Altıncı Mesele:
Bir sınır ve miktar belirlemeksizin mutlak surette gelen emir ya da nehiy konusu olan her haslette, ilgili emir ya da nehiy o hasletin altına giren bütün cüz'îlere nisbetle hep aynı yeknesaklıkta değildir: Meselâ: Adalet, ihsan (iyilikte bulunma), ahde vefa, affın güzel ahlâktan oluşu, câhillerden yüz çevirme, sabır, şükür, yakınlara, yoksullara ve fakirlere yardımcı olma, harcama ve biriktirme konularında orta yolu muhafaza etme (iktisatlı davranma), mücadelede hasmı en iyi yolla savma, korku, recâ, dünyadan sıyrılma ve Allah'a yönelme, ölçü ve tartının hakkını verme, doğru yola uyma, Allah'ı zikretme, sâlih (yararlı/ihlâslı) ameller işleme, istikâmet sahibi olma, Allah için icabette bulunma, haşyet, görmemezlikten gelme ve bağışlama, mü'minleri kollama ve onlara karşı merhamet kanatlarım indirme, Allah yoluna davette bulunma, mü'minler için dua etme, ihlâslı olma, işleri Allah'a havale etme, boş şeylerden uzak durma, emaneti koruma, geceleri ibadetle geçirme, dua ve niyazda bulunma, tevekkül etme, dünyada zâhidâne bir hayat sürme, âhiret için çalışma, Allah'a dönme, iyiliği emir, kötülüğü yasaklama, takva sahibi olma, alçak gönüllü olma, Allah'a muhtaç olma, nefsi her türlü kötülüklerden arındırma, hak ile hükmetme, en güzele tâbi olma, tevbe, Hakk'ın karşısında irkilme, şahitliği yerine getirme, şeytanın iğvâsı ve dürtüklemesi sırasında eûzü çekip Allah'a sığınma, kendini Allah'a verme, câhil kimselerle sohbetten kaçınma, Allah'ı ululama, düşünme ve Allah'ı anma, tahdis-i nimette bulunma, Kur'ân okuma, Hak ve hakikat yolunda dayanışma içerisinde olma, korku ve ümit arasında olma gibi. Aynı şekilde doğru olma, murakabe, iyi söz söyleme, hayırda yarışma, öfkeyi yutma, akrabalık haklarını gözetme, anlaşmazlık halinde meseleyi Allah ve Rasûlüne götürme, Allah Teâlâ'mn emrine teslim olma, işlerde sebatkâr olma, susma, Allah'a yapışma, ara bulma, huşu, Allah için sevme, kâfirlere karşı sert, mü'minlere karşı ise merhametli olma, sadaka verme de böyledir.
Bütin bu saydıklarımız[47] emredilenlerle ilgili örneklerdir.
Yasaklananlara gelince bunlar: Zulüm, fuhuş (her türlü çirkinlikler), yetim malı yeme, saptırıcı kimselerin yollarına tâbi olma, israf, pintilik, günah işleme, gaflet, büyüklenme, âhirete aldırmayıp dünya ile avunma, Allah'ın gazabından emin olma, arzu ve heveslerin peşine düşerek hiziplere ayrılma, bağy, Allah'ın lutfundan ümit kesme, küfrân-ı nimette bulunma, dünya ile sevinme, dünya ile öğünme, ona karşı tutku besleme, ölçü ve tartıda hile yapma, yeryüzünde bozgunculuk çıkarma, körükörüne ataların yoluna uyma, taşkınlık, zâlimlere destek verme, Allah'ı anmama, ahdi bozma, her türlü kötülükleri işleme, anne ve babaya isyan etme, savurganlık, asılsız kuruntuların peşine düşme, böbürlenerek yeryüzünde yürüme, arzu ve hevesleri peşinde giden insanlara tâbi olma, Allah'a kullukta ortak koşma, şehevî arzulara uyma, Allah yolundan çevirme, cürüm işleme, kalplerin Allah'ı unutarak eğlenceye dalması, tecavüzde bulunma, yalancı şahitlikte bulunma, yalan söyleme, dinde aşırılığa kaçma, Allah'tan ümit kesme, kibirlenme, dünya ile mağrur olma, hevâya uyma, tekellüfe girme, Allah'ın âyetleri ile istihzada bulunma, aceleci davranma[48], nefsi temize çıkarma, söz taşıma, cimrilik (şuhh), feveran etme, çaresizlik ve şaşkınlık gösterme[49], başa kakma, bahillik, kaş göz hareketleri ile alayda bulunma, namazdan gaflette bulunma, riya, kazma kürek gibi