Yedinci Mesele:

Başkasının maslahatlarını teminle yükümlü olan her bir kimse, ya aynı anda kendi maslahatlarını da temine kadirdir ya da değildir. Tabiî sözü edilen maslahatlardan ihtiyaç duyulan dünyevî maslahat­ları kastetmekteyiz.

Eğer meşakkatsiz buna gücü yetiyorsa, bu durumda bir başkası­nın onun maslahatlarını gerçekleştirme yükümlülüğü diye birşey yoktur.
Delili: Mükellefin hepsine kadir olması durumunda ki yüküm­lülük bu şekilde üzerine binmiş olmaktadır bu yükümlülükle ger­çekleştirilmesi istenilen maslahatlar, sözü edilen mükellef tarafından meydana getirilmektedir; bu durumda aynı şeyin bir başkası tarafın­dan gerçekleştirilmesini istemek sahih olmaz; çünkü bu tahsîlu'l-hâsıl yani zaten mevcut bulunan bir şeyin meydana getirilmesini iste­mek olur ki bu muhal olmaktadır. Aynı şekilde bir önceki meselede ge­çerli olan durum burada da sözkonusudur. Bunun örneği de cariye, kö­le , hanım ve çocuklara nisbetle efendi, koca ve babanın durumu olmak­tadır. Çünkü bunlar, kendi maslahatları ile birlikte eli altında bulu­nan bu kimselerin maslahatlarını da gerçekleştirmeye kadir oldukları sürece, bir başkasının sözü geçen kişinin yükümlülüklerini yerine ge­tirmesi gibi bir durumdan sözedilemez. Eğer biz bu kimselerin eli al­tında bulunan kimselerin maslahatlarım temine kadir olmadığını far­zedecek olursak, o zaman onların maslahatlarını gerçekleştirmeye yö­nelik talep kendisinden düşecektir. Bu durumda diğer taraftan ha­nım, köle ve cariyeye dokunacak zarar üzerinde durmak gerekecektir.Ancak bu bakışın yönü farklı olacaktır[157] ve yükümlülüğün düşmesi­ne bir etkisi olmayacaktır.

Eğer buna asla güç yetiremezse yahut da yükümlülüğü düşürebi­lecek ölçüde bir meşakkat altına girmesi sozkonusu olacaksa, bu du­rumda bakılır: Yerine getirmek zorunda kaldığı başkasına ait masla­hat ya Özeldir ya da geneldir:

Maslahat eğer özel ise, düşer ve bizzat kendi maslahatları Önce­likli olur. Çünkü kişinin kendi hakkı başkalarının hakkından daha önce gelir. Nitekim beşinci meselenin dördüncü kısmında geçmişti. Çünkü o kısmında sözüedilen husus aynen burada da geçerli olmakta­dır. Ancak kişi kendi hakkından feragat edecek olursa o zaman başka bir bakış açısından sözedilir, onun izahı da daha önce geçmişti.

Eğer kişinin yerine getirme durumunda olduğu maslahat genel ise, bu durumda maslahatla ilgili olan kimselerin, onun maslahatını gerçekleştirmeleri gerekecektir. Ancak bu, kendi maslahatlarının ih­laline sebebiyet vermeyecek, onları sozkonusu maslahata denk düşe­cek ya da daha baskın gelecek bir mefsedet içerisine düşürmeyecek şe­kilde olacaktır. Şöyle ki, mükellefe "Ya hem kendini hem de toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin; ya sadece kendi maslaha­tını gerçekleştireceksin; ya da sadece toplumu ilgilendiren maslahatı gerçekleştireceksin"; denilecektir.

