Yedinci Mesele:
Emir ve nehiyler iki kısımdır:
a) Sarih olanlar.
b) Sarih olmayanlar.
a) Sarih olan emir ve nehiyler: Bunlar iki açıdan ele alınırlar: 1.
Mücerred emir ve nehiy olmaları açısından ele alınırlar ve maslahata yönelik bir illeti bulunup bulunmadığına bakılmazlar. Bu ta'lîle gitmeksizin mücerred emir ya da nehiy kipinin mahza taabbudîlik mecrasına gireceğini ifade edenlerin bakış açısı olmaktadır. Bu görüşte olanlara göre, şu ya da bu emir arasında keza şu ya da bu nehiy arasında herhangi bir fark yoktur. Meselâ: "Namazı ikâme ediniz" emri ile "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstleni"[71] emri; "Allah'ın zikrine koşun..." emri ile "Alış verişi bırakın"[72] emri; "Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın"[73] emri ile meselâ "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu tutma-yın[74]emri vb. gibi aralarında fark olduğu anlaşılan[75] emirlerde olduğu gibi.
Bunlar Sahîh'te zikredilen şu olay türünden olmaktadır: Hz. Peygamber Übeyy b. Ka'b'm yanma çıktı. O namaz kılıyordu. Hz. Peygamber : "Ey Übeyy!" diye çağırdı. Übeyy, ona döndü fakat cevap vermedi. Namazı kısaca kıldı, sonra namazdan çıktı. Hz. Peygamber kendisine: "Ey Übeyy I Seni çağırdığımda bana cevap vermekten seni alıkoyan şey ne idi?" diye sordu. O: "Yâ Rasûlallah! Namaz kılıyordum" dedi. Hz. Peygamber [ allSâmlu] : "Bana vahyedilenler arasında 'Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek birşeye çağırdığı zaman icabet edin' [76]buyruğunun olduğunu bilmiyor musun?" buyurdu. O, "Evet, ya Rasûlallah! İnşallah bir daha yapmam"[77] diye cevap verdi.
Bu hadis Buhârî'de Ebû Saîd b. el-Muallâ'dan rivayet edilmektedir ve bu zat olayın kahramanı olmaktadır. Bu hadis Hz. Peygamber tarafından her ne kadar mani durumlar olsa bile mücerred emrin kendisine bakılması gereğine işaret edildiğini[78] göstermektedir. Ebû Davud'un Sünen'inde şöyle rivayet edilir: İbn Mesûd cuma günü mescide geldi. Hz. Peygamber hutbe irad ediyordu. O (henüz dışarda) Hz. Peygamber'i "Oturun!" derken işitti. Hemen (bulunduğu yere) mescidin kapısı yanına oturdu. Hz. Peygamber onu gördü ve ona "Abdullah, buraya gel!" diye çağırdı.[79]
Abdullah b. Revâha, Hz. Peygamber'i , kendisi yolda iken "Oturun!" derken işitti. Hemen yola oturdu. Hz. Peygamber onun yanından geçerken: "Ne bu halin?"diye sordu. O da: "Sizi 'Oturun!' derken işittim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: "Allah Teâlâ taatini artırsın" buyurdu.
Buhârî'de[80] rivayet edildiğine göre Ahzâb (Hendek) gününde Hz. Peygamber: "Hiçbir kimse Kureyzaoğulları yurduna varmadan ikindiyi kılmasın" buyurdu. Yolda iken ikindi vakti oldu. İçlerinden bir kısmı: "Oraya varmadıkça kılmayız" dediler. Bazıları da: "Bilakis kılarız. Hz. Peygamber [ al^İsiâmtu] bizden bunu istemedi" dediler. Daha sonra durum Hz. Peygamber'e söylendi. Fakat o, bu iki gruptan hiçbirini azarlamadı.[81]
Pek çok âlim, mücerred "Alış verişi bırakın"[82]emrinden dolayı cuma ezanından sonra yapılmış olan alış veriş akdini feshetmişlerdir.
Bu yaklaşım dikkate alınacak bir bakış açısıdır ve her ne kadar diğer bakış açısı daha ağır basıyor durumda ise de, onu kabullenmek ve genel olarak benimsemek mümkündür. Bu bakış açısının inceleme ve değerlendirme konusunda geniş bir alanı vardır. Bu meyanda söylenecek sözlerden biri de şudur:
Emir ve nehiylerde maslahatlar itibara alınır mı alınmaz mı? Eğer biz maslahatları dikkate almaz isek, bu durumda gösterilen tavır mücerred emir ve nehiy sığaları ile hareket edilmiş olunacağından daha uygun olacaktır. Eğer biz maslahatları dikkate alacak olursak, emir ve nehiyler itibara alınmaksızın onların aklen kavram labilen (hikmetlerinden) bizim için ortaya çıkacak ve kıstas olabilecek bir durum husule gelmeyecektir[83] Çünkü maslahatlar, her ne kadar biz onları genel anlamda bilebilsek de, tafsilatı ile bilinemez.[84] Meselâ biz zina haddinin muhsan (evli) kimse için recm (taşlanarak öldürme) yoluyla olması hükmünden zinanın önünü almanın amaçlandığını bilebiliriz. Fakat bu zina edenin boynunun vurulması, ölünceye kadar dövülmesi, ya da belli bir sayıda sopa vurulması, hapsedilmesi, oruç tutması, ya da keffâretlerde olduğu gibi mal vermesi gibi yollarla yapılmamakta, sadece recm yoluyla olması istenmektedir. Muhsan olmayan kimse için ise, bunun yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası ile gerçekleştirilmek istendiğini, yine zinanın önüne geçmeyi aklen mümkün kılabilecek meselâ recm ya da öldürme yoluyla veya sopa sayısının yüzün üzerinde ya da altında tutulması gibi yollarla yapılmadığım görmekteyiz. Bütün bunlarda ceza olarak özellikle belirtilmiş olan şekil ve miktarların içermiş oldukları maslahatı kavrayamayız. (Yani niye yüz sopa da meselâ doksan dokuz ya da yüz bir değil? Bu iki sayı da pekâlâ caydırma ve önleme görevini yerine getirebilirdi.) Şimdi biz özellikle belirlenmiş bu cezaların içermiş olduğu maslahatı kavrayamadığımıza göre ki akıl için bunları kavramak mümkün değildir bu durum belirlenmiş olan bu şeylerde bizim bilemediğimiz başka bir maslahatın bulunduğunu gösterir. Hikmeti aklen kavranabilen diğer konularda da hüküm aynı şekilde geçerlidir. Taabbudî konulara gelince durum daha da açıktır ve orada maslahatların bilinmesine asla imkân yoktur. Şu halde bizim için mücerred emir ve yasakları dikkate almaktan başka çare yoktur.
Çoğu zaman ilk bakışta bizim için emir ya da nehyin şöyle bir masalahat içerdiği zahir olur, halbuki aslında durum tersi olabilir ve bunu onunla tearuz halinde olan başka bir nass belirler. Bu durumda mutlaka ilk bakışta bize gözüken hikmete değil de o nassa başvurmamız gerekecektir.[85]
Sonra Makâsıd bölümünde de geçtiği üzere, her emir ve nehyin mutlaka taabbudî bir yönü vardır. Bu sabit olduğuna göre bu taabbudî yönün ihmal edilmesine imkân yoktur. Mücerred emir ve nehiy sığalarını dikkate almama sonucunu doğuracak herhangi bir mânâyı esas almak mümkün değildir. Şu halde emir ve nehiyden anlaşılan mânâ (yani akılla bulunabilen hikmet) esas alındığında eğer bu, o emir ve nehyin ihmali sonucunu doğuracaksa böyle bir şey mümkün değildir. Aksi takdirde esas alınacak husus, hikmet değil emir ve nehyin kendisi olacaktır. Sonuç olarak maslahatların dikkate alınması konusunda söz dönüp dolaşıp şu sonuca ulaşmıştır: Emir ve nehiyle birlikte maslahatların dikkate alınmasına imkân yoktur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.
İtiraz: Mânâ ve hikmetlere iltifatta bulunmamak, Şâri'e ait bilinen maksatlardan yüz çevirmek olur ve sonuçta aynen şöyle diyen bir kimsenin durumuna düşülmüş olur: "İnsanın içine işemiş olduğu su ile abdest almak caiz değildir. Eğer bir kaba işemiş ve sonra onu suya dökmüşse onunla abdest almak caiz olur"[86]
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Bu itiraz emir ve nehiy kiplerinin zahirinin ihmal edilmesi ve mânânın (hikmet ve masalahat) dikkate alınması hali içinde geçerlidir. Nitekim Hz. Peygamber'in : "Kırk koyunda bir koyun (zekât) vardır[87]hadisi hakkında bazıları şöyle demektedir: "Mânâ koyunun kıymetidir. Çünkü zekâttan maksat fakirin ihtiyacının giderilmesidir; bu ise kıymet ile hâsıl olmaktadır" Bu tevilin sonucunda mevcut olan yok; yok olan da mevcut kılınmakta ve bu sonuç da koyunun vacip olmadığı neticesini doğurmaktadır. Bu ise nassa muhalefetin tâ kendisidir. Mânâ ve hikmetlerrin araştırılması neticesinde ortaya çıkan muhalefet şekilleri de bunun benzerleri olmaktadır. Mânâ ve hikmetler kayıtsız olarak muteber olmayıp, ancak nassm sığasından gözetilen maksat olması açısından muteber olduklarına göre, nassların bizzat sığalarına ki bunlar asıl olmaktadır tâbi olmak vacip olacaktır. Çünkü sığaların mânâ ve hikmetlerle olan ilgisi, aslın fer'i ile olan ilgisi gibidir. Aslın ilga edilerek fer'inin esas alınması mümkün olmadığı gibi sîgamn ihmal edilerek mânâ ve hikmetlerin (maslahat) dikkate alınması da sahih olmayacaktır.
Buraya kadar zikrettiklerimiz bu tarzın üstünlüğüne işaret için yeterlidir. 2.
İkinci bakış açısı: İstikra ayrıca emir ve nehiy sîgası ile birlikte bulunan ve bizzat emredilen şeylerde mevcut olan maslahatlara, nehyedilen şeylerde de mefsedetlere delalet eden hal ve söz karinelerini dikkate alma sonucunda ulaşılan şer'î kasıd açısından değerlendirme.