iğreti alınacak şeyleri esirgeme, dîni istismar ve az bir paha karşılığında Allah'ın âyetlerini satma, hakkı bâtıl ile karıştırma, ilmi saklama, kalp katılığı, şeytanın yoluna uyma, kendi kendini tehlikeye atma, verilen sadakadan sonra başa kakma ve eza verme, müteşâbih âyetlere uyma, kâfirleri dost edinme, yapmadığı şeye karşı Övülmesini isteme, hased etme, Allah'ın hükmüne boyun eğmeme, Tâgût'un hükmüne razı olma, düşmanlara karşı zafiyet gösterme, hıyanette bulunma, suçsuz kimselere iftirada (bühtan) bulunma, Allah ve Rasûlüne muhalefet etme, mü'minlerden başkalarının yoluna uyma, doğru yoldan sapma, aşikâre kötü söz söyleme, günah ve taşkınlıkta dayanışma, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeme, hükümlerin iptali için rüşvet alma, kötülüğü emirde bulunma, iyiliği yasaklama, Allah'ı unutma, nifak (münafıklık etme), Allah'a kullukta yan çizme ve dinin sadece bir kısmını benimseme, suizan, tecessüs, gıybet, yalan yemin... vb. gibi.
Bu örneklerde sayılan ve mutlak surette gelen, herhangi bir kayıt içermeyen, belirli bir sınır getirilmeyen emir ve yasaklar Kur'ân'da iki türden olmaktadır:
a) Herşey hakkında, her hal üzere[50] genel olarak ve mutlak surette gelmiş olabilir. Bu durumda emir ve yasaklar, her makamın durumuna göre ve her yerde mevcut bulunan hal karinelerinin şehâdeti üzere hüküm alırlar; ne hep aynı yeknesaklıkta ne de hep aynı hükümde olmazlar. Sonra bu konu bizzat mükellefin kendi değerlendirmesine bırakılır; o meseleyi kendi bakış açısı ile ele alır ve değerlendirmesini yapar ve bunun sonucunda her bir tasarrufla ilgili olmak üzere şer'î deliller ile âdet edinilmiş güzellikler arasında en layık ve uygun olanını bulur: Adalet, ihsanda bulunma, ahde vefa, malın ihtiyaçtan fazlasını infakta bulunma vb. konularda olduğu gibi. Meselâ hadiste: "Allah her şeyde ihsanı yazmıştır [yani herşeyin güzel yapılmasını istemektedir.Dolayısıyla öldürdüğünüz zaman, öldürme işini de güzel yapın. Boğazlayacağınız zaman, güzel boğazlayın. Sizden biriniz (hayvanı keseceği zaman) bıçağını keskinleştir-sin ve hayvanı rahatlatsın (ona eza vermesin)[51] buyurulur. Bu esastan hareketle "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder,[52] âyetinde sözü edilen ihsan, herşey hakkında kesin tarzda yapılmış bir emir ile emredilmiş değildir; keza aynı tarzda kesinlikle emredilmemiş de değildir. Aksine ihsanın hükmü, hükme esas olan şeye (menât) göre değişir. Dikkat edilecek olursa ibadetlerin rükünlerini yerine getirmek suretiyle iyi ve güzel yapılması vacip olmakta, âdabına uygun olarak güzel kılınması ise mendûb olmaktadır. Hadiste işaret buyrulduğu üzere öldürmenin ve boğazlamanın da güzel yapılması vacip değil sadece mendup olmaktadır. Boğazlama işinin güzel yapılması bazen olur eğer şart ve rükünleri tamamlamaya yönelik ise vacip hükmünü alır. Aynı şekilde tek bir papuç ile yürümeme konusunda gerçekleştirilecek adalet ile, kan ve mal konusunda verilecek hükümlerde gerçekleştirilecek adalet aynı olmayacaktır. Şu halde "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[53] âyeti hakkında (mutlak olarak) bu emir vücûb içindir yahut mendupluk içindir demek doğru değildir. Aksine durum tafsilata tâbi tutulmalıdır ve bu konuda yapılacak değerlendirme bazen müctehide bazen de her ne kadar mukallid olsa da bizzat mükellefin kendisine dönük damalıdır. Bunlar mânânın açıklık ya da kapalılığına göre değerlendirmeyi yapacak ve bir sonuca ulaşacaklardır.