Birincisi sahih olamaz. Çünkü biz meseleyi her ikisini birden ger­çekleştirmeye gücü yetmeyeceği ya da yükümlülüğü düşürecek ölçüde bir meşakkate maruz kalacağı şeklinde ortaya koymuştuk. Dolayısıy­la her ikisiyle birden asla yükümlü olmayacaktır.
İkinci ihtimal de doğru değildir. Çünkü kamu maslahatı daha Ön­ce de geçtiği gibi özel maslahattan önce gelir. Ancak maslahatın temini uğrunda mükellefin nefsine bir mefsedet peyda olacaksa, bu durumda kişi ancak kendi nefsini ilgilendiren maslahatı gerçekleştirmekle yü­kümlü tutulacaktır; kaldı ki bu konuda da ihtilaf bulunmaktadır.[158]Burada başkalarının özel maslahatı gerçekleştirmesi imkan dahilin­de bulunmaktadır ve bu onlara vacip olmaktadır. Aksi takdirde özel maslahatın kamu maslahatı üzerine zaruret bulunmaksızın mutlak surette takdim edilmesi gibi bir netice lâzım gelecektir. Böyle bir sonuç ise, önceden ortaya konulan delillerle[159] bâtıl bulunmaktadır. Kişinin maslahatlarının temini diğerinsanlarüzerine vacip olunca, bu mükel­lef üzerine kamu maslahatını gerçekleştirmek için kendi meşgalele­rinden arınması taayyün edecektir. Ortaya konulan ihtimallerden üçüncüsü de işte budur.

Fasıl:

Yükümlü tutulan kimse üzerine kendi maslahatlarını başkala­rının üstlenmesi şartıyla bu üçüncü kısmın taayyün etmesi duru­munda şu şart da aranacaktır: Diğerlerinin sozkonusu mükellefin maslahatlarını üstlenmesi, kendi maslahatlarının ihlal edilmemesi ve o kişiye de bir zarar dokunmaması şeklinde olacaktır.

Bu (şart) selef-i sâlih zamanında belirmiştir. Zira Sâri' Teâlâ, inallar üzerine müslümanların genel maslahatları için bir tedarik ol­mak üzere bir görev yüklemiştir. Beytulmal malı dediğimiz bu mallar­da, belirli bir yöne tahsisat bulunmamakta, bu mallar nasıl olursa ol­sun mutlak maslahatlar karşılığında tutulmaktadır. Bu durumda sozkonusu mükellefin maslahatının gerçekleştirilmesi bizzat tahsis ciheti olarak taayyün etmektedir. Bu tür yönlere tahsis edilen vakıflar da beytulmal hükmüne katılır. Bu durumda maslahatların gerçekleş­tirilmesi iki ayrı yönden olur ve iki taraftan herhangi biri için zarar da sozkonusu değildir. Zira bu şeklin dışında bir başka şekilde olması far-zedilecek olursa, bu durumdan kamu maslahatını gören de zarara uğ­rayacak; ilgili maslahat sahipleri de zarar görecektir.
Kamu maslahatını gören kimsenin zarar görmesi, belirli masla­hatları gerçekleştirme durumunda kaldıklarında karşılaşacakları minnet yönündendir. Minnet (başa kakma), güzel âdetleri benimse­miş bulunan akıl sahiplerince çekilmez birşeydir. Şeriat da bu hususu çeşitli yerlerde dikkate almış bulunmaktadır: Bu yüzdendir ki fukaha, hibenin sahih olması için kabul şartını ileri sürmüşlerdir. Bir grup âlim de şöyle demişlerdir: Suyu olmayan bir kimseye abdest alması için su hediye edilecek olsa, (minnet altında kalmaktan kaçınarak) ka­bul etmesi şart değildir; teyemmüm yapabilir. Benzeri daha başka ör­nekler de vardır. Dayanağı da Yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Al­lah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmakla ve eza etmekle boşa çı­karmayın"[160] buyruğu olmaktadır. Bu âyette Allah, minneti, sadaka­nın sevabını boşa çıkaran şeylerden saymıştır. Bu da başa kakmanın, kendisine yardım edilen kimseye eziyet verme anlamı içermesinden-dir. Bu nokta, bu türden olduğu kabul edilen herşeyde mevcut bulun­maktadır. Bu birinci yön. İkinci bir yön daha var: Kamu görevini gören kimsenin kendi geçimini temin için belirli bir kimseden mal kabul etmesi durumunda çeşitli sûizanlar ve töhmetler ortaya çıkar. Bu nokta gözönünde bulundurulduğu içindir ki, kadının ve diğer idarecilerin, davada tarafların her ikisinden ya da sadece birisinden dava karşılı­ğında ücret almaları ittifakla caiz görülmemiştir; tahsildarların hal­kın verdiği hediyeleri kabul etmeleri yasaklanmış ve Hz. Peygamber bu tür hediye kabulünü en büyük günahlardan biri olan dev­let malına ihanet (zimmet, gulûl) olarak nitelemiştir.

