[1] Deliller bahsinin sekizinci meselesine bkz. O zaman esasların tamam­lanmasının mânâsı daha iyi anlaşılacaktır. Buradaki ifadeden maksat yeni esasların konulmuş olması değildir. Çünkü Medine döneminde geti­rilen bütün hükümler Mekke döneminde temeli atılan küllî esasların bir uzantısı ya da tamamlayıcısı mahiyetindedir. Mekke döneminde esası bulunmayıp da tamamen Medine döneminde konulmuş genel bir esas bulunmamaktadır.
[2] Daha önce sekizinci meselede de geçtiği gibi içki yasağı daha önce temeli atılmış bulunan nefsin korunması esası içerisinde icmalen mevcuttu. Medine döneminde yapılan iş, bunun adının konularak yasağın tasrih edilmesinden ibaret olmuştur; yoksa bu yasak yeni bir esas getirmiş de­ğildir. Keza içene had cezası konulması, çoğu haram olanın azını da ha­ram olduğunun belirtilmesi ilgili esasın tamamlayıcı unsurları mahiye­tindedir.
[3] Bu ifade birazdan gelecek neshin gerekçesine ters düşmemektedir. Çün­kü mücmel olarak getirilen esasların detayları getirilince tatbikat sıra­sında çeşitli   güçlüklerle karşılaşmak mukadderdi. Bu zorluklar karşı­sında bazı ruhsatların getirilmesi hikmetin gereği oluyordu.
[4] Yani neden ve ne kadar infak edeceği konusu tercihe bırakılmıştı. Yoksa bizzat infak, ta ilk baştan beri kişinin tercihine bırakılmış değildi.
[5] İyice araştırıldığı zaman müt'a nikahının Mekke fethi gününde üç gün süre ile mubah kılındığı ve daha sonra da haram edildiği görülecektir. Burada söz konusu olan helal kılma o zamana mahsus zarurete  mebnî bir tasarruftu. Sonra da neshechldi. Her iki iş de Medine döne­minde olmuştu. Dolayısıyla misal üzerinde tartışılabilir.
[6] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/97-99
[7] Yani neshin küllî esaslarda olmayacağına.
[8] Âl-i İmrân 3/7.
[9] Çünkü bu durumda mensûh, âyette kitabın anası, esası, çoğunluğu oldu­ğu belirtilen muhkemin karşıtı olmaktadır.
[10] Evet bu çoğunluk âlimlerin görüşü olmaktadır. Bunların delilleri açıktır. Bunlar haber-i vâhid ile mütevâtirin sadece tahsis edilebileceğini,  ama neshedilemeyeceğini kabul etmişlerdir. Çünkü tahsis bir beyan çe­şididir ve bu durumda iki delilin arası bulunmakta, her ikisiyle de amel edilmiş olunmaktadır. Nesh ise iptal olmaktadır. Zayıfın güçlüyü İptal etmesi mümkün değildir.
[11] Mekke döneminde inen âyetlere Mekkî, Medine döneminde inen âyetlere de Medenî denilmektedir. (Ç)
[12] Bu izah sonucunda meselâ Celâleyn gibi tefsirlerde tutulan  yolun pek uygun olmadığı anlaşılmış olacaktır. Her ne kadar birazdan gelecek olan ıstılah üzerinde yürünmüş olması söz konusu ise de, bu gibi yerlerde ne­sih ifadesini kullanmak Allah'ın kelamını açıklama konusunda pek de hoş olmayan bir gevşeklik göstermek anlamına gelmektedir.
[13] Bu ifade içkinin, Medine döneminde hakkında yasaklayıcı âyet gelmeden önce aslî ibâha hükmü gereğince mubah olduğunu gösterir. Bu durumda bu söz ile, daha önce geçen ve içkinin hükmünün Mekke döneminde ko­nulmuş bulunan canın ve organların korunması aslî hükmünün içerisine girdiği şeklindeki sözü arasını bulma ihtiyacı doğmaktadır
[14] Hakkında şer'an ibaha hükmü verilmeyen, eşyanın aslı ve câri âdet gereği olan mubah, şer'î bir hüküm sayılmamaktadır.
[15] Zeyd b. Erkam şöyle der: "Biz namazda iken konuşurduk. Bizden biri ya-nındakine birşeyler söylerdi. Sonunda "Gönülden boyun eğerek Allah'a namaz kılın" âyeti indi; namazda iken sükût etmemiz emredildi ve ko­nuşmak yasaklandı." (bkz. Buhârî, el-Amel fî's-salât, 2 ; Tefsîr, 2/43 ; Müslim, Mesâcid, 35).