b) Emir ya da yasaklar (tekidin) en üst mertebesinde gelebilir.[54]Bu yüzdendir ki, çoğu kez yasaklarla birlikte azap tehdidinin de birlikte zikredilmiş olduğu görülür. Keza bu tür emirlerle istenilen şeylerin, Allah Teâlâ'nın övgü ile bahsettiği mü'minlerin özelliklerinden; yasak edilen şeylerin de kâfirlere ait yerilen niteliklerden olduğu görülür. Bu konuda istikra yapanlar için vahyin nüzul sebepleri de yardımcı olur. Kur'ân, hal ve vaktin gerektirdiği şekilde Önemini vurgulayarak gayeleri (iki ucu) belirler, bu iki uç arasında dönen[55] (orta yola) işarette bulunur. Bunun sonucunda akıl iki uç arasında olana şer*î delilin delalet ettiği şekilde bakar ve bu iki taraftan birine olan yakınlık ya da uzaklığa göre mertebeler arasını ayırır. Böylece yerilmiş uca yakın olduğu için hep korku makamında veya övülmüş uca yakınlığından dolayı hep ümit makamında oturmuş olmaz; ikisi arasında bulunur. İşte hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın terbiyesi böyledir.
Hz. Ebû Bekir'in ölümü sırasında Hz. Ömer'e yapmış olduğu vasiy-yette yer alan bu mânâda şu sözü rivayet edilmiştir: "Görmez misin, genişlik ayeti şiddet âyeti ile, şiddet âyeti de genişlik âyeti ile birlikte inmiştir. Böylece mü'minin korku ile ümit arasında olması amaçlanmıştır. Bunun sonucunda mü'min Allah hakkında temennilere kapılıp hakkı olmayan şeyi istemeye kalkışmayacak; öbür taraftan da korkuya kapılıp kendi kendini helake atmayacaktır. Görmez misin ey Ömer, Allah Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiştir. Onları hatırladığım zaman 'Kendimin onlardan olmasından korkuyorum' derim. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülüklerini Allah görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Ben onları hatırladığım zaman kendi kendime: 'Ben günahkârım; benim amelim nerede, onların amelleri nerede?!' derim."
Nakledilen böyledir ve bu, az önce ifade edilenin mânâsı olmaktadır.[56]Eğer bu rivayet sahihse elhak doğrudur. Yok rivayet sahih değilse, ifade edilen bu mânâ yerindedir ve yapılan istikra onun doğruluğuna şehadet etmektedir.
Şöyle de rivayet edilmiştir: "Görmez misin ey Ömer, Allah Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiştir. Şimdi biri kalkar ve: 'Ben onlardan hayırlıyım' der ve ümitvar olur. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülüklerini Allah görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Şimdi biri kalkar ve: 'Ben onların derecelerine nerede ulaşacağım?' der ve çalışır (ve onlardan olamamaktan korkar)."
Mânâ bu rivayete göre de sahihtir ve zikredilen şekilde anlaşılır. İki uç zikredilmiş olunca korku ve ümit bizzat nassla belirlenmiş olan bu iki uç arasında, lafzen hükmü sükût geçilmiş bulunan bir mahalde döner ve onun hükmüne aklî değerlendirme ışığı altında dikkat çekilmiş olur. Böylece herkes kendi içtihadına ve değerlendirmedeki başarısına göre bir sonuca ulaşır; iki uçtan birine olan yakınlığa, diğerine olan uzaklığa göre değerlendirmeyi yapmış olur.