Veren tarafının zarar görmesi ise, tayin durumunda, görevlerin yerine getirilmesi külfeti açısındandır. Bu külfet vakitten vakite, hal­den hale, şahıstan şahısa değişiklik arzedebilir (zorlaşır ya da) kolaylaşabilir. Bu konuda başvurulabilecek bir kıstas bulunmamaktadır. Çünkü bu külfet, adam başına ya da mal üzerine konulması durumun­da yükümlü tutulan kimseye nisbetle belli bir dayanağı bulunmayan cizyenin bir benzeri halini almaktadır. Mükellefin bizzat yerine getir­mekle yükümlü tutulduğu asıl maslahata zıdlığmdan dolayı karşıla-cağı zarar da buna eklenecektir. Zira bu tertip, maslahatın yerine geti­rilmesi konusunda kişinin ağır basan tarafa meyletmesi için bir vesile (zerîa) olacaktır. Bu durumda da o, hakkın ibtali, bâtılın da gerçekleş­tirilmesi :çin bir sebep olacaktır. Bu ise maslahatın zıddıdır.
Birinci izah Kur'ân'da gözonünde tutulmuş ve onu nefyeden âyetler gelmiştir: "Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum[161]"De ki: 'Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun; Benim ecrim Allah'a [369]    aittir[162] "Ey Muhammedi De ki: 'Buna karşılık sizden bir ücret iste­miyorum. Kendiliğimden birşey iddia eden kimselerden de deği­lim'[163]Benzeri başka nasslar da mevcuttur. Davada taraf olanlardan ücret alınmasının yasakhğına dair icmâın bulunması da ikinci yön ile[164] izah (talil) edilmiştir. Bütün bunlar son derece açıktır, Allah'u a'lem!

Fasıl:

Bütün bunlar, kamu maslahatını üstlenmesi halinde kendisine dünyevî bir zarar ve mefsedet dokunması ve bir başkasının da onu üst­lenmesinin sahih olması durumu ile ilgilidir.

Eğer dokunacak olan mefsedet dünyevî olur ve bir başkasının da o maslahatı üstlenmesi imkanı bulunmazsa müslümanm kalkan ya­pılması ve benzeri meselelerde olduğu gibi, o takdirde durum yukar-dakinin aksi olacaktır. Ancak takat üstü yükümlülüğün caiz olma­ması, böyle bir yükümlülüğün olmayacağına; kamu maslahatının özel maslahat üzerine takdimi esası da böyle bir yükümlülüğün olabilece­ğine tanık olmaktadır. Bu durumda mükellef iki kaide arasında kal­makta ve iki ayrı yönden gelen hükümlerle karşı karşıya bulunmakta­dır ve bu bir tenakuz da değildir. Bundan dolayı konu hakkında ihtilaf bulunmaktadır:

Eğer bu türde hazlardan feragat edildiği farzedilecek olursa, o za­man kamu maslahatı tarafı ağır basacaktır. Buna iki şey delalet eder:

(a) Daha önce geçen başkalarını tercih (îsâr) prensibi. Bu

gibi durumlar da o prensip çerçevesine girmektedir.
(b) Ebu Talha hadisi.[165]Bu zat kendisini Hz. Peygamber'e kalkan yapmış ve'Canım sana feda olsun (beni öl­dürmeden seni öldüremeyecekler)' demiş ve çolak olması pa­hasına da olsa onu korumaya çalışmıştır. Hz. Peygamber  onun bu tutumunu yadırgayarak tepki gösterme­miştir. Hz. Peygamber'in diğer insanlardan önce davranarak düşmanı karşılamak üzere bizzat kendisinin gitmesi[166] ve böylece diğerlerini kendi nefsine tercih etmiş olması da bu ka­bildendir. Bunlar başkalarına doğacak daha büyük zararlar karşılığında kendisini meşakkat altına sokmanın örnekleri olmaktadır. Bizzat Hz. Peygamber'in herkesten önce davra­narak koşturması örneğinde kamu maslahatının bulunduğu açıktır; çünkü o müslümanlar için bir kalkan mesa­besinde bulunuyordu. Ebu Talha olayında ise, o kendi nefsini kalkan yapmak suretiyle, hayatı dinin ve onun müntesipleri için son derece önemli olan bir zatın vücudunu korumuş oluyordu. O zat Hz. Peygamber'di ve onun yokluğu dinin ve müs-lümanlann bekasıyla ilgili genel bir mefsedetti. Ebu'l-Hasen en-Nûrî de, bilinen olayda aynı tavrı göstermiş ve cellata doğ­ru ilerlerken: "Bir anlık hayat karşılığında arkadaşlarımı fe­da edemem; onları tercih ederim" demiştir.

Sözkonusu olan maslahatlar, aynî olarak yapılması gerekli olan ibadetler, aynî olarak kaçınılması gereken yasaklar gibi âhiret hayatı ile ilgili ise, bu durumda bu tür maslahatları ifâ etmeye çalışması mut­laka şu iki ihtimalin dışında kalmayacaktır:

(a) Ya bunlar dînî olan bu emir ya dayasakların yerine getirilme­sini ihlal edecekler.

(b) Ya da ihlal etmeyeceklerdir.