[16] Bakara 2/238.
[17] Mü'minûn 23/2.
[18] İbn Merdeveyh'in rivayetine göre Hz. Peygamber <sa.) namaz kılarken sa­ğa sola bakardı. Bunun üzerine sözü edilen âyet indi.
[19] Yani şer'î bir hükmün neshi söz konusu değildir. Aksine  zimmetin daha önce berâeti var iken şimdi bir yükümlülükle meşgul olmuştur. Müellif bu nev'e çeşitli isimler vermiştir: Buna göre: a) Aslî ibaha hükmü ile mubah olan şeylerin haram kılınması, b} Zimmetten aslî berâetin kaldırılması, c) Cahiliye döneminde insanların üzerinde bulundukları durumun kaldırıl­ması. Bunların her üçü de aynı mânâyı ifade eden farklı tabirler olmakta­dır ve böylece müellif şer'î hükmün neshi ile bunlar arasındaki farkı iyice göstermeyi amaçlamıştır. Bunlar nesih sayılmamaktadır.
[20] Yani Kur'ân'm teşri kıldığı şeylerin çoğu, Cahiliye döneminde insanların işleyegeldikleri şeylerin kaldırılması ya da iptal edilmesi şeklinde olmuş­tur. Her ne kadar onlara belli bir süre mühlet verilmiş ve onların gerek yaşantılarını ve gerekse ibadet hallerini ıslâh yolu ile düzenlenen konu­larda tedrîce riayet edilmişse de  sonuç itibarıyla yapılan Cahiliye döne­minde mevcut olan şeylerin   iptalidir. Bunlar nesih sayılmamaktadır. Çünkü bu gibi konular hakkında daha önce geçmiş şer'î bir hüküm bulun­mamakta, getirilen ilgili delil ilk defa şer'î bir hüküm koymuş olmaktadır.
[21] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/99-102
[22] Yani hâssın medlulü dışında kalan kısım.
[23] Birazdan ganimet hakkındaki örneği gelecektir.
[24] İsrâ 17/18.
[25] Şûra 42/20.
[26] Nesih, haberlerin delalet ettikleri şeylerde cereyan etmez. Asla değişme­si mümkün olmayan meselâ Allah'ın birliğini, onun kemâl ve tenzihi sı­fatlarını bildiren haberlerin medlulleri üzerinde neshin cereyen etmeye­ceği konusunda icmâ bulunmaktadır. Zeyd'in imanı, Amr'ın küfrü gibi değişmesi mümkün oîan konularla ilgili haberler hakkında neshin cere­yan edip etmeyeceği hakkında ise ihtilaf vardır. Tercih edilen görüşe gö­re bu gibi durumlarda da nesih cereyan edebilir. Haberin tilâvetinin neshi veya  bizim bir haberi bildirmekle yükümlü tutulmamızın neshe-dilmesi ise —meselâ birşeyi haber vermekle yükümlü kılınmamız ve sonra da o şeyle olan yükümlülüğümüzün neshinin gelmesi gibi— bütün bunlar caizdir. Çünkü bunlar da bir tür yükümlülüktür. Dolayısıyla nes­hin konusudur. Şimdi bu izah ışığı altında âyete bakınız. Acaba o medlulü değişebilen türden ve dolayısıyla tercih edilen görüşe göre neshe konu olabilen kısımdan mıdır? Yoksa değişmeyen, dolayısıyla da neshin girmeyeceği kısımdan mıdır? Usûlcüler şöyle derler: Değişmeyen kısmın örneklerinden biri de meselâ: "Allah Zeyd'i helak etti"   sözüdür. Çünkü bu tek bir olaydır ve bir kere vuku bulmuştur. Dolayısıyla bu gibi haber­lerin medlulü hakkında değişiklik meydana gelmez. Tahkik sonucunda görülmüştür ki, bazı haberlerin medlulleri hakkında nesh caiz olmakta­dır. Meselâ haber âmm olur, sonra ikinci haber gelir ve birinci haberin âminim tahsis eder ve âmmın medlulünün sadece bazı cüzlerine şamil ol­duğunu gösterir. Yukarıdaki âyette olduğu gibi. Ancak bu usûlcülerin kastettikleri anlamda olmayıp, mütekaddimînin kastettikleri nesih ıstı­lahı doğrultusunda olur. el-Amidî'nin et-Ihkâm adlı eserine bkz.
[27] Şuarâ 26/224-226.