Sonra Kur'ân, sözün akışı gereği iki gâib ucu getirmesi hasebiyle, bunları aza da çoğa da ıtlakı mümkün olacak şekilde mutlak ifadeler içerisinde getirmiştir. Sözün akışı, bu kullanış şeklinde muradın öğulen ya da yerilen uçların en son noktası olduğuna delalet ettiği gibi aynı şekilde lafız, onun muktezâsından aza da çoğa da [142] delalet edebilir. Bu durumda mü'min, övgüye değer özelliklerini tartar ve bunun sonucunda korku ve ümit içerisinde olur. Keza kötü özelliklerini tartar ve aynı şekilde korkar ve ümitvar olur. Bir misalle açıklamak gerekirse: Meselâ "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[57]buyruğuna baktığı zaman kendisini adalet terazisinde tartar. Bunu yaparken de adaletin en son noktasının, nimetlerin sahibini tanımak ve onların O'ndan geldiğini itiraf etmek, sonra da onlardan dolayı O'na şükretmek olduğunu bilir. Bu ise imana girmek ve O'nun şeriatı doğrultusunda amel etmek, küfürden çıkmak ve küfrün gereklerinden uzaklaşmakla olur. Eğer muhasebe sonunda kişi kendisini bu özelliklerle nitelenmiş görürse, kendisinin de adalet sahibi kimselerden olmasını umar ve bu alanda en son gayeye ulaşmış olmamaktan korkar. Çünkü kul ne kadar çalışırsa çalışsın bütün bunlarda Rabb'in hukukunu tam teslimle O'na karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiremez. Meseleye cüz'î plânda yaklaştığı zaman da durum aynı olur. Çünkü adalet küllî plânda istenildiği gibi, cüz'î plânda da istenilir. Meselâ eğer hâkim ise insanlar arasında adaletle hükmetmek gibi, aile efradı arasında adaleti gerçekleştirmek gibi, hatta ayakkabı vb. giyiminde sağdan başlamak suretiyle adaleti gerçekleştirmek gibi... Öbür taraftan bu bunların zıddı hakkında da geçerlidir ve adaletin zıddı zulüm olmaktadır. Bunun da en üst düzeyde olanı Allah'a şirk koşmaktır: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.[58] Sonra cüz'î olarak ele alındığında pek çok durum vardır ve en alt mertebede olanı da meselâ soldan başlamaktır. Diğer nitelikler ve onların zıddı ile ilgili durum da aynen böyledir. Bu durumda mü'min sürekli bu özelliklerle ilgili olmak üzere düşünce, değerlendirme ve ictihad halinde olacak ve onun bu durumu Allah Teâlâ ile karşılaşıncaya kadar devam edecektir.
İşte bundan dolayıdır ki, mutlak ifadeli emir ve nehiyler hep aynı yeknesaklıkta, hep aynı düzeyde değildir; aksine emredilmiş olan şeylerden bir kısmı vacip, bir kısmı ise nafile (mendup); yasaklanan şeylerden bir kısmı haram, diğer bir kısmı ise mekruh bulunmaktadır. Ancak bunlar mükelleflerin görüş ve değerlendirmesine bırakılmış ve böylece onların bu gibi konularda ictihadda bulunmaları ve kulluğu bu suretle icra etmeleri istenmiştir.
Selef-i sâlih, herhangi bir konuda kesinkes haram demekten sakınırlar ve açıkça: "Bu haramdır, Bu helâldir" demekten sıkıntı duyarlardı. Aksine onlar birşey hakkında kendilerine soru yöneltildiğinde: "Ben bunu sevmiyorum"; "Kerih görüyorum"; "Ben bunu yapmam" vb. gibi ifadeleri kullanmayı yeğliyorlardı. Çünkü bu şeyler medlulleri hakkında mutlak olan, şeriat tarafından belirlenmiş ve öte aşma imkanı bulunmayan sınırları olmayan mutlak şeylerdi. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Diliniz yalana alışmış olduğu için, 'Şu haramdır, bu helâldir' demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz"[59]Bu konuda kesin bulunan istikradan başka, bu esası desteklemek üzere şu âyet de gelmiş bulunmaktadır: aIşte güven, onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır"[60] Bu âyet indiği zaman sahabe: "Bizden hangimiz zulüm etmez ki?!" dediler ve bunun üzerine: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür"[61] âyeti indi.
Rivayete göre bu âyet inince durum Hz.Peygamber'int ashabına çok ağır geldi ve: "Hangimiz imanına zulüm karıştırma-mıştır ki?!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Öyle değil. Lokman'ın oğluna olan "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür[62]sözünü işitmediniz[63] mi?" buyurur.[64]
Sahih hadiste şöyle buyurulur: "Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, uadettiği zaman vadinde durmaz,kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder[65] Bu hadis İbn Abbâs ve İbn Ömer'i çok düşündürdü ve durumu Hz. Peygamber'e açtılar. Hz. Peygamber güldü ve: «Bunlarla sizin ilginiz ne? Ben bu üç hasleti sadece münafıklara has söyledim. 'Konuştuğu zaman yalan söyler' sözüm, Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince 'Senin şüphesiz Allah'ın Peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler.[66] âyeti hakkındadır. Peki siz öyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız, 'vadettiği zaman vadinde durmaz' sözüme gelince, bu da Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Aralarında 'Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız[67] şeklinde devam eden üç âyet hakkındadır. Peki siz öyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız. "Kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder" sözüme gelince, bu da Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Doğrusu Biz emaneti göklere, yere, dağlara sun-muşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir"[68] Her insanın kendi din ve diyaneti kendisine emanet edilmiştir: Mü'min gizli de olsa aşikâre de olsa cünüplükten yıkanır, gizli ve aşikâre oruç tutar, namaz kılar. Münafık ise öyle yapmaz. Peki siz böyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız" buyurdu.[69]
Şerîat üzerinde düşünen kimseler, bu esasa itimat konusunda kalbe itminan verecek bu kabilden pek çok şey bulur. Tevfîk ancak Allah'tandır. [70]
Bütin bu saydıklarımız[47] emredilenlerle ilgili örneklerdir.