Şöyle ki: "Namazı ikâme ediniz" âyetinden anlaşılan namazı korumak ve ona devam etmektir. "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstlenin"[88] emrinden anlaşılan da sıkıntı altına sokulması ya da sonunda ibadetten tümden kesilmesi korkusu yüzünden mükellefe karşı şefkat göstermedir; yoksa maksat bizzat ibadetin azaltılması ya da Allah'a yönelmenin terkedilmesi değildir. "Allah'ın zikrine koşun..." emrinde de durum aynıdır ve bu emirden maksat cuma namazının kılınmasına karşı önem verilmesini ve bu konuda bir gevşeklik gösterilmemesini temindir. Yoksa bu emirden maksat sadece sırf ona koşmak değildir. Arkasından gelen "Alış verişi bırakın"[89]emri de kişiyi cumaya koşmaktan alıkoyucu davranışları yasaklamak suretiyle birinci emri tekit durumundadır; yoksa maksat garar satışı, riba satışı vb. gibi yasak olan akitlerin yasaklandığı gibi mutlak olarak o vakitte alış veriş akdini yasaklamış olmak değildir. Aynı şekilde "Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın"[90] dendiği zaman bundan anlaşılan Şâri'in husûsiyle o günde oruç tutulmasının terkine yönelik bir kasdımn bulunduğudur. "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu tutma-yınf [91] veya "Dehir (yani sene boyu) orucu tutmayın" [92]dendiği zaman bundan amaç mükellefin sayamayacağı ve devam edemeyeceği bir yükümlülük altına girmemesi için ona karşı şefkat göster-mektir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber visal orucu tutardı, oruçları peşi peşine tuttuğu olurdu. Bazen hiç iftar etmiyor denecek kadar oruç tutar, bazen de hiç oruç tutmuyor denecek kadar oruç tutmazdı. Kendisi visal orucu tutmuştu, yasağın varlığını bilmelerine rağmen selef-i sâlih de visal orucu tutmuşlardı. Çünkü onlar nehyin temelinde kullara karşı şefkat ve merhamet yattığını; maksadın oruç tutmamak ya da oruç ibadetini azaltmak olmadığını biliyorlardı. Temelinde bu anlam yatan diğer emir ve nehiylerle ilgili durum da aynen bu şekildedir.
Öbür taraftan emir ve nehyin temelinde ibâha kasdı[93] yattığı da anlaşılmaktadır. Her ne kadar emir ya da nehiy kipi asıl konu-luşları itibarıyla bunu gerektirmiyorsa da karineler bunun böyle olduğunu göstermektedir. Meselâ: "İhramdan çıktığınız zaman avlanın[94] "Namaz kılındığı zaman yeryüzüne dağdın"[95] emirlerinde olduğu gibi. Kesinlikle bilinmektedir ki, Şâri'in bu âyetlerden maksadı ihramdan çıkıldığı zaman onların avlanmalarını isteme ya da namazın bitiminde hemen yeryüzüne dağılmalarını isteme değildir. Onun bu emirlerden maksadı sadece, bunların yasaklanmasına sebep olan şeylerin ki birinde ihram hükmünün sona ermesi, diğerinde de namazın sona ermiş olmasıdır sona erdiğini bildirmektir.
Bu bakış açısını da aynı şekilde şer'î istikra desteklemektedir. İlgili bazı örnekler geçmiştir.
Sonra şer'an maslahatların muteber olduğu, emir ve nehiy sığalarının da maslahattan hâli olmadığı delil ile sabittir. Bu durumda eğer biz maslahatları mutlak anlamda dikkate almayacak olursak, o zaman muvafakat kasdımıza rağmen Şâri'in kasdina muhalefet etmiş oluruz. Çünkü bilfarz kabul edilen şey, bu emrin şu maslahat için konulmuş olmasıdır. Bu durumda eğer biz emrin gereği ile yükümlülük konusunda o maslahatı göz önünde bulundurmayacak olursak, emrin hükmü altına girme konusunda Şâri'in dikkate almış olduğu şeyi ihmal etmiş oluruz ve bu durumda o emrin bazı uygulama alanlarında O'na muhalefet durumuna her an düşebiliriz.[96] Şöyle ki: Visal orucu ve her gün peşi peşine oruç tutulması hakkında yasak gelmiştir. Buna rağmen Hz. Peygamber bu orucu yasakladığı zaman ashab vazgeçmeyince onlarla birlikte oruçlarını birbirine ulamış (ve böylece onları tedip etmek istemiştir).
Eğer biz bu durumda nehiy sığasının zahirine yapışacak olursak karşımıza iki mahzur çıkacaktır: 1.
Hz. Peygamber onlara bunu yasakladığı halde, onların yasağa uyarak bu oruçtan vazgeçmiş olmamaları. Eğer yasaktan maksat zahiri olmuş olsaydı o takdirde ashab, Hz. Peygam-ber'in yasağı karşısında açıktan ona muhalefet etmek suretiyle inatçı bir tavır almış ve aşikâre isyan ile onu karşılarına almış olurlardı. Böyle birşeyi kabulde ise son derece tehlikeli sonuçlar vardır. 2.
Bizzat Hz. Peygamber onlar yasağa uymayınca onlarla birlikte yasaklamış olduğu şeye yani oruçlarını birbirine ulamaya koyuldu. Eğer yasaktan maksat zahiri olsaydı, o zaman Hz. Pey-gamber'in bu tavrı bir çelişki[97] olurdu. Hâşâ peygamber i-çin böyle bir durumun olması söz konusu değildir. Hz. Peygam-ber'in bu yasakta bulunması, sadece onlara karşı gösterdiği şefkat ve merhametin bir sonucu idi. Onlar bu kolaylık ve müsamahayı kendi nefisleri için göstermeyip, Allah'ın rızasını kazanma yolunda güçlüklere katlanma sevabı talebinde bulununca, Hz. Peygamber onlara bu yasağı niye koymuş olduğunu bilfiil göstermek ve böylesi bir ibadetteki meşakkati onlara öğretmek istedi. Böylece onlar Hz. Peygamber'in bu yasağının kendilerine mahza bir rahmet olduğunu, Rablerinin rızasını kazanmak uğrunda meşakkat ve sıkıntılara katlanma konusunda sabır ve tahammül gösteremeyen zayıf kimseler için en uygun yolun da bu olduğunu anlamış olacaklardı.
Keza Hz.Peygamber bazı şeyleri yasaklamış, bazı şeyleri de emir buyurmuştu. O, bu emir ve yasaklarda mutlak bir ifade kullanmış ve böylece mükellefin gerek kendisi ve gerekse başkaları hakkında orta yolu tutmasını istemiş, emir ve nehiy sığalarının gerektirdiği mutlaklığm gereğini istememiştir. Güzel ahlâk ilkeleri ve diğer iyi şeyler mutlak bir ifade ile emredilmiş; kötü huylar ve şâir kötü işler de aynı şekilde mutlak bir ifade ile yasaklanmıştır. Daha önce de geçtiği gibi, bu gibi yerlerde mükellef kendi içerisinde bulunduğu hal ve durumların gereği doğrultusunda icti-had etmek ve değerlendirmede bulunmak durumunda idi. Eğer emir ve nehiylerin taşımış oldukları mânâ ve hikmetlere bakılmaksızın sırf lafızlar dikkate alınacak olsaydı böyle birşey mümkün olmazdı. Meselâ Hz. Peygamber garar (bilinmezlik) satışım yasaklamış ve onlardan bazılarını da ismen zikretmiştir [98]Meyvenin kendisini kurtarmadan önce satışı, ceninin satışı, çakıl atılarak malın belirlenmesi şeklinde yapılan satış[99] vb. gibi. Eğer biz garar yasağı getiren bu nassm zahirine yapışacak olursak, o zaman alış verişi caiz olan pek çok şeyin satımı mümkün olmayacaktır. Meselâ, kabuğu içerisinde ceviz, badem, kestane vb. gibi şeylerin satılması; ucu toprakta gömülü olan direk vb. gibi şeylerin satılması; kavun, karpuz ve salatalık türünden olan tüm mahsûllerin satılması; dahası temelleri toprak altında olan evler, dükkanlar gibi gözün göremediği kısımlar içeren her şey, enkazlar ve benzeri, haklarında satışlarının caiz olduğunu gösteren nass bulunmayan sayılamayacak kadar pek çok şeyin satımı yasak olan garar satışı içerisine girecekti ve satışı mümkün olmayacaktı. Böyle bir sonuç ise asla doğru değildir.[100] Çünkü yasak olan garar, aklı başında kimselerce var da olabilir, yok da olabilir şeklinde anlaşılan bir bilinmezliği içeren durumlara yorulur.[101]Yasağın bu şekilde anlaşılmasını gerektiren şey maslahat mânâsı (yani mesâlih-i mürsele) olmaktadır[102] ve lafza mücerred olarak bağlanılmamaktadır.
Bir nokta daha var: Emir ve nehiyler lafız bakımından ele alındıkları zaman neye delâlet edecekleri konusunda müsavidirler. Onlar içerisinden vücup için olan emri, mendupluk için olandan; haramlık için olan nehyi, mekruhluk için olandan ayırmak bizzat nasslar yoluyla mümkün olmaz. Bu şekilde bir kısmı bilinebilse bile çoğunluk bilinemez. Bunlar arasında meydana gelen fark, bize sadece mânâ ve hikmetlere tâbi olma, maslahatı gözönünde bulundurma sonucunda ortaya çıkmıştır. Keza bunların hangi mertebede bulundukları (yani zarûriyyâttan mı, hâciyyâttan mı ya da tahsîniyyâttan mı oldukları) ancak maslahatın gözönünde bulundurulması ve manevî istikra yoluyla ortaya çıkacaktır. Bu hususları öğrenmek için biz mücerred emir ya da nehiy sığalarına bakmamaktayız. Eğer öyle olmasaydı o zaman şeriatta mevcut bulunan emir sığalarının (meselâ vücûp gibi) hep aynı düzeyde olması gerekir; çeşitli kısımları bulunmazdı. Nehiy sîgası için de durum aynı olurdu. Hatta diyoruz ki: Mutlak olarak söylenmiş Arap kelâmının gerçek anlamına ulaşılabilmesi için mutlaka sözün gelişinin dikkate alınması, sığaların delaleti konusunda amaçlanan mânâların göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi takdide söz gülünç ve alay konusu olur. Meselâ onlar şöyle derler: "Falan arslandır" veya "Falan eşektir[103]"Falanın külü çoktur" veya "Köpeği korkaktır[104] "Falanca kadının küpesinin düştüğü yer uzaktır" [105] Bunlar gibi sayılamayacak kadar çok (kinaye) sözler vardır ve eğer bunlarda sadece lafız dikkate alınacak ve mânâ itibara alınmayacak olsa onların makûl hiçbir anlamı kalmaz. Hal böyle iken Allah ve Rasûlü'-nün kelâmı hakkında durum farklı mı olacaktır sanırsın?! İşte bu noktadan hareket edilip lafzın yanında mânâ ve hikmetlerin de gözönünde bulundurulması sonucundadır ki, durgun suya doğrudan işemekle, bir kaba işeyip de sonra onu suya dökmek arasında bir ayırımın mümkün olup olmayacağı ortaya çıkacaktır.
