinin ebeveynine küfretmesi-dir" der. Sahabe: "Ya Râsulallah! Adam ebeveynine küfre­derim?" diye sorarlar. Hz. Peygamber "Evet, o bi­rinin babasına söğer; o da onun babasına soğer; o birinin anasına söğer; o da onun anasına söğer"[128] buyurdu. Hz. Peygamber münafıkları öldürmekten geri durur­du.   Çünkü onların  Öldürülmesi  kâfirlerin:  "Muhammed adamlarını öldürüyor" diye olumsuz propaganda yapmaları­na imkan verirdi. Yüce Allah, mü'minlerden Hz. Peygamber'e 'Bizi gözet!' anlamında hitap ederlerken 'çobanımız' an-
lamına da çekilebilen "râinâ" kelimesini kullanmamalarını istemiştir.[129]Çünkü Yahudiler bu kelimeyi Hz. Peygamber'e hakaret için kullanıyorlardı. Bu tür örnekler pek çoktur ve hepsi de aslî hükmü[130] üzere bulunmakla birlikte, kendisine zerîa yani vesile kılınmak istenilen şeyin hükmü­nü almıştır.

(c) Bu kısım yasak olan 'günahta ve düşmanlıkta yardımlaşma' kapsamına girmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, bu kısımdan olan fiilin işlenmesi du­rumunda zarar ve mefsedetin doğabileceğinin zan ölçüsünde bilinme­si, zarar vermeye yönelmiş bir kasıt yerine geçmez. Asıl olan maslaha­tın celbi, mefsedetin de definin caiz olmasıdır ve bu arada fiilin özünde bulunmayan ve zorunlu olarak ortaya çıkan neticelerin dikkate alın-mamasıdır. Ancak maslahatın mefsedete sebebiyet vermesi, şeriata karşı hile ya da yasak olan konuda yardımlaşma kabilinden olmakta­dır ve yasak işte bu yönden sözkonusu edilmekte, fiilin aslından kay­naklanmamaktadır. Çünkü sebebe yapışan kimse, kendi maslahatını elde etmekten başka bir amaç bulundurmamaktadır. Eğer bu durum­daki bir kimsenin fiili, tecavüz (teaddî) şeklindeyorulmuşsa, bu taksir (ihmal) ihtimalini bulundurması yönünden olmaktadır. Bu kısım,mertebece beşinci kısımdan daha aşağıdadır. Bu yüzden de hakkında görüş ayrılıkları meydana gelmiştir: Acaba bir şeyin mazinnesi (yani bulunduğu zannedilen yer), bizzat o şeyin kendisine yönelik kasıt yeri­ne geçer mi? Yoksa geçmez mi? İşte problem budur.

Bu nazların isbatı açısından meselenin ele alınması olmaktadır. Hazlarm düşürülmesi açısından ele alındığında ise, bu kısımda onlar (yani nazlarından feragat edenler), beşinci kısımdan olanlar gibidir. Altıncı kısım ise farklıdır; çünkü âdeten insanın ondan ayrılması kud­reti dahilinde değildir.

Sekizinci kısım: İşlenmesi durumunda mefsedete götürmesi ne galip ne de nâdir olmayan, aksine çok olan fiiller: Bu konu, üzerinde durulmaya muhtaçtır ve karıştırılabilmektedir. Bu kısımda asıl olan, iznin sahihliği esasına hamletmektir. Nitekim İmam Şâfîî ve daha başkalarının görüşü böyle olmaktadır. Çünkü mefsedetin vukuu hak­kında kesin bilgi bulunmasıyla zan ölçüsünde bilginin bulunması bir arada bulunmayacak şeylerdir. Zira burada, vuku bulup bulmaması arasında satle (mücerred) bir ihtimalden başka birşey yoktur. İki ta­raftan birini diğerine tercihi gerektirecek bir belirti (karine) de bu­lunmamaktadır. Mefsedet ve başkasına zarar verme kasdının bulun­ması ihtimali, bizzat kasdın kendisi yerine geçmeyeceği gibi, kasdın bulunmasını da gerektirmez. Çünkü onun bulunup bulunmamasını engelleyecek gaflet ve benzeri maniler bulunabilir.
Sonra, burada maslahat temini ve mefsedet defi için uğraşan bir kimseyi kesin bilgi ya da zan durumunda olduğu gibi taksir sahibi (ihmalkar) ya da kasıt sahibi biri kabul etmek de doğru değildir. Çün­kü fiili, bu ikisine[131] birden yönelik kasdın bulunmasına hamletmek (yormak), bunlardan birini kastetmiş olmamaya hamletmekten daha evlâ değildir. Durum böyle olunca, hakkında izin bulunan sebebiyet verme (tesebbüb) gerçekten güçlü olmaktadır. Ancak İmam Mâlik, sedd-i zerâi' konusunda onu dikkate almış ve buna gerekçe olarak da, vuku bakımından kasdın çokluğunu göstermiştir. Şöyle ki: Kasıt had­dizatında munzabıt (belirli ve açık) değildir; çünkü kasıt iç alemiyle il­gili hususlardandır. Ancak onun burada bir sahası bulunmaktadır ki o da varlık âleminde vukûunun çokluğudur ya da onun mazinnesidir (bulunduğu zannedilen yer). Bulunmama ihtimaline rağmen mazinne dikkate alındığına göre,[132] çokluğun da dikkate alınması gerekecektir; çünkü kasdın alanı olmaktadır.[133]Bunun bir dayanağı vardır ve bu dayanak Zeyd b. Erkam'ın oğlunun anası ile ilgili hadistir.[134]Sonra bazen hüküm, çoğu zaman bulunmayabilecek bir illet için konulmuş olabilir. Meselâ içki .cezasında olduğu gibi. Bu ceza içkinin önüne geçmek (zecr) için meşru kılınmıştır. Ceza ile içkinin önünün alınması (zecr) gâlib[135] değil çoktur.[136] Buna rağmen hükümde asıl prensibe muhalif olarak çokluk dikkate alınmıştır. Asıl prensip, in­sanı zarara uğratacak ve her türlü acı verecek şeylerden korumaktı. Nitekim konumuzda da asıl olan izindir. Buna rağmen, içkinin Önü­nün alınması hikmetine binaen asıl prensipten çıkıldığı gibi, burada da yasak olan şeye götürür endişesiyle (şedden li'z-zerîa) asıl olan iba-ha hükmünden çıkılmış olmaktadır.
Sonra, bu kısım, mefsedetin çokça meydana gelmesi konusunda, kendisinden önceki kısımla müştereklik arzetmektedir.[137]Dolayısıyla orada yasak için (mefsedetin) dikkate alınması gibi burada da alınma­sı ve yasağa gidilmesi gerekir.