Yasaklananlara gelince bunlar: Zulüm, fuhuş (her türlü çirkinlikler), yetim malı yeme, saptırıcı kimselerin yollarına tâbi olma, israf, pintilik, günah işleme, gaflet, büyüklenme, âhirete aldırmayıp dünya ile avunma, Allah'ın gazabından emin olma, arzu ve heveslerin peşine düşerek hiziplere ayrılma, bağy, Allah'ın lutfundan ümit kesme, küfrân-ı nimette bulunma, dünya ile sevinme, dünya ile öğünme, ona karşı tutku besleme, ölçü ve tartıda hile yapma, yeryüzünde bozgunculuk çıkarma, körükörüne ataların yoluna uyma, taşkınlık, zâlimlere destek verme, Allah'ı anmama, ahdi bozma, her türlü kötülükleri işleme, anne ve babaya isyan etme, savurganlık, asılsız kuruntuların peşine düşme, böbürlenerek yeryüzünde yürüme, arzu ve hevesleri peşinde giden insanlara tâbi olma, Allah'a kullukta ortak koşma, şehevî arzulara uyma, Allah yolundan çevirme, cürüm işleme, kalplerin Allah'ı unutarak eğlenceye dalması, tecavüzde bulunma, yalancı şahitlikte bulunma, yalan söyleme, dinde aşırılığa kaçma, Allah'tan ümit kesme, kibirlenme, dünya ile mağrur olma, hevâya uyma, tekellüfe girme, Allah'ın âyetleri ile istihzada bulunma, aceleci davranma[48], nefsi temize çıkarma, söz taşıma, cimrilik (şuhh), feveran etme, çaresizlik ve şaşkınlık gösterme[49], başa kakma, bahillik, kaş göz hareketleri ile alayda bulunma, namazdan gaflette bulunma, riya, kazma kürek gibi iğreti alınacak şeyleri esirgeme, dîni istismar ve az bir paha karşılığında Allah'ın âyetlerini satma, hakkı bâtıl ile karıştırma, ilmi saklama, kalp katılığı, şeytanın yoluna uyma, kendi kendini tehlikeye atma, verilen sadakadan sonra başa kakma ve eza verme, müteşâbih âyetlere uyma, kâfirleri dost edinme, yapmadığı şeye karşı Övülmesini isteme, hased etme, Allah'ın hükmüne boyun eğmeme, Tâgût'un hükmüne razı olma, düşmanlara karşı zafiyet gösterme, hıyanette bulunma, suçsuz kimselere iftirada (bühtan) bulunma, Allah ve Rasûlüne muhalefet etme, mü'minlerden başkalarının yoluna uyma, doğru yoldan sapma, aşikâre kötü söz söyleme, günah ve taşkınlıkta dayanışma, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeme, hükümlerin iptali için rüşvet alma, kötülüğü emirde bulunma, iyiliği yasaklama, Allah'ı unutma, nifak (münafıklık etme), Allah'a kullukta yan çizme ve dinin sadece bir kısmını benimseme, suizan, tecessüs, gıybet, yalan yemin... vb. gibi.