İmamu'l-Haremeyn, İbn Süreyc'den nakleder: O, Ebû Bekir b.Dâvûd el-Isbahânî ile nassların zahirine yapışma konusunda münazara yapmıştır. İbn Süreye ona: "Sen nasslann zahirlerine yapışıyorsun. Peki, Allah Teâlâ "Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür"[106]buyuruyor. Şimdi iki zerre kadar hayır işleyen hakkında ne dersin?" diye sorar. O: "İki zerre, zerre ve zerre demektir" diye cevap verir. İbn Süreye: "Peki, bir buçuk zerre kadar işlerse?" diye sorar. Bunun üzerine o bocalar ve münazarayı bırakır. Kadı Iyaz bazı âlimlerden "Davud'un bu mezhebinin hicrî ikiyüz yılından sonra ortaya çıkmış bir bidat olduğunu" nakleder. Bu her ne kadar zahir ile ameli red konusunda bir aşırılık ise de mânâ ve hikmetlerin bir tarafa itilerek sadece nasslann zahiri ile amelde bulunmak da bir aşırılık ve Şâri'in maksadından uzaklaşmak olur. Öbür taraftan nasslann zahirlerinin ihmali de israftır, aşınlıktır. Nitekim bu konu Makâsıd bölümünün sonunda geçmişti. İnşallah daha sonra yine tekrar ele alınacaktır.
Fasıl:
Bu sabit olduğu ve amelde bulunan kimse emir ve nehyin illetinden anlaşılan muktezâya uygun olarak amel ettiği zamari^o kimse güçlü bir yol üzere yürümüş, girdisinde çıktısında her hususta Şâri'in kasdına uygun hareket etmiş olacaktır. O yüzdendir ki selef-i sâlih, kendilerini ibadete verme ve azimetleri araştırma ve onlarla amel etme konusuna vermişler ve nefislerini Allah'a kulluk uğrunda meşakkat ve sıkıntılann altında ezmişlerdir. Çünkü onlar emir ve nehiylerin emreden ve nehyeden cihetinden geldiğini ve onların "Nasıl yaptıklarınıza bakmak için[107] "Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için"[108]olduğunu; ancak mükellefin bünyece zayıf, irade açısından güçsüz, sabır bakımından yetersiz olması hasebiyle, onun öyle olduğunu bilen ve onu o şekilde yaratan Allah Teâlâ, kulunu mazur görmüş ve zayıflığı sebebiyle ona acıyarak amellere girme konusunda dayanabileceği kolaylıklar getirmiştir. Bu cümleden olmak üzere onun kalbine taat sevgisini koymuş ve onu güçlendirmiş, bazı huzur bozucu ve sarsıntı verici durumlar, zihni kanştırıcı düşünceler karşısında sabretmesi halinde onunla birlikte olmuş, ona olan rahmetinin bir tecellisi olmak üzere meşakkatlerle karşılaşma halinde güçlük ve sıkıntılann kal-dınlacağı bir alan kılmış, amele ilk başlama anında hafifletme yoluyla bir hazırlık devresi kılmış ve bu şekilde devamlılığın ağırlığını karşılamak istemiş, bunun sonucunda yükümlülükler üzerinde devamlılığın kendisine ağır gelmemesini amaçlamıştır. Eğer kula hayır işleme tutkusu girerse ve kendisine meşakkatlann kolaylaşması kapısı aralanırsa, bundan böyle ağır olan, ona hafif gelmeye başlar ve Allah Teâlâ'nın "Herşeyi bırakıp yalnız O'na yönel[109]"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım"[110] gibi âyetlerinde ifadesini bulan mutlak kulluk emrini ifaya kendini verir. Sanki meşakkat ve zıddı kolaylık hakîkî değil tamamen izafî (göreli) şeylerdir. Nitekim bu konu Ruhsatlar bahsinde geçmişti. Şimdi emir yöneltilmiştir ve emir karşısında herkes kendi nefsinin fakîhidir. Emir ve nehiylerle kullara karşı rahmet ve genişlik murad olunduğuna göre, aynı kasdın bulunması konusunda bunlarla ruhsatlar birleşmiş olurlar. Bu durumda azimetler konusunda emir ve nehiyler genel anlamda uyulması maksûd olan şeyler olurlar; rıfk konusunda ise onlar kula yönelik olur: Eğer kul bu durumda rıfk ve kolaylık yönünü tercih ederse, o ruhsat gibi olur. Eğer aksi tarafını tercih edecek olursa o zaman da "Herşeyi bırakıp yalnız O'na yönel"[111]buyruğunun vb. gereği olan azimet doğrultusunda hareket etmiş olur.
Fasıl :
Sarih olmayan emir ve nehiylere gelince bunlar birkaç kısımdan oluşur: 1.
Hükmün ifadesi haber cümlesi şeklinde gelir. Örnekler: "Oruç
size yazıldı[112] "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler[113]"Allah, inkarcılara, inananlar aleyhine asla fırsat vermeyecektir[114] "Onun keffâreti on yoksulu doyurmaktır[115]Bunlar ve benzeri içerisinde emir mânâsı bulunan fakat haber cümlesi (inşâî değil de ihbârî) şeklinde gelen nasslar bu türden olmaktadır. Bu kısmın hükmü açıktır ve bunlar sarih emir ve nehiyler gibi işlem görürler. 2.
Fiilin ya da o fiili işleyenin övülmesi; ya da fiilin ya da o fiili işleyenin yerilmesi; emirler hakkında fiili işleyene sevap verileceğinin, nehiyler hakkında ise o fiili işleyene azap edileceğinin belirtilmesi; ya da emirler hakkında fiili işleyeni Allah'ın seveceğinin, ne-hiylerde ise fiili işleyene Allah'ın buğzedeceğinin ve hoşlanmayacağının veya sevmeyeceğinin bildirilmesi. Bu kısmın Örnekleri de açıktır. Meselâ: "Allah'a ve peygamberlerine inananlar, işte onlar dosdoğru olanlardır[116] "Bilakis siz aşırı giden bir topluluksunuz[117] "Ve kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, onu cennetlere sokarız[118] "Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu cehenneme sokarız[119] "Allah, iyilik yapanları sever[120] "Şüphesiz O, israfçıları sevmez[121]"Kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnud olur"[122]. gibi.Bunlar da açıktır dedik, çünkü bu ifadeler tartışmasız olarak övülen konularda o fiilin işlenmesine, yerilen konularda da o fiilin ter-kedilmesine yönelik zımnî bir talep içermektedirler. 3.
Talep konusu şeylerin gerçekleşmesi kendilerine bağlı olan şeyler: "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir?[123]"Birşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış olmak mıdır?"[124]el-Ka'bî'nin görüşüne[125] göre, "Birşeyin mubah olması, onun emredilmiş olması demek midir?" ve daha başka benzeri aslında maksûd olmadıkları halde talep konusu olan şeylerin işlenmesi ya da terkedilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyler de bu kısmı teşkil etmektedir.
Âlimler gerek bu konularda ve gerekse bunların dikkate alınıp alınmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konular usûl kitaplarında işlenmiştir. Ancak, şayet biz bunların dikkate alınmaları gerektiğini söyleyecek olursak, bu aslî kasıt üzerine değil talî (ikinci) kasıt üzerine olmuş olacaktır. Hatta bunlar derece bakımından "Alış verişi bırakın" gibi tâbi durumda olan sarîh emir ve nehiyler-den daha zayıf olacaklardır.[126]Çünkü dikkate alma konusunda sarîh olan emrin rütbesi hiçbir zaman zımnî olanın rütbesi gibi değildir.
Makâsıd bölümünde geçtiği üzre şer'î maksatlar iki kısımdı: a) Aslî maksatlar, b) Tâbi maksatlar. Emir ve nehiylerle ilgili burada zikredilen bu kısım işte o taksimden doğmaktadır. Bu ikisi arasın- [157] da çok büyük fıkhî incelikler bulunmaktadır.[127] O yüzden konunun açıklığa kavuşması ve sonunda Allah'ın izniyle başka benzerlerini de yerlerine oturtabileceğin bir kıstasa ulaşabilmen için bir fasıl açıp orada bir mesele[128] zikriyle izahat vermemiz gerekmektedir.
Fasıl :
Fukahaya göre "gasb" rakabe üzerine teaddîde bulunmak demektir. "Teaddî" ise, rakabe üzerine değil de menfaatler üzerine tecavüzde bulunmaya has bir ifadedir.
Gâsıb, gasbedilen şeyin rakabesine mâlik olmayı kastederse, bu ona yasaklanmıştır ve kasdı cihetinden yaptığı şeyden dolayı günahkârdır.[129]Bu durumda kişi sadece rakabeyi kastetmiş olmaktadır. Bu itibarla nehiy öncelikle rakabe üzerinde malikiyet kurması maksadına yöneliktir.