Eğer (kamu görevi dînî yükümlülüklerin yerine getirilmesini) ih­lal edecek olurlarsa, bu durumda eğer ihlal kendi taksirinden değil­se onların altına girmek caiz olmayacaktır; çünkü dînî maslahatlar mutlak olarak dünyevî maslahatlardan önce gelir. Bu kısmın buluna­bileceğini zannetmiyorum. Çünkü güçlük (harec) ve takat üstü yü­kümlülük kaldırılmıştır; yoktur. Âdetlerle ilgili konularda bu gibi iki hususun (yani hem dînî, hem de dünyevî maslahatın) aynı anda bir arada karşı karşıya bulunması vâki değildir.
İhlal etmese, ancak aksi kemal kabul edilen bir noksanlığa sebe­biyet verse, bu olsa olsa menduplar yönünden olacaktır; menduplarile vacipler arasında bir tearuzdan (çelişki) söz etmek mümkün değildir. Meselâ kamu görevini üstlenen kimsenin bu görevi sırasında kalbine bazı düşüncelerin doğması, onların önüne geçememesi ve böylece iba­detlerini kalbi bu gibi düşüncelerle meşgul olarak ifa etmesi gibi. Hz. Ömer'den buna benzer meselâ namazda iken ordunun teçhizi ile uğ­raşması gibi durumlar nakledilmiştir.[167] Hz. Peygamber'in: "Na­mazda çocukların ağlamasını işitiyorum ve kalbimi meşgul ediyor"[168] buyurması da bu kabildendir.
Kamu görevi, dînî görevlerini ihlal etme se ve bir noksanlık da do­ğurmasa ancak bu beklenti halinde olsa bu, başına gelen mefsedet ve karşılaşacağı engeller yerine konulur. Ancak, acaba bu dinde fiilen mevcut bulunan mefsedet kabilinden sayılır mı? Yoksa sayılmaz mı?[169]Meselâ riya, kendini beğenme ve riyaset sevgisi gibi şeyler kor­kusundan uzlete çekilen bir alimin durumu gibi. İdareye ve kamu gö­revini üstlenmeye ehil bulunan âdil devlet başkanı ya da valinin duru­mu da böyledir. Dünya çıkarları elde etmek ya da şöhret korkusuna kapılarak cihaddan geri kalmak gibi. Bu tür görevlerin terkedilmesi kamu maslahatlarının ihlaline sebebiyet verecektir ve bu durumda kamu maslahatının öne alınması görüşü daha uygun olacaktır. Çünkü kamu maslahatlarının ortadan kaldırılmasına asla müsaade yoktur. Zira gerek din ve gerekse dünya maslahatlarının onlar olmaksızın ayakta durması mümkün değildir. Oysaki biz, meselemizde dînî mas­lahatları yönünden endişe duyan kimsenin bunları yerine getirmekle muhatap olduğunu farzetmiş bulunuyoruz. Bu durumda mutlak su­rette onları yerine getirmesi gerekecek, ancak bunu yaparken takat üstü yükümlülük ya da büyük bir meşakkat altına girmeyecektir. Fit­ne ve masiyetlere maruz kalmak sadece nefsin arzularına uymadan kaynaklanmaktadır. Özellikle de yasaklar konusunda bu böyledir; çünkü onlar mücerred terklerdir. Terk gerçekleştirilirken bir fiil bu­lunmaz. Fiiller içerisinde mükellef için gerekli olan sadece vaciplerdir. Vacip de azdır. Dolayısıyla boynundan kendi nefsi için tedbirli olma yükümlülüğü hiçbir zaman için düşmüş olmayacaktır. Eğer kamu maslahatım bir masiyet olmaksızın gerçekleştirmeye kadir bulunmu­yorsa, bu onun terki için bir özür değildir. Çünkü o üzerine taayyün etmiş bir görevdir ve onu sadece arzu ve heveslerine tâbi olmasa duru­mu ortadan kaldırmaz. Zira bu (nefse uymamak) meşakkatlerden değildir. Nitekim kişi üzerine namazın veya zekatın ya da aynî olarak ci­hadın vacip olması durumunda, riyadan, kendini beğenmekten kork­ması onun vacipliğini bunların meydana geleceği farzedilse bi­le ortadan kayırmaz. Aksine o kişi, aynı zamanda kendi nefsi ile ci-hadda bulunmakla da memurdur.

Soru: Bu nasıl olabilir? Kişinin bundan kurtulamayacağı bilin­mektedir. Bu durumda kişi kendi nefsinin helak olmasına sebebiyet veren kimse gibi olmaz mı? Halbuki, kişinin kendi helakini içeren bir fiil içerisine girmesine şer'an imkan yoktur.

Cevap: Kamu maslahatını gerçekleştirmesi taayyün etmiş bir kimsenin durumu eğer öyle olsaydı, aynı durumun aynî olarak taay­yün etmiş bulunan diğer vaciplerde de caiz olması gerekirdi. Bu ise it­tifakla bâtıl olmaktadır. Evet: 'Kamu görevi altına girmesi durumun­da zulüm, gasb, tecavüz gibi başka bir masiyet bulunması halinde o gö­rev altına girmemesi gerekir' denilebilir. Bu, konumuz dışında başka bir husustur ve bu o kişinin ortaya çıkan adaletsizliği sebebiyle onun azledilmesi için bir sebep olur; yoksa bu korku sebebiyle düşmüş bir yükümlülük değildir. Yönleri farklıdır. İşin esası şu: Böyle bir kişi şeriata muhalefet göstermiş ve adalet vasfını yitirmiştir. Bu halde iken onun kamu görevini üstlenmesi ve yerine getirmesi sahih olamaz.