Bu örneklerde sayılan ve mutlak surette gelen, herhangi bir kayıt içermeyen, belirli bir sınır getirilmeyen emir ve yasaklar Kur'ân'da iki türden olmaktadır:
a) Herşey hakkında, her hal üzere[50] genel olarak ve mutlak surette gelmiş olabilir. Bu durumda emir ve yasaklar, her makamın durumuna göre ve her yerde mevcut bulunan hal karinelerinin şehâdeti üzere hüküm alırlar; ne hep aynı yeknesaklıkta ne de hep aynı hükümde olmazlar. Sonra bu konu bizzat mükellefin kendi değerlendirmesine bırakılır; o meseleyi kendi bakış açısı ile ele alır ve değerlendirmesini yapar ve bunun sonucunda her bir tasarrufla ilgili olmak üzere şer'î deliller ile âdet edinilmiş güzellikler arasında en layık ve uygun olanını bulur: Adalet, ihsanda bulunma, ahde vefa, malın ihtiyaçtan fazlasını infakta bulunma vb. konularda olduğu gibi. Meselâ hadiste: "Allah her şeyde ihsanı yazmıştır [yani herşeyin güzel yapılmasını istemektedir.Dolayısıyla öldürdüğünüz zaman, öldürme işini de güzel yapın. Boğazlayacağınız zaman, güzel boğazlayın. Sizden biriniz (hayvanı keseceği zaman) bıçağını keskinleştir-sin ve hayvanı rahatlatsın (ona eza vermesin)[51] buyurulur. Bu esastan hareketle "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder,[52] âyetinde sözü edilen ihsan, herşey hakkında kesin tarzda yapılmış bir emir ile emredilmiş değildir; keza aynı tarzda kesinlikle emredilmemiş de değildir. Aksine ihsanın hükmü, hükme esas olan şeye (menât) göre değişir. Dikkat edilecek olursa ibadetlerin rükünlerini yerine getirmek suretiyle iyi ve güzel yapılması vacip olmakta, âdabına uygun olarak güzel kılınması ise mendûb olmaktadır. Hadiste işaret buyrulduğu üzere öldürmenin ve boğazlamanın da güzel yapılması vacip değil sadece mendup olmaktadır. Boğazlama işinin güzel yapılması bazen olur eğer şart ve rükünleri tamamlamaya yönelik ise vacip hükmünü alır. Aynı şekilde tek bir papuç ile yürümeme konusunda gerçekleştirilecek adalet ile, kan ve mal konusunda verilecek hükümlerde gerçekleştirilecek adalet aynı olmayacaktır. Şu halde "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[53] âyeti hakkında (mutlak olarak) bu emir vücûb içindir yahut mendupluk içindir demek doğru değildir. Aksine durum tafsilata tâbi tutulmalıdır ve bu konuda yapılacak değerlendirme bazen müctehide bazen de her ne kadar mukallid olsa da bizzat mükellefin kendisine dönük damalıdır. Bunlar mânânın açıklık ya da kapalılığına göre değerlendirmeyi yapacak ve bir sonuca ulaşacaklardır.
b) Emir ya da yasaklar (tekidin) en üst mertebesinde gelebilir.[54]Bu yüzdendir ki, çoğu kez yasaklarla birlikte azap tehdidinin de birlikte zikredilmiş olduğu görülür. Keza bu tür emirlerle istenilen şeylerin, Allah Teâlâ'nın övgü ile bahsettiği mü'minlerin özelliklerinden; yasak edilen şeylerin de kâfirlere ait yerilen niteliklerden olduğu görülür. Bu konuda istikra yapanlar için vahyin nüzul sebepleri de yardımcı olur. Kur'ân, hal ve vaktin gerektirdiği şekilde Önemini vurgulayarak gayeleri (iki ucu) belirler, bu iki uç arasında dönen[55] (orta yola) işarette bulunur. Bunun sonucunda akıl iki uç arasında olana şer*î delilin delalet ettiği şekilde bakar ve bu iki taraftan birine olan yakınlık ya da uzaklığa göre mertebeler arasını ayırır. Böylece yerilmiş uca yakın olduğu için hep korku makamında veya övülmüş uca yakınlığından dolayı hep ümit makamında oturmuş olmaz; ikisi arasında bulunur. İşte hikmet sahibi ve herşeyden haberdar olan Allah Teâlâ'nın terbiyesi böyledir.
Hz. Ebû Bekir'in ölümü sırasında Hz. Ömer'e yapmış olduğu vasiy-yette yer alan bu mânâda şu sözü rivayet edilmiştir: "Görmez misin, genişlik ayeti şiddet âyeti ile, şiddet âyeti de genişlik âyeti ile birlikte inmiştir. Böylece mü'minin korku ile ümit arasında olması amaçlanmıştır. Bunun sonucunda mü'min Allah hakkında temennilere kapılıp hakkı olmayan şeyi istemeye kalkışmayacak; öbür taraftan da korkuya kapılıp kendi kendini helake atmayacaktır. Görmez misin ey Ömer, Allah Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiştir. Onları hatırladığım zaman 'Kendimin onlardan olmasından korkuyorum' derim. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülüklerini Allah görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Ben onları hatırladığım zaman kendi kendime: 'Ben günahkârım; benim amelim nerede, onların amelleri nerede?!' derim."