Menfaatler üzerine teaddîye gelince, burada kasıt rakabeye değil menfaatlerin elde edilmesine yönelik olmaktadır. O bu kasdı sebebiyle o şeyle faydalanmaktan yasaklanmış olmaktadır. Bu durumda o, sadece menfaatlere yönelik bir kasıt bulundurmuş olmaktadır. Ancak her iki durum da, tâbiyet hükmü yoluyla birinci (aslî) kasıtla değil de ikinci (tâbi) kasıtla diğerinin bulunmasını zorunlu kılmaktadır.[130]
Kişi eğer gâsıb ise, menfaatleri değil, rakabeyi tazminle sorumlu olacaktır ve rakabenin sadece gasb günündeki kıymetini tazmin edecek, (onu gasbdan hüküm anına kadar geçen süre içerisinde ulaştığı) en yüksek kıymetten ödemeyecektir. Çünkü faydalanma rakabeye tâbi durumdadır. O tâbi durumda olunca, ondan faydalanma hakkında gelen yasak da rakabeye el koyma yasağına tâbi durumunda olacaktır. O yüzden de menfaatlerin kıymetini tazmin etmeyecektir; ancak bazı âlimlerin görüşüne göre menfaatlerin tazmini söz konusu olacaktır ve bunlar görüşlerini "gâsıbm rakabe ile birlikte aynı anda aslî kasıtla menfaatlere yönelik de kasıt bulundurmuş olacağı" esasına bina etmektedirler. Daha açık görüşe göre rakabe gâsıbı üzerine menfaatlerin tazmini gerekmemelidir; çünkü bir genel kaide getiren "el-Harâcu bi'd-damân" (= Cereme kime semere ona.[131]) hadisinin genel kapsamına bu da girmektedir.[132]Bunun sebebi zikredildiği üzere, gasbedilen şeyden faydalanmayı yasaklama bizatihi maksûd değildir; aksine o gasb yasağına tâbi durumdadır. Bu haliyle o, cuma vaktinde yapılan alış verişin durumuna benzemektedir. Açıkça yasak bulunmasına rağmen bu vakitte yapılan alış veriş yasaktan gözetilen maksat bizzat alış verişi yasaklamak olmadığı için bir kısım âlimlere göre sahih olunca, zımnî nehiy ile yasaklanmış olması durumunda onun öncelikli olarak sahih olması gerekecektir.[133]Bu bahis "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir?" meselesinde de aynen geçerlidir. Eğer biz vacip değil dersek, o takdirde bir problem bulunmayacaktır. Yok vacip diyecek olursak o zaman onun vacipliği bizatihi olmayacaktır. Aynı şekilde "Eirşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış olmak mıdır?", yine "Birşeyi yasaklamış olmak onun zıdlarından birini emretmiş olmak mıdır?" meselelerinde de durum aynıdır. Eğer biz öyle dersek, o zaman bu bizatihi maksûd olmayacaktır ve bu durumda emir ve nehiy için kesin bir hüküm bulunmayacak; ancak bilfarz aslî kasıt ile maksûd olması takdirinde kesinlik kazanabilecektir; oysa ki durum öyle değildir.
Eğer (gâsıb değil de) müteaddî ise, o takdirde tazmin sorumluluğu gasb değil de teaddî tazmini[134] şeklinde olacaktır; çünkü bu durumda rakabe tâbi durumda olmaktadır. Durum böyle olunca rakabeye el koyma yasağı, menfaatlere el koyma yasağına tâbi olmaktadır. Bu yüzden de mutlak surette en üstün kıymetinden[135] tazmin edecektir ve az çok ne varsa tazminle yükümlü olacaktır. Teaddî durumunda rakabenin tazmini ise, sadece malın telef olması[136] halinde söz konusudur. Çünkü onun telefi menfaatlerinde telefi sonucunu doğurmaktadır. Bunlarda gasb hali İse böyle değildir.
Eğer bunlar aynı olsaydı o zaman ne İmam Mâlik ne de başkaları bunların aralarını ayırmazlardı. İmam Mâlik gâsıb ve hırsız (sârik) hakkında şöyle demiştir: "Gasbedilen ya da çalman şeyi piyasasından ve menfaatlerinden alıkoyar ve sonra olduğu gibi geri iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur.[137] Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde bulunmuş ise[138]o takdirde kıymetini tazmin eder" Bu sonuç, İmam Mâlik ve tâbilerinin mezhebinde meşhur olan görüş üzerine kurulmuştur. Aksi takdirde görüşün mercii farklı olacaktır. Burada üzerine binada bulunulan esas ise sabittir.[139]
Her iki kısmın arasında fark görmeyen kimseler[140] görüşlerini şu yaklaşımlar üzerine bina etmiş olmaktadırlar: 1.
Mezhep müntesiplerinin zikretmiş oldukları şu kaide: "Devam ibtidâ (başlama) gibi midir?" Eğer biz devamın başlama hükmünde olmadığını söyleyecek olursak, bu meşhur olan görüşe göre gasbda geçerli olmaktadır. Bu takdirde tazmin gasb günü gerekecektir. Menfaatler ise tâbidir. Yok devam başlangıç gibidir, diyecek olursak, bu durumda gasbeden kimse her an gasba yeniden başlıyor gibi olacaktır ve bu haliyle o, her an yeni bir tazmin sorumluluğu altına giriyor demektir ve bu durumda gasbettiği şeyi en yüksek kıymeti ile tazmin etmek durumunda olacaktır.[141] Nitekim İbn Vehb, Eşheb ve Abdulmelik bu görüştedirler. İbn Şa'bân bunu: "Çünkü her an ona iade gerekmektedir ve onu iade etmediği her an için o malı o anda yeniden gasbetmiş duruma düşmektedir" şeklinde izah etmiştir. 2.
Bir başka kaide daha var: "Eşyalara hakikî anlamda ancak Yaratıcı mâlik olabilir; kul için sadece onların menfaatleri söz konusudur" Durum böyle olunca rakabeye yönelik olan kasıt, onun menfaatlerine sahip olma amacına dönüşür mü dönüşmez mi?Eğer dönüşür dersek zira eşyaların rakabelerinin bir ayın olmaları hasebiyle bizatihi bir menfaatleri yoktur ve insanlarca arzulanan faydaları içermiş olmaları bakımından istenirler o zaman bu, menfaatin tazmini için gasb ile teaddînin arasını ayırmama cihetine gidenlerin görüşü olmuş olur. Eğer dönüşmez dersek, o zaman bu, iki eylemin arasının ayrılmasının bir gereği olmuş olur. 3.
Gasbeden kişi, gasb eylemi ile gasbettiği şeyin rakabesine malik olmak isteyince, acaba bu kasdı sonucunda kendisine yönelen tazmin sorumluluğu karşılığında o şeye mâlik olmuş gibi sayılabilir mi? Başka bir ifade ile "Gasb sonucunda mülkiyet şüphesi doğar mı?" Eğer bu soruya evet cevabı verecek olursak aynen müs-lümana ait malların kâfirlerin eline geçmesi halinde olduğu gibi o zaman konu Hz. Peygamber'in "el-Harâcu bi'd-damân" (= Cereme kime semere onald[142]) hadisi altına girmiş olacaktır. Bu durumda o malın ürünü, yükselen ya da düşen kıymeti veya meydana gelen bir değişiklik, gasbeden kimseye ait olacak ve kendisine tazmin sorumluluğunun gereği lâzım gelecektir. Aynen istihkak ve fasit alış veriş örneklerinde olduğu gibi.
Eğer bu soruya hayır cevabı verir ve mülk şüphesi doğmaz, gasbedilen mal gasb sonrasında da asıl sahibinin mülkiyetinde kalmaya devam eder diyecek olursak, bu durumda o maldan ortaya çıkacak her türlü ürün ve menfaat sahibinin mülkünde ve ona ait olacak ve gasbeden kimsenin mutlaka onları tazmin etmesi gerekecektir. Çünkü asıl malı gasbettiği gibi onları da gasbetmiş olmaktadır. Meydana gelen noksanlığa gelince, eğer bu kusur ve tecavüzü neticesinde meydana gelmiş ise gasbedenin onu da yüklenmesi gerekecektir; çünkü gasbedilmiş bir malın noksanlaştırılması; onun rakabesinin bir kısmını itlaf etmek demektir. Dolayısıyla, menfaatler üzerine teaddîde bulunan kimsenin tazmin ettiği gibi o da tazmin edecektir. Çünkü rakabenin varlığının olduğu gibi devam etmesi, onun menfaatleri cümlesinden olmaktadır. Bunun da mevcut ihtilafın üzerine bina edilebilecek bir esas olması mümkündür. 4.
Şöyle denilebilir: Acaba gasbedilen şey, aynen olduğu gibi tekrar sahibine iade edilecek olsa, bu durumda o mal teaddî edilen mal gibi kabul edilir mi? Zira her ikisinde de görünüş aynıdır ve gasbe-den kimsenin gasbettiği şeyi geri vermesi halinde de kasdının bir etkisi olmaz; çünkü İmam Mâlik'in ortaya koyduğu kaideye göre itibar fiillere olup maksatlara değildir ve vasıtalar ilga edilir. Yoksa böyle sayılmaz mı? İmam Mâlik'in buradaki sözünün işaretine bakılacak olursa kasdm eseri bulunmaktadır. İbnu'l-Kâsım'ın sözü-[162] nun zahirinden anlaşıldığına göre de kasdm bir eseri yoktur. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik gasbeden ve hırsız hakkında "Piyasasından alınan şeyi hapseder ve sonra onu olduğu gibi iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur. Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde de bulunmuş ise) o takdirde kıymetini tazmin ettirir" sözünü söyleyince İbnu'l-Kâsım: "Eğer Mâlik'in bu sözü olmasaydı, hırsıza kiracıya getirdiği sorumluluğu yüklerdim" demiştir.
Bu yaklaşımlar, İmam Mâlik ve diğerlerinin mezheplerinde mevcut bulunan ihtilafın birer izahı olabilir ve bu haliyle "Aslî kasıt ile gelen emir ve nehiylerin hükmü kesindir; tabî (ikinci) kasıt ile gelen emir ve nehiylerin ise durumu böyle değildir" şeklinde geçen kaide aslî hali üzere zedelenmeden kalabilir. Bu zikredilen kaide ile birlikte bu yaklaşımlar beraberce ele alındığı zaman ihtilafın yönü anlaşılmış olur. Belki de bundan istihsâna dönük bazı şeyler çıkmış olabilir[143] ve bunlar asıl kaideyi bozmaz. Allah'u a'lem!
Bil ki, gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz meselesi, bu esasa vurulduğu zaman, namazın bâtıl olmadığına kail olan çoğunluk ulemâya ait görüşün doğruluk yönü ve bâtıl olacağı görüşünü taşıyan İmam Ahmed b. Hanbel, Asbağ ve diğerlerinin yaklaşımlarının izahı ortaya çıkmış olacaktır.[144]
Bu mesele, yine bu noktaya çıkan[145] bir başka meseleyi hatırlatmaktadır ve o da şudur: [146]
a) Sarih olanlar.
b) Sarih olmayanlar.
a) Sarih olan emir ve nehiyler: Bunlar iki açıdan ele alınırlar: 1.