Hem sonra bu konuda pek çok nass bulunmaktadır: Hz. Peygam­ber bu meyanda aşağıdaki tasarrufları yasaklamıştır:
— (Kuru hurma ve kuru üzümün ya da yaş hurma ile koruk hur­manın) karıştırılarak nebizinin (şıra) çıkarılması[138]
— Üzerinden üç gün geçen[139]şıranın (nebiz) içilmesi.[140]
— İçeri sin dekini şaraplaştırmayacağı bilinen kaplarda şıra tu­tulması.[141] Hz. Peygamber bu tür yasakların[142] bazılarını,haram olan şeylere vesile Czerîa) yapılmasını önlemek için (sedd-i zerîa) getirdiğini açıklamış[143] ve: "Eğer bunlara ruhsat verseydim, bunları öteki haram olanlar haline dönüşecek kadar onlarda (o kap­larda) tutabilirdiniz" buyurmuştur. Yani insanlar, bu gibi konularda mubah sınırında durmazlar; sonunda harama ulaşırlar demek iste­miştir. Halbuki böyle durumlarda mefsedetin vukuu çok olsa da galip değildir.
Hz. Peygamber yabancı bir kadınla kapalı bir yerde başbaşa kalmayı (halvet) yasaklamıştır.[144]
— Yanında kocası ya da mahrem bir yakını olmaksızın kadının yalnız başına yolculuk yapmasını yasaklamıştır.[145]
— Mezar üstüne mescid yapılmasını ve orada (kabir üzerinde ya da kabre doğru) namaz kılınmasını yasaklamıştır.[146]
— Bir kadının halası ya da teyzesiyle birlikte aynı nikah altında tutulmasını yasaklamış ve; "Eğer siz bunu yaparsanız akrabalık bağ­larını kesmiş olursunuz" buyurmuştur.[147]
Dört ka chndan fazlasını nikah altında tutmak haram kılınmıştır; zira âyette: "Aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız... Doğru yoldan sapmamamız için en uygunu budur" [148] buyrulmaktadır,
— İddet içerisinde bulunan bir kadının açıktan istenmesi ve ni-kahlanması haram kılınmıştır.[149]

— İddet içerisinde bulunan bir kadının güzel koku kullanması, ziynet eşyası takınması gibi yasak olan nikaha götürebilecek yollar haram kılınmıştır.
— İhramlı bulunan hacı adayı için güzel koku kullanması ve kara avı avlaması haram kılınmıştır.[150]
— Bey ve selef[151]yasaklanmıştır.

—- Borçlunun hediye vermesi yasaklanmıştır.                           

— Katilin vâris olması yasaklanmıştır.

—Ramazan'dan bir ya da iki gün önceden oruç tutulmaya başlan­ması yasaklanmıştır.

— Fıtır bayramı gününde oruç tutma haram kılınmıştır,

— İftar etmede acele etmek, sahuru ise ertelemek mendup kılın­mıştır.
Bütün bu hükümlerde gerekçe yasağa götürecek yolun kapatıl­ması ilkesi (sedd-i zerâi') olmaktadır.149 Bunlarda başkalarına zarar verme amacı ya da mefsedetin gerçekleşmesi durumu çok olmakla bir­likte; galip değildir ya da varlığı yokluğundan çok değildir. Ancak şeriat ihtiyat üzere kuruludur ve tedbiri elden bırakmamaktadır; muhtemelen mefsedete götürebilecek olan şeylerden sakınılması şeriatın dikkat ettiği özelliklerden olmaktadır. Anahatlarıyla ve de­taylarıyla bu bilindiğine göre, bunlarla amel etmiş olmak bir bid'at ol­mayacak; aksine onun esaslarından birisini oluşturacaktır. Bu esas zarurî, hâcî ya da tahsinî olan birşeyin tamamlayıcı unsuru olma Özel­liği göstermektedir. İnşallah bu konu İctihâd bahsinde işlenecektir[152]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..