Nakledilen böyledir ve bu, az önce ifade edilenin mânâsı olmaktadır.[56]Eğer bu rivayet sahihse elhak doğrudur. Yok rivayet sahih değilse, ifade edilen bu mânâ yerindedir ve yapılan istikra onun doğruluğuna şehadet etmektedir.
Şöyle de rivayet edilmiştir: "Görmez misin ey Ömer, Allah Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiştir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiştir. Şimdi biri kalkar ve: 'Ben onlardan hayırlıyım' der ve ümitvar olur. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiştir. Çünkü onların kötülüklerini Allah görmezlikten gelmiş ve onları affetmiştir. Şimdi biri kalkar ve: 'Ben onların derecelerine nerede ulaşacağım?' der ve çalışır (ve onlardan olamamaktan korkar)."
Mânâ bu rivayete göre de sahihtir ve zikredilen şekilde anlaşılır. İki uç zikredilmiş olunca korku ve ümit bizzat nassla belirlenmiş olan bu iki uç arasında, lafzen hükmü sükût geçilmiş bulunan bir mahalde döner ve onun hükmüne aklî değerlendirme ışığı altında dikkat çekilmiş olur. Böylece herkes kendi içtihadına ve değerlendirmedeki başarısına göre bir sonuca ulaşır; iki uçtan birine olan yakınlığa, diğerine olan uzaklığa göre değerlendirmeyi yapmış olur.
Sonra Kur'ân, sözün akışı gereği iki gâib ucu getirmesi hasebiyle, bunları aza da çoğa da ıtlakı mümkün olacak şekilde mutlak ifadeler içerisinde getirmiştir. Sözün akışı, bu kullanış şeklinde muradın öğulen ya da yerilen uçların en son noktası olduğuna delalet ettiği gibi aynı şekilde lafız, onun muktezâsından aza da çoğa da [142] delalet edebilir. Bu durumda mü'min, övgüye değer özelliklerini tartar ve bunun sonucunda korku ve ümit içerisinde olur. Keza kötü özelliklerini tartar ve aynı şekilde korkar ve ümitvar olur. Bir misalle açıklamak gerekirse: Meselâ "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve ihsanı (herşeyi iyi ve güzel yapmayı) emreder[57]buyruğuna baktığı zaman kendisini adalet terazisinde tartar. Bunu yaparken de adaletin en son noktasının, nimetlerin sahibini tanımak ve onların O'ndan geldiğini itiraf etmek, sonra da onlardan dolayı O'na şükretmek olduğunu bilir. Bu ise imana girmek ve O'nun şeriatı doğrultusunda amel etmek, küfürden çıkmak ve küfrün gereklerinden uzaklaşmakla olur. Eğer muhasebe sonunda kişi kendisini bu özelliklerle nitelenmiş görürse, kendisinin de adalet sahibi kimselerden olmasını umar ve bu alanda en son gayeye ulaşmış olmamaktan korkar. Çünkü kul ne kadar çalışırsa çalışsın bütün bunlarda Rabb'in hukukunu tam teslimle O'na karşı olan görevlerini eksiksiz yerine getiremez. Meseleye cüz'î plânda yaklaştığı zaman da durum aynı olur. Çünkü adalet küllî plânda istenildiği gibi, cüz'î plânda da istenilir. Meselâ eğer hâkim ise insanlar arasında adaletle hükmetmek gibi, aile efradı arasında adaleti gerçekleştirmek gibi, hatta ayakkabı vb. giyiminde sağdan başlamak suretiyle adaleti gerçekleştirmek gibi... Öbür taraftan bu bunların zıddı hakkında da geçerlidir ve adaletin zıddı zulüm olmaktadır. Bunun da en üst düzeyde olanı Allah'a şirk koşmaktır: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür.[58] Sonra cüz'î olarak ele alındığında pek çok durum vardır ve en alt mertebede olanı da meselâ soldan başlamaktır. Diğer nitelikler ve onların zıddı ile ilgili durum da aynen böyledir. Bu durumda mü'min sürekli bu özelliklerle ilgili olmak üzere düşünce, değerlendirme ve ictihad halinde olacak ve onun bu durumu Allah Teâlâ ile karşılaşıncaya kadar devam edecektir.