Mücerred emir ve nehiy olmaları açısından ele alınırlar ve maslahata yönelik bir illeti bulunup bulunmadığına bakılmazlar. Bu ta'lîle gitmeksizin mücerred emir ya da nehiy kipinin mahza taabbudîlik mecrasına gireceğini ifade edenlerin bakış açısı olmaktadır. Bu görüşte olanlara göre, şu ya da bu emir arasında keza şu ya da bu nehiy arasında herhangi bir fark yoktur. Meselâ: "Namazı ikâme ediniz" emri ile "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstleni"[71] emri; "Allah'ın zikrine koşun..." emri ile "Alış verişi bırakın"[72] emri; "Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın"[73] emri ile meselâ "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu tutma-yın[74]emri vb. gibi aralarında fark olduğu anlaşılan[75] emirlerde olduğu gibi.
Bunlar Sahîh'te zikredilen şu olay türünden olmaktadır: Hz. Peygamber Übeyy b. Ka'b'm yanma çıktı. O namaz kılıyordu. Hz. Peygamber : "Ey Übeyy!" diye çağırdı. Übeyy, ona döndü fakat cevap vermedi. Namazı kısaca kıldı, sonra namazdan çıktı. Hz. Peygamber kendisine: "Ey Übeyy I Seni çağırdığımda bana cevap vermekten seni alıkoyan şey ne idi?" diye sordu. O: "Yâ Rasûlallah! Namaz kılıyordum" dedi. Hz. Peygamber [ allSâmlu] : "Bana vahyedilenler arasında 'Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek birşeye çağırdığı zaman icabet edin' [76]buyruğunun olduğunu bilmiyor musun?" buyurdu. O, "Evet, ya Rasûlallah! İnşallah bir daha yapmam"[77] diye cevap verdi.
Bu hadis Buhârî'de Ebû Saîd b. el-Muallâ'dan rivayet edilmektedir ve bu zat olayın kahramanı olmaktadır. Bu hadis Hz. Peygamber tarafından her ne kadar mani durumlar olsa bile mücerred emrin kendisine bakılması gereğine işaret edildiğini[78] göstermektedir. Ebû Davud'un Sünen'inde şöyle rivayet edilir: İbn Mesûd cuma günü mescide geldi. Hz. Peygamber hutbe irad ediyordu. O (henüz dışarda) Hz. Peygamber'i "Oturun!" derken işitti. Hemen (bulunduğu yere) mescidin kapısı yanına oturdu. Hz. Peygamber onu gördü ve ona "Abdullah, buraya gel!" diye çağırdı.[79]
Abdullah b. Revâha, Hz. Peygamber'i , kendisi yolda iken "Oturun!" derken işitti. Hemen yola oturdu. Hz. Peygamber onun yanından geçerken: "Ne bu halin?"diye sordu. O da: "Sizi 'Oturun!' derken işittim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: "Allah Teâlâ taatini artırsın" buyurdu.
Buhârî'de[80] rivayet edildiğine göre Ahzâb (Hendek) gününde Hz. Peygamber: "Hiçbir kimse Kureyzaoğulları yurduna varmadan ikindiyi kılmasın" buyurdu. Yolda iken ikindi vakti oldu. İçlerinden bir kısmı: "Oraya varmadıkça kılmayız" dediler. Bazıları da: "Bilakis kılarız. Hz. Peygamber [ al^İsiâmtu] bizden bunu istemedi" dediler. Daha sonra durum Hz. Peygamber'e söylendi. Fakat o, bu iki gruptan hiçbirini azarlamadı.[81]
Pek çok âlim, mücerred "Alış verişi bırakın"[82]emrinden dolayı cuma ezanından sonra yapılmış olan alış veriş akdini feshetmişlerdir.
Bu yaklaşım dikkate alınacak bir bakış açısıdır ve her ne kadar diğer bakış açısı daha ağır basıyor durumda ise de, onu kabullenmek ve genel olarak benimsemek mümkündür. Bu bakış açısının inceleme ve değerlendirme konusunda geniş bir alanı vardır. Bu meyanda söylenecek sözlerden biri de şudur:
Emir ve nehiylerde maslahatlar itibara alınır mı alınmaz mı? Eğer biz maslahatları dikkate almaz isek, bu durumda gösterilen tavır mücerred emir ve nehiy sığaları ile hareket edilmiş olunacağından daha uygun olacaktır. Eğer biz maslahatları dikkate alacak olursak, emir ve nehiyler itibara alınmaksızın onların aklen kavram labilen (hikmetlerinden) bizim için ortaya çıkacak ve kıstas olabilecek bir durum husule gelmeyecektir[83] Çünkü maslahatlar, her ne kadar biz onları genel anlamda bilebilsek de, tafsilatı ile bilinemez.[84] Meselâ biz zina haddinin muhsan (evli) kimse için recm (taşlanarak öldürme) yoluyla olması hükmünden zinanın önünü almanın amaçlandığını bilebiliriz. Fakat bu zina edenin boynunun vurulması, ölünceye kadar dövülmesi, ya da belli bir sayıda sopa vurulması, hapsedilmesi, oruç tutması, ya da keffâretlerde olduğu gibi mal vermesi gibi yollarla yapılmamakta, sadece recm yoluyla olması istenmektedir. Muhsan olmayan kimse için ise, bunun yüz sopa ve bir yıl sürgün cezası ile gerçekleştirilmek istendiğini, yine zinanın önüne geçmeyi aklen mümkün kılabilecek meselâ recm ya da öldürme yoluyla veya sopa sayısının yüzün üzerinde ya da altında tutulması gibi yollarla yapılmadığım görmekteyiz. Bütün bunlarda ceza olarak özellikle belirtilmiş olan şekil ve miktarların içermiş oldukları maslahatı kavrayamayız. (Yani niye yüz sopa da meselâ doksan dokuz ya da yüz bir değil? Bu iki sayı da pekâlâ caydırma ve önleme görevini yerine getirebilirdi.) Şimdi biz özellikle belirlenmiş bu cezaların içermiş olduğu maslahatı kavrayamadığımıza göre ki akıl için bunları kavramak mümkün değildir bu durum belirlenmiş olan bu şeylerde bizim bilemediğimiz başka bir maslahatın bulunduğunu gösterir. Hikmeti aklen kavranabilen diğer konularda da hüküm aynı şekilde geçerlidir. Taabbudî konulara gelince durum daha da açıktır ve orada maslahatların bilinmesine asla imkân yoktur. Şu halde bizim için mücerred emir ve yasakları dikkate almaktan başka çare yoktur.
Çoğu zaman ilk bakışta bizim için emir ya da nehyin şöyle bir masalahat içerdiği zahir olur, halbuki aslında durum tersi olabilir ve bunu onunla tearuz halinde olan başka bir nass belirler. Bu durumda mutlaka ilk bakışta bize gözüken hikmete değil de o nassa başvurmamız gerekecektir.[85]
Sonra Makâsıd bölümünde de geçtiği üzere, her emir ve nehyin mutlaka taabbudî bir yönü vardır. Bu sabit olduğuna göre bu taabbudî yönün ihmal edilmesine imkân yoktur. Mücerred emir ve nehiy sığalarını dikkate almama sonucunu doğuracak herhangi bir mânâyı esas almak mümkün değildir. Şu halde emir ve nehiyden anlaşılan mânâ (yani akılla bulunabilen hikmet) esas alındığında eğer bu, o emir ve nehyin ihmali sonucunu doğuracaksa böyle bir şey mümkün değildir. Aksi takdirde esas alınacak husus, hikmet değil emir ve nehyin kendisi olacaktır. Sonuç olarak maslahatların dikkate alınması konusunda söz dönüp dolaşıp şu sonuca ulaşmıştır: Emir ve nehiyle birlikte maslahatların dikkate alınmasına imkân yoktur. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.
İtiraz: Mânâ ve hikmetlere iltifatta bulunmamak, Şâri'e ait bilinen maksatlardan yüz çevirmek olur ve sonuçta aynen şöyle diyen bir kimsenin durumuna düşülmüş olur: "İnsanın içine işemiş olduğu su ile abdest almak caiz değildir. Eğer bir kaba işemiş ve sonra onu suya dökmüşse onunla abdest almak caiz olur"[86]
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü biz diyoruz ki: Bu itiraz emir ve nehiy kiplerinin zahirinin ihmal edilmesi ve mânânın (hikmet ve masalahat) dikkate alınması hali içinde geçerlidir. Nitekim Hz. Peygamber'in : "Kırk koyunda bir koyun (zekât) vardır[87]hadisi hakkında bazıları şöyle demektedir: "Mânâ koyunun kıymetidir. Çünkü zekâttan maksat fakirin ihtiyacının giderilmesidir; bu ise kıymet ile hâsıl olmaktadır" Bu tevilin sonucunda mevcut olan yok; yok olan da mevcut kılınmakta ve bu sonuç da koyunun vacip olmadığı neticesini doğurmaktadır. Bu ise nassa muhalefetin tâ kendisidir. Mânâ ve hikmetlerrin araştırılması neticesinde ortaya çıkan muhalefet şekilleri de bunun benzerleri olmaktadır. Mânâ ve hikmetler kayıtsız olarak muteber olmayıp, ancak nassm sığasından gözetilen maksat olması açısından muteber olduklarına göre, nassların bizzat sığalarına ki bunlar asıl olmaktadır tâbi olmak vacip olacaktır. Çünkü sığaların mânâ ve hikmetlerle olan ilgisi, aslın fer'i ile olan ilgisi gibidir. Aslın ilga edilerek fer'inin esas alınması mümkün olmadığı gibi sîgamn ihmal edilerek mânâ ve hikmetlerin (maslahat) dikkate alınması da sahih olmayacaktır.
Buraya kadar zikrettiklerimiz bu tarzın üstünlüğüne işaret için yeterlidir. 2.
İkinci bakış açısı: İstikra ayrıca emir ve nehiy sîgası ile birlikte bulunan ve bizzat emredilen şeylerde mevcut olan maslahatlara, nehyedilen şeylerde de mefsedetlere delalet eden hal ve söz karinelerini dikkate alma sonucunda ulaşılan şer'î kasıd açısından değerlendirme.