[28] Nûr 24/27.
[29] Nûr 24/29.
[30] Hatta birinci âyette dahi, sözü edilen evlerden maksadın içerisinde otu­rulan evler olduğunu göstennektedir.Çünkü âyette bulunan "izin alma­dan, seslenip sahiplerine selâm vermeden"ifadesi bunu gerektirir.
[31] Tevbe 9/41.
[32] Tevbe 9/122.
[33] Atâ da aynı görüştedir. Bu görüş, ikinci âyetin cihâd hakkında olduğu esasına mebnîdir. Fahreddin er-Râzî, buna rağmen bunlar arasında nes­hin gerekmeyeceğini açıklamıştır. Onun dinî ilimler konusunda ihtisas­laşma ve derinleşme ile ilgili olduğu ve onun cihâdla ilgisi bulunmadığı da söylenmiştir. Nitekim müellif de Öyle söylemektedir. Ancak müellifin "Ancak o, bu sözüyle Tebûk seferinden sonra hükmün, seferberliğin her­kes üzerine gerekmeyeceği şeklinde olduğuna dikkat çekmiştir" sözünün bir anlamı yoktur. Çünkü bu, bizzat neshin mânâsı olmaktadır.
[34] Enfâl 8/1.
[35] Enfâl 8/41.
[36] En'âm 6/69.
[37] Nisa 4/140.
[38] Mekke'de "Âyetlerimizi çekişmeye dalanları görünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir...." (6/68) âyeti inince müslüman-lar şikayetçi oldular ve kendilerinin Mescid-i Haram'da namaz kılmak­tan, Kabe'yi tavaf etmekten mahrum kaldıklarını söylediler. Zira müş­rikler her defasında müslümanlığa sataşsalar onlar hemen orayı terket-mek zorunda kalıyorlardı. Onların sataşması ise eksik olmuyordu. Bu durumdan büyük bir sıkıntı duyuyorlardı. Bunun üzerine "Sakınan kimselere, onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur" âyeti ile onlara karşı Allah'ın rahmet ve ruhsatı tecelli etti ve böylece kendilerine, İslâm'a sataşanları uyarmak, onları Hakk'a irşâd etmekle birlikte bu­lundukları yerde kalmaları mubah kılındı. Sonra Medine döneminde münafıklar Yahudi hahamları ile birlikte otururlar ve onlardan İslâm'a ve Kur'ân'a yöneltilen her türlü istihza, ayıplama, sataşma duyarlardı. Bunun üzerine "O size kitapta 'Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, başka bir söze geçmedikçe, onlarla bir ara­da oturmayın, yoksa siz de (ey münafıklar) onlar gibi olursunuz' diye in­dirdi." (4/140) âyetini münafıkara hitaben indirmiş oidu. Buna göre *Ki-tap'ta size indirilen' den maksat "Ayetlerimizi çekişmeye dalanları gö­rünce, başka bir bahse geçmelerine kadar onlardan yüz çevir...." (6/68) âyeti olmaktadır. Fahreddin er-Râzî'nin tefsirine bkz. Onun izahına göre burada nesh iki kere meydana gelmiş olmaktadır. Birincisi: Azimet hük­mü, hafifletme ve onları uyarmak kaydı ile eski yerlerinde oturmaya de­vamı mubah kılma yoluyla nesh. Bu nesilde hem nâsih hem de mensûh En'âm sûresinde bulunmaktadır. İkincisi: Hafifletme hükmünü ikinci olarak neshetme. Bu da (4/140) âyetiyle olmuştur. Böyle bir şeyin benze­rinin şeriatta görülmediğini söyleyenler olmuştur. Meselâ İbnu'1-Kay-yım, Zâdu'l-meâd adlı eserinde birçok yerde bunu söyler. Sonra kaldı ki, "Sakınan kimselere, onların hesaplarından bir sorumluluk yoktur" ifa­desi şer'î bir hüküm bildirmektedir. O da günah ve sorumluluğun kaldı­rılmış olmasıdır. Bu durumda onun nâsih ya da mensûh olması müm­kündür; çünkü o mânâ itibarıyla haber değildir. Bu noktada müellifin sözüne ne başta ne de sonda katılmak mümkün değildir. Benzeri bir du­rum sarih olmayan emir bahsinde de gelecektir.
[39] Nisa 4/8.
[40] Nisa 4/11-13. (Ç)
[41] Bakara 2/284.
[42] Bakara 2/286.
[43] Bu cümle sözün akışı ve Nâşir'in notu dikkate alınarak tarafımızdan