İşte bundan dolayıdır ki, mutlak ifadeli emir ve nehiyler hep aynı yeknesaklıkta, hep aynı düzeyde değildir; aksine emredilmiş olan şeylerden bir kısmı vacip, bir kısmı ise nafile (mendup); yasaklanan şeylerden bir kısmı haram, diğer bir kısmı ise mekruh bulunmaktadır. Ancak bunlar mükelleflerin görüş ve değerlendirmesine bırakılmış ve böylece onların bu gibi konularda ictihadda bulunmaları ve kulluğu bu suretle icra etmeleri istenmiştir.
Selef-i sâlih, herhangi bir konuda kesinkes haram demekten sakınırlar ve açıkça: "Bu haramdır, Bu helâldir" demekten sıkıntı duyarlardı. Aksine onlar birşey hakkında kendilerine soru yöneltildiğinde: "Ben bunu sevmiyorum"; "Kerih görüyorum"; "Ben bunu yapmam" vb. gibi ifadeleri kullanmayı yeğliyorlardı. Çünkü bu şeyler medlulleri hakkında mutlak olan, şeriat tarafından belirlenmiş ve öte aşma imkanı bulunmayan sınırları olmayan mutlak şeylerdi. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Diliniz yalana alışmış olduğu için, 'Şu haramdır, bu helâldir' demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz"[59]Bu konuda kesin bulunan istikradan başka, bu esası desteklemek üzere şu âyet de gelmiş bulunmaktadır: aIşte güven, onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır"[60] Bu âyet indiği zaman sahabe: "Bizden hangimiz zulüm etmez ki?!" dediler ve bunun üzerine: "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür"[61] âyeti indi.
Rivayete göre bu âyet inince durum Hz.Peygamber'int ashabına çok ağır geldi ve: "Hangimiz imanına zulüm karıştırma-mıştır ki?!" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Öyle değil. Lokman'ın oğluna olan "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür[62]sözünü işitmediniz[63] mi?" buyurur.[64]
Sahih hadiste şöyle buyurulur: "Münafıkın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, uadettiği zaman vadinde durmaz,kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder[65] Bu hadis İbn Abbâs ve İbn Ömer'i çok düşündürdü ve durumu Hz. Peygamber'e açtılar. Hz. Peygamber güldü ve: «Bunlarla sizin ilginiz ne? Ben bu üç hasleti sadece münafıklara has söyledim. 'Konuştuğu zaman yalan söyler' sözüm, Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Ey Muhammedi Münafıklar sana gelince 'Senin şüphesiz Allah'ın Peygamberi olduğuna şehadet ederiz' derler.[66] âyeti hakkındadır. Peki siz öyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız, 'vadettiği zaman vadinde durmaz' sözüme gelince, bu da Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Aralarında 'Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız[67] şeklinde devam eden üç âyet hakkındadır. Peki siz öyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız. "Kendisine emanet edildiği zaman hiyanet eder" sözüme gelince, bu da Allah Teâlâ'nın bana indirmiş olduğu "Doğrusu Biz emaneti göklere, yere, dağlara sun-muşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir"[68] Her insanın kendi din ve diyaneti kendisine emanet edilmiştir: Mü'min gizli de olsa aşikâre de olsa cünüplükten yıkanır, gizli ve aşikâre oruç tutar, namaz kılar. Münafık ise öyle yapmaz. Peki siz böyle misiniz?" buyurdu. Biz: "Hayır!" dedik. Hz. Peygamber "Size birşey yok, siz ondan uzaksınız" buyurdu.[69]
Şerîat üzerinde düşünen kimseler, bu esasa itimat konusunda kalbe itminan verecek bu kabilden pek çok şey bulur. Tevfîk ancak Allah'tandır. [70]
Konular
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- İkinci Fasıl Şerî Hükümler Ve Nesh
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele :
- Üçüncü Fasıl Emir Ve Nehiy
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele :
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONİKİNCİ MESELE:
- ONÜÇÜNCÜ MESELE:[277]
- ONDÖRDÜNCÜ MESELE:
- ONBEŞİNCİ MESELE:
- ONALTINCI MESELE:
- ONYEDİNCİ MESELE:
- ONSEKİZİNCİ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ FASIL
- UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)