Şöyle ki: "Namazı ikâme ediniz" âyetinden anlaşılan namazı korumak ve ona devam etmektir. "Amellerden gücünüzün yeteceği kadarını üstlenin"[88] emrinden anlaşılan da sıkıntı altına sokulması ya da sonunda ibadetten tümden kesilmesi korkusu yüzünden mükellefe karşı şefkat göstermedir; yoksa maksat bizzat ibadetin azaltılması ya da Allah'a yönelmenin terkedilmesi değildir. "Allah'ın zikrine koşun..." emrinde de durum aynıdır ve bu emirden maksat cuma namazının kılınmasına karşı önem verilmesini ve bu konuda bir gevşeklik gösterilmemesini temindir. Yoksa bu emirden maksat sadece sırf ona koşmak değildir. Arkasından gelen "Alış verişi bırakın"[89]emri de kişiyi cumaya koşmaktan alıkoyucu davranışları yasaklamak suretiyle birinci emri tekit durumundadır; yoksa maksat garar satışı, riba satışı vb. gibi yasak olan akitlerin yasaklandığı gibi mutlak olarak o vakitte alış veriş akdini yasaklamış olmak değildir. Aynı şekilde "Kurban bayramı (nahr) günü oruç tutmayın"[90] dendiği zaman bundan anlaşılan Şâri'in husûsiyle o günde oruç tutulmasının terkine yönelik bir kasdımn bulunduğudur. "Oruçları birbirine ulamayın (visal orucu tutma-yınf [91] veya "Dehir (yani sene boyu) orucu tutmayın" [92]dendiği zaman bundan amaç mükellefin sayamayacağı ve devam edemeyeceği bir yükümlülük altına girmemesi için ona karşı şefkat göster-mektir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber visal orucu tutardı, oruçları peşi peşine tuttuğu olurdu. Bazen hiç iftar etmiyor denecek kadar oruç tutar, bazen de hiç oruç tutmuyor denecek kadar oruç tutmazdı. Kendisi visal orucu tutmuştu, yasağın varlığını bilmelerine rağmen selef-i sâlih de visal orucu tutmuşlardı. Çünkü onlar nehyin temelinde kullara karşı şefkat ve merhamet yattığını; maksadın oruç tutmamak ya da oruç ibadetini azaltmak olmadığını biliyorlardı. Temelinde bu anlam yatan diğer emir ve nehiylerle ilgili durum da aynen bu şekildedir.
Öbür taraftan emir ve nehyin temelinde ibâha kasdı[93] yattığı da anlaşılmaktadır. Her ne kadar emir ya da nehiy kipi asıl konu-luşları itibarıyla bunu gerektirmiyorsa da karineler bunun böyle olduğunu göstermektedir. Meselâ: "İhramdan çıktığınız zaman avlanın[94] "Namaz kılındığı zaman yeryüzüne dağdın"[95] emirlerinde olduğu gibi. Kesinlikle bilinmektedir ki, Şâri'in bu âyetlerden maksadı ihramdan çıkıldığı zaman onların avlanmalarını isteme ya da namazın bitiminde hemen yeryüzüne dağılmalarını isteme değildir. Onun bu emirlerden maksadı sadece, bunların yasaklanmasına sebep olan şeylerin ki birinde ihram hükmünün sona ermesi, diğerinde de namazın sona ermiş olmasıdır sona erdiğini bildirmektir.
Bu bakış açısını da aynı şekilde şer'î istikra desteklemektedir. İlgili bazı örnekler geçmiştir.
Sonra şer'an maslahatların muteber olduğu, emir ve nehiy sığalarının da maslahattan hâli olmadığı delil ile sabittir. Bu durumda eğer biz maslahatları mutlak anlamda dikkate almayacak olursak, o zaman muvafakat kasdımıza rağmen Şâri'in kasdina muhalefet etmiş oluruz. Çünkü bilfarz kabul edilen şey, bu emrin şu maslahat için konulmuş olmasıdır. Bu durumda eğer biz emrin gereği ile yükümlülük konusunda o maslahatı göz önünde bulundurmayacak olursak, emrin hükmü altına girme konusunda Şâri'in dikkate almış olduğu şeyi ihmal etmiş oluruz ve bu durumda o emrin bazı uygulama alanlarında O'na muhalefet durumuna her an düşebiliriz.[96] Şöyle ki: Visal orucu ve her gün peşi peşine oruç tutulması hakkında yasak gelmiştir. Buna rağmen Hz. Peygamber bu orucu yasakladığı zaman ashab vazgeçmeyince onlarla birlikte oruçlarını birbirine ulamış (ve böylece onları tedip etmek istemiştir).
Eğer biz bu durumda nehiy sığasının zahirine yapışacak olursak karşımıza iki mahzur çıkacaktır: 1.
Hz. Peygamber onlara bunu yasakladığı halde, onların yasağa uyarak bu oruçtan vazgeçmiş olmamaları. Eğer yasaktan maksat zahiri olmuş olsaydı o takdirde ashab, Hz. Peygam-ber'in yasağı karşısında açıktan ona muhalefet etmek suretiyle inatçı bir tavır almış ve aşikâre isyan ile onu karşılarına almış olurlardı. Böyle birşeyi kabulde ise son derece tehlikeli sonuçlar vardır. 2.
Bizzat Hz. Peygamber onlar yasağa uymayınca onlarla birlikte yasaklamış olduğu şeye yani oruçlarını birbirine ulamaya koyuldu. Eğer yasaktan maksat zahiri olsaydı, o zaman Hz. Pey-gamber'in bu tavrı bir çelişki[97] olurdu. Hâşâ peygamber i-çin böyle bir durumun olması söz konusu değildir. Hz. Peygam-ber'in bu yasakta bulunması, sadece onlara karşı gösterdiği şefkat ve merhametin bir sonucu idi. Onlar bu kolaylık ve müsamahayı kendi nefisleri için göstermeyip, Allah'ın rızasını kazanma yolunda güçlüklere katlanma sevabı talebinde bulununca, Hz. Peygamber onlara bu yasağı niye koymuş olduğunu bilfiil göstermek ve böylesi bir ibadetteki meşakkati onlara öğretmek istedi. Böylece onlar Hz. Peygamber'in bu yasağının kendilerine mahza bir rahmet olduğunu, Rablerinin rızasını kazanmak uğrunda meşakkat ve sıkıntılara katlanma konusunda sabır ve tahammül gösteremeyen zayıf kimseler için en uygun yolun da bu olduğunu anlamış olacaklardı.
Keza Hz.Peygamber bazı şeyleri yasaklamış, bazı şeyleri de emir buyurmuştu. O, bu emir ve yasaklarda mutlak bir ifade kullanmış ve böylece mükellefin gerek kendisi ve gerekse başkaları hakkında orta yolu tutmasını istemiş, emir ve nehiy sığalarının gerektirdiği mutlaklığm gereğini istememiştir. Güzel ahlâk ilkeleri ve diğer iyi şeyler mutlak bir ifade ile emredilmiş; kötü huylar ve şâir kötü işler de aynı şekilde mutlak bir ifade ile yasaklanmıştır. Daha önce de geçtiği gibi, bu gibi yerlerde mükellef kendi içerisinde bulunduğu hal ve durumların gereği doğrultusunda icti-had etmek ve değerlendirmede bulunmak durumunda idi. Eğer emir ve nehiylerin taşımış oldukları mânâ ve hikmetlere bakılmaksızın sırf lafızlar dikkate alınacak olsaydı böyle birşey mümkün olmazdı. Meselâ Hz. Peygamber garar (bilinmezlik) satışım yasaklamış ve onlardan bazılarını da ismen zikretmiştir [98]Meyvenin kendisini kurtarmadan önce satışı, ceninin satışı, çakıl atılarak malın belirlenmesi şeklinde yapılan satış[99] vb. gibi. Eğer biz garar yasağı getiren bu nassm zahirine yapışacak olursak, o zaman alış verişi caiz olan pek çok şeyin satımı mümkün olmayacaktır. Meselâ, kabuğu içerisinde ceviz, badem, kestane vb. gibi şeylerin satılması; ucu toprakta gömülü olan direk vb. gibi şeylerin satılması; kavun, karpuz ve salatalık türünden olan tüm mahsûllerin satılması; dahası temelleri toprak altında olan evler, dükkanlar gibi gözün göremediği kısımlar içeren her şey, enkazlar ve benzeri, haklarında satışlarının caiz olduğunu gösteren nass bulunmayan sayılamayacak kadar pek çok şeyin satımı yasak olan garar satışı içerisine girecekti ve satışı mümkün olmayacaktı. Böyle bir sonuç ise asla doğru değildir.[100] Çünkü yasak olan garar, aklı başında kimselerce var da olabilir, yok da olabilir şeklinde anlaşılan bir bilinmezliği içeren durumlara yorulur.[101]Yasağın bu şekilde anlaşılmasını gerektiren şey maslahat mânâsı (yani mesâlih-i mürsele) olmaktadır[102] ve lafza mücerred olarak bağlanılmamaktadır.
Bir nokta daha var: Emir ve nehiyler lafız bakımından ele alındıkları zaman neye delâlet edecekleri konusunda müsavidirler. Onlar içerisinden vücup için olan emri, mendupluk için olandan; haramlık için olan nehyi, mekruhluk için olandan ayırmak bizzat nasslar yoluyla mümkün olmaz. Bu şekilde bir kısmı bilinebilse bile çoğunluk bilinemez. Bunlar arasında meydana gelen fark, bize sadece mânâ ve hikmetlere tâbi olma, maslahatı gözönünde bulundurma sonucunda ortaya çıkmıştır. Keza bunların hangi mertebede bulundukları (yani zarûriyyâttan mı, hâciyyâttan mı ya da tahsîniyyâttan mı oldukları) ancak maslahatın gözönünde bulundurulması ve manevî istikra yoluyla ortaya çıkacaktır. Bu hususları öğrenmek için biz mücerred emir ya da nehiy sığalarına bakmamaktayız. Eğer öyle olmasaydı o zaman şeriatta mevcut bulunan emir sığalarının (meselâ vücûp gibi) hep aynı düzeyde olması gerekir; çeşitli kısımları bulunmazdı. Nehiy sîgası için de durum aynı olurdu. Hatta diyoruz ki: Mutlak olarak söylenmiş Arap kelâmının gerçek anlamına ulaşılabilmesi için mutlaka sözün gelişinin dikkate alınması, sığaların delaleti konusunda amaçlanan mânâların göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi takdide söz gülünç ve alay konusu olur. Meselâ onlar şöyle derler: "Falan arslandır" veya "Falan eşektir[103]"Falanın külü çoktur" veya "Köpeği korkaktır[104] "Falanca kadının küpesinin düştüğü yer uzaktır" [105] Bunlar gibi sayılamayacak kadar çok (kinaye) sözler vardır ve eğer bunlarda sadece lafız dikkate alınacak ve mânâ itibara alınmayacak olsa onların makûl hiçbir anlamı kalmaz. Hal böyle iken Allah ve Rasûlü'-nün kelâmı hakkında durum farklı mı olacaktır sanırsın?! İşte bu noktadan hareket edilip lafzın yanında mânâ ve hikmetlerin de gözönünde bulundurulması sonucundadır ki, durgun suya doğrudan işemekle, bir kaba işeyip de sonra onu suya dökmek arasında bir ayırımın mümkün olup olmayacağı ortaya çıkacaktır.