eklenmiştir. (Ç)
[44] İbn Abbâs'ın sözüne göre âyetin anlamı şöyledir: "içinizdekini ve şahit­lik hakkında bildiklerinizi açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onun­la hesaba çeker ve dilediğini bağışlar..." şeklinde olacaktır. Bu şöyle olur:   Siz hak sahibine hakkın nasıl olduğunu bildiğinizi, fakat hâkim yanında şehadette bulunmayacağınızı söylersiniz, yahut da gizler ve hak sahibine bildiğiniz şeyleri muttali kılmazsınız. Bu durumda da her iki halden dolayı Allah sizi hesaba çeker. Çünkü sizin bu tavrınız şehadeti gizlemek ve hakkı zayi etmektir. Bu durumda âyetteki "açıklasanız da..." ifadesi Şahitliği gizlemeyin" sözünün mücmelliğini açıklamış olur. Bu durumda o, sadece birine olabileceği gibi her iki duruma da muhtemel olabilir ve o zaman "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği ka­dar yükler..."âyetinin bu âyetle irtibatı kalmaz.

Ama âyetin iniş sebebi ile ilgili bir rivayet bulunmaktadır: "İçiniz-dekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve di­lediğini bağışlar..." âyeti inince bu sahabeye çok ağır geldi ve Hz. Pey-gamber'in önünde dizleri üzerine kapanıp şöyle dediler: "Yâ Rasûlallah! Şimdiye kadar namaz, oruç... gibi gücümüzün yeteceği şeylerle yükümlü tutulduk. Ancak bu âyet indi ve hiçbirimiz içinden geçen kötü düşünce ve hisleri Önleyebilecek güçte değildir" dediler. Bunun üzerine Yüce Al­lah: "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler..." âyetini indir­di. Yani Allah sizi içinizden geçen ve işlemeye azmetmediğiniz düşünce ve hislerden dolayı sorumlu tutmaz. Dolayısıyla sorumluluk gücünüz da­hilindedir.