Yerine getirmemesi meselâ başka ehil kimselerin bulunması gibi hallerde kamu maslahatını ihlal etmeyeceği farze d ildiğin de ise, konu üzerinde durmak gerekecektir: Bu durumda:

(a) Bazen korkulan şeylerden kurtulma amacı ağır basar.

(b) Bazen de kamu maslahatı tarafı ağır basar.

(c) Bazen de kamu görevini üstlenmesi için varlığı ile yokluğu arasında fark bulunmayan kimse hakkında olmak üzere ta­lebin kesinlik kazanmaması haliyle, maslahatın gerçekleşti­rilmesi konusunda gücü bulunan ve diğerlerinde bulunma­yan bir ayrıcalığı olan ve bu yüzden de hakkındaki talebin ke­sinlik kazandığı ya da ağır bastığı kimse arasını ayırmak ge­rekecektir.

Bu durumda başvurulacak kıstas maslahat ve mefsedet arasın­daki dengelemedir, İki taraftan hangisi ağır basarsa o taraf galip gelecektir. Her iki tarafın da eşit olması durumunda ise, konu problemliği-ni sürdürecek ve âlimler arasında görüş ayrılıklarına sebep olacaktır. Konu münasebetin (uygunluğun) eş değerde ya da daha ağır basan bir mefsedetle ihlal edilmesi meselesine dayanmaktadır.

Fasıl:

Bazen mefsedet, maslahatın büyüklüğü karşısında benzeri dik­kate alınmayan cinsten olabilir. Bu, maslahatın mefsedet üzerine ter­cihine dair ittifakın bulunmasının uygun olduğu kısımdandır. Buna olmuş bir örnek verelim:

Kadı îyâz'm el-Medârik'te nakline göre şöyle bir olay olur: Adu-du'd-devle Fennâ Husrev ed-Deylemî, Ebu Bekir b. Mücahid ile Kadı İbnu't-Tayyib'e, Mutezile ile münazarada bulunmak üzere huzuruna gelmeleri için haber gönderir. Mektubu onlara ulaştığında Üstad İbn Mücahid ve bazı arkadaşları şöyle derler: "Onlar kâfir va fâsık bir gürahtır. Çünkü Deylemliler râfızîdirler, bizim onların yaygıları üzeri­ne oturmamız helal olmaz. Melikin bundan amacı da, 'Onun meclisi bütün âlimleri içine almaktadır' desinler diye reklamdan başka bir-şey değildir. Eğer onun bu isteği gerçekten Allah için olsaydı onun bu davetini kabul ederdik." Kadı İbn Tayyib şöyle der: "Onlara dedim ki: el-Muhâsibî, Falan ve onların asrında bulunanlar da aynı şekilde: 'Memun fâsıktır; onun meclisinde bulunulmaz' dediler. Hatta o, Ah-med b. Hanbel'i Tarsus'a sürmüş ve başına bilinen şeyler gelmişti. Eğer onlarla münazara yapsalardı, onlar bu yaptıklarını yapmazlardı ve görüşlerinin bâtıl olduğu delil ile ortaya çıkardı. Ey Üstad! Sen de şimdi aynen onların yolunu takip ediyorsun. Onların tavrı sonucunda İmam Ahmed'in başına gelenler ta Kur'ân'm mahluk olduğunu ve Al­lah'ın görülemeyeceğini soyleyinceye kadar fukahânm da başına gel­mişti. İşte ben, sen gitmesen de onun huzuruna gidiyorum." Üstad ona: "Madem ki, Allah senin aklını buna yatırdı, o zaman sen git" de­di....
Bu gibi durumlarda maslahat karşısında, cüz'î olarak meydana gelecek mefsedetler ilga edilir ve dikkate alınmaz. Bunlar, dikkate alınması durumunda küllî olan bir aslı ortadan kaldıran ya da bozan cüzîlerin bir çeşidi olmaktadır. Bu hususun açıklanması bu kitabın (Makâsıd) başlarında geçmişti. Bu vesileyle Allah'a hamdederiz. [170]


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..