İmamu'l-Haremeyn, İbn Süreyc'den nakleder: O, Ebû Bekir b.Dâvûd el-Isbahânî ile nassların zahirine yapışma konusunda münazara yapmıştır. İbn Süreye ona: "Sen nasslann zahirlerine yapışıyorsun. Peki, Allah Teâlâ "Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür"[106]buyuruyor. Şimdi iki zerre kadar hayır işleyen hakkında ne dersin?" diye sorar. O: "İki zerre, zerre ve zerre demektir" diye cevap verir. İbn Süreye: "Peki, bir buçuk zerre kadar işlerse?" diye sorar. Bunun üzerine o bocalar ve münazarayı bırakır. Kadı Iyaz bazı âlimlerden "Davud'un bu mezhebinin hicrî ikiyüz yılından sonra ortaya çıkmış bir bidat olduğunu" nakleder. Bu her ne kadar zahir ile ameli red konusunda bir aşırılık ise de mânâ ve hikmetlerin bir tarafa itilerek sadece nasslann zahiri ile amelde bulunmak da bir aşırılık ve Şâri'in maksadından uzaklaşmak olur. Öbür taraftan nasslann zahirlerinin ihmali de israftır, aşınlıktır. Nitekim bu konu Makâsıd bölümünün sonunda geçmişti. İnşallah daha sonra yine tekrar ele alınacaktır.
Fasıl:
Bu sabit olduğu ve amelde bulunan kimse emir ve nehyin illetinden anlaşılan muktezâya uygun olarak amel ettiği zamari^o kimse güçlü bir yol üzere yürümüş, girdisinde çıktısında her hususta Şâri'in kasdına uygun hareket etmiş olacaktır. O yüzdendir ki selef-i sâlih, kendilerini ibadete verme ve azimetleri araştırma ve onlarla amel etme konusuna vermişler ve nefislerini Allah'a kulluk uğrunda meşakkat ve sıkıntılann altında ezmişlerdir. Çünkü onlar emir ve nehiylerin emreden ve nehyeden cihetinden geldiğini ve onların "Nasıl yaptıklarınıza bakmak için[107] "Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için"[108]olduğunu; ancak mükellefin bünyece zayıf, irade açısından güçsüz, sabır bakımından yetersiz olması hasebiyle, onun öyle olduğunu bilen ve onu o şekilde yaratan Allah Teâlâ, kulunu mazur görmüş ve zayıflığı sebebiyle ona acıyarak amellere girme konusunda dayanabileceği kolaylıklar getirmiştir. Bu cümleden olmak üzere onun kalbine taat sevgisini koymuş ve onu güçlendirmiş, bazı huzur bozucu ve sarsıntı verici durumlar, zihni kanştırıcı düşünceler karşısında sabretmesi halinde onunla birlikte olmuş, ona olan rahmetinin bir tecellisi olmak üzere meşakkatlerle karşılaşma halinde güçlük ve sıkıntılann kal-dınlacağı bir alan kılmış, amele ilk başlama anında hafifletme yoluyla bir hazırlık devresi kılmış ve bu şekilde devamlılığın ağırlığını karşılamak istemiş, bunun sonucunda yükümlülükler üzerinde devamlılığın kendisine ağır gelmemesini amaçlamıştır. Eğer kula hayır işleme tutkusu girerse ve kendisine meşakkatlann kolaylaşması kapısı aralanırsa, bundan böyle ağır olan, ona hafif gelmeye başlar ve Allah Teâlâ'nın "Herşeyi bırakıp yalnız O'na yönel[109]"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım"[110] gibi âyetlerinde ifadesini bulan mutlak kulluk emrini ifaya kendini verir. Sanki meşakkat ve zıddı kolaylık hakîkî değil tamamen izafî (göreli) şeylerdir. Nitekim bu konu Ruhsatlar bahsinde geçmişti. Şimdi emir yöneltilmiştir ve emir karşısında herkes kendi nefsinin fakîhidir. Emir ve nehiylerle kullara karşı rahmet ve genişlik murad olunduğuna göre, aynı kasdın bulunması konusunda bunlarla ruhsatlar birleşmiş olurlar. Bu durumda azimetler konusunda emir ve nehiyler genel anlamda uyulması maksûd olan şeyler olurlar; rıfk konusunda ise onlar kula yönelik olur: Eğer kul bu durumda rıfk ve kolaylık yönünü tercih ederse, o ruhsat gibi olur. Eğer aksi tarafını tercih edecek olursa o zaman da "Herşeyi bırakıp yalnız O'na yönel"[111]buyruğunun vb. gereği olan azimet doğrultusunda hareket etmiş olur.
Fasıl :
Sarih olmayan emir ve nehiylere gelince bunlar birkaç kısımdan oluşur: 1.
Hükmün ifadesi haber cümlesi şeklinde gelir. Örnekler: "Oruç
size yazıldı[112] "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler[113]"Allah, inkarcılara, inananlar aleyhine asla fırsat vermeyecektir[114] "Onun keffâreti on yoksulu doyurmaktır[115]Bunlar ve benzeri içerisinde emir mânâsı bulunan fakat haber cümlesi (inşâî değil de ihbârî) şeklinde gelen nasslar bu türden olmaktadır. Bu kısmın hükmü açıktır ve bunlar sarih emir ve nehiyler gibi işlem görürler. 2.
Fiilin ya da o fiili işleyenin övülmesi; ya da fiilin ya da o fiili işleyenin yerilmesi; emirler hakkında fiili işleyene sevap verileceğinin, nehiyler hakkında ise o fiili işleyene azap edileceğinin belirtilmesi; ya da emirler hakkında fiili işleyeni Allah'ın seveceğinin, ne-hiylerde ise fiili işleyene Allah'ın buğzedeceğinin ve hoşlanmayacağının veya sevmeyeceğinin bildirilmesi. Bu kısmın Örnekleri de açıktır. Meselâ: "Allah'a ve peygamberlerine inananlar, işte onlar dosdoğru olanlardır[116] "Bilakis siz aşırı giden bir topluluksunuz[117] "Ve kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, onu cennetlere sokarız[118] "Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan eder ve O'nun sınırlarını aşarsa, onu cehenneme sokarız[119] "Allah, iyilik yapanları sever[120] "Şüphesiz O, israfçıları sevmez[121]"Kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnud olur"[122]. gibi.Bunlar da açıktır dedik, çünkü bu ifadeler tartışmasız olarak övülen konularda o fiilin işlenmesine, yerilen konularda da o fiilin ter-kedilmesine yönelik zımnî bir talep içermektedirler. 3.
Talep konusu şeylerin gerçekleşmesi kendilerine bağlı olan şeyler: "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir?[123]"Birşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış olmak mıdır?"[124]el-Ka'bî'nin görüşüne[125] göre, "Birşeyin mubah olması, onun emredilmiş olması demek midir?" ve daha başka benzeri aslında maksûd olmadıkları halde talep konusu olan şeylerin işlenmesi ya da terkedilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyler de bu kısmı teşkil etmektedir.
Âlimler gerek bu konularda ve gerekse bunların dikkate alınıp alınmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konular usûl kitaplarında işlenmiştir. Ancak, şayet biz bunların dikkate alınmaları gerektiğini söyleyecek olursak, bu aslî kasıt üzerine değil talî (ikinci) kasıt üzerine olmuş olacaktır. Hatta bunlar derece bakımından "Alış verişi bırakın" gibi tâbi durumda olan sarîh emir ve nehiyler-den daha zayıf olacaklardır.[126]Çünkü dikkate alma konusunda sarîh olan emrin rütbesi hiçbir zaman zımnî olanın rütbesi gibi değildir.
Makâsıd bölümünde geçtiği üzre şer'î maksatlar iki kısımdı: a) Aslî maksatlar, b) Tâbi maksatlar. Emir ve nehiylerle ilgili burada zikredilen bu kısım işte o taksimden doğmaktadır. Bu ikisi arasın- [157] da çok büyük fıkhî incelikler bulunmaktadır.[127] O yüzden konunun açıklığa kavuşması ve sonunda Allah'ın izniyle başka benzerlerini de yerlerine oturtabileceğin bir kıstasa ulaşabilmen için bir fasıl açıp orada bir mesele[128] zikriyle izahat vermemiz gerekmektedir.
Fasıl :
Fukahaya göre "gasb" rakabe üzerine teaddîde bulunmak demektir. "Teaddî" ise, rakabe üzerine değil de menfaatler üzerine tecavüzde bulunmaya has bir ifadedir.
Gâsıb, gasbedilen şeyin rakabesine mâlik olmayı kastederse, bu ona yasaklanmıştır ve kasdı cihetinden yaptığı şeyden dolayı günahkârdır.[129]Bu durumda kişi sadece rakabeyi kastetmiş olmaktadır. Bu itibarla nehiy öncelikle rakabe üzerinde malikiyet kurması maksadına yöneliktir.