Bu rivayete göre âyetin "İçinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker ve dilediğini bağışlar..." âyetini neshet-miş olması, onun mücmeliğini beyan, kapsamı dahiline giren bazı cüz'le-rini tahsis etmesi anlamına gelmektedir.

Kısaca, İbn Abbâs'm-görüşüne göre hareket ettiğmiz zaman "Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler..." âyetinin "ve in tübdû..." âyetiyle ilgisi yoktur ve bu muhkem olup tahsise gidilmiş ol­maz. Hatta bu âyet şehadeti gizlememe ile ilgili âyetin mücmelliğini be­yan etmiş olur.

Sözünü ettiğimiz rivayeti esas aldığımızda ise, söz konusu olan nesh değil, mücmelin beyanı ya da âmmın tahsisi olmaktadır.
[45] Bakara 2/283.
[46] Bakara 2/284.
[47] Bu kısım da yine metnin akışı ve Nâşir'in notu dikkate alınarak tarafı­mızdan ilave edilmiştir. (Ç)
[48] Nûr 24/31,
[49] Nûr 24/60.
[50] Mâidde5/5.
[51] En'âm 6/121.
[52] Ancak tarih itibarıyla daha önce gelen bir delilin daha sonraki tarihli bir delili tahsis etmesinin sıhhati üzerinde durmak gerekir. Çünkü bura­da sözü edilen tahsis durumunda muhassıs olan delil daha önce inmiş olmaktadır. Çünkü Mâide sûresi En'âm sûresinden daha sonra inmiştir. Bu görüş çoğunluğa aittir. Bazıları ise hâss ile âmmın tahsisi mutlak surette caizdir; ister önceki tarihli olsun ister sonraki tarihli olsun far-ketmez, demişlerdir. Diğer bazıları da, önceki ya da sonraki tarihli olma­sına aldırılmaksızın kitap kitabı tahsis etmez demişlerdir. Imâmu'1-Ha-remeyn ve Ebû Hanife de şöyle derler: "Âmmın hâss ile tahsisi ancak ta­rih bakımından âmmın önce gelmesi durumunda mümkündür; aksi tak­dirde sonraki tarihli âmm nâsih olur."
[53] Enfâl 8/16.
[54] Enfâl 8/66.
[55] Nisa 4/24.
[56] Şûra 42/5
[57] Gâfir 40/7.
[58] İbnu'n-Nahhâs, bu kelimeyi böyle mi söyledi yoksa fiil olarak mı söyle­di? Onu tam olarak bilmiyoruz. Ancak birincisi daha yakm ve bu durum­da sözünü tevil etme imkanı daha kolaydır.
[59] Şûra 42/5
[60] Tevbe 9/34.
[61] Tevbe 9/103.
[62] Bunlar, zekâtı verilmeyen malların "kenz" olduğunu ifade eden pek çok hadisi delil olarak kullanmışlardır.
[63] Âli İmrân 3/102.
[64] Tegâbun 64/16.
[65] Âl-i İmrân 3/102.
[66] Tegâbun 64/16.
[67] Bakara 2/228.
[68] Ahzâb 33/49.
[69] Talâk 65/4.
[70] Fussılet 41/4.
[71] Kehf 18/29
[72] . Tekvîr 81/28.
[73] Tekvîr 81/29.
[74] Tevbe 9/97.
[75] Tevbe 9/98.
[76] Tevbe 9/99
[77] Yani birinci âyet sonuncu âyet ile tahsis edilmiş olmaktadır. Ortanca âyet ile sonuncu âyete gelince, bunlar arasında herhangi bir tearuz du­rumu yoktur. Çünkü her iki âyette de açıkça bedevilerin sadece bir kıs­mından söz edilmektedir. Bu durumda bu ikisi arasında nesh ya da tahsîsden bahsetmek uygun değildir.
[78] Nur 24/4.
[79] Nûr 24/5.
[80] Zümer 39/53.
[81] Nisa 4/48
[82] Enbiyâ 21/98.
[83] Enbiyâ 21/101.
[84] Çünkü onların taptıkları arasında Hz. İsa, annesi ve pek çok melek de bulunmaktadır.
[85] Meryem 19/71.
[86] Yani, sanki birinci durum hâsıl olmamıştır. Burada, her ne kadar onla­rın ve taptıklarının "katımızdan  kendileri için iyi şeyler yazılmış olan­lar" dan olduğu ifade edilmiyorsa da, onların cehennem yakıtı olmaları ortadan kalkmış olmaktadır. Bu ise doğru değildir. Mekkî'nin demek is­tediği budur.
[87] Yani onların mabûdları içerisinde cehenneme girecekler tahsis edilmiş­tir. Geriye herkesin cehenneme uğrayacağını bildiren âyetinin durumu kaldı. Acaba bu âyet de hakîkaten 'Yaptıklarına karşılık katımızdan kendileri için iyi şeyler yazılmış olanlar, işte onlar cehennemden uzak tutulanlardır" âyeti ile tahsis edilmiş midir? Halbuki herkesin cehen­neme uğrayacağını belirten âyette, hükmün genelliğinin devam etmek­te olduğunu gösteren unsurlar vardır ki,   bir sonra gelen "Sonra biz, Allah'a karşı gelmekten  sakınmış olanları  kurtarır, zalimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız."(19/72) âyeti  bunu göstermektedir. Ayrıca Müslim'de rivayet edilen  bir hadiste de bu şekilde açıklamada bulunulmuştur.
[88] Nisa 4/25.
[89] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/102-112
[90] Bu söz daha önce geçmişti. Burada bunu bir sonraki paragrafta söyleye­ceği şeylere bir giriş olmak üzere tekrar etmiştir.
[91] ŞÛrâ 42/13.
[92] Ahkâf 46/35.
[93] En'âm 6/90.
[94] Mâide 5/43.
[95] Hacc 22/78.
[96] Tâhâ 20/13.
[97] Bakara 2/183.
[98] Kalem 68/17.
[99] Mâİde 5/45.
[100] Araf 7/81.
[101] En'âm 6/90.
[102] Mâide 5/48.
[103] Bu, külli esasları içerisine almayacak şekilde sadece cüz'î fer'î konularla ilgili olmaktadır.  Özellikle de detaylarda değişse bile her şeriatta asla değişmeyen zarûriyyât konusu asla bu âyetin kapsamına girmemekte­dir.
[104] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/112-115


Eser: El-Muvafakat

  • Yeni Ekle
Yorumlar (0)

El-Muvafakat

 

Son eklenen ruyalar

Sitemizde yer alan soruların cevapları özenle islami eserlerden seçilerek yazılmaktadır.
..