Menfaatler üzerine teaddîye gelince, burada kasıt rakabeye değil menfaatlerin elde edilmesine yönelik olmaktadır. O bu kasdı sebebiyle o şeyle faydalanmaktan yasaklanmış olmaktadır. Bu durumda o, sadece menfaatlere yönelik bir kasıt bulundurmuş olmaktadır. Ancak her iki durum da, tâbiyet hükmü yoluyla birinci (aslî) kasıtla değil de ikinci (tâbi) kasıtla diğerinin bulunmasını zorunlu kılmaktadır.[130]
Kişi eğer gâsıb ise, menfaatleri değil, rakabeyi tazminle sorumlu olacaktır ve rakabenin sadece gasb günündeki kıymetini tazmin edecek, (onu gasbdan hüküm anına kadar geçen süre içerisinde ulaştığı) en yüksek kıymetten ödemeyecektir. Çünkü faydalanma rakabeye tâbi durumdadır. O tâbi durumda olunca, ondan faydalanma hakkında gelen yasak da rakabeye el koyma yasağına tâbi durumunda olacaktır. O yüzden de menfaatlerin kıymetini tazmin etmeyecektir; ancak bazı âlimlerin görüşüne göre menfaatlerin tazmini söz konusu olacaktır ve bunlar görüşlerini "gâsıbm rakabe ile birlikte aynı anda aslî kasıtla menfaatlere yönelik de kasıt bulundurmuş olacağı" esasına bina etmektedirler. Daha açık görüşe göre rakabe gâsıbı üzerine menfaatlerin tazmini gerekmemelidir; çünkü bir genel kaide getiren "el-Harâcu bi'd-damân" (= Cereme kime semere ona.[131]) hadisinin genel kapsamına bu da girmektedir.[132]Bunun sebebi zikredildiği üzere, gasbedilen şeyden faydalanmayı yasaklama bizatihi maksûd değildir; aksine o gasb yasağına tâbi durumdadır. Bu haliyle o, cuma vaktinde yapılan alış verişin durumuna benzemektedir. Açıkça yasak bulunmasına rağmen bu vakitte yapılan alış veriş yasaktan gözetilen maksat bizzat alış verişi yasaklamak olmadığı için bir kısım âlimlere göre sahih olunca, zımnî nehiy ile yasaklanmış olması durumunda onun öncelikli olarak sahih olması gerekecektir.[133]Bu bahis "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir?" meselesinde de aynen geçerlidir. Eğer biz vacip değil dersek, o takdirde bir problem bulunmayacaktır. Yok vacip diyecek olursak o zaman onun vacipliği bizatihi olmayacaktır. Aynı şekilde "Eirşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış olmak mıdır?", yine "Birşeyi yasaklamış olmak onun zıdlarından birini emretmiş olmak mıdır?" meselelerinde de durum aynıdır. Eğer biz öyle dersek, o zaman bu bizatihi maksûd olmayacaktır ve bu durumda emir ve nehiy için kesin bir hüküm bulunmayacak; ancak bilfarz aslî kasıt ile maksûd olması takdirinde kesinlik kazanabilecektir; oysa ki durum öyle değildir.
Eğer (gâsıb değil de) müteaddî ise, o takdirde tazmin sorumluluğu gasb değil de teaddî tazmini[134] şeklinde olacaktır; çünkü bu durumda rakabe tâbi durumda olmaktadır. Durum böyle olunca rakabeye el koyma yasağı, menfaatlere el koyma yasağına tâbi olmaktadır. Bu yüzden de mutlak surette en üstün kıymetinden[135] tazmin edecektir ve az çok ne varsa tazminle yükümlü olacaktır. Teaddî durumunda rakabenin tazmini ise, sadece malın telef olması[136] halinde söz konusudur. Çünkü onun telefi menfaatlerinde telefi sonucunu doğurmaktadır. Bunlarda gasb hali İse böyle değildir.
Eğer bunlar aynı olsaydı o zaman ne İmam Mâlik ne de başkaları bunların aralarını ayırmazlardı. İmam Mâlik gâsıb ve hırsız (sârik) hakkında şöyle demiştir: "Gasbedilen ya da çalman şeyi piyasasından ve menfaatlerinden alıkoyar ve sonra olduğu gibi geri iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur.[137] Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde bulunmuş ise[138]o takdirde kıymetini tazmin eder" Bu sonuç, İmam Mâlik ve tâbilerinin mezhebinde meşhur olan görüş üzerine kurulmuştur. Aksi takdirde görüşün mercii farklı olacaktır. Burada üzerine binada bulunulan esas ise sabittir.[139]
Her iki kısmın arasında fark görmeyen kimseler[140] görüşlerini şu yaklaşımlar üzerine bina etmiş olmaktadırlar: 1.
Mezhep müntesiplerinin zikretmiş oldukları şu kaide: "Devam ibtidâ (başlama) gibi midir?" Eğer biz devamın başlama hükmünde olmadığını söyleyecek olursak, bu meşhur olan görüşe göre gasbda geçerli olmaktadır. Bu takdirde tazmin gasb günü gerekecektir. Menfaatler ise tâbidir. Yok devam başlangıç gibidir, diyecek olursak, bu durumda gasbeden kimse her an gasba yeniden başlıyor gibi olacaktır ve bu haliyle o, her an yeni bir tazmin sorumluluğu altına giriyor demektir ve bu durumda gasbettiği şeyi en yüksek kıymeti ile tazmin etmek durumunda olacaktır.[141] Nitekim İbn Vehb, Eşheb ve Abdulmelik bu görüştedirler. İbn Şa'bân bunu: "Çünkü her an ona iade gerekmektedir ve onu iade etmediği her an için o malı o anda yeniden gasbetmiş duruma düşmektedir" şeklinde izah etmiştir. 2.
Bir başka kaide daha var: "Eşyalara hakikî anlamda ancak Yaratıcı mâlik olabilir; kul için sadece onların menfaatleri söz konusudur" Durum böyle olunca rakabeye yönelik olan kasıt, onun menfaatlerine sahip olma amacına dönüşür mü dönüşmez mi?Eğer dönüşür dersek zira eşyaların rakabelerinin bir ayın olmaları hasebiyle bizatihi bir menfaatleri yoktur ve insanlarca arzulanan faydaları içermiş olmaları bakımından istenirler o zaman bu, menfaatin tazmini için gasb ile teaddînin arasını ayırmama cihetine gidenlerin görüşü olmuş olur. Eğer dönüşmez dersek, o zaman bu, iki eylemin arasının ayrılmasının bir gereği olmuş olur. 3.
Gasbeden kişi, gasb eylemi ile gasbettiği şeyin rakabesine malik olmak isteyince, acaba bu kasdı sonucunda kendisine yönelen tazmin sorumluluğu karşılığında o şeye mâlik olmuş gibi sayılabilir mi? Başka bir ifade ile "Gasb sonucunda mülkiyet şüphesi doğar mı?" Eğer bu soruya evet cevabı verecek olursak aynen müs-lümana ait malların kâfirlerin eline geçmesi halinde olduğu gibi o zaman konu Hz. Peygamber'in "el-Harâcu bi'd-damân" (= Cereme kime semere onald[142]) hadisi altına girmiş olacaktır. Bu durumda o malın ürünü, yükselen ya da düşen kıymeti veya meydana gelen bir değişiklik, gasbeden kimseye ait olacak ve kendisine tazmin sorumluluğunun gereği lâzım gelecektir. Aynen istihkak ve fasit alış veriş örneklerinde olduğu gibi.
Eğer bu soruya hayır cevabı verir ve mülk şüphesi doğmaz, gasbedilen mal gasb sonrasında da asıl sahibinin mülkiyetinde kalmaya devam eder diyecek olursak, bu durumda o maldan ortaya çıkacak her türlü ürün ve menfaat sahibinin mülkünde ve ona ait olacak ve gasbeden kimsenin mutlaka onları tazmin etmesi gerekecektir. Çünkü asıl malı gasbettiği gibi onları da gasbetmiş olmaktadır. Meydana gelen noksanlığa gelince, eğer bu kusur ve tecavüzü neticesinde meydana gelmiş ise gasbedenin onu da yüklenmesi gerekecektir; çünkü gasbedilmiş bir malın noksanlaştırılması; onun rakabesinin bir kısmını itlaf etmek demektir. Dolayısıyla, menfaatler üzerine teaddîde bulunan kimsenin tazmin ettiği gibi o da tazmin edecektir. Çünkü rakabenin varlığının olduğu gibi devam etmesi, onun menfaatleri cümlesinden olmaktadır. Bunun da mevcut ihtilafın üzerine bina edilebilecek bir esas olması mümkündür. 4.
Şöyle denilebilir: Acaba gasbedilen şey, aynen olduğu gibi tekrar sahibine iade edilecek olsa, bu durumda o mal teaddî edilen mal gibi kabul edilir mi? Zira her ikisinde de görünüş aynıdır ve gasbe-den kimsenin gasbettiği şeyi geri vermesi halinde de kasdının bir etkisi olmaz; çünkü İmam Mâlik'in ortaya koyduğu kaideye göre itibar fiillere olup maksatlara değildir ve vasıtalar ilga edilir. Yoksa böyle sayılmaz mı? İmam Mâlik'in buradaki sözünün işaretine bakılacak olursa kasdm eseri bulunmaktadır. İbnu'l-Kâsım'ın sözü-[162] nun zahirinden anlaşıldığına göre de kasdm bir eseri yoktur. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik gasbeden ve hırsız hakkında "Piyasasından alınan şeyi hapseder ve sonra onu olduğu gibi iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur. Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde de bulunmuş ise) o takdirde kıymetini tazmin ettirir" sözünü söyleyince İbnu'l-Kâsım: "Eğer Mâlik'in bu sözü olmasaydı, hırsıza kiracıya getirdiği sorumluluğu yüklerdim" demiştir.
Bu yaklaşımlar, İmam Mâlik ve diğerlerinin mezheplerinde mevcut bulunan ihtilafın birer izahı olabilir ve bu haliyle "Aslî kasıt ile gelen emir ve nehiylerin hükmü kesindir; tabî (ikinci) kasıt ile gelen emir ve nehiylerin ise durumu böyle değildir" şeklinde geçen kaide aslî hali üzere zedelenmeden kalabilir. Bu zikredilen kaide ile birlikte bu yaklaşımlar beraberce ele alındığı zaman ihtilafın yönü anlaşılmış olur. Belki de bundan istihsâna dönük bazı şeyler çıkmış olabilir[143] ve bunlar asıl kaideyi bozmaz. Allah'u a'lem!
Bil ki, gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz meselesi, bu esasa vurulduğu zaman, namazın bâtıl olmadığına kail olan çoğunluk ulemâya ait görüşün doğruluk yönü ve bâtıl olacağı görüşünü taşıyan İmam Ahmed b. Hanbel, Asbağ ve diğerlerinin yaklaşımlarının izahı ortaya çıkmış olacaktır.[144]
Bu mesele, yine bu noktaya çıkan[145] bir başka meseleyi hatırlatmaktadır ve o da şudur: [146]
Konular
- Altıncı Mesele:
- İkinci Fasıl Şerî Hükümler Ve Nesh
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele :
- Üçüncü Fasıl Emir Ve Nehiy
- Birinci Mesele:
- İkinci Mesele:
- Üçüncü Mesele:
- Dördüncü Mesele:
- Beşinci Mesele:
- Altıncı Mesele:
- Yedinci Mesele:
- Sekizinci Mesele:
- Dokuzuncu Mesele:
- Onuncu Mesele :
- ONBİRİNCİ MESELE:
- ONİKİNCİ MESELE:
- ONÜÇÜNCÜ MESELE:[277]
- ONDÖRDÜNCÜ MESELE:
- ONBEŞİNCİ MESELE:
- ONALTINCI MESELE:
- ONYEDİNCİ MESELE:
- ONSEKİZİNCİ MESELE:
- DÖRDÜNCÜ FASIL
- UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)
- BİRİNCİ MESELE: